Ezilen halkların kurtuluş mücadeleleri dünyayı sarsmaya devam ediyor. Ve bu sarsıntıyı Türkiye Devrimi devam ettirecek.
1848’den beri başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı, bir anaforun çalkantıları içinde sallayan proletarya, ilk büyük sarsıntısını Çarlık Rusyası’nda yarattığında, egemen sınıfların kabusları gerçek olmuştu. Uykuda değillerdi, uyanıktılar ve karşılarında muzaffer Büyük Ekim Devrimi duruyordu. O Ekim Devrimi ki, dünyanın 1/6’sını emperyalist-kapitalist sistemin dışına çıkarmıştı. Bunun gerçek olduğuna bir türlü inanmak istemediler. Bu gerçek nasıl kabul edilebilirdi?!
Tesadüf dedi emperyalistler, geçici dedi, hayır yaşayamaz dedi, inanmadı. Nasıl olur da baldırı çıplaklar yönetimi alabilirdi? Yönetim varlıklıların, soyluların, eğitimlilerin işiydi! Baldırı çıplakların altından kalkacağı bir şey değildi!
Ama işte, dünyanın ilk proleter devrimi ayaktaydı! Kendi kendilerini oldukça da iyi yönetiyorlardı. Burjuvalara gerek olmadığını, onların birer asalak olduğunu tüm dünyaya gösteriyor ve diğer ''çağdaş kölelere'', ''sömürge halklara'' örnek oluyorlardı; hem de kötü bir örnek. Bu örneğin ortadan kaldırılması gerekiyordu! Bu yüzden saldırılar, provokasyonlar düzenlediler! İç savaş çıkardılar!.. Yine olmadı; proletarya devleti etrafında halk daha sıkı birbirine kenetleniyordu.
Çarlık Rusyası artık Sovyetler Birliği olmuştu ve Sovyet halkları LENİN ve STALİN önderliğinde, her geçen gün sosyalist toplumu kurma yönünde dev adımlar atıyordu.
Sovyet halkları, Bolşevik Partisi’nin önderliğinde gerçekleştirdiği devrimiyle, insanlık tarihinde yeni bir dönemi başlatırken, tüm dünyanın proleterleri ve ezilen halkları da, Sovyetler Birliği’nin, bu gelişmenin tek örneği olmayacağını, emperyalist-kapitalist sistemin er geç yıkılıp sınıfsız toplumun mutlaka kurulacağını, mücadeleleri ve başarılarıyla kanıtlamaya devam ediyordu.
Kapitalizm artık ölümcül aşamasına, emperyalist döneme girmişti; bundan sonra insanlığın ileri adımlarının hepsinde proletaryanın damgası olacaktı. Emperyalistler, ağırlaşan krizlerini çözmenin aralarında derinleşen çelişkileri gidermenin, sömürgeleri yeniden paylaşmanın ve bu arada Sovyetler Birliği’ni tarih sahnesinden silerek, dünyanın 1/6’sını yeniden sisteme dahil etmenin yolu olarak II. Paylaşım Savaşını başlattıklarında; bu gerçeği, proletaryanın ve ezilen halkların şamarını yiyerek anlayacaklardı. Ancak çok geç kalmış olacaklardı. Bu gerçeği anlamak onlara pahalıya mal olmuştu. Krizi çözmesi beklenen savaş dünyanın 1/3’ünün emperyalist kamp dışına çıkmasıyla sonuçlanmıştı. Doğu Avrupa da emperyalist-kapitalist kampın dışındaydı artık.
Emperyalizm, daha savaşta ne olduğunu kavrayamadan, Uzakdoğu’dan gelen ağır bir tokat ile yeniden sarsıldı. 600 milyonluk Çin de çıkıp gitmişti sömürge sofrasından! Hem de kimsenin başarıya ulaşacağına inanmadığı bir stratejiyle! Mao dedikleri komünist, milyonlarca köylüyü toplayarak, kırsal alanlarda kurtarılmış bölgelere dayanarak yapmıştı bunu.
Uzakdoğu’daki sarsıntılar Çin’le sınırlı kalmadı. Vietnam, Kore, Laos, Kamboçya art arda sarstılar dünyayı.
Emperyalizmin savaştan çıkardığı dersler, dünya halklarının kararlılık ve fedakarlıkları karşısında, hiçbir şey ifade etmiyordu. Emperyalizm durmadan darbeler yiyor, dünyanın kurulu düzeni yerinden oynuyordu.
''Cesaret, cesaret, cesaret!''... 25 Kasım 1956’da Granma yatıyla Küba sahiline ayak basan 82 gerillanın tüm kişilikleri, Küba halkına güvenden kaynaklanan bu kelimelerde düğümleniyordu. Küba’ya ayak bastıklarından birkaç saat sonra 12 kişi kalmışlardı, ama yine de ''cesaret, cesaret, cesaret'' diyorlardı. Aralarında Fidel’in, Che’nin de bulunduğu bu 12 kişi; kısa sürede yüz oldular, bin oldular, onbinler oldular, yüzbinler oldular! 1 Ocak 1959’da Sierra Maestra’dan uzanan gerilla müfrezelerinin ilk öncüleri, Küba’nın başkenti Havana’ya girerken, emperyalizm ağır bir tokat daha yiyordu. Emperyalist sistemin jandarması, burnunun ucundaki Küba Devrimi’yle önce şoke oldu, sonra kudurdu! Küba Devrimi’nin dünyada yarattığı sarsıntı kolayca atlatılabilecek gibi değildi.
Ancak dünya halklarının emperyalizme soluk aldırmaya niyeti yoktu. Afrika kaynıyordu. Emperyalist sömürücülerce horlanan, aşağılanan zenciler uyanmıştı, yani şu bildiğimiz ''köleler'' özgürlük diyordu, sosyalizm diyordu! Siyah elleriyle koskoca Afrika’yı tutmuş dünya ile birlikte sallıyordu! Angola, Mozambik, Gine Bissau bir anda Kara Afrika’nın ortasında yanan özgürlük meşaleleri haline gelmişlerdi.
Ve son olarak Nikaragua... Küba’nın yanında, Orta Amerika’da, ABD emperyalizminin arka bahçesinde bir devrim daha başarılmıştı! Kıpkızıl bir kordular.
Ve Küba Devrimi sonrası emperyalizm, ABD Adalet Bakanı Robert KENNEDY’in ağzından ''Latin Amerika Devrimi kaçınılmaz bir olaydır'' diye itirafta bulunurken, yine aynı ağızdan niyetini de açıklıyordu: ''Bizim yapabileceğimiz yönü değiştirmekten ibarettir''.
Ancak emperyalizmin niyetleri, halkların kurtuluş azminin yanında bir şey ifade etmiyordu. Son olarak Nikaragua Devrimi bunun göstergesiydi. Ve yine emperyalizm yanılıyordu. Sadece Latin Amerika’da değil, tüm dünyada devrimler kaçınılmazdı. Emperyalizm, istediği kadar bu devrimlerin yönünü değiştirmeye çalışsın, halkların kurtuluş mücadelesi tüm engelleri yıkıp aşıyordu.
Bugün de dünya, ezilen halkların emperyalizme indirdiği darbelerle sarsılmaya devam ediyor.
El Salvador’da, Kolombiya’da, Şili’de, Peru’da, Haiti’de;
Güney Kore’de, Filipinler’de, Sri Lanka’da;
İrlanda’da;
Güney Afrika’da, Namibia’da;
Filistin’de, İran-Irak Kürdistanı’nda;
Ve Türkiye’de...
Evet, tüm dünyada biz varız, yani emekçilerin, halkların mücadelesi var. Emperyalist sistem her geçen gün yeni bir parçasını, sömürgesini kaybediyor. Emperyalizmin kaybettiği her toprak parçasında yeni bir dünyanın temelleri atılıyor. İnsanlar daha özgür, kardeşçe ve eşit bir yaşama geçiyor. Bunlar er geç Türkiye’de de olacaktır.
Türkiye’de de bir devrim mutlaka olacaktır!..
Çünkü borçlu doğan çocuklarımızı kurtarın diyenler bunu istiyor.
Çünkü köleler gibi çalışmasına karşın, aç ve borçlu ölen işçiler, memurlar, tüm emekçiler bunu istiyor.
Çünkü öldüğünde gömülecek toprağa sahip olmayan yoksul köylüler bunu istiyor.
Çünkü sömürü çarkının bir parçası olmak istemeyen, robotlaşmak istemeyen gençlik bunu istiyor.
Çünkü Kürt halkı ulusal baskı ve asimilasyondan kurtulmak için bunu istiyor.
Türkiye’de de devrim mutlaka olacaktır!..
Ama emperyalizm bunu istemiyor.
Ama emperyalizmin işbirlikçileri tekelci sermayedarlar, toprak ağaları, tefeciler-tüccarlar bunu istemiyor.
Ama emperyalist NATO’nun emrindeki generaller bunu istemiyor.
Ama işkenceciler, katiller, cellatlar bunu istemiyor.
Ama faşistler ve gericiler bunu istemiyor.
Türkiye’de bir devrim mutlaka olacaktır!..
Çünkü Türkiye bir devrime gebedir. Ve bu devrimin ebeliğini yapacak olan emekçi halkla bütünleşmiş devrimci şiddettir.
Evet, Türkiye’de şiddete dayanan bir devrim olacaktır.
Kimse şiddet kelimesi etrafında fırtınalar koparmasın.
Devrimci şiddet halkın öfkesinden, kurtuluş azminden kaynaklanan bir şiddettir. Devrimci şiddetin maddi temeli emperyalist işgal ve işbirlikçi yönetimdir.
Kimse devrimcileri şiddet uygulamakla, silaha başvurmakla suçlamasın! Çünkü bu düzenin temelinde şiddet vardır, azgın sömürü, gizli işgal, zorla kırılacak bağımlılık zincirleri vardır.
Şiddeti devrimciler seçmedi. Ve devrimcilerin şiddeti kör bir şiddet olmadı, olmayacak. Hedefleri, amaçları ve nedenleri, çok açık bir şiddettir bu. Yani halkın örgütlü gücüyle birleşmiş, halk düşmanlarına, vatan hainlerine ve halka karşı terör uygulayanlara yönelik bir şiddettir sözkonusu olan.
İnsanlarımızı Ortaçağ karanlığına iten, ücretli köleliğe zorlayan; işkencehanelerle, darağaçlarıyla, katliamlarla yaşayan bir düzenin şiddetine karşı-devrimci şiddet diyoruz. Tarihi geriye çevirmek isteyenlerin, yeni Promete’leri zincirleyenlerin, Sokrat’ı zehirleyenlerin, Spartaküs’ü çarmıha gerenlerin, Bruno’yu yakanların, Che’yi kurşunlayanların, Deniz’leri idam edenlerin, Mahir’leri Kızıldere’de bombalayanların karşı-devrimci şiddetine karşı, devrimci şiddet diyoruz. Binlerce insanımızı, kadın, yaşlı, çocuk demeden, sivil ve devlet terörüyle katledenlere,1 Mayıs, Kahramanmaraş katliamlarını düzenleyenlere, dağlarda gerillaları, zindanlarda devrimci ve yurtseverleri katledenlere karşı şiddet diyoruz. Bu tarihin itici gücüdür. Bu, insanlığın gelişme motorudur. Bu tarihin her dönem akladığı şiddettir. Tarih bizimledir.
Kuşkusuz barışı biz de istiyoruz. Ama ''barış'' tek başına boş bir sözcüktür. Kimlerle ve neden barış? Bizi sömürenlerle mi? Bizleri köle yerine koyanlarla mı, bizleri birer robot gibi görmek isteyenlerle mi, bizleri işkencelerden geçirenlerle mi, bizleri dağda, sokakta, kahvede, meydanlarda katledenlerle mi, bizleri asanlarla mı, Kürt halkına ulusal baskı uygulayanlarla mı, ülkeyi emperyalizme satanlarla mı? Evet, kimlerle barış? Bunlarla mı?
Ve neden barış?
Sömürü, baskı, işkence, katliam devam etsin diye mi? Kürt halkı üzerindeki ulusal baskı sürsün diye mi, ulusal onurumuz ayaklar altına alınsın diye mi?
Barış yapmak isteyenler, barışçıl mücadele diyenler bu gerçeklerin farkında değil mi?
Böyle bir ülkede, böyle bir rejimde barış isteyenler, şiddeti kınayanlar, ancak ve ancak bu statünün devam etmesini isteyenlerdir. Biz ise bu statüyü değiştirmek istiyoruz. Ve bunun temel yolu şiddettir, silahlı mücadeledir. Barış ancak bu statünün bozulmasıyla, devrimci halk iktidarının kurulmasıyla adım adım sağlanacaktır.
Haklı olan biziz ve biz kazanacağız!
Bizler tarihsel ve toplumsal koşullar dayatmaksızın devrime kalkışanlar değiliz. Toplumsal devrimin gerekliliği, insan iradesinden bağımsızdır. Ama tarih ve toplumsal gelişme bunu zorunlu kıldığı anda, tarihin yasaları bunu kaçınılmaz kıldığı anda hemen devrim diyoruz!
Ve böylesi toplumsal, tarihsel koşullar oluştuğunda, devrimi kimsenin engellemeye gücü yetmeyecektir.
Bilimin ve tarihin yasaları, devrimi nasıl zorunlu kılıyor? Nedir bu yasalar?
İnsanoğlu ilk çağlardan bu yana bu soruların cevabını aradı. Çevresini algılamaya başlayan insanın ilk tepkisi korku oldu. Fırtınaları, kasırgaları, yağmurları, selleri, yıldırımları, yangınları, depremleri kim yapıyordu ve bunlar nasıl oluyordu? Bunların nedenini bulamayan ilk insan tanrıları buldu. Her olay bir tanrıya bağlandı, tanrılar hoş tutulmaya çalışıldı.
Doğa olayları üzerine düşünen ve ilk mantıki cevaplar verenler Antik Yunan Filozoflarıydı. Olayların arasında bir neden-sonuç ilişkisi vardı. Bir olayın sonucu bir diğerinin başlangıcı oluyordu ve olaylar birbirini sistemli bir şekilde izliyordu. Örneğin gecenin ardından gündüz geliyordu, mevsimler düzenli bir şekilde birbirini izliyordu. Veya önce yıldırımlar çakıyor, bunu gök gürlemeleri ve yağmurlar takip ediyordu. Ama olayların görünürdeki düzenliliğinin altında büyük bir karmaşa vardı. Antik Yunan Filozofları bu karmaşayı görememiş olsalar da olayların arasında bir bağlantı olduğunu, olayların bir akış içinde birbirini izlediğini sezmişlerdi.
Doğanın Diyalektiği 'nde ENGELS, Yunan Filozoflarının ''... en küçük unsurdan en büyüğüne, kum zerreciklerinden güneşlere, Protista'dan (tek hücreli canlılar) insana kadar, doğanın tümünün, öncesiz ve sonrasız yaşama geliş ve gidişte, kesintisiz bir akımda, bitmek bilmez bir hareket ve değişim içinde varlığa sahip olduğu''nu (Sol Yayınları, 1979, s. 48) ortaya koymakla, doğa olaylarının anlaşılmasında ilk dev adımı attıklarını söylüyordu.
Yunan Filozofları ilk adımı atmışlardı, ancak bu sezgiye dayanan, bilimsel temelleri olmayan bir adımdı. Bu sezgilerin bilimsel temellerine oturması için, burjuvazinin yükselme dönemine kadar beklemek gerekecekti.
Burjuvazinin yükselme döneminde -aydınlanma çağında- bilim, Ortaçağ skolastik düşüncelerinden, kilise doğmalarından kurtulur ve özellikle fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerindeki gelişmeler, doğa olaylarının belli yasalara bağlı olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyar. Bilimdeki gelişmeler o güne kadar doğa olaylarını tesadüflere veya üstün bir varlığın iradesine (tanrı vb.) bağlayan idealist düşünceleri iflas ettirmiştir. Bilim insanın doğa olayları karşısındaki acizliğini ortadan kaldırmış, büyücüleri, putları, tanrıları bir kenara itmiştir.
Bilimsel gelişmelerin, nesnel gerçekliğin diğer yanı olan toplum olaylarına yansıması kaçınılmazdı. Toplumsal olayların da yasaları olmalıydı. Çünkü insan ve toplum bu doğanın bir parçasıydı. Doğaya nasıl tanrılar yön vermiyorsa; topluma da kahramanlar, üstün insanlar yön vermiyordu. Doğa, iç bağlantıları ve çelişkileri olan ve sürekli gelişen bir bütünse, doğanın canlı bir parçası olan insan toplulukları da, iç bağlantıları ve çelişkileri olan ve sürekli değişen bir bütün olmalıydı. Ve tıpkı doğa olaylarında olduğu gibi, insan topluluklarındaki değişmelerin de bir neden-sonuç ilişkisi ve yasaları olmalıydı.
Var mıydı böyle yasalar ve bu yasalar nasıl işliyordu?
Burjuva felsefi akımlar yok diyordu. Yıktığı kilisenin yerine aklı, tanrıların yerine ''bilinci'', ''mutlak töz''ü, ''kendinde şey''i koyuyordu! ''Kendinde şey''in bir yansıması olan bilinçti her şeyi yaratan! Doğa, bilincimizin ürünüydü! Bilincimizde var olduğu için vardı her şey! Bilinçte olmayan bir şeyin var olması mümkün değildi! Ve bunlar bilinemezdi!
Özünde, tanrının başka kavramlarla gizlendiği bu felsefi akımların hepsi de Bilinemezci (Agnostik) idi. ''Kendinde şey''in ''mutlak töz''ün bilinemeyeceğini insan aklının bilincin kaynağına, sırlarına erişemeyeceğini söyleyen bu felsefi akımlar, burjuvazinin gereksinmelerine uygun bir biçimde dini, kiliseyi, boş inançları görünüşte bir kenara bırakıyordu. Fakat ürettikleri kavramlarla öylesine üstün ve bilinemez güçler yaratıyorlardı ki, toplumsal gelişimin yasaları da, insan eylemi de bu güçler karşısında çaresizdi.
İdealist felsefe, yüzyıllardır ileri sürülen metafizik yorumları yeni kavramlarla tekrarlarken, materyalist felsefenin bu etkilerden kurtulması bir anda olanaksızdı.
MARKS'a kadar materyalist felsefenin temsilcileri, genellikle kaba bir materyalizme saplanmış, olayların diyalektiğini kavrayamamış filozoflardır. Tüm bir süreci ve süreçteki değişimleri mekanik hareketin katı kalıplarına sıkıştıran; doğanın ve toplumsal yaşamın canlılığını, çeşitliliğini kavrayamayan bu kaba materyalistlerin bakış açısı diyalektik değil, metafizikti.
Marksizm öncesi materyalist felsefenin en tutarlı temsilcisi Feuerbach'tır. Feuerbach, o güne kadarki mekanik materyalistlerden bir adım daha ileri giderek, doğadaki nesnel yasaların insanların fikirlerinde yansısını bulduğunu, insanın yaşanılan ortamın ve yetişme biçiminin bir ürünü olduğunu ortaya koyuyordu. Ancak Feuerbach'ın felsefesi de kendinden öncekilerin bir kısım eksikliklerini taşıyordu. Feuerbach'ta eksik olan, diyalektik bakış, felsefesini toplumsal pratikten, insan eyleminden soyutlamasıdır. Feuerbach insan bilincinin toplumsal koşullarca belirlendiğini ortaya koyuyordu ama, ondaki insan bilinci basit bir aynaydı.
İdealist felsefenin tüm gözbağcılığına rağmen, toplumsal gelişimin nesnel yasaları vardı ve bunları ilk kez Karl MARKS tutarlı ve açık bir şekilde çözümlüyordu.
Marksizm toplumsal gelişimin yasalarını çözümlerken bunları ikili bir yönden ele alır. Birincisi toplumsal gelişimin maddi bir temeli olmalıdır. Bu, toplumsal gelişimin, devrimlerin nesnel temelidir. İkincisi ise, bu nesnel temel üzerinde insan eyleminin rolüdür. Birincisi determinist (nedensellik-gerekircilik) yön, ikincisi volontarist (iradecilik) yön olarak adlandırılır.
Marksizm öncelikle toplumun ve bu toplumun temelini oluşturan maddi hayatın ne olduğunu, neyi nasıl etkilediğini ortaya koyuyor ve toplumsal gelişimin nesnel yasalarını buradan çıkarıyordu.
Neydi toplum? Tanrının kulları mı, kralın tebası mı, kilisenin cemaati mi?
Onları bir araya getiren, ilişkilerine yön veren, bilinçlerini belirleyen tanrı mıydı, kral mıydı? Neydi onların bir kısmını ''aşağıda'', bir kısmını ''yukarıda'' tutan güçler?
Ve MARKS ''Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'' adlı yapıtında tüm bunları şöyle yanıtlıyordu:
''Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entellektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilinçlerini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.'' (Seçme Yapıtlar, C-1, s. 609)
Toplumsal yapıyı belirleyen ne tanrıydı, ne kral, ne de kilise. Onu belirleyen iktisadi yapıydı. MARKS'ın Maddi Hayatın Üretim Tarzı dediği bu iktisadi temel bir yönüyle toplumun kendisiydi. Ve insan iradesinden bağımsızdı.
Kapitalizmin iktisadi yapısını inceleyen MARKS, tüm toplumlar tarihini ve toplumların gelişimindeki nesnel yasayı da ortaya çıkarıyordu.
MARKS'ın insanlığın düşünce tarihine kazandırdığı bir gelişme de insan eyleminin toplumsal gelişmelerdeki rolüydü. Feuerbach da dahil önceki tüm materyalistler, toplumsal yaşamda insanın dönüştürücü eylemini görmemiş, toplumsal değişmelerdeki insan pratiğini kavrayamamışlardı. Feuerbach'ın görüşlerini temel alarak, toplumsal değişmelerdeki insan eyleminin etkisini göremeyen düşünceleri şöyle eleştiriyordu MARKS:
''İnsanların ortamın ve yetişme biçiminin ürünleri oldukları ve dolayısıyla değişik insanların başka ortamın ve değişik yetiştirme biçiminin ürünleri oldukları yolundaki materyalist öğreti, ortamı değiştirenin insanın kendisi olduğunu ve eğiticinin kendisinin de eğitilmeye ihtiyacı olduğunu unutuyor.'' (age. s. 12)
Marksist felsefenin gelişimi, insanlık tarihine yeni bir yön veriyordu. Birincisi; o güne kadar idealist felsefenin hep yönetilen bir köleler topluluğu olarak gördüğü ve temellerini şu veya bu şekilde gökyüzüne çıkardığı toplum, yeryüzüne indirilmişti. Toplumun gizemli ve bilinmeyen bir yönü kalmamıştı artık.
İkincisi; idealist felsefenin ''kul'', ''kaderiyle başbaşa'', ''güçsüz'' insanlarıyla; tanrının elikılıcı dediği güçlü, kahraman insanları gitmişti. Yine kaba materyalistlerin, doğal yasalar karşısında etkisiz, pratik işlevi olmayan insanları da gitmişti. Marksizm bunların yerine, düşünen, dönüştürücü bir pratiğe sahip olan insanı koymuştu.
İşte tüm toplumsal değişmeler bu iki unsurla açıklanmalıydı. Toplumun ve toplumu oluşturan insan gruplarının bilimsel çözümlemesini yapan Marksizm, kendini diğer felsefelerden ayıran noktayı, çözümlemelerini burada bırakmayarak gösteriyordu. Marksizm toplumsal değişmelerin felsefesiydi ve bunu MARKS ''Feuerbach Üzerine Tezler''in XI.sinde çok açık ifade ediyordu.
''Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.'' (age, s.14)
Toplumsal değişmeler bir devrim ile mümkündür ve bir devrim ancak toplumun maddi koşullarının uygunluk arzetmesiyle ve bu toplumsal koşulların belirleyiciliği altındaki insan gruplarının eylemleriyle gündeme gelebilirdi.
Birincisi devrimin determinist yönünü, ikincisi ise volontarist yönünü ifade eder.
Tarihsel ya da toplumsal gelişmelerin tıpkı doğa olayları gibi, maddi yasalara bağlı olduğu ve toplumsal gidişin insan iradesinden bağımsız geliştiği gerçeği, determinist anlayışın özünü oluşturur.
Marksizm; tarihi, insan iradelerinin çatışmasıyla ortaya çıkan ve birbirine benzemeyen, aralarında bağ bulunmayan, önceden kestirilemez olayların art arda dizilişine indirgeyen idealist anlayışları reddeder.
Tarihin zorunlu yürüyüşüne, yani toplumsal olaylara determinist bakış açısı getiren Marksizm, maddi hayattaki üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin gelişme seyrinin; yaşamın toplumsal, siyasal ve manevi süreçlerinin gelişme seyrinin de genel karakterini belirlediğini öngörür. Toplumu sürükleyen olgu ise, bu maddi temel üzerinde, insan gruplarının yani sınıfların karşılıklı ilişkileri ve çelişkileridir.
Şöyle diyor bu konuda MARKS;
''Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.'' (age, s. 609)
Toplumsal gelişim seyrinin insan iradesinden bağımsız nesnel yasası, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki Zorunlu Uygunluk Yasası'dır. Belirli bir üretim tarzının egemen olduğu her toplumda, üretim ilişkileri, bir yere kadar üretici güçleri geliştirir, toplumu daha üst bir yaşam düzeyine çıkarır. Ancak sınıflı toplumlarda öyle bir noktaya gelinir ki, sömürü ve kârın devam etmesinin zorunluluğu, bu gelişimin önünde set oluşturur. Artık üretim ilişkileri, üretici güçlerle çelişmeye başlamış, Zorunlu Uygunluk Yasası ile sağlanan uyum bozulmuştur. Zorunlu Uygunluk Yasası'nın bozulması, toplumu ileriye götüren üretici güçlerin gelişiminin engellenmesi demektir. Bu durum, mevcut üretim ilişkilerinin ve üretim tarzının tasfiye edilmesini, toplumsal gelişmelerin önünü açacak yeni bir üretim tarzının egemen hale gelmesini zorunlu kılar. Bu Marksist devrim teorisinin determinist yönüdür. Yani toplumdaki çelişkilerin, yeni üretim ilişkilerini gerektirecek bir düzeye varmasının zorunluluğudur.
Üretici güçler ile üretim ilişkilerinin çeliştiği, bu çelişkinin uzlaşmaz boyutlara ulaştığı anda, bu çelişkileri barındıran üretim tarzı kendi alternatifinin tohumlarını da içinde taşıyor demektir. Determinizmin bu kuralını MARKS şöyle ifade ediyor:
''... İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.'' (age, s. 610)
Köleci üretim tarzı tarihten silinmeden önce, artık gelişimi durmuş, üretici güçlerin gelişimi önünde engel olmaya başlamıştı. Köle emeğine dayanan üretim gitgide düşerken, feodal toplumun temelleri çoktan atılmış, birçok malikane sahibi, köle yerine serf emeğini kullanmaya başlamıştı. Toprağa bağlı serflerin, yerini işçi sınıfına bırakması, feodal toplum ilişkilerinin artık tıkandığı, toprak ve toprağa bağlı serflerle sağlanan üretimin, toplumu geliştirmek bir yana gelişimini engellediği bir döneme denk düşer. Feodal üretim ilişkilerinin yerini kapitalist üretim ilişkilerinin alması bir zorunluluktur artık.
Fakat bir üretim tarzından diğerine geçiş ve yeni üretim tarzının egemenliği; ancak, eski üretim tarzını ayakta tutan devletin, yeni sınıflarca yıkılması ya da devleti ele geçirmesiyle olanaklıdır. ''Ailenin, özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni'' adlı eserinde ENGELS, devletin sınıfsal niteliğine ve rolüne ilişkin şöyle diyor:
''... sadece özel kişiler tarafından (...) edinilmiş bulunan zenginlikleri (...) koruyan ve sadece eskiden o kadar hor görülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin (...) yeni biçimleri üzerine, genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de basan bir kurum; (...) mülk sahibi sınıfın hiçbir şeye sahip olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun üzerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum.'' (Sol Yayınları,1974, s. 151 )
Mevcut devlet cihazını parçalayarak yeni üretim ilişkilerini yaratacak olan; ilerici sınıfların, devrimin maddi koşulları üzerinde etkin olabilecek iradeleridir. İşte, yeni bir toplumun inşaasını sağlayacak irade ve bu iradenin tespit ettiği strateji doğrultusunda yürüteceği mücadele, Marksist devrim teorisinin volontarist (iradeci) yönünü oluşturur.
Toplumsal dönüşümün temel koşulu, üretici güçlerin gelişiminin üretim ilişkileri tarafından kösteklenmesidir. İşte bu noktada insanların bilinçli faaliyetleri gündeme gelir. Ve nesnel durumu iyi tahlil edebildikleri, bu nesnel durum karşısında uygun çözümler üretebildikleri oranda, tarihe yön verebilirler.
İnsanların kendi tarihini kendilerinin yaptığını söyleyen Marksizm, diğer felsefi akımlardan farklı olarak insan iradesinin ve eyleminin dönüştürücü etkisinin önemini belirtir.
Fakat Marksizm; insanların toplumu dönüştürme iradesini ve eylemini, kahramanların yarattıkları destanlar değil, toplumsal koşullar üzerinde yükselen toplumsal gelişmelerin zorunlu itici gücü olarak değerlendirir.
Tek tek liderlerin de tarihsel gelişmede büyük roller oynayacağını kabul eden Marksist devrim teorisinin volontarist yanı, esas olarak sınıfların iradesinde ve onların dönüştürücü eyleminde ifadesini bulur. Bu volontarist yanın öznesi proletarya partisidir.
Devrimin volontarist yanı ihtilalci inisiyatifin kullanılmasıyla ifade edilir ve bu kavramda anlamını kazanır. Devrimin nesnel koşullarının hazır olduğu bir ülkede, devrim, iradi bir sorun haline gelmiş demektir.
İhtilalci inisiyatif, maddi koşullar üzerinde yükselen devrim sürecini, kendiliğindencilikten kurtarıp bilinçli, örgütlü ve iradi olarak sürdürmektir.
Marksizm, toplumu ve sınıfları ele alıp, içinde bulunulan aşamayı ve sürecin varacağı yeri tahlil edebilen bir teoridir. İşçi sınıfının bilimsel ideolojisi olarak, bu anlamda hem iradecidir, hem deterministtir.
Volontarist yön, devrim teorisini yığınlara mal edip, onu bir güç haline getirecek ve mücadeleyi kendiliğindenlikten kurtaracak olan partiyi ve onun önderliğini de kapsar.
Marksizmin iradeciliği, mücadeleyi devrimle sonuçlandıracak, devrimin çeşitli aşamalarını ve sınıfsal ittifaklarını tespit edecek bir stratejinin unsurlarını kapsar, gerekli kılar.
Özetle, volontarizm ya da ihtilalci inisiyatif deyimleri, Marksizmde parti olgusundan ayrı düşünülemez. Çünkü devrimin irade merkezi, adına parti dediğimiz siyasi organizasyon olacaktır.
önceki üretim tarzlarının aksine komünizm, kapitalist üretimin bağrında oluşmaz. Çünkü komünist toplum sınıfları ve özel mülkiyeti reddeden, ortadan kaldıran bir toplumdur. Daha önceki üretim tarzları bir öncekinin bağrında özel mülkiyetin değişik biçimleri altında ortaya çıkmış ve kendine yer bulabilmiştir. Yani özel mülkiyet her seferinde, öncelikle ekonomik altyapıda, değişik biçimlenmelerini yaratmış ve altyapıda belirli ölçüde egemenlik kurduktan sonra, siyasal egemenliği de zorunlu kılmıştır. Altyapıda, maddi koşulları (onu zorlayan üretim ve üretici güçler) olmasına karşın komünizm, kapitalist toplumda kendini düşünsel planda gösterir. Bu teorinin kitlelere kavratılması ve kitlelerin siyasi iktidarı yıkıp kendi iktidarlarını kurmasıyla, komünist toplumun ilk aşamasının inşaasına başlanır. Yani komünist toplum başından itibaren iradi gelişmek zorunda olan bir mücadelenin sonucunda kurulacaktır. Proletaryanın iradesi, partide ifadesini bulur ve Marksist devrim teorisinde partinin önemi büyüktür.
Parti sorununun önemini ortaya koyan MARKS ve ENGELS kendi dönemlerinde parti konusuyla özel olarak ilgilenmişlerdir. Bu dönemde çeşitli parti deneyleri yaşanmış, gelecek için önemli dersler çıkarılmıştır.
Marksist partinin ilk deneyi Uluslararası Komünist Lig'dir. 1848'de Londra'da kurulan bu uluslararası birlik, proletarya hareketiyle Marksist teorinin birleştirildiği ilk deneydir.
Proletaryanın ilk siyasal örgütlenmesi olan Komünist Lig, legal olarak kurulan, aşağıdan yukarı demokratik bir tarzda örgütlenen ve tüm organlarının seçimle belirlendiği bir örgüttür.
Komünist Lig'den sonra oluşturulan proletaryanın uluslararası ya da yerel nitelikteki siyasal örgütlenmeleri (I. Enternasyonal, II. Enternasyonal ve II. Enternasyonal partileri) aynı örgütlenme ilkelerine sahip olmuşlar; bu dönemde toplumsal devrimin determinist yanının ağır basması, proletarya partilerinin örgütlenme ilklerine de yansımıştır. Bunun pratikteki ifadesi, bu partilerin legal, gevşek örgütlenmeler olması, demokratik yanın belirleyici olduğu örgütlenmeye ve işleyişe sahip olmalardır.
Emperyalizm çağının parti anlayışı ise, Leninist parti anlayışıdır. Emperyalizm kapitalizmin genel bunalıma girdiği evredir ve bu evrede devrimin nesnel koşulları tüm dünyada vardır. Devrim, ihtilalci inisiyatifin kullanılması sorununa, iktidar sorununa bağlanmıştır. Ve bu dönemin devrim teorisinde volontarist yön öne çıkmıştır. İşte Leninist parti anlayışı bu somut durumun tahliline dayanan bir parti öngörmüştür.
LENİN'in öngördüğü parti, proletaryanın çelikten disiplinine sahip dar devrimciler örgütüdür. Parti, başlangıçta profesyonel devrimcilerin yer aldığı, işleyişte merkezi yanın ağır bastığı, her koşulda mücadeleyi sürdürebilecek nitelikte bir örgütlenme olmalıdır. Ve Leninist parti, toplumsal devrimde volontarist yanın belirleyici olmasına göre biçimlenen bir nitelik kazanmıştır.
Buraya kadar söylediklerimizi öz olarak ifade edersek; devrimin maddi temeli üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki Zorunlu Uygunluk Yasası'nın bozulmasıdır. Rekabetçi kapitalizm döneminde, üretici güçleri geliştiren kapitalist üretim ilişkilerini tasfiye etmek mümkün olmamıştır. Çünkü Zorunlu Uygunluk Yasası halen işlevini görmektedir. Zorunlu Uygunluk Yasası emperyalizm döneminde bozulmuştur. Çünkü artık üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında çelişkilerin antagonizma kazandığı kapitalizmin genel bunalım evresine girilmiştir.
Bu dönemde ihtilalci inisiyatifin rolü önem kazanmıştır. Rekabetçi dönemde ihtilalci inisiyatif, toplumu dönüştürecek durumda değildir. Çünkü kapitalizm henüz gelişimini sürdürmektedir ve proletarya tam anlamıyla devrimi gerçekleştirecek bir tecrübe birikimine ve olgunluğuna sahip olmadığı gibi, devrimin sosyal temelleri de yoktur. Devrimlerin maddi temelinin tüm dünyada genel olarak oluşmasına rağmen, bunun tek tek ülkelerde olgunlaşmış bir milli krize dönüşmesinin şart olduğu emperyalist dönemde; ihtilalci inisiyatifin temel öznesi proletarya partisidir. Proletarya partisi yığınları bilinçlendirip bir örgüt çatısı altında toparlayarak, devrimci mücadele içerisinde yönlendirir, devrimin rotasını belirler, kurmaylığını, öncülüğünü yapar. İhtilalci inisiyatifin toplumu dönüştürmesinin ilk örneği Sovyet Devrimi'dir. Bunu Doğu Avrupa, Çin, Vietnam, Küba ve diğer ülkeler devrimleri izlemiştir.
Şiddet yoluyla devrim mi, barışçıl geçiş mi tartışması, yeni bir tartışma değildir. Bu tartışma yüzyılı aşan bir süredir Marksizmin gündemindedir.
Marksist teoride barışçıl geçiş var mıdır? Evet vardır, MARKS ve ENGELS istisnai olarak 1850'li yıllarda İngiltere ve ABD'nin o gün içinde bulundukları koşulları değerlendirmiş ve bu iki ülkede sosyalizme barışçıl yoldan geçiş olabileceğini söylemişlerdir. MARKS ve ENGELS'in böyle bir ihtimal öngörmelerinin çeşitli nedenleri vardır.
öncelikle bu iki ülkede kapitalizm oldukça gelişmiştir. Proletaryanın örgütlülük ve bilinç düzeyi yüksektir ve çoğunluğu teşkil etmektedir. Asıl önemlisi de, bu ülkelerde burjuva devlet makinesi, yani bürokrasi ve militarizm gelişmemiştir, zayıf ve cılızdır. Kapitalist sınıf da uzlaşma geleneğine sahiptir. Bu nedenle MARKS ve ENGELS istisnai olarak bu ülkelerde proletaryanın, iktidarı genel oy yoluyla, ''satın alma'' yoluyla ele geçirebileceği tespitini yapmışlardır.
Bu iki dönemsel istisna dışında Marksizmde barışçıl geçiş diye bir şey yoktur. Tam tersine MARKS ve ENGELS tüm eserlerinde, zor'u ve şiddeti tek yol olarak göstermişlerdir. Ancak Marksizmden sapma akımlar ve burjuvazi, özellikle bu konuda MARKS ve ENGELS'i karşı karşıya getirmek istemişlerdir. Onlara göre MARKS barışçıl geçişi savunmaktadır, ENGELS ise şiddete dayanan devrimi. Oysa gerçek böyle değildir ve şiddete dayanan devrim ve barışçıl geçiş konusunda, MARKS'la ENGELS arasında herhangi bir çelişki yoktur. ENGELS'in MARKS'tan ayrı olarak bu konuda söylediklerini bir kenara bırakırsak, MARKS'ın şu sözleri, bu konudaki demagojileri ve Marksist devrim anlayışının özünü açıklıkla ortaya koyacaktır:
''Zor, bir yenisine gebe olan her eski toplumun ebesidir.'' (MARKS)
''Ancak sınıfların ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının artış bulunmadığı bir düzendir ki, toplumsal evrimler, politik devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana dek, toplumun her genel yeniden altüst oluşunun arifesinde, toplumsal bilimin son sözü hep şu olacaktır:
'Ya savaş, ya ölüm; ya kanlı savaşım, ya yok olma' (George SAND)'' (''Felsefenin Sefaleti'', Sol Yayınları,1979, s.186)
Marks'ın sözlerinden çıkarılması gereken sonuçlar nelerdir?
- Zor toplumların ebesidir.
- Politik devrim ile toplumsal evrim ayrı şeylerdir.
- Tek yol: Devrimci şiddettir.
Burada şu soru akla gelebilir, madem ki, şiddet Marksist Devrim Teorisinin özüdür, madem ki barışçıl geçiş istisnai durumlar için söylenmiştir, o halde bu tartışma Marksizmin gündemine nasıl girebilmiştir?
Barışçıl geçiş teorilerinin, Marksizmin gündemine bir alternatif olarak getirilmesinin altında, küçük-burjuva uzlaşmacı reformist anlayışlar yatar. özellikle karşı-devrimin güçlü, devrimci mücadelenin zayıf olduğu koşullarda, bu durumun geçici niteliğini göremeyen, yılgınlığa kapılan küçük-burjuvazi düzenle uzlaşma yolları aramaya, kendini düzen sınırlarına hapsetmeye başlar. Küçük-burjuvazinin bu sınıf tavrı, kapitalistlerce de desteklenip körüklenir ve giderek bu tavrın teorisi yapılmaya başlanır. Barışçıl geçiş teorileri, bu sınıf yapısının ve böyle bir sürecin ürünü olarak Marksist devrim teorisine bir alternatif olarak girmiştir.
Avrupa'da 1848 devrimlerinin yenilgisi, ardından Paris Komünü'nün yıkılışı, MARKS ve ENGELS tarafından değerlendirilmiş; kapitalizmin henüz gelişme dinamiklerine sahip olduğu, devrevi krizini atlatarak kapitalistlere yeni bir refah ortamı sunduğu, proletaryanın da henüz ihtilalci bir olgunluğa erişmediği çözümlemeleri yapılmıştır. MARKS ve ENGELS bu tespitlerden yola çıkarak yanılgılara meydan vermeyecek bir şekilde, kapitalist sistemin tüm yönlerini teorik olarak açıklayıp, pratikte de buna uygun taktikler üretmeye çalışırken bu yenilgiler küçük-burjuvazi üzerinde daha değişik etkiler yaratmıştır.
Küçük-burjuvaziye göre bu cahil, geri, kaba proletarya ile devrim yapılamazdı. Proletarya iktisadi mücadele vermeli, siyaseti liberal burjuvaziye bırakmalıydı. Diğer yandan üretici güçlerin gelişimi mevcut kapitalist ilişkilerle çelişkiye düştüğü noktada, yeni üretim ilişkileri kendiliğinden toplum içinde gelişerek egemen duruma gelecekti. O zamana kadar gelişen proletarya, bir uzlaşma organı olan devleti genel oy yoluyla ele geçirecekti. Zora, şiddete hiç gerek yoktu!
II.Enternasyonal önderlerinde (BERNSTEİN-KAUTSKY vb.) en somut ve olgunlaşmış haliyle ifadesini bulan bu ''barışçıl geçiş'' teorisi, LENİN'in önderliğindeki Sovyet Devrimi tarafından çürütüldü. LENİN, öncelikle bu görüşlerin küçük-burjuvazinin devlete bakış açısından kaynaklandığını ortaya koydu. Devlet ve İhtilal'de LENİN bu konuda şunları söylüyordu:
''... Karşı çıkılması olanaksız tarihsel olguların baskısı altında, nerede sınıf çelişkileri ve sınıf savaşımları varsa, ancak orada devletin var olduğunu kabul etmek zorunda kalan burjuva ve özellikle küçük-burjuva ideologlar, devleti sınıfların bir uzlaşma organı olarak ortaya çıkartacak biçimde, MARKS'ı 'tashih' ederler.
''Küçük-burjuva siyasetçilerin kanısına göre, düzen, sınıfların uzlaşmasıdır, yoksa bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi değil; çatışmayı hafifletmek demek, uzlaştırmak demektir, yoksa baskıcıları devirmek için savaşım veren ezilen sınıfların elinden bazı savaş araç ve yöntemlerini çekip almak değil.'' (Bilim ve Sosyalizm Yayınları, s.15-16)
Devleti bir uzlaşma organı olarak değerlendiren küçük-burjuvazinin, genel oya bakışının her şeyi belirlediğini, genel oydan çok şey beklediğini tespit eden LENİN, aynı eserde; ''zora dayanan devrim olmaksızın, burjuva devlet yerine proleter devleti geçirmek olanaksızdır.'' (s. 34) der ve Sovyet Devrimi bir yerde, şiddete dayanan devrim anlayışının pratikte kanıtlanması olur. Barışçıl geçiş teorileri ise, bir müddet ''unutulur''. Ta ki kendine uygun ortamı yeniden buluncaya dek.
Barışçıl geçiş teorilerinin uzun bir sessizlikten sonra yeniden ortaya çıkışı,1960' lı yılların başlarına rastlar. SBKP'nin 20. Kongresi'nde ortaya sürülen tezlerden kaynaklanan bu teori, özde aynı şeyleri söyleyen iki merkezde odaklaşır. Bunlardan biri Avrupa Komünizmi denilen akımın ileri sürdüğü görüşlerdir, diğeri ise SBKP'nin geliştirdiği Kapitalist Olmayan Yol tezidir. Bu teorilerin kaba bir değerlendirilmesinin yapılması, bunların da II.Enternasyonal reformistlerinin yaklaşımlarından pek farklı olmadığını ortaya koyacaktır. Görünüşteki farklılıkların aldatıcı olmaması gerekir. Yüzyıllık reformist tezler, sınıf işbirliğinde odaklaşan özünü koruyarak tekrar Marksist-Leninistlerin karşısına çıkmıştır.
Barışçıl geçiş savunucuları, sürekli kendi haklılıklarının kanıtı olarak gösterdikleri Şili'de yaşanan ALLENDE deneyi, aslında bu teorinin pratikte iflas ettiğini göstermiştir.
ALLENDE, Şili'de seçimle iktidara gelen bir sosyalisttir. Seçimler sonucu parlamentoda çoğunluğu kazanan ALLENDE, bu çoğunluğa dayanarak ülke çapında sosyalizmin maddi temellerini hazırlamaya yönelik girişimleri başlatır. Çeşitli kamulaştırmalar, sosyal yardımlar, sosyal örgütlenmeler, bu dönemde ALLENDE'nin sosyalizmin maddi temelini hazırlama yönündeki adımlarının belli başlıları olmuştur.
ALLENDE'nin bu girişimleri Şili gibi ABD emperyalizminin yeni-sömürgesi bir ülkede, ne derece başarılı olabilirdi? Oligarşik devletin egemen olduğu Şili'de, barışçıl yollarla sosyalizmin inşaası mümkün olabilir miydi? Bu soruların cevabı kısa sürede açığa çıkacaktı.
ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri çok geçmeden Şili'de faaliyete geçmiş, ALLENDE'nin, ''oy çoğunluğu'' dışında bir gücü olmayan iktidarını sarsmaya başlamıştır. CIA, kitle örgütlerinden siyasi partilere, bürokrasiden orduya kadar tüm alanlarda güçlerini harekete geçirecek ve 11 Eylül 1973'teki darbeyle, ALLENDE'nin ''sosyalist iktidarı''nın yerini PİNOCHET'in kanlı diktatörlüğü alacaktır.
ALLENDE'nin sosyalist iktidarı neden başarısız olmuştur? Bu sorunun cevabı, ALLENDE'nin iktidar sorununu nasıl kavradığında yatmaktadır. İktidar, parlamentodaki çoğunluk veya hükümet kurabilmek değildir. Sorun, oligarşik devlet mekanizmasının parçalanıp parçalanmadığıdır. ALLENDE oligarşik devleti parçalayamamış, yok edememiştir.
ALLENDE Şili'de emperyalist bağımlılığa ve işbirlikçilerinin egemenliğine dayanan devleti aşağıdan yukarıya parçalayarak iktidara gelmemiştir. Yani Şili'de bir devrim olmamıştır. Bürokrasisiyle, ordusuyla devlet olduğu gibi kaldığından, devletin niteliğinde de bir değişiklik olmamıştır.
Sonuç olarak yaşadığımız çağda;
- Barışçıl geçiş bir hayaldir.
- Devlet mekanizmasını parçalamadan devrimin kalıcı olması olanaksızdır.
- Sosyalist devletin kurulması parlamento çoğunluğu ile değil, kitlelerin örgütlü silahlı gücüne dayanması ile mümkündür.
Türkiye'de barışçıl geçiş olabilir mi? Bu soruya kimileri olumlu cevap verebilir, veriyor da. Özellikle 12 Eylül faşist cuntasının yarattığı yılgınlık ve karamsarlık ortamında bu soruya olumlu cevap verenler çoğalmış, dahası bu yolda ''hızlı'' adımlar atmaya başlanmıştır. Özünde proletaryaya ait olmayan bu tür bakışların temeli, burjuva ve küçük-burjuva ideolojisinin proletarya saflarında yarattığı tahribat, etkilenme, vs.de aranmalıdır. Proletarya saflarında zaten varolan uzlaşmacı eğilimler, 12 Eylül'ün yenilgi koşullarında hız kazanmış, legalleşme uğruna verilen mücadele tek amaç olmuştur. Bu küçük-burjuva akımlar ''komünist'' etiketi altında bugün oligarşiyle açıktan uzlaşma çizgisine gelerek, bu doğrultuda ''barışçıl geçiş'' programları oluşturulmuştur.
12 Eylül sonrası, oligarşinin yeniden sarsılmasından ciddi endişeler duyduğu ''huzur''u ve ''istikrar''ı istemek, devrimi değil düzenin onarılmasını istemektir. Hemen her açık faşizm sonrası ortaya çıkan, düzeni onarma programlarının anlamı budur.
Evet, gerçekten de bugün kimileri Türkiye'de burjuvazi adına barışı-istikrarı savunur durumdadır. Barış ve istikrar adına birçok devrimcinin kanıyla yazılan anti-faşist mücadele tarihi, anarşizm-terörizm olarak suçlanmakta, oligarşinin söylemiyle Devrimci Hareketi karalamak, geçer akçe sayılmaktadır. Hem de ne uğruna: Oligarşinin göstermelik parlamentosuna girebilecek bir statüye kavuşabilmek uğruna!... Çünkü onlar için tek yol, parlamentoda çoğunluğu kazanmaktır! Ülkemizde devrimcilik parlamentoculuk değildir. Parlamentonun konjonktürel şartlarda yararlanılabilecek birtakım özellikleri ortaya çıksa da, parlamentoculuğun ülkemizdeki tek işlevi, emekçi halkın mücadelesini oligarşinin egemenliğine hapsetmektir.
Ülkemiz emperyalizmin yeni-sömürgesi ve sürekli faşizmin olduğu bir ülkedir. Bu, oligarşinin sürekli kriz içinde bulunduğu, iktidarını korumak için sürekli baskı ve terör uyguladığı anlamına gelir. Milli krizin yaşandığı bir ülkede devrimin objektif şartları vardır ve temel mücadele parlamenter mücadele değil, silahlı mücadeledir. Her şeyden önce de karşı-devrimin baskı ve şiddeti, devrimci şiddetin maddi temelini oluşturur.
Bu o kadar açıktır ki, bugün barışçıl geçiş teorilerini savunanlar, bu teoriyi 1983 yılında sistemleştirmeye başladıklarını söylüyorlar. İki Taktik'te LENİN, 1905 Devrimi sırasında ayaklanma taktikleri yerine, parlamenter mücadele biçimlerini temel almayı savunan Menşevikleri;
''... parlamenter savaşım kategorilerini, parlamentonun bulunmadığı koşullar içinde yazılan kararlarına sokmuşlardır.'' (Sol yayınları,1978, s. 87) diye eleştirir.
Bizim ülkemizde barışçıl geçiş savunucuları, bu kategorilerini sistemleştirmeye başladıkları 1983'te, Türkiye'de ne parlamento vardır, ne de demokrasinin kırıntıları. 1983, faşist cuntanın en kanlı diktatörlük yıllarıdır. Bu nedenle barışçıl geçiş programlarının ülkemizdeki ilham kaynağı 1983 yılının olmayan parlamentosu değil, bu baskı ve terördür. Kaldı ki, barışçıl geçiş teorileri ülkemiz açısından da yeni değildir. 1960 sonrası oluşumlara baktığımızda, 1983'te oluşturulan programların benzerlerine rastlamak zor olmayacaktır.
Sosyal devrim, basit bir yönetim değişikliği değildir. Sosyal devrim, gerçekleştiği toplumu, ekonomisinden siyasal ve sosyal yapısına kadar değiştiren ve yeni baştan kuran, kurma sürecinde olan bir devrimdir. Yeni bir toplumun, yeni bir insanın yaratılmasıdır.
Sosyal devrimi diğer devrimlerden, darbelerden, isyanlardan ayıran da budur. Proletarya devrimini diğerlerinden ayıran bu özelliklerini daha yakından anlayabilmek için, politik devrim-sosyal devrim ayrımını ortaya koymamız gerekiyor.
Proletarya devrimini unsurlarına ayırarak incelersek, öncelikle karşımıza tüm devrimlerin ön şartı olan siyasi iktidarın ele geçirilmesi olgusu çıkar. Bu politik devrimdir. Sosyal devrim ise, ele geçirilen siyasi iktidar aracılığıyla sosyal dönüşümün sağlanması, daha ileri bir üretim biçiminin inşaa edilmesidir. Gerçek anlamda toplumsal devrim budur. Yani bir devrimin sosyal devrim olarak nitelendirilmesi, ancak toplumsal dönüşümleri sağlayabildiği taktirde mümkündür.
Bir devrimin politik devrimde tıkanıp kalması, sosyal dönüşümleri sağlayamaması çeşitli nedenlerden gündeme gelebilir.
Sosyal dönüşümün gerçekleştirilmesini olanaklı kılacak şartlar sözkonusu değilken ihtilalci inisiyatifin kullanılması buna neden olabilir. 1848 Devrimi ve Paris Komünü bunun en bilinen örnekleridir.
Yine önderliği ele geçiren sınıfın niteliğine bağlı olarak devrimci bir girişim, politik devrimde tıkanabilir. Özellikle emperyalist dönemde tanık olduğumuz bu türden devrimlerde, düzenle çelişkisi olan ancak düzeni kökten bir değişime uğratacak sınıfsal güce, tarihi misyona sahip olamayan sınıfların önderliğinde gelişen ilerici hareketler, iktidarı ele geçirmelerine rağmen, düzenin sivri uçlarını (özellikle kendi sınıfsal çıkarlarını zedeleyen) törpüleyip daha demokrat veya ilerici bir siyasal yapı kurmuş, ancak daha ileri bir üretim tarzını örgütleyememişlerdir. Emperyalist dönemden günümüze kadar çeşitli ülkelerde görülen küçük-burjuva iktidarlar (ülkemizde Kemalist Devrim, Cezayir Devrimi,vb.) bu türün örnekleri olarak sayılabilir.
Sonuç olarak politik devrim, sosyal devrimin vazgeçilmez önkoşuludur, ancak kendisi değildir. Emperyalist dönemde ise politik ve sosyal devrimi, mücadelesi ve örgütlenmesi ile gerçekleştirecek tek devrimci sınıf proletaryadır.
Emperyalizm öncesi Marksist devrim anlayışında ağırlıklı yön determinist yöndür ve bu, kapitalizmin dünya çapında genel bir krize gireceği tespitinden kaynaklanır. Genel kriz anının beklenmesi, Marksizmi, devrim teorisinin determinist yanının ağırlıklı olmasına götürmüştür.
MARKS ve ENGELS'e göre ''toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimi'' (''Seçme Yapıtlar'' C-I, s. 610) olan burjuva üretim tarzı bağrında taşıdığı çelişkiler nedeniyle kaçınılmaz ve çaresiz bir şekilde bunalıma girecektir. Bu, burjuva üretim tarzının tıkandığı, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini engellediği, kösteklediği bir bunalımdır. Bu bunalım, burjuva toplumdaki ezilen sınıfların (proletarya ve müttefikleri) devrimci girişimlerinin maddi temelidir. Ezilen sınıflar harekete geçerek, uzlaşmaz karşıtlıklara sahip toplumu ayaklanma yoluyla yıkıp, yeni bir toplumun temellerini atacaklardır.
Burjuva toplumu ortadan kaldıracak ayaklanma için, kaçınılmaz olan sürekli bunalımın başgöstermesini bekleyen MARKS ve ENGELS; 1848'lere kadar, bu bunalımın önce bir veya daha çok Avrupa ülkesinde başlayarak, tüm Avrupa'ya yayılacağını ve kapitalizmin sonu olacağını vurgulamışlardır.
MARKS ve ENGELS'e göre kapitalizmin büyük ve kesintisiz bunalımının ilk sonuçları, en gelişmiş kapitalist ülkelerde görülecek ve bu ülkelerde aynı zamanda devrimler patlak verecektir. (Kıta çapında devrim) Bu ülkelerde başlayan devrim art arda kapitalist dünya pazarıyla birbirine bağlanan dünya halklarını da etkileyecek ve Avrupa'nın en ''uygar'' ülkelerinde başlayan devrim, çok geçmeden bir dünya devrimi olacaktır.
En gelişmiş Avrupa ülkeleri dışında kalan ülkeler için MARKS'ın önerdiği devrim modeli, aşamalı bir sürekli devrimdir.
Sürekli devrim teorisinin ilk formüle edilişi, burjuva demokratik devrimini yapmakta gecikmiş, ancak güçlü bir proletaryaya sahip olan 1860'ların Almanyası üzerinedir.
MARKS ve ENGELS'e göre Almanya'da liberal burjuvazi, burjuva devrimini gerçekleştirecek bir güce sahip değildir. Zayıf ve korkaktır. Bu nedenle Almanya'daki burjuva demokratik devrimini, köylülüğü ve küçük-burjuvaziyi yanına alarak proletarya gerçekleştirebilir ve gerçekleştirmelidir.
''... çünkü, Almanya'daki burjuva devrimi, onu hemen izleyecek bir proleter devriminin başlangıcı olacaktır.'' (age. s.168)
Proletaryanın küçük-burjuvazi ve köylülükle ittifak kurarak gerçekleştirebileceği devrim, bu ittifakın ortak iktidarıyla sonuçlanacaktır. Bu noktadan sonra MARKS ve ENGELS'e göre proletaryanın görevi şöyle belirlenmiştir:
''... az çok mülk sahibi tüm sınıflar egemen konumlarından uzaklaştırılıncaya dek, proletarya devlet gücünü ele geçirinceye ve yalnızca bir tek ülkedeki değil, dünyanın tüm önde gelen ülkelerindeki proleterlerin birliğinin, bu ülkelerin proleterleri arasındaki rekabetin ortadan kalkmış olduğu ve hiç değilse belli başlı üretici güçlerin proleterlerin ellerinde toplanmış bulunduğu noktaya ulaşıncaya dek, devrimi sürekli kılmak!'' (age. s. 218)
MARKS ve ENGELS'in Almanya için formüle ettikleri Sürekli Devrim teorisi, Leninist Kesintisiz Devrim anlayışının temellerini oluşturmuştur. Bu anlamda sürekli devrim teorisi proletaryanın ihtilalci inisiyatifinin vurgulandığı ve ön plana çıkarıldığı bir devrim anlayışıdır. Burjuva devrimini yapamamış, burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği bir ülkede, proletaryanın inisiyatifi ele alıp, köylülük ve küçük-burjuvaziyle ittifak kurarak, iktidarı almasını ve bu iktidar vasıtasıyla devrimi sürekli kılıp sosyalizmi ve sınıfsız toplumu kurmaya yönelik bir atılım içinde olmasını öngören bu devrim anlayışı, Leninist Kesintisiz Devrim teorisinin temelidir.
Köylülük ve küçük-burjuvazinin kapitalizme karşı proletaryanın yanında yer alabileceğini, bu sınıflarla burjuvaziye karşı ittifak oluşturulması gerektiğini ifade eden sürekli devrim teorisi, ittifaklar politikası açısından da Leninist Kesintisiz Devrim teorisinin özünü oluşturur.
Diğer yandan sürekli devrim teorisi ''devrimi sürekli kılmak'' anlayışıyla da, devrimin ekonomik ve politik yönlerinin dışında kültür devrimini ve sosyalist insan yaratma mücadelesinin sürekliliğini öngören, Leninist Kesintisiz Devirim teorisine perspektif sunmuştur.
Emperyalist dönemin devrim teorisi, Leninist Kesintisiz Devrim teorisidir. Bu teori LENİN gibi bir dehanın kapitalizmin içine girdiği aşamayı tahlil ederek, buna uygun strateji ve taktikleri belirlemesinin üzerinde yükselir. Emperyalizm aşaması MARKS ve ENGELS'in bekledikleri büyük bunalım ve toplumsal devrimler çağıdır.
Emperyalizm, kapitalizmin asalaklaşan, çürüyen, zorunlu ve en yüksek aşamasıdır. Burjuva üretim ilişkileri artık, üretici güçlerin gelişiminin önünde bir engeldir.
Emperyalizmin temel özelliği 1860'lardan beri ekonomide görülmeye başlanan ve 1900'lerde kapitalist ekonominin temel kurumlarından biri olan tekellerdir. Tekel, rekabetin yerini almıştır. Tekel demek üretimin devasa boyutlarda toplumsallaşması, ancak mülkiyetin ''özel'' kalmasıdır. Bu, daha fazla insanın daha az sayıda tekelci işletmenin buyruğu altına girmesi, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin antagonizma kazanmasıdır. Yani emperyalizm aşaması, Zorunlu Uygunluk Yasası'nın bozulduğu aşamadır.
Tekelci dönemle birlikte, bankalar aracı rollerinden çıkmış, sanayi sermayesiyle bütünleşerek evrensel tekeller haline gelmişlerdir.
Bankaların kontrol ettiği, sanayicilerin kullandığı finans kapital, diğer tüm sermaye biçimlerine üstünlük sağlamış, bu da finans oligarşisinin egemenliğini doğurmuştur.
Meta ihracının yerini ağırlıkla sermaye ihracı almıştır.
Dünya, kapitalist birlikler arasında pazar olarak paylaşılmıştır.
Büyük devletlerin dünyayı toprak olarak paylaşımı tamamlanmıştır.
Kapitalizmin girdiği bu yeni aşama, LENİN'e göre üstyapıda da değişiklikler yaratmıştır. Marksizmin Bir Karikatürü Emperyalist Ekonomizm'de şöyle diyor LENİN:
''... tekelci kapitalizmin (...) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir.'' (Sol Yayınları,1979, s.46) .
LENİN, Devlet ve İhtilal adlı yapıtında da bu konuya açıklık getirir:
''Emperyalizm (...) krallıkla yönetilen ülkelerde olduğu kadar, en özgür cumhuriyetlerde de, daha özel bir biçimde 'devlet makinesi'nin olağanüstü güçlendiğini, onun bürokratik ve askeri aygıtının proletaryanın artan bir ezilmesiyle bağlılık içinde, görülmemiş bir biçimde genişlediğini gösterir.'' (Bilim ve Sosyalizm Yayınları,1978, s. 47)
O halde emperyalist ekonomi, kapitalizmin artık üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olduğunun ve devrimin objektif koşullarının tüm dünyada var olduğunun işaretidir.
Siyasal yönden ise emperyalizm, kapitalizmi daha da gericileştirmiş, altyapıdaki çürümüşlüğünü, üstyapıda oluşturduğu militarist kurumlaşma ve politikalarla önlemeye çalışmıştır.
Emperyalizmi ekonomik ve siyasal açıdan irdeleyen LENİN, Marksist devrim teorisini çeşitli yönlerden geliştirip değiştiren bazı önemli olguları ortaya koyar.
Birincisi; Eşit Olmayan Gelişme Kanunu'dur. LENİN, bu kanunu ve sonuçlarını Sosyalizm ve Savaş'ta şöyle açıklar:
''Kapitalizmin gelişmesi, farklı ülkelerde hiç de düzenli olmayan bir biçimde yürümektedir. Meta üretimi koşularında başka türlü de olamaz. Bundan da reddedilemez bir biçimde şu çıkıyor ki, sosyalizm bütün ülkelerde aynı anda zafere ulaşamaz. Önce bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşacak, ötekiler bir süre burjuva ya da burjuva-öncesi dönemde kalacaklardır.'' (Sol Yayınları,1980, s. 61 )
İkincisi; devrim, emperyalist zincirin en zayıf halkasında gerçekleşecektir. Çünkü emperyalizm ekonomik otorşileri yıkarak, dünya ekonomik zincirinin bir halkası durumuna getirmiştir. Ve devrim bu zincirin en zayıf halkasında gerçekleşecektir. Bu ise devrimin merkezinin gelişmiş kapitalist ülkelerden, geri kalmış ülkelere, yani doğuya kayması anlamına gelir. Rekabetçi dönem Marksist devrim teorisinin özü olan ''sürekli devrim''; böylece, LENİN'in sömürge ve yarı-sömürgeler için öngördüğü Leninist Kesintisiz Devrim'de tam ifadesini bulmaktadır. Troçkist Sürekli Devrim teorisi ise, tek aşamalı bir devrim öngördüğünden, bu anlamda Marksist devrim teorisiyle çelişmektedir. Kaldı ki, TROÇKİ'nin önerdiği sürekli devrim en gelişmiş kapitalist ülkelerde başlayacak ve yayılacaktır. Bu ise devrimi Avrupa proletaryasının omuzlarına yıkan ve köylülüğün devrimci potansiyelini gözardı eden sol bir anlayıştır.
Üçüncüsü; emperyalizm döneminde tüm ülkelerde hazır bulunan devrimin objektif koşulları nedeniyle, ihtilalci inisiyatifin rolü artmıştır. LENİN'in devrim nedir sorusuna verdiği,
''Yeni üretim ilişkilerine uygun düşmeyen ve bu ilişkilerin iflasına yol açtığı eskimiş siyasal üstyapının, belli bir anda, zor yoluyla yıkılmasıdır.'' (''İki Taktik'', s. 153)
cevabı, iktidarın zor yoluyla alınması gerçeğinin kavranması gerektiğini belirtir.
Artık sosyalistlerin görevi, burjuva toplumun ''eskimiş siyasal üstyapısı''nı (devletini) yıkacak bir zoru hazırlayıp örgütlemektir.
Türkiye devrimi nasıl bir yol izleyecektir?
Türkiye devrimi, bir şafak vakti, halkı evlerine hapsedip, tüm sokak ve meydanları tanklarla işgal eden oligarşinin askeri darbelerine mi benzeyecektir?
Türkiye devrimi, ALLENDE'nin Şili'de tam ''başardım'' dediği anda, Başkanlık Sarayı'nı saran tank ve topların kurbanı olan ''sandık sosyalizmi'' gibi mi olacaktır!
Hayır, Türkiye'de devrim adına bunların hiçbiri olmayacaktır?
Bizler cuntacı veya komplocu değiliz. Darbecilik ve komploculuk burjuvaziye ait bir özelliktir.
Bizler hayalci de değiliz. Devrimi bir sandığın kapağına hapsetmek devrimcilerin değil, küçük-burjuva hayalperestlerinin özelliğidir.
Türkiye devriminin nasıl bir yol izleyeceği, Marksist-Leninist teorinin ışığında belirlenmiştir. Türkiye devrimi hiçbir ülke devriminin kopyası olmayacaktır. Çünkü başka ülke devrimlerini taklit eden bir mücadelenin devrimle sonuçlanması, eşyanın tabiatına aykırıdır. Her şeyden önce içinde bulunulan nesnel şartların farklılığı, böyle bir mücadeleyi daha başından boğacaktır.
Evet, bizler, darbeci, komplocu ve hayalperest olmadığımız gibi, dogmacı ve şabloncu da değiliz. Marksizm dogmalara ve şablonlara karşı çıktığı için devrimcidir. Marksist devrim anlayışı, kendi özgül koşullarında, bu koşullara uygun düşen özgün mücadele biçim ve araçlarıyla yürütülen devrimci mücadeleyi onaylayabilir ancak. Bunun dışında taklitçilik, o güne kadar söylenmişleri tekrarlayıp durmak ve yapılanları tekrar yapmaya çalışmak, Marksist devrim anlayışına en uzak olan şeylerdir.
Nitekim bugüne kadar gerçekleşen devrimlere baktığımızda, aynı dönemde gerçekleştirilmiş olsalar bile, hiçbir devrimin bir diğerinin aynısı olmadığını, devrimlerin kendi nesnel gerçeklerine uygun stratejilere ve farklı taktiklere sahip olduğunu görürüz.
Tarihin, çeşitli çıkarlar ve gruplar etrafında toplanmış insanların çatışmalarından oluştuğunu söyleyen biz devrimciler, tarihi daha ileri götürmek amacındayız. Statükoculuğu ve taklitçiliği yerleştirmek değil, hızla devrimci dönüşümlere ulaşmak istiyorsak, yaşadığımız dönemi ve mekanın koşullarını gözönüne alan bir mücadele örgütlemek zorundayız.
Bugüne kadar her devrim, sadece burjuvaziye karşı mücadeleyi değil, aynı zamanda dogmatizme, mekanik kavrayışlara ve şablonculuğa karşı mücadeleyi de bağrında taşımıştır. Öyle ki, dogmatik ve şabloncu anlayışlara karşı sürdürülen bu mücadele, kimi zaman burjuvaziye karşı verilen mücadele şiddetinde olmuştur. Sovyet, Çin, Küba gibi karakteristik özelliklere sahip olan devrimler, bu mücadelenin içinde gerçek kimliğini bulmuştur diyebiliriz.
Türkiye devriminin, somut koşullardan yola çıkılarak oluşturulan bir stratejisi vardır. Devrimci mücadelenin planı, hedefleri, mücadelenin yürütülüş biçimleri, mücadelede yer alacak sınıf ve güçlerin düzenlenişi, bu strateji tarafından belirlenir ve şartlar değişmediği sürece bu strateji uygulanır.
Türkiye halklarının sömürü ve baskıdan kurtuluşunu sağlayacak olan, Anti-emperyalist, Anti-oligarşik Halk Devriminin stratejisi, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS)'dir.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi bir halk savaşı stratejisidir. Ancak Çin, Vietnam halk savaşlarından farklılıklar içeren bir halk savaşı stratejisidir. Bu stratejinin kavranabilmesi; emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'nin ve bu dönemin bir yeni-sömürgesi olan Türkiye'nin şartlarının Marksist-Leninist bir çözümlenmesiyle mümkündür.
Emperyalizmin bir yeni-sömürgesi olan Türkiye'de, devrimci mücadelenin stratejisi, bu ilişkilerin ülkemiz koşullarında yarattığı ekonomik, sosyal ve siyasal değişiklikleri gözönüne alarak oluşturulmak zorundadır. Bu perspektifle baktığımızda, evrim-devrim aşamalarının biçimlenişi ve suni denge konularına, özel olarak değinmek zorunlu olmaktadır.
Devrim stratejisinin öğelerine geçmeden önce, stratejimizin biçimlenmesini doğrudan etkileyen; evrim ve devrim aşamalarından ne anlaşılması gerektiği konusuyla, suni denge olgusuna biraz etraflıca değinmek istiyoruz. Çünkü bu konular, ülkemiz dogmatik sol anlayışları tarafından kavranamadığından, üzerinde sürekli spekülasyon yapılmakta, çarpıtılarak istismar edilmektedir. Oysa Türkiye'de evrim ve devrim aşamalarının iç içeliği ile, suni denge olgusu, yeni-sömürge ülkelerin bir orijinalitesidir.
Egemen sınıflar ne kadar tersini söylerse söylesin, toplumsal devrimler, üstün insanların, kahramanların, tanrıların ve sınıfların iradesinden bağımsız olarak şekillenen belirli nesnel koşullarda gerçekleşir. Marksizm, bu nesnel koşulların varlığı veya yokluğunu esas alarak, toplumların gelişim ve değişim sürecini, evrim ve devrim aşamaları diye iki ana evreye ayırmıştır.
Bu iki dönem toplumların yaşamında tamamen kendine özgü niteliklerle birbirinden ayrılır.
Evrim döneminde nispeten sakin bir gelişme sözkonusudur. Toplum istikrarlı ve kararlı bir görünüme sahiptir. Sınıflararası ilişkiler belli yasa ve kurallar içerisinde dengelenmiş, çelişkiler şiddetli çatışmalara yol açacak kadar keskinleşmemiştir. Sınıf çatışmasında göreli bir dinginlik ve ''barışçıllık'' tabloya hakimdir.
Devrim döneminde ise, tam aksine, sakin gelişme yerini toplumsal altüst oluşlara bırakır. Sınıflar arası çelişkiler alabildiğine derinleşir, toplumsal istikrar bozulur. Sınıflar arasındaki görece farklılık gösteren ''denge'', yerini dengesizliğe ve giderek şiddetli çatışmalara bırakır. Sınıfların birbirlerine karşı konum ve tutumları değişir. Yasa ve kurallar değil, her sınıfın süreci kendi lehine sonuçlandırmak ya da egemen konumunu korumak için, karşısındakilere açık zorla isteklerini kabul ettirme çabası, ön plana geçmeye başlar. Bunlara paralel olarak mevcut toplumsal kurumlarda bir dejenerasyon başlar ve giderek parçalanmalara dönüşür. Artık onların yerini alacak yeni kurumlar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Her devrim mutlaka bu koşullar içinden çıkar, ama bu koşulların varlığı her zaman devrimle sonuçlanmaz. Çünkü devrim kendiliğinden gerçekleşmez. Toplumsal dönüşümün sağlanmasında insanların bilinçli dönüştürücü eylemi, bu belirli koşullar tarafından tayin edilen sınırlar içinde rol oynamak durumundadır.
LENİN, ''somut politik görevler, somut koşullarda belirlenir'' der. Bu nedenle sorun, siyasal düzlemde ele alındığında büyük önem kazanır. Toplumsal değişim sürecinin hangi aşamada olduğunun tespit edilmesi, proletarya partisinin somut görevlerinde, pratik hedeflerinde, şiar ve taktiklerinde, mücadele yöntemlerinde kesin bir değişimi de beraberinde getirir.
Sorunun siyasal mücadele açısından önemi; MARKS ve ENGELS'ten günümüze kadar evrim ve devrim aşamalarını ve bu aşamalarla siyasal mücadele arasındaki ilişkileri, sürekli tartışma gündeminde tutmuştur. Marksizmin sağ ve sol yorumlarıyla Marksistler arasında süregelen bu tartışmalar, değişik dönemlerde değişik biçimler alarak sürmüş ve halen de sürmektedir.
Marksizmin sağ ve sol yorumlarıyla Marksizm arasındaki tartışma, özünde, burjuva ideolojisinin Marksizme sızma ve devrimci gelişimi engelleme çabası olarak yorumlanmalıdır. Çünkü her iki yorum da, son tahlilde devrimci potansiyelin burjuvazinin eline terk edilmesiyle sonuçlanır.
Bir ülkede devrim dönemi tespiti yapmak; devrimin gerçekleştirilmesinin pratik bir eylem sorunu haline geldiği bir süreçte yaşandığını tespit etmek demektir. Başka bir deyişle, devrim dönemi tahlili; devrimci iradeyi ön plana çıkaran, iç savaşa veya devrimin pratik bir eylem sorunu haline gelmesine kaynaklık eden, maddi olguların tahlili sorunudur.
MARKS, ENGELS ve LENİN'de, somut süreçlere ilişkin olarak çözümlenen, değişik ama birbirini tamamlar tarzda ifade edilen bu olgu, Marksist teorinin zaman içinde gelişiminin en güzel örneklerinden birini oluşturur.
MARKS ve ENGELS, Avrupa'da patlak veren 1848 sınıf savaşımlarından hareketle, kapitalizmin devrim dönemine girdiğini savunmuş, ancak sonradan bu değerlendirmenin bir yanılgı olduğunu anlayarak böyle bir sürecin nesnel koşullarının ne olacağı sorununu çözümlemeye yönelmişlerdir.
Bu konuya ilişkin MARKS, Fransa'da Sınıf Savaşımları'nda şöyle demektedir:
''Burjuva toplumunun üretici güçlerinin, burjuva koşulların kendilerine izin verdikleri ölçüde, gür bir şekilde gelişebildikleri böyle bir refah nedeniyle, gerçek devrimden söz edilemez. Böyle bir devrim ancak, bu iki etkenin, yani modern üretim araçlarının ve burjuva üretim biçimlerinin birbirleriyle çatışma haline geldikleri evrelerde olanak kazanır.'' (Seçme Yapıtlar, s. 350)
Yani MARKS ve ENGELS'e göre üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki zorunlu uygunluk yasasının işlemez hale gelmesi, toplumsal sürecin evrim ve devrim dönemleri diye ayrılmasının nesnel kriteridir.
LENİN, kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesiyle, Zorunlu Uygunluk Yasası'nın işlemez hale geldiğini belirledi. Yani MARKS ve ENGELS'in tespitine göre, devrim dönemine girilmiş olunuyordu. Ama hiç de öngörüldüğü gibi, peş peşe toplumsal devrimler (hatta dünya devrimi) patlak vermemişti. O halde LENİN mi, yoksa MARKS ve ENGELS mi yanılıyordu?
Burjuva ideologlarına göre Marksizm çoktan iflas etmişti. Marksistlerin bekledikleri toplumsal devrimler çağı hiç gelmeyecekti! Kapitalizm kendini yeniliyor, gelişiyordu! LENİN'in emperyalizm tahlili toplumsal devrimleri değil, kapitalizmin gelişimini ve dünya sistemi olduğunu gösteriyordu! LENİN'in Rusya'da gerçekleştirdiği altüst oluş ise, bir devrim değil, komploydu, tesadüftü, fazla uzun sürmezdi!
Burjuvazinin bu tespiti KAUTSKY, BERNSTEİN gibi döneklerce de tekrarlandı. Onlara göre de Zorunlu Uygunluk Yasası işliyordu, kapitalizm gelişiyordu. LENİN ise Blanquist bir komplocudan başka biri değildi!
Ancak ne MARKS ve ENGELS, ne de LENİN yanılmıştı. Yanılan, burjuvazi ve gerçeklere diyalektik materyalizm yerine burjuva gözlüklerinden bakmayı tercih edenlerdi. Sorun, somut şartları değerlendirmek ve Marksizmi dogmalaştırmadan, hayatın canlı pratiği içinde geliştirmek sorunuydu.
Zorunlu Uygunluk Yasası işlemez hale gelmeden, kapitalist toplumun devrim dönemine girmesi gerçekten mümkün değildi. Ama somut şartlar, bu formülasyonun evrim ve devrim dönemleri sorununu izah etmekte yetersizliğini göstermişti. Bu formülasyon, emperyalizmle birlikte proleter devrimin objektif şartlarının dünya ölçüsünde oluştuğunu, kapitalizmin yerini sosyalizme terketmesinin artık kaçınılmaz hale geldiğini ifade ediyor; bunun daha ötesini açıklayamıyordu. O halde yeniden ele alınmalı, emperyalizm çağına uyarlanarak eksiklikleri tamamlanmalıdır.
LENİN'e göre toplumsal devrim, kapitalist toplumun kendine özgü karakterine uyan ve esas olarak insanların bilinçli dönüştürücü eylemini şart koşan, yeni bir sürecin yaşanmasıyla mümkündü. Çünkü burjuvazi, Zorunlu Uygunluk Yasası'nın işlemez hale gelmesi nedeniyle tarihsel yaşama şansını kaybetmiş olsa da, emekçi sınıfların geleneklerine bağlılığı, bilgisizliği ve birçok etkenden yararlanarak onları zor temelinde ''ikna'' ediyor ve siyasal egemenliğini sürdürebiliyordu. O halde toplumsal dönüşümün maddi temelinin oluşması siyasal iktidarın ele geçirilmesinin şartlarının da oluşması anlamına geliyordu. Bu fark gözardı edildiğinde, ya sürekli saldırı taktiği izlemek, ya da kendiliğinden sağ anlayışların batağına saplanmak kaçınılmaz olurdu.
Bu gerçeği dikkate alarak soruna yaklaşan LENiN; MARKS ve EN-GELS'in evrim ve devrim dönemine ilişkin tahlilini, siyasal iktidar sorunu, yani insanların bilinçli dönüştürücü eylemi sorunu açısından ele almış ve eksikliklerini tamamlamıştır. Keza LENİN'in tüm çözümlemelerini bu merkezde toplamak yanlış olmayacaktır. Emperyalizm çağında proleter devrim sorununun artık siyasal iktidar sorunu haline gelmesi, tüm dikkatleri bu nokta üzerinde yoğunlaştırmıştır. STALİN'in deyimi ile Leninizm, ''proleter devrimin ve proletarya diktatörlüğünün teori ve taktiği'' idi.
Günümüzde evrim ve devrim dönemi tahliline, her kim siyasal iktidar sorunu dışında bir açıklama arıyorsa, Marksizm-Leninizmi tahrif ediyor demektir. Evrim ve devrim dönemi tartışması özünde, siyasal iktidarın hangi koşulda yıkılabileceği tartışmasıdır. Bu tartışmaya açıklık getirmek, aynı zamanda evrim ve devrim dönemi sorununun Leninist açıdan çözümlenmesi olacaktır.
LENİN, kapitalist toplumda salt ekonomik değil, aynı zamanda siyasal, ideolojik ve kültürel hegemonyasını da kuran burjuvazinin, her zaman geniş kitleleri etki altında tutma yeteneğine sahip olduğunu ortaya koydu. Ayrıca burjuvazi, bu alanlarda güçlü, kurumlaşmış örgütlenmelerine dayanarak, uzun süre ayakta kalabilirdi. Burjuvazi bu sayede tarihsel olarak zamanını doldurmuş olsa da, kitleleri ''ikna'' edebiliyor, belirli bir istikrarı sürdürebiliyor, herşeyin yasa ve kurallara göre işlediği nispeten sakin ve ''barışçıl'' bir ortamı muhafaza edebiliyordu.
Bu koşullarda kitlelerin bilincinde köklü dönüşümler sağlamak, onları devrimci bir eyleme sevketmek imkansızdı. İktidarı devrimci yoldan ele geçirebilmek için, emekçi sınıfların bir değişiklik talep etmesini sağlayacak şartların oluşması gerekiyordu. Yani sınıf çelişkilerinin iyice yoğunlaşacağı bir kriz gerekiyordu.
İşte Leninist anlamda evrim ve devrim dönemi tespiti, böyle bir kriz anının yaşanıp yaşanmadığının tespiti sorunudur. Eğer böyle bir kriz yoksa toplum evrim aşamasında, varsa devrim aşamasında demektir.
Kısaca ifade edecek olursak, devrim dönemi tahlili; siyasal iktidarı kitleler nezdinde teşhir edecek, ona karşı memnuniyetsizlik uyandıracak, harekete geçirecek, iktidarı devrimci yoldan yıkmayı mümkün kılan şartların tahlilidir. Bir başka deyişle evrim devrim dönemi tartışması, özünde devrimci durum tartışmasıdır.
Devrimci durum, politik iktidarı ele geçirmenin nesnel koşullarının varlığıdır. Bir başka deyişle, mevcut çelişkilerin devrimci yoldan çözülmesini olanaklı kılacak şartların varlığıdır.
Bununla birlikte devrimci durum, kalıplaşmış, durağan bir durum tespiti değildir. Belirli asgari kriterleriyle karakteristik, fakat kendi içinde değişkenliği taşıyan bir süreçtir.
LENİN, Sosyalizm ve Savaş adlı eserinde, devrimci durumu şöyle açıklıyor:
''Marksistlere göre, devrim için elverişli bir durum olmaksızın bir devrim olanaksızdır; üstelik her devrimci durum da bir devrime yol açmaz. Genel anlamda bir devrim durumunun belirtileri nelerdir? Şu üç ana belirtiyi sıralarsak bizce yanılmış olmayız: 1) Egemen sınıflar için, bir değişiklik yapmaksızın egemenliklerini sürdürmek olanaksız hale geldiği zaman; 'üstteki sınıflar' arasında şu ya da bu şekilde bir bunalım olduğu zaman; egemen sınıfın politikasındaki bu bunalım, ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarının ortaya dökülmesini sağlayacak bir gedik açtığı zaman; bir devrimin olması için çoğu zaman 'alttaki sınıfların' eski biçimde yaşamak 'istememe-leri' yeterli değildir; 'üstteki sınıfların da eski biçimde yaşayamaz duruma gelmeleri' gerekir; 2) ezilen sınıfların sıkıntıları ve gereksinmeleri dayanılmaz duruma geldiği zaman; 3) yukarıdaki nedenlerin sonucu olarak, 'barışta' soyulmalarına hiç seslerini çıkarmadan katlanan, ama ortalığın karıştığı zamanlarda hem bunalımın yarattığı koşullarla ve hem de bizzat 'üstteki sınıfların' bağımsız tarihsel bir eyleme sürüklenmeleriyle, yığınların faaliyetinde oldukça büyük artış olduğu zaman.
Yalnızca tek tek grupların ve partilerin değil, ayrı sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişmeler olmaksızın, genel kural olarak bir devrim olanaksızdır. Bu nesnel değişikliklerin hepsine birden, devrim durumu denilmektedir.'' (Sol Yayınları,1980, s.114-115)
Bir başka deyişle bu durum, emperyalizm koşullarında bir ülkede; sürekli varolan ekonomik bunalımın derinleşerek, ülke bazında sosyal ve siyasal alanda da ifadesini bulması, ekonomik, politik ve sosyal krizin tek bir kriz halinde birleşerek milli kriz (devrimci kriz ) durumunun ortaya çıkmasıdır.
LENİN'in devrim durumu tahlilinin başlıca noktalarını şöyle sıralayabiliriz:
1- Politik buhran, emekçi sınıfların iktidara yönelik eylemlerinin değil, ''üstteki'' sınıfların (egemen sınıfların) kendi aralarındaki çelişkilerin ürünü olarak ele alınmalıdır. Birinci veride görüldüğü gibi LENİN, politik bunalımı egemen sınıflar arası çelişkinin ürünü olarak belirlemekte, egemen sınıf politikasındaki bu buhranın, ezilen sınıfların mücadelesini etkileyeceğini, hoşnutsuzluk ve kırgınlıklarını ortaya dökmelerini sağlayacak bir gedik açacağını vurgulamaktadır.
Kuşkusuz kitlelerin mücadelesinin politik bunalım üzerindeki etkisi yadsınamaz. Ama bu politik bunalımın sebebi değildir. Tam aksine politik bunalım kitleleri eyleme sürükleyici bir sebep olarak ortaya çıkmaktadır. Kitlelerin yükselen eylemleri, olsa olsa kriz üzerinde derinleştirici bir etkide bulunabilir. Bir kez politik bunalım ortaya çıktığında, kitleler hoşnutsuzluklarını dile getirecek gedikleri bulduğunda, onu alabildiğine derinleştirebilir. Ve doğru bir önderliğe sahipse, süreç devrimle noktalanabilir.
2- Devrimci durum esas olarak ilk iki veriyle karakterize olur. Üçüncüsü bunlar tarafından belirlenen bir sonuçtur.
Burada üzerinde durulması gereken nokta, kitle eylemleriyle devrimci durum arasındaki ilişkidir. Marksizmi sözde savunan küçük-burjuva yapılanmalar, kitle eylemlerini devrimci durumun şartı saymakta ve her şeyi kitlelerin kendiliğinden hareketine bağlamaktadırlar. Onlar LENİN'i kendilerine kanıt göstererek mücadeleden kaçmanın teorisini yapıyorlar. Çünkü LENİN'de böyle bir şey yoktur. LENİN'in devrimci durum tespiti kitle eylemlerine değil, iktisadi olgulara dayanmaktadır. Kitle eylemleri asıl olarak iktisadi olgunun belirlediği devrimci durumun bir sonucudur. Proletarya partisinin görevi de bu kitle eylemlerini iktidara yöneltmektir. Bu durum LENİN'in diğer eserlerinde çok daha açık görülür.
Örneğin, Proletarya Devrimi ve Dönek KAUSTSKY'de bu nokta çok berrak olarak ortaya konulmaktadır. 1914 emperyalist savaş döneminde, pek çok Avrupa ülkesinde kitle hareketlerinin olmaması bir yana, geniş kitlelerin, burjuvazinin peşinden şovenist duygularla emperyalist savaşa sürüklenmelerine karşın LENİN, Avrupa'da devrimci durum tespiti yapmakta ve devrimci durumun varlığını inkar eden KAUSTKY ve yandaşlarını şiddetle eleştirmektedir.
LENİN şöyle diyor:
''Bu manifesto (1912 Basel Manifestosu) kısaca 'bir ekonomik ve politik buhran' diye nitelediği bir devrim durumunun ortaya çıkacağını sandı. Böyle bir durum ortaya çıktı mı? Elbette çıktı...'' (Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Aralık 1975, s. 15)
Ve şöyle devam ediyor:
''Biraz daha gidelim. Bugün için bir devrim durumu var mıdır, yok mudur? KAUTSKY bu soruyu ortaya atamadığını göstermiştir. Ekonomik gerçekler bunun yanıtını veriyor: Savaşın her yerde meydana getirdiği açlık ve yıkım, bir devrim durumunun belirtisidir.'' (age, s.140-141 )
Burada devrimci durumun kitle hareketleriyle özdeşleştirilmediği çok açıktır. Bu yapıtında LENİN, devrimci durumun 1914 emperyalist savaşıyla birlikte Avrupa çapında ortaya çıktığını ve 1923'e kadar kesintisiz sürdüğünü belirtirken, kitle eylemlerinin olmamasını gerekçe göstererek devrimci durumun varlığını yadsıyan KAUTSKY ve yandaşlarını, kendi oportünist günahlarını kitlelere yüklemekle suçlar. Bu gerekçenin, kitleleri suçlu göstererek kendi suçlarını örtmeye kalkışmak, devrimci görevlerden yan çizmek için ortaya atılan bir paravan olduğunu belirtir.
3- O halde sosyal kriz de sadece, egemen sınıflarla emekçi sınıflar arasındaki çatışmaların yoğunlaşması olarak görülemez. Sosyal kriz egemen sınıflar ve emekçi sınıflar arasındaki uçurumun, çelişkinin derinleşmesidir. Bunun nesnel ölçütü yoksullaşmadır. Yani kitlelerin yaşamlarını eskisi gibi sürdürememeleri, eski sosyal konumlarının gerilemesidir. Öz budur. Sınıf mücadelesinin ivmesine yansıması ise görüngüdür. Keza baskı ve yenilgi koşullarında olduğu gibi toplumsal dejenerasyonda da ifadesini bulabilir. Çelişkinin derinleşmesinin sınıf mücadelesinde fiilen ifadesini bulması, daha bir dizi etkilere bağlıdır. Örneğin savaş koşullarında (1914'de olduğu gibi) egemen sınıflar, kitlelerin bu açlık ve sefalete daha bir süre sessizce katlanmalarını sağlayabilir. Bu, sosyal krizin olmadığı anlamına mı gelir? Kuşkusuz hayır. Öyle olsa bir devrimci durum tespitinden söz etmemek gerekirdi. LENİN, savaş tarafından yaratılan evrensel açlık ve sefaleti devrimci durum olarak değerlendirirken, sadece ekonomik krizi değil, sosyal krizi de vurgulamış oluyordu. Keza derinleşen ekonomik krizin yükü, emekçi sınıflara yükleneceğinden bu kaçınılmaz bir sosyal kriz demektir. Bu nedenle LENİN'in bir önceki sözlerinde, devrimci durumun politik ve ekonomik kriz olarak ifade edilmesi yanıltıcı olmamalıdır. Bu üç kriz diyalektik olarak birbirleriyle kopmaz bir bütün oluşturur. Ve birbirini etkileyerek sürer. Aralarına duvar çekilemez. Hiçbiri de kitlelerin eylemleriyle karakterize değildir. Kitlelerin tepkilerini fiilen ortaya koyması, her üç krizi de giderek derinleştirir ama tepkilerinin fiili durumuna bakarak bu krizlerin varlığına veya yokluğuna karar verilemez.
Bu belirlemeleri yaptıktan sonra soruna bir başka açıdan yaklaşarak, değişik tanımlamalarda kullanılan, değişik ifadeler üzerinde duralım.
Özellikle Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky'de, Sosyalizm ve Savaş'ta da yer yer değinilen farklı verilerle karşılaşıyoruz. Burada devrimci durumun belirtisi ''evrensel açlık ve yıkımdır''. Bir devrimci durum karşısında mıyız, değil miyiz? diye soran LENİN, bunlara üçüncü bir veri olarak, yığınların oportünist sosyal-şoven önderlikten koparak devrimci fikir ve eğilimlere yönelmesini gösteriyor:
''Politik gerçekler de bunun yanıtını veriyor: 1915'ten bu yana, bütün ülkelerde, eski ve çürümüş sosyalist partiler içinde bir parçalanma süreci kendini göstermektedir. Bu proletarya yığınının sosyal-şovenist liderlerden ayrılıp sola geçişini devrimci düşünce ve duygulara, devrimci liderlere katılışını gösteren bir süreçtir.'' (age, s. 140-141 )
Kuşkusuz devrimci bir durumun olmadığı koşullarda, devrimci duruma uygun sloganların yığınlarda yankı bulması ve bu sloganları ileri süren hareketlerin, kitlesel bir karaktere bürünmesi mümkün değildir. (Sol Sapma daima bu yanılgıyı yaşamıştır). Ama yığınlarda LENİN'in belirttiği gibi bir yönelimin fiilen ortaya çıkması potansiyel bir memnuniyetsizliğin açık belirtisidir. Ve dolayısıyla kitlelerin devrimci bir durumla karşı karşıya olduğunu gösterir.
Ortaya konulan bu değişik veriler; ''Marksist-Leninist devrimci durum tespiti nedir?'' ''Soruna nasıl yaklaşmak gerekir?'' sorularına tekrar dönmemizi gerektiriyor.
LENİN, kendi kendisiyle çelişemeyeceğine göre, çeşitli yaklaşımları bir bütün olarak ele alındığında ortaya çıkan sonuç şudur:
Devrimci durum, bir anda ortaya çıkıp kaybolan bir olay değildir. Asgari ve azami sınırlar içinde, belli nesnel koşullarla belirlenen inişli çıkışlı bir sürecin tümünün soyutlanmasıdır.
Bu süreç, öz olarak devrim dönemidir. Asgari kriteri; maddi temelini derinleşen ekonomik krizin oluşturduğu, esas olarak egemen sınıflar arası çelişkinin ürünü olan politik bunalım giderek yoksullaşan halk saflarında oluşan düzene karşı memnuniyetsizlikte ifadesini bulur. LENİN bunu en özlü olarak Sol Komünizm'de ifade etmektedir.
''Ancak 'aşağıdakilerin' eski tarzda yaşamak istemedikleri ve 'yukarıdakilerin' de eski tarzda yaşayamadıkları durumdadır ki, ancak bu durumdadır ki devrim başarıya ulaşabilir. Bu gerçeği başka biçimde şöyle ifade edebiliriz: (Sömürüleni de sömüreni de etkileyen) bir ulusal bunalım olmadan devrim olanaksızdır.'' (LENİN, Sol Yayınları, 7. baskı, s. 95)
Devrimci durum süreç içerisinde inişli çıkışlı ve giderek derinleşen bir gelişim izler. Normalde krizin sonucu olarak ortaya çıkan ve sıçramalı bir gelişim gösteren kendiliğinden kitle eylemleri ve proletarya partisinin sürece müdahale ederek, kitleleri doğru bir yöne kanalize etmesiyle, alabildiğine derinleşen kriz, egemen sınıflarla emekçi sınıflar arasında tarihsel bir hesaplaşmayı kaçınılmaz kılar. Bu hesaplaşmada, ya devrim kazanır ve toplumsal dönüşüm gerçekleşmiş olur, ya da karşı-devrim kazanır ve krizi atlatabilmenin koşulları varsa, toplum yeni bir evrim dönemine girer.
Şu halde LENİN'in gerek Sosyalizm ve Savaş'ta, gerekse Sol Komünizm'de ortaya koyduğu devrimci durum tahlili esasen devrimci durumun en olgun halini ifade etmektedir. Bu, devrim döneminde kendine özgü bir aşamaya, ayaklanma aşamasına denk düşer. LENİN ve STALİN'in tahlillerinin bu nokta üzerinde yoğunlaşması, toplu halk ayaklanması stratejisini öngören Sovyetik devrimin kendine özgü karakterindendir. O somut koşullardan ve gerçekleşen devrimci pratiklerden hareketle, LENİN ve STALİN'i ilgilendiren şey, bir halk ayaklanmasının şartlarını tahlil edebilmektir. STALİN'in deyimiyle, ''bunalım doruğuna ulaştığı an olması gereken ayaklanmanın başlangıç anını seçmek'' sınıf mücadelesinde önderliğin can alıcı noktasını oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, yukarıda gördüğümüz gibi ne devrimci durum, ne de devrim dönemi tespiti gelişmelerin bu aşamasıyla sınırlandırılmıştır.
Örneğin 1905 döneminde ''en gerici yığınları bile'' harekete geçiren şartlar, büyük Ekim grevleri dönemine denk düşer. Oysa LENİN çok daha önceden Ocak 1905 (hatta Aralık 1904)'ten itibaren devrim dönemi tespiti yapmaktadır. 1917 Ekim Devrimi'nde ise, Bolşevikler Sovyet örgütlerinde henüz azınlıktayken, bilinçli, siyasal bakımdan etkin işçi ve köylüler de dahil yığınların ezici çoğunluğu, henüz burjuva ve küçük-burjuva önderlerin peşinden sürüklenirken, Şubat-Ekim arası devrim dönemi diye nitelendirilmektedir. Leninizmin İlkeleri isimli eserinde STALİN; ''bu dönem nispeten kısadır. Toplam 8 ay, ama kitlelerin siyasal yetişmesi ve devrimci eğitim bakımından bu 8 ay, normal meşrutiyet düzeninde onlarca yıllık gelişmeye eşit tutulabilir'' demektedir. Ama bir yandan devrim dönemi yaşanırken, öte yandan LENİN Eylül ayında bile, yani Ekim Devrimi'nden bir ay önce bile ayaklanma için gerekli şartların henüz olgunlaşmadığını vurguluyor ve sol çıkışları eleştiriyordu. Demek ki hem devrimci durumun çeşitli olgunluk derecelerinin ifade edilişinin, hem de ayaklanmayla devrim döneminin birbiriyle çakışan şeyler olmadığını bilmek gerekiyor.
Sonuç olarak, devrimci durum, ezeni de ezileni de etkileyen, iktidarı devrimci yoldan ele geçirmenin objektif koşullarını oluşturan bir krizin varlığı durumudur. Sadece kitlelerin sokağa dökülmesiyle veya güçler dengesinin devrim lehine gelişmesiyle ifade edilemez.
Böyle bir süreçte kitleler, bir yandan egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin açtığı gediklerden yararlanarak memnuniyetsizliğini dile getirirken, diğer yandan yeni bir alternatif arayışına yönelir. Düzen alternatifi örgütlenmelere eğilimi artar. Proletarya partisinin sloganlarına olumlu tepkiler gösterir; doğru taktikler gündeme getirilirse, onun ardından saf tutmaya başlar.
Bu nedenle LENİN, devrimin olabilmesi için yığınların çoğunluğunun sosyalist bilince ulaşması gerektiğini savunan oportünizmin aksine, bir ülkede çelişkileri yoğunlaştıran devrimci bir durumun var olup olmamasını esas almıştır. Bu şartların varlığında, toplumun devrim sürecine girdiğini, çoğunluğun sosyalist bilinci kazanmasını beklemek yerine (kapitalizmin egemen olduğu bir ülkede bunu başarabilmek imkansızdır ve dolayısıyla devrimi mahşere kadar ertelemektir) yığınların somut taleplerinden yola çıkan taktik ve şiarlar üretilerek, onların sahte umutlar yayan burjuva etkisinden kurtulabileceğini ve devrim yoluna kanalize edilerek, iktidarın ele geçirileceğini tespit etmiş ve pratik olarak ispatlamıştır.
Devrim, yığınların bilinçli eyleminin ürünü olacağına göre ve bu bilinçli yığınların örgütlülüğü ve öncü müfrezesi şart olduğuna göre, subjektif şart bir devrimin gerçekleşmesi için 'olmazsa olmaz' bir koşuludur.
Bir devrimin gerçekleşmesi için ''olmazsa olmaz'' koşullardan biri olan subjektif şart konusu, ülkemiz solunda en çok tartışılan konulardan biridir.
Tartışmanın temelinde devrimci inisiyatifin reddedilmesi olarak beliren ve kitlelerin kendiliğinden hareketine bel bağlayan ''kuyrukçu'' anlayışları buluruz.
Bizim, devrim döneminde subjektif şarttan anladığımız, LENİN'in İki Taktik'de belirttiği biçimdedir:
''Proletarya yığını üzerindeki etkimiz -sosyal demokrat etkinin- henüz pek yetersiz olduğu; köylülük yığınları üzerindeki devrimci etkinin çok önemsiz olduğu; proletaryanın ve özellikle de köylülerin dağınıklığı, geriliği ve bilinçsizliğinin hâlâ korku verici olduğu doğrudur. Ne var ki, devrim, onları hızla birleştirir ve hızla aydınlatır. Gelişmesinin her adımında, yığınları uyandırır ve onları karşı konmaz bir güçle devrimci programın yanına, onların gerçek ve hayati çıkarların tam ve tutarlı bir biçimde ifade eden bu biricik programın yanına çeker.'' (Sol Yayınları, Kasım 1978, s. 60) (abç)
LENİN, kitlelerin bilinçsizliği, örgütsüzlüğü ve geriliğinin korku verici boyutlarda olduğunu ve bir parti olarak bu yığınlar üzerinde fazla etkilerinin olmadığını ifade ederken aynı zamanda bir ''devrim'' döneminden söz etmektedir. Kuyrukçu bir kafa yapısının bunu anlaması mümkün değildir. Çünkü LENİN burada subjektif şart olarak geniş kitlelerin örgütlü ve bilinçli olmalarını değil, iradiliği, devrimci inisiyatifi ve bunları bünyesinde toplayan partinin devrimci mücadelesini anlatmaktadır.
Diğer yandan LENİN'in, proletaryanın en azından bilinçli çoğunluğunun katılımıyla subjektif şart konusunu özdeşleştirdiği yazıları da vardır. Bu yazıların hangi dönem ve devrimin hangi aşaması için yazıldığını kavrayamayanlar açısından konunun karışması doğaldır.
Örneğin LENİN'in Sol Komünizm kitabında yer alan aşağıdaki satırları, kuyrukçu reformist akımların zaman ve mekan gözetmeksizin kendilerine dayanak yapmaya çalıştıkları bir bölümdür. Önce LENİN'in ne dediğine bakalım:
''Böylece bir devrimin olabilmesi için ilkin işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasal bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna yaşamlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir.'' (Sol Yayınları, 7. baskı, s. 95) (abç)
LENİN'in bu sözlerinden ne anlaşılmalıdır?
Burada LENİN ''bir devrimin olabilmesi''nden söz etmektedir. Sorun devrim dönemi değil, devrim anı, ayaklanma anıdır. Ve burada gereklilik olarak koyulan ''kitlelerin örgütlü ve bilinçli çoğunluğu''da, bu ayaklanmanın başarıya ulaşmasını sağlayacak olan ''subjektif şart''tır.
Sovyet Devrimi'nin ''kader anı'' olan ayaklanma anı, LENİN'in tüm yazılarında görüleceği gibi ''bir oyuncak değildir'' ve gerekli şartlar oluşmadan ayaklanma ile oynanmamalıdır. LENİN'in burada ''sol komünistler"e anlatmak istediği de budur. Bir devrimin olabilmesi, ayaklanmanın başarıya ulaşması ancak geniş kitlelerin örgütlü ve bilinçli katılımıyla mümkündür, bunun dışında bir devrimin gerçekleşebilmesi olanaksızdır.
LENİN'in ayaklanma anı için aradığı bu subjektif şart, tüm bir devrim dönemi için aranırsa, bunun anlamı devrimci mücadeleyi tatil etmektir, kitlelerin kendiliğinden hareketlerine bel bağlamaktır, kuyrukçuluktur.
Bizler subjektif şart deyince sadece bir devrimin başarıya ulaşmasının gerekliliği olan ''çoğunluğu'' anlamıyoruz ve Leninizmde de böyle bir şey yoktur.
Kitlelerin dağınık, bilinçsiz ve geri olması, tek başına devrim dönemini belirleyen bir olgu değildir. Devrim dönemindeki subjektif şart olgusunu belirleyen, öncelikle devrimci inisiyatifin rolüdür.
Devrimci inisiyatif ise, kitlelerin eğitimi ve örgütlendirilmesi ile, nesnel koşullar tarafından belirlenen evrim veya devrim sürecinde, sınıflar mücadelesinin önümüze çıkardığı görevleri yerine getirebilecek taktik, şiar ve mücadele biçimlerine sahip olabilmektir.
Nitekim LENİN, 1905 Devrimi sırasında yığınların örgütsüz, geri ve bilinçsiz oldukları gerekçesiyle ayaklanmaya karşı çıkan Struve ve yandaşları karşısında: ''... yığınlarla olan bağlarımız konusundaki yaygın, kötümserlik, çoğu kez, (...)burjuva düşünceler için bir paravan görevi görür'' diyerek, bu geri, dağınık ve bilinçsiz yığınları eğitmenin ve örgütlemenin temel yolunun, bir devrimci ordunun ve ayaklanmanın yaratılması çalışmaları olduğunu vurguluyordu. Çünkü, yığınlar; geri, bilinçsiz ve örgütsüz de olsalar bir devrim dönemi başgöstermişti ve Marksistlerin görevi, yığınları legal kuruluşlarda eğitmek değil, ''devrim'' için eğitmek, birleştirmekti.
Emperyalizm aşamasında kapitalizm, genel bir bunalım dönemine girmesine rağmen, kendi iç dinamiği ile gelişen kapitalist ülkelerde devrimci durum sık sık gündeme gelmemektedir. Tarihsel gelişim bunu açıkça gösteriyor.
Bir genelleme yaparsak; II. Paylaşım Savaşı'ndan bu yana, aşağı yukarı 40 yıllık süre içinde metropol ülkelerde, bir devrimci durum görülmemiştir. 1914 I. Paylaşım Savaşı ve Büyük Ekim Devrimi ile derinleşen kriz yıllarında oluşan devrimci durum ve bunun üzerinde yükselen toplumsal başkaldırılar ve devrimler; ardından büyük 1929 Bunalımı ve 1940'lı yıllara kadar süren ''barış'' sürecini getirmiş, II. Paylaşım Savaşı ile yaşanan altüst oluşu ise (eğer 1960'ların Fransa'sında tartışmalı olan durumu saymazsak) günümüze kadar süren yeni bir ''barış'' süreci takip etmiştir.
Bunun başlıca iki nedeni vardır:
Birincisi; burjuvazinin güçlü ekonomik, toplumsal ve siyasal örgütlenmelere sahip olması ve işçi sınıfı ve halk kitlelerine belirli bir yaşam standardı sağlayabilmesidir.
İkincisi; emperyalist krizin ağır yükünü, sömürge ülkelere aktarma olanağına sahip olması yanında, buralardan elde ettiği muazzam kârdan emekçi halka ''sus payı'' verebilmesidir.
Bunların sonucunda, çok derin krizler yaşanmadığı sürece, yer yer derinleşen kriz dönemlerinde dahi, sınıf çelişkilerinin yeterince keskinleşmesinin önüne geçebilmektedir. Her şeyin yasa ve kurallara göre işlediği nispeten istikrarlı bir süreç, uzun süre korunabilmektedir.
Devrimci deneyler bize göstermiştir ki, böyle bir toplumda onyıllarla sayılı uzun bir evrim döneminin ardından bir devrimci durum gelişebilmekte ve devrim dönemine girilebilmektedir.
Devrimci durum kısa sürede derinleşerek altüst oluşa dönüşürse ve önemli taktik hatalar yapılmazsa, Marksist-Leninist bir önderlik altında devrim gerçekleşebilir. Onyıllar süren evrim süreci, ona göre kısa süreli devrim dönemiyle noktalanır.
Proletarya partisinin olmaması gibi subjektif koşulun yetersizliği, ayaklanma anının yerinde ve zamanında tespit edilememesi gibi önemli taktik hatalar vb. nedenlerle devrim gerçekleşmezse, bu ülkelerde kapitalizm, krizini atlatabilme ve çelişkileri kontrol ederek yumuşatabilme (elbette tam anlamıyla değil) ve yeni bir rekabet sürecine girebilme koşullarına sahiptir. Bu da yeniden devrimci durum oluşuncaya kadar, yeni ve uzun süreli bir evrim dönemi demektir.
Devrimci durumun ortaya çıkması ve kısa sürede olgunlaşarak toplumsal altüst oluşlara dönüşmesi, evrim ve devrim dönemlerini kalın ve net çizgilerle birbirinden ayırma olanağı tanır.
Bu gelişimde sosyal, siyasal ve ekonomik özelliklerin bir bütün olarak rolü olmakla beraber, işçi sınıfının nitel ve nicel güçlülüğü, kitlelerin demokrasi bilinci ve mücadeleci geleneği belirleyici rol oynar.
Burjuvazinin daha fazla sömürüye ihtiyaç duyduğu ve bunu kitlelerin ekonomik, demokratik haklarını kısmadan yapamadığı böyle kriz koşullarında, yaşam seviyesi düşen ve haklarını koruma bilincine sahip kitlelerin, sıçramalı olarak güçlenen kendiliğinden eylemlerini beraberinde getirir. Burjuvazinin saldırısı ve kitlelerin direnişi birbirini körükleyerek yükselir. Bütün sınıflar yerlerinden oynamaya başlar. Statü bozulur. Ortada sınıflar arası dengeleri düzenleyen yasa ve kurallar kalmaz. Her sınıf kendi gücünü dayatarak, lehine yeni dengeler kurulması doğrultusunda eyleme geçer. Çatışmalar kaçınılmaz olarak kitlesel silahlı biçimlere dönüşür. Bu nedenle bu ülkelerde kriz anı geldiğinde, kitle eylemlerinin artacağı ve krizi daha çok derinleştireceği açıktır. (Kuşkusuz bazı istisnai koşullarda bu böyle olmayabilir. Savaş, faşizm vb. koşulları gibi.) Bu da evrim ve devrim dönemi arasında kesin ve net bir ayrım noktası demektir.
Bu ülkelerde proletarya partisi, bu gelişimi dikkate alarak, her iki döneme özgü bir siyasal mücadele çizgisi belirler.
Evrim döneminde politik iktidarın ele geçirilmesi sloganı, henüz pratik bir eylem sloganı olamaz, ancak propaganda düzeyinde bir anlam ifade eder. Bu uzun dönemde mevcut yönetime karşı demokratik muhalefetin en solunda yer alarak onu yönlendirmek, egemen sınıfları yoğun propaganda ile teşhir etmek, demokratik kazanımlar için mücadele içinde kitleleri örgütlemek ve bunları barışçıl mücadele biçimlerini esas alarak yapmak başlıca görevdir.
Aksi tutum, nesnel şartların uygun olmamasına rağmen, devrim yapmaya kalkışmak ütopyacılığa, maceracılığa denk düşer. Bu da kitlelerin bu yönde bir talebi bulunmadığı ve bu yüzden de harekete geçirilemeyeceği için intihar demektir.
Bir devrimci durum geliştiğinde ise, ayaklanma ve iktidarın ele geçirilmesi görevi, pratik olarak gündeme gelmiş demektir. Proletarya partisi bir yandan süratle ayaklanmanın pratik hazırlıklarını yaparken, diğer yandan yükselen kitle eylemlerinin bir adım önünde yürüyerek, onlara devrimin kaçınılmaz gidişini, ayaklanmanın zorunluluğunu kavratarak, kitleleri burjuva iktidarı yıkmaya yöneltecek taktik ve şiarlar üretir.
Emekçi halkın alternatif kitlesel iktidar mekanizmalarını oluşturmaya, ekonomik, demokratik talepli grevlerden siyasal grevlere, nümayişler ve sokak gösterilerinden giderek silahlı çarpışmaya doğru gelişen kitle eylemlerini, tek bir merkezde, politik iktidar merkezinde toplamaya çalışır. Silahlı savaşın hangi noktada başlayacağı ve nasıl gelişeceği, tamamen sınıfların takınacağı somut siyasi tavıra bağlıdır. Ama kesin olan bir şey varsa, bu koşulların kitleleri süratle eğiteceği, milyonlarca emekçinin proletarya partisinin doğru taktik ve sloganlarına duyarlı hale geleceği, egemen sınıf iktidarının süratle zayıflayacağı ve devrimci durumun en olgun anı olan ayaklanma anına kısa sürede varılacağıdır. Bu anın doğru tespiti ve gereken en büyük enerji ile, ihtilalci atılımın gerçekleştirilmesi, kaçınılmaz bir devrim demektir. Proletarya böyle bir ayaklanma için gerekli tüm şartlar olgunlaşmadıkça, genel olarak -zorunluluk dışında- silaha başvurmayı tercih etmez. Ancak egemen sınıflar çoğunlukla önceden silahı gündeme getirir. Bu nedenle, savaş kendine özgü gelişimi içinde toplu bir ayaklanmaya dönüşür.
Eğer egemen sınıflar, krizi kontrol altına almayı başarır ve süreci lehine çevirmeye başlarsa, Marksist-Leninistlerin yapacağı tek şey en az kayıp vererek geri çekilmek, ''barışçıl'' çalışma tarzlarına geçerek, yeni bir kriz dönemini beklemektir. Aksi durumda proletarya savaşı sonuna kadar sürdürmek ve toplumsal dönüşümü en radikal biçimiyle gerçekleştirmek yanlısıdır.
Bugüne kadar yaşanan gelişmeler de bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Yarı-sömürge, yeni-sömürge ülkelerde, emperyalizmin her alandaki dış müdahalesi, toplumsal gelişim sürecini çarpıtarak kendine özgü bir nitelik kazandırmıştır. Çarpık kapitalist gelişim ve bu maddi temel üzerinde yükselen sosyal, siyasal olgular, kapitalizmin iç dinamiği ile geliştiği ülkelerle özdeşleştirilemeyeceği gibi, toplumsal devrim süreci ve dolayısıyla evrim ve devrim dönemleri arasındaki ilişkiler de özdeşleştirilemez. Bu farklılık, bu dönemler arasındaki ilişkilerin, yarı-sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin somut koşulları içerisinde yeniden değerlendirilmesini ve kendine özgü bir tahlilini zorunlu kılmıştır.
M. ÇAYAN'ın da belirttiği gibi, emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde (ister II. Bunalım Dönemi'nin emperyalist hegemonyasının dışsal olgu olduğu feodal, yarı-feodal ülkelerde olsun, isterse III. Bunalım Dönemi'nde emperyalist hegemonyanın içsel bir olgu olduğu, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin egemen hale geldiği geri bıraktırılmış ülkelerde olsun) evrim ve devrim aşamaları, Çarlık Rusyası'nda olduğu gibi kesin çizgilerle ayrılmaz. Bu tip ülkelerde devrim aşaması kısa bir aşama değildir. Oldukça uzun bir aşamadır. Evrim aşamasının nerede bittiği, devrim aşamasının nerede başladığını tespit edebilmek fiilen imkansızdır. Her iki aşama iç içe geçmiştir.
Bu olgu yarı-sömürge, yeni-sömürge ülkelerin somut koşulları dikkate alınarak yapılan, salt soyut teorik bir çözümleme değildir. Bu tür ülkelerde gerçekleşen bir dizi devrimle kesinliği tartışılmayacak kadar açık olan bir tespittir.
Bu ve benzer ülkelerde toplumsal sürecin bu açıdan açıklanmasında, iki değişik ifade kullanılmaktadır. 1) Devrim aşamasının oldukça uzun bir aşama olduğu, 2) Evrim ve devrim aşamalarının iç içeliği.
Bunun ne anlama geldiğini öncelikle çözümlememiz gerekir. Ortada iki çelişik ifade mi vardır, yoksa farklı aşamalardan mı söz edilmektedir?
Ne biri ne de diğeri...
Çelişki gibi görünen bu durum, aslında yarı-sömürge, yeni-sömürge ülkelerdeki, somut toplumsal siyasal sürecin özgünlüğünün açıklanmasında birbirini tamamlayan iki değişik ifade tarzıdır.
Birincisi; sürekli milli krizin (yani devrimci durumun) varlığından dolayı toplumsal sürecin esas olarak bir devrim süreci olarak belirlenmesidir.
İkincisi; milli krizin olgunlaşmamış bir kriz olduğunu, klasik tanımlarda olduğu gibi, toplumsal altüst oluş şeklinde bir devrim dönemine denk düşmediğini, kısa sürede de buna dönüşmesinin mümkün olmadığını göstermektedir.
Yani sürecin esas olarak devrim süreci olmakla birlikte evrim dönemi özelliğini de kendi içinde taşıdığını ifade etmektedir.
Bu ülkelerde sürekli milli kriz, düz bir hat izlemese de, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, siyasal durumun değişmesine göre, yer yer alçalma ve yükselmeler gösterse de, ne tamamen yok olmakta, ne de kısa sürede toplumsal bir altüst oluşa denk düşecek şekilde olgunlaşmaktadır. Çok kısa aralıklarla kesintiye uğrasa bile sistem henüz bir toparlanma ve istikrar sürecine girmeden, yeni bir kriz dalgası başgöstermektedir. Öyle ki bu kesintinin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini tespit edebilmek dahi olanaksızdır. Bu nedenle Çarlık Rusyası'nda olduğu gibi uzun aralıklarla gündeme gelen ve kısa sürede toplumsal altüst oluşlara dönüşen milli krizin başlangıç ve bitimini kriter alarak, evrim ve devrim dönemlerini kesin hatlarla ayırmak imkansız olduğu gibi, krizin olgunlaşmamış olması da toplumsal sürece, her iki aşamanın iç içeliği olarak ifade edebileceğimiz, kendine özgü bir karakter vermektedir.
Bu durumu M. ÇAYAN şöyle ifade etmektedir:
''özetle söylersek, emperyalist hegemonya altındaki bütün geri bıraktırılmış ülkelerde milli kriz, tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile mevcuttur. Bu ise devrim durumunun sürekli olarak varolması, evrim ve devrim aşamalarının iç içe girmesi, bir başka deyişle silahlı eylemin objektif şartlarının mevcudiyeti demektir.'' (''Bütün Yazılar'', s. 364)
O halde öncelikle bizim gibi ülkelerde, olgunlaşmamış milli krizin ne olduğu sorusuna cevap vermek önem kazanmaktadır.
Ülkemiz gibi geri bıraktırılmış ülkelerde bunun maddi temeli ve somut şekillenişi şöyledir:
Bu ülkelerde ekonomik, sosyal ve siyasal hayat tamamen emperyalizmin çıkarlarına göre düzenlenmiştir. Kendi kendine yeterli olmayan kapitalist veya çarpık kapitalist bir ekonomi mevcuttur. Teknoloji geri, verimlilik yetersizdir. Sektörler arası korkunç bir dengesizlik vardır. Birbirini tamamlayacak şekilde organize olmuş sektörler ya da sanayi yerine, emperyalizmin ihtiyacına göre bölük pörçük bir dağılım sözkonusudur. Sanayi tek yönlü ve emperyalizme bağımlı tüketim sanayisidir. Altyapıdan yoksundur. Yüksek maliyet ve düşük ücret iç pazarı daraltır (talep yetersizliği) ve zaten yetersiz olan cılız bir sermaye birikimi sağlarken, bunun da büyük kısmı dışa akmakta ve kapitalizm kendini yeniden üretecek sermaye birikiminden tamamen yoksun kalmaktadır.
Bütün bunların sonucu olarak:
a) Emperyalizmin genel bunalımı bu ülkelere katmerli bir biçimde yansımakta, sürekli bir ekonomik kriz yaşanmaktadır. Bu krizi başka ülkelere aktararak yumuşatan ve dolayısıyla politik ve sosyal krize dönüşmesini engelleyen gelişmiş kapitalist ülkelerin olanaklarına sahip değildir. Aksine bağımlı bulunduğu emperyalist ülke tarafından dayatılan ekonomik programlarla, onun ekonomik krizinin ağır yükünü de omuzlamak durumunda kalmaktadır.
b) Egemen sınıflar, bu krizi emekçi sınıflar üzerindeki sömürüsünü her geçen gün daha yoğunlaştırarak atlatmaya çalışmakta ve dolayısıyla sınıf çelişkileri alabildiğine derinleşmektedir. Çifte sömürü altındaki emekçi halk kitlelerinin yaşam şartları, günden güne güçleşmekte, açlık, yoksulluk, işsizlik vb. biçiminde yansıyan sosyal kriz gelişmektedir.
c) Çelişkinin keskinliği, ekonomik, sosyal ve siyasal güçsüzlük, prekapi-talist unsurların önemli bir güce sahip olması, işbirlikçi egemen sınıfları çelişkili bir ittifaka zorlamakta, zayıf ve istikrarsız bir siyasal yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Egemen sınıfların emperyalizmden arta kalan sömürüden pay alma mücadelesi, sürekli bir hükümet bunalımının kaynağı olmaktadır. Her iktidar değişikliği yeni çatışmaları ve saflaşmaları yaratmakta, kısa sürede yeni değişiklik yapma ihtiyacı doğmaktadır.
İşte bir bütün olarak bunlar, ekonomik, sosyal, siyasal krizle karakterize olan devrimci durumda ifadesini bulur. Bir başka deyişle, egemen sınıflarda sürekli bir değişiklik yapma ihtiyacı doğuran, emekçi sınıflarda düzene karşı memnuniyetsizlik ve düzen değişikliği talebini ön plana çıkaran, yani ezeni de ezileni de etkileyen sürekli milli kriz sözkonusudur.
Böylesi bir ortamda, sınıflar arasında belli bir dengenin, ''nispi'' bir barış ortamının ve istikrarlı bir gelişimin hüküm sürdüğü, her şeyin yasa ve kurallara göre işlediği bir süreç, yani evrim dönemine denk düşen bir süreç ne görülmüştür, ne de görülebilir: Aksine yasa yerine yasa tanımazlık geçerlidir. Egemen sınıflar bugün koyduğu yasa ve kuralı, koyduğu anda bizzat kendisi çiğnemektedir. Zor ve şiddet tek geçerli şey olmakta, egemen sınıflar, emekçi halka karşı adeta sürekli savaş durumunda bulunmaktadırlar. Yani meselenin nesnel temeli değil, pratik görünümü açısından bile devrim döneminin özellikleri apaçık ortadadır. Devrim dönemini kitlelerin silah elde sokağa dökülmesiyle özdeşleştirenler, elbette bunları görmezden gelecektir.
Evet, bu ülkelerde, sürekli devrimci durumun varlığı, toplumsal süreci devrim dönemi olarak belirler. Ancak bu kriz uzun süreli bir iradi müdahale olmadığı sürece, olgunlaşmamış bir kriz olarak kalır.
Niçin böyle bir dönüşüm sağlanamamaktadır, eksik olan nedir?
Birincisi; emekçi kitlelerin durumudur. İşçi sınıfı nicel ve nitel olarak bir metropol ülke işçi sınıfı gibi güçlü değildir. Örgütlenme, mücadele ve dayanışma geleneği zayıftır ve köklü bir demokrasi bilinci yoktur. İşçi sınıfının sahip olduğu haklar, genellikle yukarıdan aşağı verilen ve temelinde köklü bir mücadele geçmişi olmayan niteliktedir. Diğer yandan kırsal kesimde kapitalist işletmelerin azlığı nedeniyle, bu alanda dağınık, örgütsüz ve çoğunluğu küçük üretici nitelikli bir köylülük vardır. Ekonomik düzeyde, bu konumuyla bir ağırlık taşımayan köylülüğün din vb. feodal bağlarla, düzenin etkisi altında bulunması, köylülüğün de krizi derinleştirici kitle eylemleri içinde bulunmasını engelleyen bir durumdur. Tüm bu özellikler nedeniyle bir kriz ortamında, egemen sınıfların (ekonomik-siyasal) saldırısı, sürekli ve sıçramalı kitle eylemleriyle gerçek karşılığını bulamaz.
İkincisi; devletin faşist niteliğe sahip olmasından dolayı emekçi halk kitlelerinin hemen tüm ekonomik-demokratik örgütlenmeleri ya yasaklanmış, ya da göstermelik durumdadır. Ekonomik-demokratik muhtevalı gösteriler ve direnişler zorla susturulur. Terör asli bir öğe olarak hep sürer. Faşizmin, baskı ve terörle yarattığı atmosfer, kitlelerin edilgen kalmasını sağlar.
Üçüncü olarak suni denge olgusu, halk kitlelerinin düzene karşı tepkilerinin açığa çıkmasını ve krizin derinleşmesine neden olabilecek kendiliğinden kitle eylemlerini engelleyen nesnel bir durum olarak, bizim gibi ülkelerin bir özelliğidir.
Dördüncüsü ise, krizi zincirleme geliştirip derinleştirecek bir ekonomik iç bütünlüğün olmamasıdır. Esas olarak emperyalist tekellerle bütünleşmiş hafif ve orta sanayi durumundaki egemen ekonomik yapı, birbirinden kopuktur. Bir sektörde ortaya çıkan kriz, altyapıdan ve bütünlükten yoksundur ve ekonomik yapının tümünü etkileyen bir konuma ulaşamamaktadır. Diğer yandan oligarşik ittifak içinde yer alan prekapitalist sınıfların durumu da, bu bütünlüğü bozan ve bir kriz anında toptan bir felç durumunun yaşanmasını engelleyen önemli faktörlerden biridir.
Bu nedenle yarı-sömürge, yeni-sömürge ülkelerde devrimci durum uzun süre olgunlaşmamış anlamda varlığını korur. Olgunlaşması ancak devrimcilerin iradi müdahalesiyle mümkündür ve uzun süreli bir savaş içerisinde, adım adım iktidarın ele geçirilmesi doğrultusunda bir stratejinin hayata geçirilmesiyle olanaklıdır.
Milli krizin olgunluk derecesi, her ne kadar II. Bunalım Dönemi'nin sömürge, yarı-sömürge ülkeleriyle, III. Bunalım Dönemi'nin yeni-sömürge ülkelerinde farklı düzeylerde olsa da, her ikisini de bir genelleme içinde değerlendirmek gerekir. Kendi değişkenliği içinde kavrandığında, II. Bunalım Dönemi sömürge ve yarı-sömürgeleriyle, III. Bunalım Dönemi yeni-sömürgele-rinde krizin derinliği bariz bir farklılık gösterdiği gibi, aynı kategorideki ülkelerde de çeşitli süreçlerde farklı derinlikler gösterebilir.
Bu ülkelerde milli krizin olgunlaşmasında, devrimci örgütün müdahalesinin temel rol oynayacağı açıktır. Bu müdahale zor temelinde olmak durumundadır.
Devrimci durumun varlığı, silahlı mücadelenin objektif şartını oluşturduğu gibi, düşmanın açık şiddete dayanan politikası böyle bir alternatif mücadele biçimi geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Proletarya partisinin, nesnel koşullara bağlı kalmak koşuluyla hayata geçirdiği siyasal çizgi, sınıf mücadelesinin gelişimi ve doğru hedeflere yönelmesinde belirleyici öneme sahiptir; ve dolayısıyla bir toplumsal, siyasal sürecin gelişimi üzerinde etkide bulunur. Bu nedenle gerçek bir proletarya partisi, bir devrimci durum geliştiğinde kitlelerin kendiliğinden ayağa kalkmasını beklemez. Devrimci durumu derinleştirici doğrultuda müdahalede bulunur.
Her ne kadar devrimci durumun derinleştirilmesinde, keskinleşen sınıf çelişkilerinin sonucu olarak, kitlelerin kendiliğinden hareketinin yükselmesi, derinleşen ekonomik krizin egemen sınıflar arasında yarattığı çatlaklar rol oynuyorsa da, bu onu en olgun noktasına ulaştırmaz. Çünkü egemen sınıflar kitleleri şu veya bu şekilde kontrol altına alabilirler. Devrimci durumun bu anlamda olgunlaşması, proletarya partisinin sürece müdahalesine bağlıdır.
Gerçekleşen tüm devrimlere baktığımızda (Sovyet Devrimi de dahil), devrimci durumun ortaya çıkışı ve LENİN'in klasik tanımında görüldüğü şekliyle, olgunlaşması arasında, şu veya bu şekilde böyle bir müdahalenin varlığı ve zorunluluğu görünür. Bu müdahale, bizim gibi kendiliğinden kitle eylemlerinin cılız olduğu ülkelerde çok daha büyük önem taşır.
Bir devrimci durumun varlığında, proletarya partisinin sürece müdahalesi nasıl biçimlenecektir?
Kuşkusuz bu her ülkenin, hatta aynı ülkede yaşanan değişik devrim süreçlerinin kendine özgü karakterine göre çok çeşitli biçimler kazanabilir. Ama en genelde LENİN'in de belirttiği gibi, devrimci bir durumun var olup olmamasına göre, proletarya partisinin müdahale biçimleri ve taktikleri birbirinden çok kalın çizgilerle ayrılır.
Bir devrimci durum belirir belirmez proletarya hemen silaha başvurur diye bir kural yoktur. Bu, soruna kaba bir yaklaşım olur. Ancak devrimci durumun sürdüğü koşullarda, şu veya bu noktada silah mutlaka gündeme gelecektir. Ne olursa olsun, bütün durumlarda iktidara giden yol reformdan değil, devrimden geçer.
LENİN'in de belirttiği gibi devrimci durum ortaya çıktığında Marksisti bir küçük- burjuvadan ayıran, ''olgunlaşan devrimin zorunluluğunu bilinçsiz yığınlara öğretmesini, devrimin kaçınılmaz gidişini kanıtlamasını, halk için yararını açıklamasını, proletarya ve bütün emekçi sınıfları devrime hazırlamasını bilmek''tir. (Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky) İşte devrimci durumu derinleştirici taktikler bu perspektifle ele alınır.
Bu sürecin şurasında veya burasında silah, temel araç olarak, zorunluluktan veya bir başka nedenden dolayı gündeme gelebileceği gibi, silaha başvurmak, devrimci durum ayaklanma için gerekli olgunluk düzeyine ulaşıncaya kadar gündeme gelmeyebilir de. Bunu belirleyen devrimci durumun olgunluk derecesi, sınıfların tavırları, kitlesel, siyasal, ulusal özellikler vb. gibi çok çeşitli etkenlerin bütünlüğüdür. Yani iktidarın ele geçirilmesi uğruna zorun örgütlenmesi, devrimci durum olsa da her ülkenin ve her devrimci sürecin kendine özgü koşullarına göre değişik biçimler alır.
En basitinden; bir toplumsal, siyasal sürecin gelişimi üzerinde, sadece proletarya ve onun temsilcisinin davranış şekli etkide bulunmamaktadır. Onun kadar egemen sınıfların da bunda payı vardır. Genelde süreç tüm toplumsal sınıfların tavrına karşı duyarlıdır. Sınıflar arası dengenin bozulduğu, istikrarsızlığın hakim olduğu devrimci durum sürecinde, egemen sınıflar da kendi lehlerine yeni dengelerin kurulması doğrultusunda eylemde bulunurlar. Şiddete ilk başvuran ise genellikle egemen sınıflar olur. Kuşkusuz şiddet gündeme geldiğinde, Marksist-Leninistler, proletaryayı sakinleştirme gibi bir onursuzluğu ve ihaneti lanetleyerek, buna kitlelerin şiddetiyle karşılık verirler. Zora, zorla karşı koymak sınıf mücadelesinin en evrensel yasasıdır. Ya boyun eğiş, ya devrimci şiddet; bunun başka yolu yoktur!
Ama bu yetmez; devrimci durumun varlığı veya yokluğu, Marksist taktiğin ilk gereği ve nesnel ölçütü olmasına karşın, tek başına yeterli değildir. Silahlı mücadelenin objektif şartlarının varolduğu koşullarda bile çeşitli aşamalarda nasıl bir mücadele hattının izleneceği, temel ve tali alınan mücadele biçimlerinin veya bunların iç bağlantılarının kendine özgü biçimlenişlerinin nasıl şekilleneceği, etraflı bir incelemeyi gerektirir. Örneğin bizim gibi ülkelerde kitlelerin ruh halinde ifadesini bulan suni dengeyi dikkate almadan, tespit edilecek mücadele biçimi, hayatın gerçekleri karşısında iflas etmek durumundadır.
Soruna bu açıdan yaklaştığımızda, Rusya'da üç devrim deneyinde bile, devrimci durumun ayaklanma için gerekli olgunluk düzeyine ulaşması sürecinde, Bolşeviklerin farklı taktik ve mücadele biçimleri uyguladığı görülür. Her ikisi de toplu ayaklanma stratejisinin uygulaması olan, 1905 Burjuva Demokratik Devrimi ile 1917 Ekim Sosyalist Devrimi'nde mücadele biçimlerindeki bariz farklılık, bunun en çarpıcı örneğidir.
1905 devriminde, Ocak ayından Aralık'a kadar süren bu hazırlık evresi gerilla eylemleri, barikat savaşları vb. şeklinde süren silahlı çatışmalar içinde gelişmiştir. Çünkü devrimci durum ve subjektif şartlar ayaklanma için yeterli olgunluk düzeyine ulaşmadan Çarlık süngüyü gündeme getirmiş ve proletaryada koşullara uygun taktik ve yöntemlerle, zora karşı zor esasında bir mücadele içinde sürece müdahale etmiş ve ayaklanma için gerekli hazırlıkları tamamlamış ve şartları olgunlaştırmıştır.
1917 Ekim Sosyalist Devrimi'nde ise, Şubat Devrimi ile dünyanın en demokratik ülkesi olan Rusya'da, silahlı müdahale, iktidarın ele geçiriliş anında, devrimci durumun en olgun olduğu anda gündeme gelmiştir. Sovyetler için de yoğun bir ajitasyon propaganda ve 'barışçıl' mücadele yöntemleri ile devrimin kaçınılmaz gidişi yığınlara kavratılmış, devrimci durum tam anlamıyla olgunlaştırılmış, iktidarın alınması tek bir vuruş, tek bir darbe sorunu haline gelmiştir. LENİN'in '6 Kasım erken, 8 Kasım geç olur' deyişi, işte tam da bu şartlar için geçerlidir. Burjuvazi zoru daha önce gündeme getirmediği sürece, toplu ayaklanma stratejisinin geçerli olduğu ülkelerde, proletaryanın böyle bir gelişmeyi her zaman tercih edeceği açıktır.
Bizim gibi, çarpık kapitalist yapı, sürekli olgunlaşmamış, milli kriz, kitlelerin kendine özgü ruh hali, bilinç çarpıklığı, işçi sınıfının güçsüzlüğü vb. türden özellikleriyle çok farklı koşulları olan ve egemen sınıfların sürekli olarak zoru gündemde tuttuğu ülkelerde; bu gelişimin tamamen farklı olacağı açıktır. En azından zora zorla karşı koymak sınıf mücadelesinin en evrensel kuralı olduğuna göre, devrimci krizin derinleştirilmesi doğrultusundaki iradi müdahale bu temelde yapılmak durumundadır.
Bu görevin karşısına kitlelerin durumunu engel olarak dikmek, Marksist-Leninist olmayan bir tutumdur. Ve dolayısıyla o nesnel koşulların kurbanı olmak demektir.
Küçük-burjuva sapma akımların çıkmazı da buradadır. Bu çıkmaz onları, teorik tespitlerinin hayat içinde iflas etmesi ve giderek kitlelerden tecrit olmaları karşısında, kendi tespitlerinin aksine hareket etmek ve yer yer şiddete başvurmak zorunda bıraktırmıştır.
Yine ülkemizde, Çarlık Rusyası'ndaki gibi devrimci durum şartlarında silahlı mücadele dışında uzun bir hazırlık evresi yaşanması mümkün değildir. Ülkenin emperyalizmin işgali altında olması ve devletin faşist niteliği, beraberinde şiddeti getirmektedir. Çeşitli dönemlerde biri ya da diğeri ön plana çıkan sivil faşist terör, siyasi polis, MİT, kontr-gerilla, askeri cunta, faşist kurumlaşma vb. aracılığıyla uygulanan karşı-devrimci şiddetin karşısına, kitlelerin şiddetini çıkarmamak buna uygun bir mücadele çizgisi izlememek, sınıflar mücadelesinin en temel görevlerinden kaçmak demektir. Bu nedenle emperyalizme bağımlı, geri bıraktırılmış ülkelerde silahlı mücadeleyi teorik olarak savunmak hiçbir anlam ifade etmemektedir. Silahlı mücadeleyi geleceğin sorunu olarak görmek, tıpkı STRUVE, AKSELROD ve KAUTSKY'ler gibi özünde devrimi reddetmek, şiddete dayalı devrim yerine reformizmi geçirmektir.
Düşmanın zora başvurduğu bir yerde, karşı zoru örgütlemek kaçınılmaz bir görevdir. Daha başlangıçta halka, düşmanın şiddetine karşı, kendi şiddetini hayata geçirecek bir araç vermek zorunludur. Bunun gereğini yerine getirmeyip oportünistçe kaçışı tercih etme, devrime ihanettir. Bu durumda ''kazanır mıyız, kaybeder miyiz?'' sorusu önemini kaybeder. Halkın kazanacağına inanmak ve bunun için karşı-devrimci şiddete karşı, devrimci şiddeti çıkartıp mücadele etmek gerekir.
Kuşkusuz silahlı savaş, politik iktidarı hedefler. Ancak bu kısa vadede gerçekleşecek bir şey değildir. Kitleleri tek bir irade altında toplama, bir hedefe yöneltme, bilinçlendirme ve devrimci durumu olgunlaştırma görevini silahlı savaşla bütünleştirerek adım adım kazanmayı bilmek gerekir.
Önderliğin, amaçtaki kararlılık ile, değişen somut koşullara göre politikadaki esnekliği diyalektik olarak birleştirme yetisi; tedrici değişiklikleri daha yüksek sıçramalara dönüştürerek uzun bir süreçte toplumu devrime götürür.
M. ÇAYAN'ın ''şu anda iktidar mücadelesi veren partimiz, asla ülke çapında iktidarı alma aşamasında olduğunu iddia etmemektedir. Yalnızca bu aşamaya gelmek için gerilla savaşının şart olduğunu savunmakta ve bu amaçla dövüşmektedir'' deyişi, bu gerçeğin bir başka şekilde ifade edilişidir.
Gerçekleşen bütün yarı-sömürge, yeni-sömürge ülke devrimlerinde, toplumsal devrim sürecinin gelişim karakteri genel hatlarıyla budur. Henüz devrimini gerçekleştirmemiş olanlarda da farklı olmayacaktır. Kuşkusuz, bu en genel çerçevede böyledir. Yoksa gerek devrimci sürecin gelişiminde, gerekse de silahlı savaşın biçimlenişinde, ülkeler arasında kendine özgü önemli farklılıklar da olacaktır. Bu, konumuz dışındadır.
Söylediklerimizi formüle edersek;
- Marksist-Leninist evrim-devrim dönemi, bir ülkede politik iktidarı devrimci yoldan ele geçirmenin şartlarının varlığı ya da yokluğu ile karakterize edilir. Çünkü kapitalizm şartlarında kitlelerin çoğunluğunun bilinç düzeyi, sosyalist bilinç düzeyine ulaşamayacağı gibi; ezilenler, içinde yaşadıkları şartlardan az çok hoşnut oldukları ve egemen sınıflar da karşılıklı tavizler, reformlar vb. yollarla ''barışçıl'' bir ortamı koruduğu sürece, yığınları devrimci bir eyleme katma olanağı yoktur. Bu şartları değiştirecek bir krize ihtiyaç vardır.
- Bu devrimci durumdur. Bu nedenle evrim-devrim tartışması özünde devrimci durumun varlığı-yokluğu tartışmasıdır.
- Devrimci durum kitle hareketleriyle özdeşleştirilemez. Devrimci durum, kitlelerde memnuniyetsizliğe, egemen sınıflarda yönetememe ve siyasi bunalıma neden olan sosyal, siyasal, ekonomik krizle karakterize olur. Böyle bir durumun varlığında, evrim dönemine özgü ''barısçı'' istikrar, sınıflar arasında nispeten kararlı denge, yasallık vb. yerini devrim dönemine özgü keskin çatışmalara, istikrarsızlığa bırakır. Sınıflar arasındaki denge bozulur, yasallığın yerini yasadışılık, açık şiddet alır.
- Kapitalizmin iç dinamiği ile geliştiği ülkelerde devrimci durum, dönemsel olarak ortaya çıkar ve kısa sürede olgunlaşarak toplumsal altüst oluşlara yol açar. Ya doğru bir müdahale ile kısa sürede devrim gerçekleşir, ya da burjuvazi krizi atlatma koşullarına sahip olduğundan toplum yeniden uzun bir evrim dönemine girer. Bu nedenle toplumsal sürecin birini diğeri takip eder. Evrim-devrim dönemleri birbirinden kesin ve kalın hatlarla ayrılır.
- Yarı-sömürge, yeni-sömürge ülkelerde, devrimci durum sürekli vardır. Egemen sınıflar bunu atlatacak özelliklere sahip değildir. Bu nedenle toplumsal sürecin bütünü esas olarak devrim sürecine denk düşer. Ancak bu olgunlaşmamış bir devrimci durum olduğundan ve olgunlaşması uzun bir süreç sorunu olduğundan, evrim dönemini de kendi içinde taşır. Bu özgünlük, evrim-devrim dönemlerinin iç içeliğinde ifadesini bulmaktadır. Ve bu, emperyalizme bağımlılık ilişkisinin sonucudur. Başka deyişle, emperyalizm tarafından çarpıtılan toplumsal, siyasal gelişim sürecinin kendine özgü niteliği, evrim ve devrim süreçlerinin iç içeliğinde karşılığını bulmaktadır.
Her şeyden önce suni dengenin nesnel bir olgu olduğunu vurgulamak gerekir. Suni denge emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'nde yeni-sömürge ülkelerde, sürekli milli krizin varlığı koşullarında, halk kitlelerinin içinde bulunduğu pasif tutumun, bu dönemde proletaryanın teori ve taktiğini belirleyen önderler tarafından ifade ediliş tarzıdır.
Görüldüğü gibi burada bir paradoks vardır. Hem sürekli milli krizden söz edilmektedir, hem de kitlelerin pasif tutumundan. Ancak bu anlaşılmaz bir durum değildir. Toplumun diyalektiği bu tür karmaşık ama anlaşılır olgularla doludur. Zaten suni denge bu çelişkili birliğin kendisidir. Bu paradoksu Mahir ÇAYAN ''oligarşi ile halkın memnuniyetsizliği ve tepkileri arasındaki suni denge'' olarak ifade etmektedir. Yani halk mevcut yönetimden ve düzenden memnun değildir. Bu düzenin şöyle ya da böyle değişmesini istemektedir. Ancak bu memnuniyetsizliğini eyleme dökmemekte, daha doğrusu memnuniyetsizliğine denk düşen eylemlerle tepkisini dile getirmemektedir. Suni denge olarak ifade edilen nesnel durum budur.
Suni dengeden söz eden Marksist-Leninist önderler, hiçbir zaman bu olguyu sınıf mücadelesinin varlığı yokluğu veya kitle hareketlerinin varlığı yokluğu ikilemi ile ele almamışlardır. M. ÇAYAN'ın ''kitlelerin düzene karşı memnuniyetsizliği ve kıpırdanmalarının eyleme dönüşmesi için, önce inandırıcı olmalıyız'' deyişinde olduğu gibi, buna onlarca örnek göstermek mümkündür. Demek ki halkta ''düzene karşı kıpırdanmalar'' olmasına rağmen bir suni denge olgusundan sözedilmektedir. Aksinin düşünülmesi de mümkün değildir. Milli krizin varlığı koşullarında halk, memnuniyetsizliğini şu veya bu biçimde dile getirir ve mevcut siyasal yapı üzerinde etkide bulunur. Ancak gerçekte bu kıpırdanışlar halkın içinde bulunduğu memnuniyetsizliğe ve yeni-sömürge ülkelerde yaşanan milli krize denk düşen düzeyde değildir. Yani gerçekte olması gereken düzeyde değildir ve devlete karşı yönelmemektedir. Suni denge anlamını burada bulur.
Kitlelerin memnuniyetsizliği ile kendiliğinden eylemlilikleri arasında ayniyet arayan bazı mekanik dogmatik kafa yapıları; kuşkusuz sorunun bu şekilde konulmasına itiraz edebilirler; ama bunlar, 12 Eylül'den sonra artan memnuniyetsizlik ile, kitle mücadelesi arasındaki uçurumun da izahını bulmak zorunda kalacaklardır. Görünen tepkilerin ardında, çok daha boyutlu, potansiyel anlamda bir memnuniyetsizlik sözkonusudur. Yeni-sömürge ülkelere özgü devrim stratejisi, bu potansiyelin açığa çıkarılmasıyla doğrudan ilintilidir. Ve onun araç ve yöntemlerini içermektedir.
Bu nedenle yeni-sömürge ülkelerde görülen ve zaman zaman yükselen kitle hareketleri, suni denge ile çelişkili bir olay değildir. Kaldı ki suni dengenin güçlenmesi veya zayıflaması, esas olarak silahlı mücadeleye bağlı olmakla beraber, bir bütün olarak sınıf mücadelesinin gelişimi ile orantılıdır. Ve bu formülasyon, sorunun genel konuluşudur. Soyutlamaların daima somut hayatın bazı yönlerini eksik bırakacağı ve esas olanı, genel olanın içereceği unutulmamalıdır. Somut pratikte öyle istisnai durumlar olabilir ki, yeni-sömürge bir ülkede kitle hareketleri kendiliğinden de boyutlanabilir. Sınıf mücadelesinin gelişimi ve güçler dengesinin değişmesi, bu tür durumları ortaya çıkarabilir. Örneğin; ülkemizde, 12 Eylül öncesi anti-faşist mücadelenin niteliği gereği, belirli oranda kitleleri etkilemesi, sonuçta kitlelerin de taraf olmasını, şu ya da bu oranda -zorunlu savunma temelinde de olsa- mücadeleye katılmasını beraberinde getirdi. Bu durum kitlelerin ekonomik-demokratik talepli mücadelesinin yükselmesinde önemli rol oynamış, yer yer devlet güçleriyle karşı karşıya gelen kitleler, kısmen de olsa bunlara karşı tavır alabilmiştir. Ve o dönem devrimci şiddet eylemleri, kitle hareketleri, oligarşi içi çelişkiler vb. birçok nedene bağlı olarak, devletin belirli bir oranda dejenere olduğu, yıprandığı gözlenen bir olgu olmuştur.
Bu, suni dengenin zayıflamasıdır. O dönemin koşulları gereği kitleler her geçen gün giderek daha fazla bir biçimde ve sayıda devrimciler yanında yer alıyor, olayların içine giriyorlardı. İşte silahlı mücadelenin belirleyiciliğinde çok yönlü etkenler sonucu, sınıf mücadelesinin ivme kazanması, aynı zamanda suni dengeyi de zayıflatıyordu. Nitekim tarihsel ve siyasal olarak çeşitli farlılıklar gösterse de Şili, Pakistan, Haiti vb. ülkelerde, suni dengeyi daha ileri boyutlarda zayıflatan hareketler sözkonusudur.
Çok açık ve net olarak görülüyor ki, 12 Eylül ile birlikte kitleler derin bir suskunluğun içine girmiştir. 8 yıldır bu suskunluk neden sürmektedir? Herhalde bu durum kitlelerin memnuniyetiyle izah edilemez! O halde artan memnuniyetsizlik ile suskunluk arasındaki çelişki, nasıl izah edilecektir? Kitlelerin sesini yükseltmesine veya en azından tepki denilebilecek eylemlere girmesine engel olan nedir? Bu sorulara sadece ''baskı ve sindirme politikası'' diyerek cevap verenler olacaktır elbette. Ama bu cevap, eğer kitleler haklarının gaspına eylemli tepki göstermiş olsaydı, baskıyla bunun sindirilmesi gibi bir gelişim olsaydı yeterli olabilirdi. Oysa kitleler daha baştan olaya sessiz kalmışlardır. Baskı ve sindirme politikasının varlığı bunu izah etmekte yetersizdir.
Suni dengenin maddi temeli, III. Bunalım Dönemi'nde sömürü ve istismar metotlarında emperyalizmin yaptığı değişikliklerdir.
Bu konuda Mahir ÇAYAN şunları söylüyor:
''... yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla -belli ölçülerde pazarın gelişmesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı arttırmıştır.
''Bunun sonucu olarak, geri bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. Emperyalist işgal gizlendiği için (...) halk kitlelerinin milliyetçi tepkileri, gavura allerjisi nötralize olmuştur. Merkezi devlet aygıtı, geçmiş dönemlere kıyasla çok güçlenmiş ve ittifak projeleri, ikili anlaşmalar, askeri pakt ilişkileri ile oligarşik devlet cihazı, devrimci iç savaş dikkate alınarak militarize edilmiştir. (...)
''Ülke içinde pazarın genişlemesine paralel olarak şehirleşme, haberleşme ve, ulaşım çok gelişmiş ve ülkeyi ağ gibi sarmıştır. Eski dönemlerdeki halkın üzerindeki zayıf feodal denetim -emperyalizmin fiili durumu bütün ülke çapında değil ticari merkezlerde ve ana haberleşme yerlerindeydi- yerini, çok daha güçlü oligarşik devlet otoritesine bırakmıştır. Oligarşik devletin ordusu, polisi ve de her çeşit pasifikasyon ve propaganda araçları ülkenin her köşesinde egemenliğini kurmuştur.
''Bütün bunlara, I. ve II. Genel Bunalım Dönemi'ndekilerle kıyaslanmayacak şekilde, bu ülkelerde emperyalizmin ve oligarşinin propaganda araçlarını korkunç seviyeye getirmesini, pasifikasyon yöntemlerini geliştirmesini ve geçmiş dönemlerde milli kurtuluş savaşlarından edindiği tecrübeleri ilave etmek gerekir.
''Artık geri bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini (...) uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur.'' (''Bütün Yazılar'', DEVRİMCİ SOL Yayınları,1979, s. 377-378)
Mahir ÇAYAN'dan aktardığımız bu ifadeler sorunun özünü tüm yönleriyle ortaya koymaktadır. Suni denge, bir bütün olarak yeni-sömürge ülkelerin sosyal, siyasal ve ekonomik özelliklerinin genel bir tablosunu çizen bu sözlerde belirtilen olguların yarattığı bir sonuçtur. Ve dolayısıyla III. Bunalım Dönemi'nde yeni-sömürge ülkelere özgü bir özelliktir.
Burada suni dengenin nedenleri olarak belirtilen sosyal, siyasal ve ekonomik olguların, hiçbirinin diğerinden kopartılarak ele alınmaması, suni dengenin, bunların bütün olarak yarattığı bir unsur olduğunun kavranması önem kazanmaktadır. Bu birbirleriyle iç içe geçmiş sosyal, siyasal ve ekonomik olguları tek tek açarsak:
1-) Emperyalizmin açık işgalinin gizli işgale dönüşmesi ve bunun sonucu
olarak halk kitlelerinin milliyetçi tepkilerinin, ''gavura'' allerjisinin nötralize olması.
2-) Yukarıdan aşağıya çarpık anlamda da olsa kapitalizmin geliştirilmesi, feodalizmin çözülmesi ve pazarın genişlemesi sonucu ortaya çıkan nispi refah olgusunun, görünüşte çelişkileri yumuşatıcı etkisi. (Bu nispi refah görünüştedir.)
3-) Kapitalist gelişmenin sonucu olarak güçlü merkezi devlet otoritesinin ortaya çıkması ve ülkenin en ücra köşelerine kadar denetim kurması.
4-) Emperyalizm ve oligarşinin güçlü ideolojik hegemonya araçlarına sahip olması ve bunların halk kitlelerinin düşüncelerini köreltici etkisi ile, emperyalizmin pasifikasyon yöntemlerinin uygulanmasında kazandığı tecrübe birikimi.
Bunların hepsi de, yeni-sömürge ülkelerde emperyalizme bağımlı çarpık kapitalist gelişmenin bir ürünü ve zorunlu sonucu olan olgulardır. III.bunalım dönemi öncesinin sömürge ülkelerinde görülmemektedir.
II. Bunalım Dönemi'nde yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde, kitleler bir yandan emperyalizmin ülkede fiili varlığı, diğer yandan sömürü, baskı ve zulmün çok acımasız olması, merkezi devletin güçsüzlüğü gibi faktörler sonucu, düzene karşı olan tepkilerini çok açık biçimde gösterebiliyorlardı. Bu da özellikle kırsal kesimlerde kendiliğinden bölgesel halk ayaklanmalarına yol açıyordu. Halk kitleleri yabancıya duyulan allerji ile, emperyalizme ve feodal sömürüye karşı kendiliğinden de olsa silahlı tavır alıyorlardı. III. Bunalım Dönemi'nde emperyalizmin gizli işgal esprisine uygun olarak, halk kitlelerinin karşısına emperyalist ordular yerine, sözde ulusal, bağımsız ordu ve devlet kurumlarının çıkması kitlelerde, orduyu kendi ulusal ordusu görme yanılgısına neden olmuştur. Aynı işlevi görmesine rağmen, kitleler emperyalizmin fiili işgali koşullarında aldığı tavırları, gizli işgali gerçekleştiren ordu ve devlet kurumlarına karşı alamamaktadır. Böylece kitlelerin ''gavura''karşı allerjileri nötralize olmakta, anti-emperyalist tavrı daha pasif düzeyde kalmaktadır.
Bu dönemde, merkezi devlet aygıtının güçlenmesi, ordunun iç savaş örgütlenmesine uygun olarak geliştirilmesi, gelişen kapitalist altyapı nedeniyle oligarşinin ülkenin her tarafını denetim altına alması, ve II. Bunalım Dönemi'ne nazaran olağanüstü gelişen propaganda araçlarıyla, resmi ideolojiyi en geniş kitlelere yayma ve şartlandırma olanaklarına sahip olması; örgütsüz ve idealist düşüncenin etkisinden kurtulamayan kitlelerin gözünde; oligarşik devlet cihazının ''dev gibi güçlü'' ve yenilmez olarak görülmesine neden olmuştur. Düzenden nefret eden, şu veya bu şekilde değişmesi gerektiğine inanan halk, bunu mümkün görmemekte, dev gibi güçlü gördüğü devleti yıkabileceğine, düzen değişikliği sağlayabileceğine inanmamakta, devlete karşı gelme yerine kaderciliği (böyle gelmiş böyle gider) seçmekte, düzenin müsaade ettiği sınırlar dışına çıkmamakta ve düzen alternatiflerine umut bağlamaktadır. Devletin en küçük demokratik kıpırdanışları bile baskı ve zorla ezmesi, kitlelere gücünü her durumda hissettirmesi ve demagojik propagandası da bu durumu pekiştirmektedir. Bırakalım halkı, halkın öncülüğüne soyunan ve barışçıl çalışma tarzını temel alan kimi sol akımların gelişim çizgisi dikkate alınırsa, devletin bu güçlülük imajının kitlelerde nasıl bir psikolojiye neden olduğunu, daha iyi kavrarız.
Hangisini ele alırsak alalım, başlangıçta ne kadar keskin ihtilal naraları atılmış olursa olsun, bunların gelişim çizgisi kabaca şudur: Oligarşinin ağır baskı koşullarında evrim dönemi çalışma tarzını hayata geçirmek ve gelişme imkanı bulamamak, giderek başlangıçtaki ihtilalciliği (teoride ne derlerse desinler) terk ederek pasifizme kaymak ve reformist alternatiflerin kanatları altına sığınarak, herhangi bir burjuva fraksiyonunun kuyruğuna takılmak... Bu nedenle bizim gibi ülkelerde barışçıl çalışma tarzının temel alınması, suni dengeyi zayıflatmak şöyle dursun, daha da pekiştirir. Devletin karşı gelinmezliği, yenilmezliği yanılgısı içinde olan bir halkın; devletin gücü ve saldırıları karşısında sinen, düzen sınırları dışına çıkma cesareti gösteremeyen ''öncü''sünü gördükçe, yenilmezlik, karşı konulmazlık imajının daha da pekişmesinden doğal bir şey olamaz.
Ayrıca bu dönemde çarpık da olsa kapitalist üretim ilişkilerinin ülkeye girmesi, tüketime yönelik hafif ve orta sanayinin geliştirilmesi, eski ağır feodal sömürü ve ilişkilerin yerini, kapitalist ilişkilerin alması ve pazarın genişlemesine paralel olarak; ülkede nispi bir refah oluşmuş, bu da çelişkileri görünüşte yumuşatmıştır. Hafif ve orta sanayinin çevresinde ise, yaygın bir küçük üretim ağı oluşmuştur. Böylece adeta küçük-burjuvalar ülkesi haline gelen yeni-sömürgelerde, bu yaygın küçük-burjuva tabakalar, hem oligarşinin üzerinde durduğu toplumsal tabanı genişletir, hem de pasifizmin maddi dayanaklarını oluşturur.
Bu gelişimin yukarıdan aşağıya gerçekleşmesi, halk kitlelerinde, devletin bahşettiği bir nimet görünümü yaratmış, proletaryanın ve halk kitlelerinin mücadelesi ile iç içe bir kapitalist gelişme olmamıştır.
Kaderci, pasif, edilgen bir kitlenin yaratılmasında; devletin propaganda aygıt ve kurumları dışında, oligarşinin yaygın ve güçlü kitle iletişim araçlarına sahip olması, feodal dönemdeki ilkel yöntemlerle çalışan dini kurumların yerini, binlerce kat daha etkili kurum ve araçların alması ve bunların, kitlelerin bilincini dumura uğratması, düzenin çıkarları doğrultusunda şartlandırıcı etkisi ve ayrıca yabancılaşma, yozluk, dejenerasyon, ahlaki çöküntünün de hesaba katılması gerekir.
Bunlar bütün yeni-sömürge ülkelerde suni denge olgusunu yaratan faktörlerdir. Ve bu faktörlerin tümünün yarattığı bir suni denge, her yeni-sömürge ülkede şu veya bu oranda vardır. Ancak suni denge olgusunu irdelerken, her ülkede bunların nasıl somutlandığı ve suni denge üzerinde etken olan tarihsel, sosyal, ekonomik ve kültürel olgular da ayrı ayrı hesaba katılmalıdır. Eğer her ülke için somut şekilleniş hesaba katılmaz ve düz bir mantıkla hareket edilirse, önemli hatalara düşmek kaçınılmaz olur. Örneğin Latin Amerika ülkelerini ele aldığımızda, bu ülkelerin birçok farklı özellikleriyle karşılaşırız. Özellikle bazı ülkelerde oligarşinin aile yapıları biçiminde oluşması, diğer burjuva katmanların dışlanması, sömürünün daha ilkel, baskının daha yoğun olması, ordunun tümüyle ve açıkça sınıfsal bir zeminde siyasal bir parti gibi hareket etmesi, ordu üst tabakalarının sömürüye daha fazla ortak olması, güçlü merkezi devletlerin III. Bunalım Dönemi'nde henüz yeni oluşturulması, halkın tarihsel olarak isyancı geleneğinin olması, kapitalizmin gelişme seviyesi vb. gibi birçok faktör, suni dengenin zayıf oluşunun doğrudan etkenleridir. Hatta Latin Amerika ülkelerinin çoğunda kabaca var olan bu özellikler, somut olarak tek tek ülkeler bazına indirgediğimizde, çok daha çeşitlenecek ve suni denge de farklılıklar gösterecektir.
Burada suni dengeyi oluşturan etkenlerden biri olan nispi refah olgusunu daha etraflı olarak anlatmayı gerekli görüyoruz. Çünkü bu olgu yeterince kavranamadığı sürece suni denge de anlaşılamayacaktır. Ayrıca THKP-C ve DEVRİMCİ SOL'un düşüncelerine yönelik çarpıtma ve demagojilerin odak noktalarından biri olması nedeniyle bu konu üzerinde geniş olarak durmak istiyoruz.
Suni dengenin dışında, ondan bağımsız bir nispi refah olgusu düşünmek mümkün değildir. Nispi refah, suni dengenin nedenlerinden biridir. Bu anlamda suni denge ile birlikte ele alınıp kavrandığında bir anlam ifade eder. Keza bir siyasi hareket için, sosyal veya iktisadi olgular kitlelerin ruh halinde, bilinç çarpıklığında oynadığı rolle orantılı olarak önem kazanırlar. Amaçsızca, toplumda var olan her şeyi açıklama kaygısıyla hareket etmek, Marksist-Leninistlerin değil, kitlelerin bilinç çarpıklığını gidermek, siyasi gerçekleri açıklamak ve kitlelerle birlikte devrim yapmak diye bir derdi olmayan aydın entellektüellerin veya toplum bilimleri ile uğraşan akademisyenlerin işi olabilir. Bu nedenle sadece ekonomik bir olgu olmanın ötesinde, öznel bir boyutu da olan nispi refah olgusunu ele alırken, birçok ekonomik veri ve istatistikler sıralamak mümkündür, ancak biz, böylesi ayrıntılarla uğraşmayacağız. Esas olarak ekonomik açıdan, yani nesnel boyutuyla sorunun genel çerçevesini çizmekle yetinip, bunun kitlelerde yarattığı psikolojiye ve bilinç çarpıklığına, suni dengenin bütünlüğü içinde değineceğiz.
Ayrıca daha baştan şunu da belirtelim ki, burada özel olarak ele aldığımız nispi refah ve suni denge ilişkisini, daha önce suni dengeyi anlatırken sıraladığımız diğer sosyal, siyasal ve ekonomik koşullardan soyutladığımız gibi bir yanılgıya düşülmemelidir. Burada anlattığımız her şey, onlarla bir bütünlük içerisinde düşünülmeli ve öyle değerlendirilmelidir.
Nedir nispi refah? Bolluk, varlık, rahat içinde yaşama anlamına gelen gerçek bir refah mıdır, yani yoksullukla çelişen bir durum mudur, yoksa başka bir şey mi?
Önceki bölümde aktardığımız alıntıda görüldüğü gibi Mahir ÇAYAN sorunu şöyle koymaktadır:
''(Yeni-sömürgecilik -bn-), öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla izafi olarak -feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla- belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı arttırmıştır.
''Bunun sonucu olarak, geri bıraktırılmış ülke içindeki çelişkiler görünüşte yumuşamış (feodal döneme kıyasla) halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur.'' (Mahir ÇAYAN, age, s. 377-378)
Nispi refah ve suni denge ilişkisinin de ortaya konulduğu bu sözlerde, nispi refahı belirleyen başlıca iki nokta vurgulanmaktadır:
1-) Pazarın genişlemesi ve toplumsal üretimin artması.
2-) Eski sömürgecilik dönemi ile yeni dönemdeki koşulların kıyaslanması.
İşte bu iki nokta nispi refah kavramının muhtevasını oluşturmaktadır. Bunlardan soyut, tek başına kavram olarak refahın ele alınıp tartışılması, havanda su dövmeye benzer. Zaten adı üstünde nispi bir refahtan, yani görece bir refahtan söz edilmektedir. Nispinin anlamı, hem bir kıyaslamayı hem de bir bağımlılığı, koşullanmışlığı içerir. O halde nispi refah deyince, daha baştan neye göre, neyin tarafından koşullanmış bir refahtan söz edildiğine bakmayı zorunlu kılmakta, kavram bunlarla birlikte, yani teorik açılımı içerisinde gerçek muhtevasını bulmaktadır. Açıktır ki, buradaki koşullayan, toplumun ekonomik şekillenişinin kendisidir. Bu da ülkemiz özgülünde çarpık kapitalizmdir. Nispi refah bunlardan soyut olarak ele alındığında hiçbir anlam ifade etmez.
Kapitalizmin kitlelere sunduğu ''refah''ın özünde görece bir refah olduğu, gerçek anlamda refahın ancak sosyalist ülkelerde sözkonusu olduğu genellemesinden hareketle; bu kavramın bizim gibi ülkelerde kazandığı muhteva ile, kapitalist ülkelerde kazandığı muhtevayı özdeşleştirme hatasına düşülmemelidir.
Kapitalist ülkelerde refah, esas olarak sömürge ülkelerden elde edilen kârların bir kısmının kitlelere verilmesi suretiyle sağlanmaktadır. Bu ülkelerde kapitalist ekonominin gösterdiği istikrarsızlık nedeniyle çeşitli dönemlerde azalıp çoğalsa da, bir yandan kapitalizmin köklü bir geçmişi ve güçlülüğü, diğer yandan sermaye ihracı sonucu elde edilen kârların bir bölümünün, işçi sınıfına verilmesi olanağının bulunması sonucu, kapitalizm, kitlelere belirli oranda rahat bir yaşam seviyesi sunabilmektedir. Böyle bir yaşam seviyesinin elde edilmesinde işçi sınıfının mücadelesinin etkisi de unutulmamalıdır.
Yani bu ülkelerde ''refah'' kitlelerin yaşam şartlarını zorlamayan, ortalama rahat bir yaşam standardı sunulmasıyla somutlaşır. Kişi başına düşen ortalama gelir, bizim gibi ülkelerle kıyaslanmayacak düzeyde olduğu gibi, toplumsal gelirin dağılımı da sömürge ülkeler gibi sınıflar arasında derin uçurumlar yaratacak, ve çatışmalara yol açacak kadar dengesiz değildir. örneğin işsizlik bile kitlelerin yaşam şartlarını zorlayıcı bir unsur olmaktan çıkartılmıştır. Bir insan işsiz kaldığında ''işsizlik fonu'', ''yardımlaşma fonu'' gibi olanaklardan yararlanarak yaşamını devam ettirebilmektedir. Bu refah da görece bir refah olmasına rağmen, bir karışıklığa yol açmamak için, biz buna ''burjuva refah'' diyeceğiz. Ülkemiz ve sömürge ülkeler içinse ''nispi refah'' kavramını kullanacağız.
Kapitalist ülkeler için sözünü ettiğimiz burjuva anlamda refah olgusu, bizim gibi ülkeler için geçerli değildir. Çünkü bizim gibi ülkelerde çarpık kapitalist gelişim ve emperyalizme bağımlılık nedeniyle, kapitalizm, kitlelere böyle bir yaşam standardı sunmanın her türlü koşulundan yoksundur.
Kavramın ele alınış biçimine ilişkin yaptığımız bu belirlemeden sonra, tekrar, ülkemizde ''neye göre ve neyin tarafından koşullanmış bir refah'' sorularına dönelim.
''Neye göre?'' sorusunun cevabı, feodalizmin egemen olduğu eski sömürgecilik dönemine göredir. Burada kıyaslamanın feodalizme göre yapılması, kitlelerin yaşamında, belirgin bir değişmeyi ortaya koymamıza olanak sağlamaktadır.
''Neyin tarafından koşullanmış?'' sorusunun cevabı ise, yeni-sömürgecilik ilişkileri içerisinde pazarın genişlemesini ve toplumsal üretimin artması tarafından koşullanmasıdır. Bir başka deyişle, yukarıdan aşağıya feodalizmin belli ölçülerde tasfiyesi, emperyalizme bağımlı tüketim ekonomisine yönelik hafif ve orta sanayinin kurulmasıyla karakterize olan, çarpık kapitalist oluşumdur. Mahir ÇAYAN'ın da birçok yerde nispi refahı hafif ve orta tüketim sanayiinin gelişmesi olgusuyla birlikte ele aldığını görürüz. Bu da kitlelerin yaşamındaki değişimin niteliğini ve seviyesini tayin etmektedir. Yeni-sömürge ülkelerde yukarıdan aşağıya çarpık kapitalizmin gelişmesi ve bununla orantılı olarak feodal ilişkilerin çözülmesi, kitleleri feodal sömürü biçiminin ve yaşam şartlarının dar sınırları dışına çıkarır ve onlara, kapitalist gelişimin zorunlu bazı olanaklarından, kendiliğinden yararlanma olanağı sağlar. Böylece kitleleri bir yandan pazar için üretimin tüketicileri durumuna getirirken, diğer yandan da onların yaşam tarzında değişiklikler yaratır.
Ülkemizde 1950'lerde sonra gelişen sürecin karakteri budur. Bu dönemden itibaren hızla gelişmeye başlayan çarpık kapitalizm, ulaşım, iletişim vb. gibi kendine özgü altyapısını oluştururken, tedrici olarak feodal ilişkilerin de çözülmesini beraberinde getirmiştir. Bir başka deyişle kapitalist pazarı genişletirken, proleterleşme, kentleşme, göç ve gecekondulaşma sürecini başlatmıştır. Bu yıllarda başlayan ve 1965'lerde büyük oranda yoğunlaşan, kırlardan kentlere nüfus akımının, ülkemizde halen önemli ölçüde sürdüğü bilinen bir gerçektir. Yine eskiden sanayi mamulleri ve emperyalist ülkelerden ithal edilen metaların pazarı, belirli merkezlerde sınırlı iken, ulaşımın geliştirilmesiyle giderek ülkenin her yerine rahatlıkla ulaştırılmaya başlanmış, böylece önemli ölçüde geliştirilen hafif ve orta sanayi mamulleri, tüketicinin ayağına götürülebilmiştir. Birçok tüketim maddesi lüks olmaktan çıkmış, daha geniş kitlelerce tüketilmeye başlanmıştır.
Feodalizm ile kapitalizm arasındaki bu mücadele, yeni-sömürge ülkelerde bugün bitmiş bir mücadele değildir. Çarpık kapitalizm lehine sürekli bir değişim ve mücadele sürmektedir. Çünkü emperyalizm güdümünde çarpık gelişen kapitalizm, gerek ekonomik, gerekse siyasal alanda, feodalizmi tamamen tasfiye edebilecek güçte değildir. Feodal ilişkilerin yerini şu veya bu oranda kapitalizmin alması, ülkenin geniş kesimlerinin şu veya bu oranda kapitalist pazara daha çok açılması hep devam eder. Başlangıçtaki hızlı çözülme ve gelişme (ülkemiz özgülünde 1950'ler, yani DP dönemi) ile geçmiş dönem arasındaki fark bu anlamda niceldir. 24 Ocak Kararları'yla burjuvazinin ağzından düşürmediği ve bir kısım solcuları dahi inandırdığı yapı değişikliğinin, bugün açıkça iflas etmiş olması boşuna değildir. 12 Mart'ta olduğu gibi, 12 Eylül'de de gündeme gelen toprak reformu girişimleri ve buna engel olan güçler dikkate alınırsa, tekelci burjuvazi veya kapitalizm lehine yapılmaya çalışılan bu düzenlemelere engel olan güçlerin, hangi güçler olduğu kolayca anlaşılacaktır. Ancak bütün bunlara karşın, gelişmenin yönü daima kapitalizm lehine olmuştur. Ve olmaya devam etmektedir. Bu nedenle ülkemizde kapitalist pazarın genişlemesi durmuş değildir. Anadolu, özellikle kırsal kesim, her gün kapitalist tüketim ekonomisine daha çok açılmaktadır. Örneğin Doğu Karadeniz bölgesinin kırsal kesimlerine elektrik Kürdistan'ın diğer birçok bölgelerine ise yol vb. altyapılar, 12 Eylül sonrası götürülmüştür. Yine uygulamaya konulmuş bulunan GAP, bu konuda yabana atılmayacak kadar önemli bir örnektir. Bütün bunların bir yönünü, kapitalizme yeni tüketim alanlarının açılması oluştururken, diğer yönünü de kitlelerin yaşam tarzında meydana gelen değişmeler oluşturmaktadır.
Bu gelişmeler kitlelerin yaşamında ne tür değişiklikler oluşturmakta, kapitalist gelişme onlara nasıl bir yaşam tarzı sunmaktadır?
Birincisi; feodal dönemde ülke nüfusunun hemen hemen tamamını oluşturan geniş köylü yığınları, mutlak surette toprağa bağımlı olmak zorundadır. Feodalizmin onlara sunduğu tek alternatif, toprakta çalışıp feodal ağaya kölece boyun eğmektir. Bu dar sınırlar dışında başka yaşam olanakları yoktur. Oysa kapitalizm işgücünü serbestleştirip, feodal ağaya karşı mutlak bağımlılık çemberini kırarken; proleterleştirdiği kitlelere görünürde birçok alternatif sunar.
İkincisi; pazar için üretim olan kapitalist üretim, kaçınılmaz olarak kitlelerin tüketimini gözetmek zorundadır. Varlığı ve yaşamı ona bağlıdır. Kapitalizm, feodal döneme ait olan ''bir dilim ekmek, gaz, tuz, hırka...'' gibi bir tüketim kapasitesi ve felsefesiyle yetinemez. Oysa feodal dönemde egemen sınıfların böyle bir derdi yoktur. Üretimi gerçekleştiren köylülere yaşayabileceği kadar ürün bırakması yeterlidir.
Üçüncü olarak; kapitalizmde üretici güçlerin daha ileri olması, kapitalist metaların ülkenin en ücra yerlerine kadar ulaşabilmesi, tüketimin daha geniş bir kitleye yayılmasına olanak sağlar. Ve kitleler kapitalist üretimin nimetlerinden yararlanma olanağı bulur.
Dördüncüsü; gerek pazarın, gerekse kapitalist sanayinin gelişmesi için gerekli altyapının inşası, kitlelere kendiliğinden bunlardan yararlanma olanağı sağlar. Örneğin, kapitalist metaların en önemlilerinden olan elektrikli ev eşyalarının tüketimi için özellikle o yöreye elektriğin girmesi şarttır. Ve bu durum açıktır ki, kitlelerin yaşamında kendiliğinden önemli bir değişiklik yaratır.
İşte bütün bunlar kitleler için yeni bir yaşam tarzının ifadesi olurken, geçim şartlarında da kısmi düzelmeler yaratır. Mahir ÇAYAN'ın, hafif ve orta sanayinin diğer yeni-sömürgelere göre, daha güçlü olduğunu belirttiği ülkemiz özgülünde, kitlelerin geçim şartlarındaki bu değişme, Che GUEVARA'nın ''en az normal sayılabilecek dönemlerde halkın geçim şartlarının başka durumlara nazaran pek o kadar çetin olmaması'' sözlerinde ifadesini bulur. Çarpık kapitalist gelişim ve sömürücü ilişkiler, kitlelerin geçim şartlarında zaten bundan öte bir değişiklik yaratamaz.
Kitlelerin geçim şartlarında görünüşteki düzelmeyi, somut olarak şöyle ifade edebiliriz: II. Bunalım Dönemi'nde yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde yaşanan açlık, yoksulluk had safhadaydı; geniş emekçi kitleler açlıktan ölmemek için büyük çaba sarfediyorlardı. Buna karşın yeni-sömürge ülkelerde, kapitalist gelişim, kitlelerin yaşam tarzında görünüşte de olsa değişiklik yaratmış, onlara yeni umutlar sunmuştur. Örneğin, kitleler yine açtır, fakat artık ''radyosuz'' yapamazlar...
Kitlelerin yaşam tarzındaki ve geçim şartlarındaki bu değişim, nispi refahın nesnel yanını oluşturur. Ama bu, her şeyden önce yaşam tarzındaki değişim olarak algılanmalıdır. Tek başına geçim şartlarındaki ilerleme veya gerilemenin kriter alınması, bizi nispi refahı ücret-fiyat politikalarıyla izah etmeye, dönemsel bir olgu gibi algılamaya götürür ki, bu temelden sakat ve yanlış bir görüştür.
Demek ki nispi refah üretici güçlerin ve pazar ekonomisinin çarpık da olsa gelişmesinin, yani kapitalizmin tüketime yönelik hafif ve orta sanayi ile sömürge ülkelere girmesinin ve pazarın genişlemesinin zorunlu bir sonucu olan, halk kitlelerinin yaşam tarzındaki değişim ile karakterize olur.
Bu noktada nispi refahı kitlelerin geçim şartlarındaki ilerleme veya gerileme ile izah edenler soracaktır: Peki ama diyeceklerdir, bir an kabullensek de, geçim şartlarının gerilediği dönemlerde de mi kitlelerin düzene karşı çelişkilerinde görünürde bir yumuşamanın sürdüğünden söz edeceğiz? Bu nasıl olur? Kuşkusuz yoksullaşma ile nispi refahın ve bunun çelişkileri yumuşatıcı etkisinin bir ilgisi vardır. Ve burada çelişkilerin yumuşaması da mutlak değil görece bir durumdur. Ancak yoksullaşma ile nispi refahı özdeşleştirseydik, metropoller de dahil hiçbir yerde ''refah'' diye bir şeyden söz edemezdik. (Çünkü bu ülkelerde de kitlelerin yaşam düzeyi artma değil, sürekli düşme eğilimindedir.) Çünkü kapitalizmin, kitlelerde yoksullaşma yaratarak geliştiği bilinen bir gerçektir. Kitlelerin düzenle bütün ilişki ve çelişkilerini, sadece sefalet edebiyatı ile açıklayanlar, elbette buna akıl erdiremeyeceklerdir. Yine eğer toplumsal çelişkiler sadece bunlarla koşullu olsaydı, (ya da Afrika'nın açları hâlâ ayaklanmadıkları için) toplum biliminin çoktan altüst olması gerekirdi.
Bu sorunun cevabına geçmeden önce şu noktayı açıklığa kavuşturalım: Burada çelişkilerin görünüşte yumuşaması, kitlelerde düzene karşı memnuniyetsizliğin yok olması anlamında yorumlanamaz. Belirleyici olan kitlelerdeki memnuniyetsizliktir ve bu sürekli vardır. Keza Mahir ÇAYAN da her fırsatta bunu vurgular ve devrim stratejisini bu somut olgu üstüne kurar. O halde çelişkilerin görünüşte yumuşaması, memnuniyetsizlikle bir arada düşünülmediği zaman, hiçbir anlam taşımaz. Bu yumuşama, varolan memnuniyetsizliğin derinleşmesi ve had safhaya varmasına engel olma anlamında bir yumuşamadır. Ve bundan da önemlisi görünüştedir. Zaten ülkemizde gerek nispi refahın, gerekse çelişkileri yumuşatıcı etkisinin izahı onun görünüşte olmasının kavranmasında yatmaktadır.
Bu nasıl olmaktadır?
Birincisi; Türkiye gibi ülkelerde feodalizmin tasfiyesi veya kapitalist pazarın gelişmesi, şu veya bu oranda süreklilik gösterir. Yani bir yandan sömürü ve kitlelerin yoksullaşması alabildiğine artar, toplumsal çelişkiler derinleşir, kitlelerin tahammül sınırı daha çok zorlanır ve memnuniyetsizlik artarken; diğer yandan ise 1950'lere göre ivmesi azalmış olsa da toplumsal değişim süreci devam etmekte, eski feodal ilişkilerin yerini daha çok kapitalist ilişkiler almakta, ülkenin en ücra köşelerine kadar uzanan kapitalist pazar, hacim olarak daha çok genişlemektedir. Çarpık da olsa üretici güçlerin gelişimi, görünüşte halk kitlelerine yeni olanaklar sunan bir gelişme izlenimi yaratmaktadır. Çelişkili bir durumun ortaya çıkmasına neden olan bu görüngü, kitleleri yanıltmakta, onların umudunu körükleyen çelişkileri görünüşte yumuşatmaktadır.
Ancak sorun burada bitmiyor. Daha da önemlisi çarpık kapitalizmin kitlelerin düşünce ve psikolojisinde yaptığı değişikliklerdir. Her yeni gelişme gibi çarpık kapitalizm de, kitlelerin yaşam tarzını sadece maddi açıdan değil, manevi açıdan da değiştirir. Yani onlara kendi karakterini yansıtan yeni bir yaşam felsefesi aşılar. Çelişkilerin görünüşte yumuşamasında, başlıca rol oynayan bu olgu, aynı zamanda nispi refahın gözden kaçırılan öznel yönünü oluşturur. Bu yaşam felsefesinin ayırıcı özellikleri şunlardır: Yaratılan çarpık bir tüketim kültürüyle birlikte, yaşamını devam ettirmek için görünüşte kitlelere ''bir şok alternatif'' sunan kapitalizm, bilinçsiz halk kitlelerinde bu olanaklardan yararlanmayı amaç haline getirir. Öyle değer yargıları oluşturur ki, herşey ''daha iyi yaşamaya'' göre biçimlenmeye başlar ve düzenin sunduğu alternatifler bu umudu canlı tutar. Tüm çaba bu nimetlere erişmek içindir. Feodalizm istese de, kitlelerde böyle umutlar yaratamaz. Çünkü belirttiğimiz gibi, feodalizmde tek alternatif vardır, ''istiyorsan böyle de yaşayabilirsin'' diye kitlelere sunacak başka hiçbir alternatifi yoktur. Toplumu salt ekonomik olarak değil, hukuki olarak da kast sistemi içinde örgütlemiştir. Bu çemberi parçalayan kapitalizm, bilinçsiz halk kesimlerinde üst sınıflara geçme özlemini olağanüstü ölçüde körükler. Bu şartlar altında kitleler ne kadar sömürüldüklerine bakmadan, daha çok çalışıp, bir ailenin daha çok ferdini çalıştırıp, kapitalizmin nimetlerinden yararlanma ve sınıf atlama tutkusuyla, günlük geçim derdi içinde hapsolup kalırlar. Ayrıca kapitalizmin, bizim gibi ülkelerde yarattığı tüketim kültürü, diğer kapitalist ülkelerden çok farklı özellikler gösterir: Her alandaki arabesk, tüketim kültürüne de damgasını vurmuştur. Bilinçsiz bir tüketim tabloya hakimdir. Ve bu, kapitalizm tarafından suni olarak yaratılmaktadır. Kitleler, en temel ihtiyaçları çözümsüz dururken, böyle bir kültür sonucu yaşam seviyelerindeki değişmeyi başka şeylerle ölçer olmuştur. Örneğin Anadolu'nun herhangi bir köşesinde konut sorununu bile çözememiş bir ailenin, kondusunda renkli TV ile karşılaşmak pekala mümkündür.
Nispi refahın suni denge ile bağlantısı, yani çelişkileri görünüşte yumuşatıcı etkisi de burada ortaya çıkar. Neden suni denge dışında bir nispi refah olgusundan söz edemeyeceğimiz de, şimdi daha iyi anlaşılacaktır. Nispi refahın önemli bir yanını oluşturan bu yaşam felsefesi, suni dengenin oluşumunda doğrudan ve kendiliğinden bir rol üstlenir. Burjuvazinin ideolojik şartlandırması da bunu körükler ve pekiştirir. Böylece daha sıkı bir sömürü kıskacına alınan, fakat kapitalizmle birlikte yeni bir tüketim anlayışı ve yaşam felsefesi kazanan kitleler memnuniyetsizlikle birlikte yaşamlarında bir iyileşme olduğu ve bunun düzen sınırları içinde daha da arttırılabileceği gibi bir boş umut beslerler.
Bu durum ülkemizde en somut ifadesini, halk kitlelerinde yaygın olan ''şükür'' edebiyatı ve hemen bununla birlikte gelişen, ne pahasına olursa olsun daha fazla tüketme anlayışında bulur. Bu durum temelini nispi refahtan alan, fakat suni dengeyi oluşturan diğer unsurlar ve en önemlisi de devletin güçlülük imajı ve baskıcı karakteri ile birlikte ele alınması gereken, kaderci bir felsefenin ürünüdür. Daha iyi yaşam koşulları için mücadeleye girdiklerinde, karşılarında böyle bir devleti bulan kitleler, bu mücadeleyi elden bırakmamakla birlikte, kafalarında oluşan yenilmezlik imajı nedeniyle devletle çatışmaya girememekte, böyle bir mücadeleye girmektense, varolanla yetinmekte, çarpık kapitalist gelişmenin yaşam tarzında yarattığı, görünürdeki değişmelere şükretmektedir. Ayrıca kapitalizmin yukarıdan aşağıya gelişmesi de, devletin sunduğu bir nimet olarak algılanmakta, devlet, kitlenin gözünde adeta bir elinde ''sopa'', bir elinde ''havuç'' olan bir dev olarak şekillenmektedir. Devrimci bir müdahale sözkonusu olmazsa örgütsüz, idealist bakış açısıyla olayları değerlendiren ve kapitalizmin şartlandırıcı propagandası altında bulunan kitleler, bu statüden memnun olmamakla birlikte, günlük geçim derdi kaygısıyla ''havuç''u kabul edip haline şükretmektedir.
Çarpık kapitalizmin kitlelerin manevi yaşam tarzında yarattığı değişiklikler, işte kısaca bunlardır. Nispi refah kitlelerin maddi ve manevi yaşam tarzında oluşan bu değişikliklerin bir bütün olarak ifadesidir. Bu nedenledir ki, kitlelerin kapitalizm koşullarında yaşam seviyesinde, ileri doğru bir değişim olmayıp gerileme olsa da, bu yaşam felsefesi kırılmadığı sürece nispi refah, suni dengeyi bütünleyen bir olgu olarak ele alınmak zorundadır. Aksi takdirde kitleler sürekli düzenden yakınırlar, ancak yine de ucu ucuna da olsa bir şeylere sahip olmak için çırpınıp dururlar. Sefaletten sözederler, ama tepkiye, memnuniyetsizliği eyleme dökmeye sıra gelince ''banane''ci bir anlayışla hareket ederler, adeta herkes yaşamını değiştirecek sihirli bir elin beklentisi içindedir. Sınıf atlama özlemi amaçlaşır. Ülkemizin küçük-burjuvalar ülkesi olduğu gerçeğini de göz önüne alırsak, yaşamda çok somut olarak karşımıza çıkan bu anlayışların nedeni, daha iyi anlaşılır. Ülkemizde küçük üretimin yaygınlığı, orta sınıfların güçlülüğü, genelde küçük-burjuva yaşam tarzına güçlü bir özlem doğurmuştur. Sınıf atlama özlemi, bir şeylere sahip olma beklentisi, kitleleri düzen sınırları içine hapseder. Politik olaylara karşı kayıtsızlığı artırır. Birçok davranış biçimlerinin altında insanların özlem ve istemlerinin yattığı bir gerçektir. Böyle olunca, kitlelerde varolan memnuniyetsizliği, doğru araç ve yöntemlerle düzene karşı harekete geçiren bir devrimci alternatif yoksa, düzen partileri rahatlıkla kitleleri yedekleyebilirler. Örneğin '71 sonrası ''düzen değişikliği'' sloganıyla meydana çıkan CHP'nin geniş kitleleri peşinden sürükleyebilmesi, bunun sonucudur.
Nispi refahın öznel yönünü kavrayamayanlar, ya da dikkate almayanlar, onun suni dengeyi tamamlayan bir unsur olduğunu da kavrayamazlar. Nispi refah salt ekonomik bir olguya indirgenemez. Sorun, çarpık kapitalizmin kitlelerde oluşturduğu bilinç yanılgısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle mücadelenin temel hedefini, kitlelerin bu bilinç yanılgısından kurtarılması oluşturmak zorundadır. Kitlelerin, bu düzenin onlara hiçbir şey veremeyeceğini, gerçekte bu talep ve özlemlerine ancak devrimle ulaşabileceklerini, burjuva partilerinin yarattığı sahte düzen değişikliği umutlarının boş bir hayal olduğunu anlamaları ve kavramaları sağlanmalıdır. Bu ise her şeyden önce, kitleleri günlük geçim derdinin dar sınırları dışına çıkarmak, emperyalist yayınların şartlanmışlığından kurtarmak, düzen partilerinin yarattığı sahte umutların gerçek yüzünü açığa çıkarıp, dikkatleri devrimci harekete çekmekle olasıdır. Yani sefalet edebiyatı yapmak değil, kitlelerin memnuniyetsizliğini ön plana çıkarıcı; düzen değişikliği talebine cevap verici ve bu değişikliğin mümkün olduğunu kavratıcı mücadele anlayışıyla hareket edilmeli, bu amaçla silahlı mücadele veren ciddi bir alternatifin varlığı, kitlelerin karşısına somut olarak dikilmelidir. Yani sorun, kitleleri, içine düştükleri yanılgılardan kurtarmanın, sınıf çelişkilerini derinleştirmenin ve mücadeleyi geliştirmenin en uygun metot ve araçlarını bulma sorunudur. Ülkemizde, ''cağız'', ''ceğiz''li sözlere kitlelerin karnı toktur. Türkiye halkları bunlara rağbet etmemektedir. Bu nedenle, revizyonist-pasifist çalışma tarzları, yığınları burjuva partilerinin yedeklemesini engelleyemez, kitlelerin dikkatlerini günlük geçim derdinin dar sınırları dışına çıkarıp, siyasal sorunlara çekecek bir nitelik gösteremez.
Kısaca;
- Suni denge yeni-sömürge ülkelere özgü bir orijinalitedir.
- Suni denge devlet politikasıyla izah edilemez, iradeden bağımsız nesnel bir olgudur. Bu nesnel durum yeni-sömürge ülkelere özgü çarpık kapitalizm, güçlü devlet örgütlenmesi vb. gibi, diğer nesnel olguların, yani yeni-sömürge ülkelerin bir bütün olarak sosyal, siyasal ve ekonomik koşullarının sonucudur. Ama bunda iradi politikaların da fonksiyonu yok değildir. Faşist devlet kitlelerin tepkilerini, muhalefetini tamamen yok sayarak hareket edemez. Ve koşullara göre izlediği politikalarla tepkileri pasifize etmeye, yani suni dengeyi pekiştirmeye çalışır.
- Suni dengeden söz ederken hareket noktamız sürekli milli krizin varlığıdır. Ki, bu da çarpık kapitalist ilişkilerin bir sonucudur.
- II. Bunalım Dönemi sömürge ülkelerinde de egemen sınıflar, zor dışı hegemonya araçlarına sahiptir. Ama toplumun ekonomik, politik, sosyal karakteri, bir bütün olarak milli kriz koşullarında spontane patlamaları engelleyici özelliklere sahip değildir. Kitleler memnuniyetsizliklerini açıkça dile getirmektedirler. Bu nedenle bir suni dengeden söz edilemez. Zaten Marksist-Leninist önderler, özellikle bu farklılığın belirtilmesi noktasında suni dengeyi değerlendirme konusu yapmışlardır.
Emperyalist işgale ve yerli işbirlikçilerinin zor ve baskıya dayanan düzenlerine karşı sürdürülen devrimci mücadele politik bir savaştır. Ve her politik savaş gibi önceden belirlenmiş bir askeri stratejiye sahip olmak zorundadır.
Bir devrimci mücadelenin stratejisi, devrimin başarıya ulaşmak için geçmek zorunda olduğu ara aşamaları, devrimin hangi hedefe yöneldiğini (ülkemizde Anti-Emperyalist, Anti-Oligarşik Halk Devrimi), bu hedefe ulaşma mücadelesinde hangi sınıflara dayandığını belirler ve sınıfları buna uygun bir plan ile düzenler. Tabii ki bir strateji bundan ibaret değildir. Tümüyle bir savaş yönetme sanatıdır. Savaşın yasalarını bulup çıkarmak ve bu yasaları inceleyerek mücadeleye uygulamaktır. Strateji kısa dönemin değil uzun dönemin planlaması, bu uzun dönem boyunca çelişkileri ve çatışmaları belirleyip, onları çözebilecek yöntemleri bulabilmektir.
Bu anlamıyla ele alırsak, her devrimin bir stratejisi olmak zorundadır ve bu strateji ülke özgülünden kaynaklanmalıdır. Ülkenin ekonomik, politik ve sosyal çelişkilerinin tahlilinden kaynaklanmayan, bu çelişkilerin çözüm yollarını göstermeyen stratejiler, başka yerlerden alınmış şablonlardır ve ülke pratiğinde iflas etmeye mahkumdurlar. Bunlar her şey için benzer çözüm yolları öneren, hayattan kopuk ütopyalardır. Oysa hiçbir devrim bir diğerinin kopyası değildir ve olmayacaktır.
Sovyet Devrimi'nin stratejisi, emperyalist dönemde, iç dinamiğiyle gelişen bir kapitalizmin egemen olduğu bir ülkede, Çarlığa ve gericileşen liberal burjuvaziye karşı, işçi-köylü ittifakına dayanan, iki aşamalı (Burjuva Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim) kesintisiz devrimi öngören toplu ayaklanma stratejisidir.
Çin ve Vietnam devrimleri emperyalizm döneminde sömürge ve yarı-sömürge halklarının devriminde zorunlu bir durak olan Halk Savaşı Stratejisi'yle başarıya ulaşmıştır. Emperyalist açık işgalin ''zayıf karnı'' kırları ve bu alanda yaşayan köylüleri temel alan halk savaşı, devrimi sonuna kadar götürecek tek devrimci sınıf olan proletaryanın partisi önderliğinde hayata geçirilmiştir. Başından itibaren silahlı mücadeleye dayanarak emperyalist işgal ve işbirlikçi (feodal bey, komprador burjuvazi) yönetimlere son veren halk savaşının hedefi; kesintisiz biçimde sosyalizme varacak olan Milli Demokratik Devrimdir.
Küba ve Nikaragua devrimlerinin özünde ise, emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'nin getirdiği değişiklikler vardır. Emperyalizmin birer yeni-sömürgesi olan bu ülkelerde devrim, Halk Savaşı Stratejisi'yle gerçekleşmiştir. Ancak bu strateji, Çin, Vietnam halk savaşlarından farklılıklar içeren bir Halk Savaşı Stratejisidir. Bunun özgün biçimlenişi, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'dir.
Emperyalizmin bir yeni-sömürgesi olan Türkiye'de de devrim, tüm ııl. Bunalım Dönemi yeni-sömürgelerinde olduğu gibi, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi temelinde gerçekleşecektir.
Çağımızda toplumsal değişimlerin, devrimlerin objektif şartları vardır. Sorun bu devrimi gerçekleştirecek subjektif şartları yaratabilmek; gelişimin önünde engel teşkil eden kapitalist ilişkileri zor ve baskı temelinde koruyan ve sürdüren siyasal üstyapıyı devirecek örgütlenmeleri ve kitle gücünü yaratıp iktidarı ele geçirmektir.
Bu kitle gücü nasıl yaratılacaktır ve nasıl örgütlenecektir? Kitlelere iktidar mücadelesine katılma yönünde bilinç, nasıl ve hangi yolla verilecektir? Emperyalist dönemde devrimci mücadelenin gündeminde en önemli yeri tutan bu sorun, her devrimde değişik biçim ve yöntemlerle çözülmüştür.
Sovyet Devrimi'nde kitleleri devrim safına çekebilmenin yolu çeşitli barışçıl mücadele biçimleri ile olmuştur. Bunların en önemlilerinden biri de merkezi yayın organıdır. Bu yayın organının sürdürdüğü ajitasyon-propaganda çalışmalarıyla, kitlelerde bir sınıf bilinci, bir devrimci ruh yaratılmış ve bu eksende yaratılan örgütlenme ekonomik, demokratik, siyasi mücadelelerin birikimi vb. sonucu toplu ayaklanma ile eski devlet mekanizması parçalanmış, yerine proletarya diktatörlüğü kurulmuştur.
Çin ve Vietnam devrimleri, MAO'nun ''isyancı ama devrimci değil'' dediği kendiliğinden kitle ayaklanmalarının proletarya partisi önderliğinde iktidara yönelik bir halk savaşına dönüştürülmesiyle başarıya ulaşmıştır. Burada kitlelerin emperyalist işgale ve feodal zulme karşı kendiliğinden ayaklanmaları sözkonusudur. Kitlelerin anti-emperyalist ve anti-feodal anlamda bilinçsiz de olsa bir tepkileri vardır ve yer yer kendiliğinden ayaklanmalar, gündemdedir. Sorun bu tepkileri, kendiliğinden ayaklanmaları, devrimci bir bilinçle donatmak ve doğru hedefe yönlendirmektir. Çin ve Vietnam devrim stratejilerinin temelinde bu vardır.
Emperyalizmin bir yeni-sömürgesi olan ülkemizde devrimci mücadele nasıl bir yol izleyecektir? Kitleler devrim saflarına hangi yöntemlerle kazanılacaktır? Bu sorulara verilecek cevap aynı zamanda, ülkemiz devriminin stratejisinin ne olacağını da ortaya koyar.
Ülkemiz devriminin kendine özgü yolu, uzun süreli bir savaş (Halk Savaşı) ile iktidarın alınmasını içerir. Ancak bu halk savaşı stratejisi, II. Bunalım Dönemi'nin sömürge ve yarı-sömürge halk savaşlarından farklı olarak, başlangıçta silahlı propaganda temelinde şekillenen öncü savaşı ile emekçi kitleleri devrim saflarına çekmeyi hedefleyen bir stratejidir.
Mahir ÇAYAN bu stratejiyi şöyle tanımlar:
''... silahlı propagandayı temel, öteki politik, ekonomik ve demokratik mücadele biçimlerini, bu temel mücadele biçimine tabi olarak ele alan devrimci stratejiye, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir''. (''Bütün Yazılar'', DEVRİMCİ SOL Yayınları, s. 389)
LENİN Emperyalizm adlı kitabında;
''... bir görüngünün birçok bağlantısını hiç kavrayamayan bütün genel tanımlardaki itibari ve göreli değeri'' (Sol Yayınları 1979, s.107)
unutmamak gerektiğine işaret eder. Mahir ÇAYAN'ın tanımı da kısa ve geneldir. Ve ele alınan görüngünün en temel özelliğini vermektedir. Bu durum ve her tanımın ''itibari ve göreli'' değeri göz önüne alınmazsa, yanlış ve uç yorumlara varmak kaçınılmaz olur.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, III. Bunalım Dönemi'nin ilişki ve çelişkilerinden hareketle, Türkiye gibi yeni-sömürge ülkelerin halk savaşı stratejisidir. Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin tanımı da bu özgünlüğü vurgulayan bir tanımdır ve esas olarak farklılığın temel noktasını ele alır. Bu farklılık kitlelerin devrim saflarına çekilmesi noktasındadır.
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, halk savaşının bizim gibi ülkelerde kazandığı muhteva olarak ele alınmazsa, kısırlığa düşmek kaçınılmazdır. Bu kısırlık, ülkemiz koşullarında sürdürülecek halk savaşının II. Bunalım Dönemi halk savaşlarından temel farklılık noktası olan ''kitlelerin devrim saflarına çekilmesi'' sorununda odaklaşmaktadır.
Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Bizim ülkemizde halk savaşı stratejisi nasıl biçimlenecektir?
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin ne olup olmadığını yeterince anlamayan ve yüzeysel değerlendirmelerle yetinenler, sürecin tümünü kavrayamadıklarından, halk savaşını, öncü savaşı ve silahlı propaganda ile sınırlamışlardır.
Bu tip yanlış anlayışlara karşılık Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi isimli broşüründe, DE\/RİMCİ SOL sorunu şöyle ele alıyordu:
''Bu strateji iki ana evreden geçerek tamamlanacaktır. Birinci aşama, kitleleri politize ederek savaşa dahil etmek için proletaryanın savaşçı partisinin, silahlı propagandayı temel alarak yürüttüğü ve düzenli ordular aşamasına kadar sürecek olan öncü savaşıdır.'' (DEVRİMCİ SOL Yayınları,1978, s. 64)
Burada şu soru sorulabilir: Madem ki ülkemizdeki devrim stratejisi halk savaşı stratejisidir, yapılan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi tanımları neden sadece öncü savaşı-silahlı propaganda ile sınırlıdır? Devrim stratejisi bir bütün olarak devrim sürecini kapsamak zorunda değil midir?
Kuşkusuz bir devrim stratejisi, sürecin sadece bir aşamasını değil, devrim sürecinin tümünü kapsamalıdır, tüm süreci açıklayabilmelidir.
Bu nokta THKP-C düşünce ve pratiğine yönelik eleştiri ve özellikle de çarpıtmaların başında gelir. Her tanımın, görüngünün yalnızca temel özelliğini verdiğini, bu görüngünün tüm bağlantılarını kapsamayan bir göreliliğe sahip olduğunu kavrayamayan veya kavramak istemeyenlerin tüm çarpıtmalarının odağı, THKP-C düşüncesinin öncülerle devrim yapmayı savunduğu biçimindedir.
Tüm bu çarpıtmaların temelinde halk savaşı stratejisinin kavranamaması ve halk savaşının ülkemiz koşullarında gerçekleşme biçiminin anlaşılamaması yatar. Bunu anlamanın yolu, halk savaşı stratejisinin genel ve özel tanımlarını kavramaktan geçer.
Halk savaşının genel tanımlamasını Mahir ÇAYAN şu şekilde yapmıştır:
''Halk savaşı politikleşmiş bir askeri savaştır. (...) Bu savaş klasik savaş metoduyla değil, Politikleşmiş Askeri Savaş metoduyla yürütülür. Bu savaşta bütün demokratik ve ekonomik amaçlı hareketler, kitle gösterileri vs. bu politikleşmiş askeri mücadeleye tabidir.'' (Mahir ÇAYAN, ''Bütün Yazılar'', s. 263)
Bu tanım bütün halk savaşlarını kapsayan genel bir tanımdır. Bu formülasyonun yorumunu DEVRİMCİ SOL, THKP-C ve İki Sapma isimli broşüründe yapmıştır:
''Eğer genel olarak halk savaşı stratejisinden bahsedilirse -bu anlamda- Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi halk savaşının bütün sürecini kapsayan bir strateji olur.'' (Ocak 1980, s. 72)
Fakat bu genel tanım; ülkemiz halk savaşını bütünüyle açıklamaz. Çünkü III. Bunalım Dönemi'nin emperyalist ilişki ve sömürü yöntemleri, tüm yeni-sömürgelerde olduğu gibi ülkemizde de ekonomik, siyasal ve sosyal yapıda değişiklikler getirmiştir. Bu değişiklikleri göz önüne almayan bir devrim stratejisinin başarıya ulaşması mümkün değildir.
Bu değişiklikleri tahlil eden Mahir ÇAYAN, buna uygun olarak ülkemizde gerçekleşecek olan halk savaşının özel bir tanımını yapmıştır.
Halk savaşının tüm sürecini açıklamayan bu formülasyon, öz olarak öncü savaşını kapsamakta ve ülkemizdeki halk savaşını, II. Bunalım Dönemi halk savaşlarından ayıran en önemli noktayı ifade etmektedir. Ancak ülkemiz halk savaşının bu tür halk savaşlarından ayrımı bununla sınırlı değildir. Tüm formülasyonlarda olduğu gibi burada da en önemli özellik yani öz verilmiştir. Bu en önemli özelliği belirleyen ekonomik, siyasal ve sosyal sonuçlar ülkemiz halk savaşında başka farklılıklar da yaratmıştır. Bunu M. ÇAYAN'ın çeşitli yazılarında görmek mümkündür. Bu farklılıklardan birisi de Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'nin, kır ve kentlerdeki mücadeleyi, diyalektik bütünlük içinde ele almasıdır.
Bu, bizim gibi yeni-sömürge ülkelerde savaşın yürütülüş biçimini belirleyen bir ilkedir. Ve aynı zamanda mücadelenin çeşitli alanları ve temel sınıflar arasındaki bağlantıyı ortaya koyar.
Önemli farklılıklardan biri de örgütlenmeye ilişkin farklılıktır.
''Devrim stratejisini bu şekilde saptayan bir örgütün örgütsel ilkesi de, bu Leninist çizginin örgütsel ilkesi olan, Politik ve Askeri Liderliğin Birliği ilkesidir.'' (M.ÇAYAN, age, s. 353)
Sorunu daha özlü bir şekilde ifade edecek olursak; bütün halk savaşları Politikleşmiş Askeri Savaş'tır (PAS). Ülkemiz özgülünde silahlı propagandanın temel olmasından dolayı bu strateji, PASS olarak formüle edilmiştir.
PASS, III. Bunalım Dönemi'nde bir yeni-sömürge olan ülkemiz koşullarından hareketle oluşturulmuştur. Ve II. Bunalım Dönemi halk savaşlarından esas olarak aşağıdaki noktalarda farklılıklar içerir:
1- Ülkemiz halk savaşı, silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olduğu bir öncü savaşı aşamasından geçecektir.
2- Ülkemizde halk savaşı, kır ve şehir diyalektik bütünlüğünü öngören Birleşik Devrimci Savaş ilkesine göre sürdürülecektir.
3- Ülkemizde, halk savaşının başında kurtarılmış bölgeler oluşması mümkün değildir.
4- Ülkemiz halk savaşında, temel güçler işçi sınıfı, köylülük ve küçük-burjuvazidir. İşçi sınıfı ve küçük-burjuvazinin devrimde oynayacağı rol, II. Bunalım Dönemi halk savaşlarına kıyasla artmıştır.
5- Ülkemiz halk savaşının örgütsel ilkesi, Politik ve Askeri Liderliğin Birliği ilkesidir.
Bütün bunları tek tek ele alırsak;
Ülkemizde yürütülecek halk savaşı stratejisine (PASS) özgünlüğünü veren; diğer halk savaşlarıyla nitelik farklılığını ortaya koyan olgulardan en önemlisi, silahlı propagandanın temel alındığı bir öncü savaşı aşamasından geçecek olmasıdır.
Öncü savaşı ülkemiz halk savaşının ilk aşamasıdır. II. Bunalım Dönemi halk savaşlarıyla, III.bunalım dönemi halk savaşları arasındaki farklılıklardan birini oluşturan bu aşama, ülkemiz halk savaşı içinde stratejik önemdedir. Bu anlamda öncü savaşı aşamasından geçmeyen, öncü savaşını öngörmeyen bir halk savaşı stratejisinin, ülkemiz koşullarında başarıya ulaşması mümkün değildir.
Emperyalizmin gizli işgalinin sözkonusu olduğu, faşizmin sürekli bir nitelik kazandığı, ''oligarşi ile halkın memnuniyetsizliği ve tepkileri arasında bir suni denge''nin varolduğu koşullarda, kitleleri devrim safına çekebilmek, silahlı propaganda temelinde sürdürülecek bir öncü savaşı ile mümkündür.
Öncü savaşı, kitleleri oligarşinin ideolojik, siyasi etki alanından çekip alacak, oligarşiyi doğrudan hedefleyecek, düzenin tüm gücünün demagoji ve yaygaradan ibaret olduğunu ortaya koyacak, kitleleri günlük geçim derdinin dar sınırlarından kurtarıp köklü çözümler aramaya itecek, oligarşinin karşısında güçlü bir devrimci örgütün varlığını gösterecek, kitlelere hedef gösterip bilinçlendirecek bir mücadele biçimini temel alarak sürdürülecektir. Bu mücadele biçimi silahlı propagandadır.
Öncü savaşı anlayışının çeşitli siyasal akımlar tarafından bir demagoji malzemesi haline getirilmek istendiği de bir gerçektir. Dogmatik, somut koşulları analiz etmekten ve bu temelde strateji ve taktikler üretmekten yoksun olanların öncü savaşının ne olduğunu kavradıkları bile kuşkuludur.
Onlara göre öncü savaşı, ''öncü''lerin savaşıdır. Yani kitleden kopuk üç beş kahramanın emekçi halkı kurtarmak için sürdürdüğü savaştır!
Öncü savaşı halk savaşının bir aşaması, silahlı propaganda temelinde, diğer tüm mücadele biçimlerinin diyalektik bütünlük içinde uygulandığı bir aşamadır. Politik mücadelenin en üst biçimleri de dahil tüm mücadele biçimlerinin birbirine bağlı bir şekilde ele alınması ve uygulanması; sorunu, üç beş kahramanın mücadelesi değil, bir organizasyonun varlığını zorunlu kılan bir mücadele olarak kavramayı gerektirir. Bu organizasyon bir parti veya o fonksiyonu gören bir örgüttür.
Partinin ise üç beş öncüden değil, bir örgütler toplamından oluştuğunu sosyalizmin en yeni öğrencisi bile hemen bilecektir. Parti bir örgütler toplamıdır ve bu örgütler aracılığıyla parti asgari ekonomik, siyasi, askeri bir tabana sahip olmak zorundadır.
Bu anlamda böyle bir örgütlenme ve ilişkilere sahip bir partinin sürdüreceği öncü savaşı da, yığınlardan kopuk üç beş kişinin maceracı eylemleri değil; sosyo-ekonomik yapının doğurduğu sorunlar altında ezilen kitlelerin talepleri doğrultusunda mücadelenin sürdürüldüğü bir aşamadır. Ayrıca devrimci stratejinin doğruluğu veya yanlışlığı, başlangıçta mücadeleye ne kadar insanın katıldığına bakılarak değerlendirilemez.
Öncü savaşına yönelik eleştirilerin ardındaki kafa yapısı, bireysellik ile kitleselliği nitel olarak değil nicel alarak ele alan bir anlayışa sahiptir. Bu yüzden öncü savaşının, mücadele yöntemleri ve taktikleriyle, kitlelerin taleplerini ön plana çıkarmasını, kitleleri bilinçlendirip örgütlemesini değil de, ''öncü'' sözcüğünü ön plana çıkarırlar. Öncü savaşını anlamadıkları için de, buradaki ''öncü'' sözcüğünün ne anlama geldiğini anlamazlar. ''Öncü'' sözcüğü onlara göre birkaç kişidir. Öncü savaşı da bu birkaç kişinin savaşıymış gibi, kaba ve basit değerlendirmeler yaparlar.
Öncü savaşının ülkemiz halk savaşının birinci aşaması olduğu, proletarya partisinin somut talepler etrafında yürüttüğü mücadele ile, kitleleri örgütlendirip bilinçlendirdiği, oligarşinin gözdağı ve yaygaraya dayanan gücünün kof bir güç olduğunun gösterildiği bir aşama olması, bu anlayış sahipleri için hiç önemli değildir. Çünkü onlar, ne ülkenin ekonomik siyasi durumunu, ne kitlelerin içinde bulunduğu sosyal, psikolojik durumu kavrayabilecek durumdadırlar. Görebildikleri tek olgu ''öncü'' sözcüğüdür.
Yine bu anlayış sahiplerince ileri sürülen bir demagoji de, öncü savaşının sürgit silahlı eylem anlamına geldiği yolundadır. Yani öncü savaşı aşaması, öncülerin silahlı propaganda yaparak, kitlelerin gerçeği anlayıp kendilerini izlemelerini bekledikleri aşamadır!
Bu demagojide üstü örtülü iki çarpıtma yapılmaktadır. Birincisi, öncü savaşında yalnızca silahlı propagandanın olduğu, diğer mücadele biçimlerinin reddedildiği çarpıtmasıdır.
İkinci çarpıtma ise, öncü savaşı anlayışının kitleleri sürü yerine koyduğu, öncülerle devrim yapılmak istendiği yalanıdır.
Bu çarpıtmaları tek tek ele alalım:
Öncü savaşı sürgit silahlı eylem midir? Ya da öncü savaşının tek mücadele biçimi silahlı propaganda mıdır? Buna M. ÇAYAN'ın sözleriyle cevap vermek isteriz. Şöyle diyor M. ÇAYAN:
''... silahlı propaganda ve öteki politik kitlevi mücadele biçimlerini diyalektik bir bütün olarak ele alan...'' ( M. ÇAYAN, age, s. 352)
THKP-C ve İki Sapma adlı broşüründe DEVRİMCİ SOL, aynı konuyla ilgili olarak şunları söylüyordu:
''Öncü savaşı; silahlı propagandanın temel olduğu, diğer mücadele biçimleriyle (ekonomik-demokratik-ideolojik ve barışçıl politik mücadele) bütün olarak bir evreyi kucaklar.'' (s. 60-61)
Gerek M. ÇAYAN'dan gerekse de DEVRİMCİ SOL'un yayınlarında ortaya konduğu gibi, silahlı propagandaya tabi olarak sürdürülecek ekonomik-demokratik ve barışçıl politik mücadele biçimleri öncü savaşının olmazsa olmaz koşuludur. Yani öncü savaşı tüm bu mücadele biçimlerinin diyalektik bir bütün olarak ele alınmasıyla sürdürülecek bir mücadele aşamasıdır. THKP-C düşünce ve pratiğinde öncü savaşı anlayışı kabaca bu şekildedir.
Kitlelerin sürü görüldüğü, onlar adına devrim yapılacağı yolundaki ikinci çarpıtmaya gelince; bu konuda söylediklerimizi tekrar mahiyetinde de olsa şunları belirtmemiz gerekiyor:
Öncü savaşı, silahlı propagandanın diğer mücadele biçimleriyle birlikte ele alındığı bir aşamadır. THKP-C düşüncesinde öncülerin silahlı propaganda yaptığı, kitlelerin ise onları seyrettiği, ''günü gelince'' kuzu gibi öncülerini izleyeceği bir öncü savaşı anlayışı, reformist ve oportünistlerin,THKP-C'ye yamamaya çalıştıkları saçmalıklardır. Eğer proletarya partisi her geçen gün kitleleri örgütlemiyor ve bu doğrultuda çeşitli örgütlenmeleri geliştirip savaşı kitlelere mal edemiyorsa, onun yürüttüğü mücadele öncü savaşı değil, fokoculuktur. Kaldı ki, politik kitle mücadelesi, kitlenin fiili olarak mücadelede baştan beri yer alması şartına değil, kitlelerin taleplerine sahip çıkan, onu gündeme getirip, bu temelde örgütlenme şartına bağlıdır. Aksi olsaydı, sınıf mücadelesi bir türlü kitleselleşemezdi.
Sorunun bu kadar açık olması, yıllardır tekrarlanması ve yine de pratikte en güçlü kitleselliğe THKP-C'nin ve onu savunanların sahip olduğu bilinmesine karşın, öncü savaşının kitleleri sürü gördüğü, kitleler adına devrim yapılmaya kalkıldığı biçimindeki iddiaların ciddiye alınır bir yanı yoktur.
Silahlı propaganda biçim olarak bir gerilla savaşıdır. Gerilla savaşı, yenilmiş bir ordunun güçlü düşmana karşı kullandığı veya savaşan orduların düşmanın cephe gerisini yıpratma ve tahrip etme amaçlarına hizmet eden bir askeri taktik olarak gündeme geldiği gibi, çeşitli güçlerin merkezi otoriteye karşı kullandığı mücadele aracı da olabilir.
Marksizm bu askeri savaş taktiğini siyasal mücadelenin bir aracı haline getirmiştir. MAO, yarı-sömürge, yarı-feodal Çin koşullarında gerilla savaşının kaçınılmaz mücadele biçimi olduğunu söylerken, bu taktiğin Çin devrimci savaşında önemini ortaya koyuyordu.
''Gerilla savaşı nedir?'' sorusuna Teorik ve Siyasal Düşünceler'inde şu cevabı veriyor MAO:
''Geri bir ülkede, büyük bir yarı-sömürge ülkede, uzun bir süre boyunca, silahlı düşmanın üstesinden gelmek ve kendi güçlü savunmalarını yaratmak için halk silahlı kuvvetlerinin kaçınılmaz, bu nedenle de en iyi savaşım biçimidir.'' (Bilim ve Sosyalizm Yay. 1977, s.173)
MAO, bu tanımıyla gerilla savaşının yarı-sömürge bir ülkede temel mücadele biçimi olduğunu da vurguluyor.
Gerilla savaşına MAO'daki bakış açısı Vietnam devriminde de egemendir.
''Benimsenen savaş biçimi gerilla savaşıydı'' diyen Vo Nguyen GİAP, Halk Savaşının Askeri Sanatı adlı kitabında gerilla savaşını;
''... güçlü bir şekilde donatılmış ve iyi eğitilmiş olan saldırgan bir orduya karşı koyan, iktisadi bakımdan geri bir ülkenin geniş kitlelerinin savaşı...'' (Yöntem Yay,1979, s. 91 ) olarak tanımlar.
Her iki ülkenin devriminde de temel olan silahlı mücadelenin, gerilla savaşı olarak biçimlenmesinin (düzenli ordular oluşturuluncaya kadar) nedeni, bir askeri taktik olarak koşullara en uygun mücadele biçimi olmasından dolayıdır.
Gerilla savaşının bir mücadele biçimi olarak Çin ve Vietnam gibi ülkelerdeki önemi ve fonksiyonu, MAO'nun ''ayaklanmaları geliştirmek'' sözlerinde ifadesini bulur. Proletarya partisinin önderliğinde yürütülen gerilla savaşı, varolan ayaklanmaları geliştirmek için gündeme getirilen ve bu kendiliğinden ayaklanmaları bilinçli ve örgütlü hale getiren bir muhtevadadır. Bu ülkelerde sürdürülen gerilla savaşı düzenli orduların oluşmasına, cephe savaşlarının tayin edici bir konuma gelmesine kadar, temel mücadele yöntemi olarak önemini korur. Düzenli ordular aşamasında ise cephe savaşlarına bağımlı bir biçimde yürütülür.
Emperyalizmin gizli işgali altında bir yeni-sömürge olan ülkemizde de, gerek kırlarda, gerekse kentlerde sürdürülecek devrimci mücadelenin temel yöntemi, silahlı propaganda adıyla özgünleşen gerilla savaşıdır.
Ancak ülkemizde gerilla savaşının temel alınmasının nedeni, ne onun askeri taktik olarak önemi, ne de ayaklanmaları geliştirici fonksiyonudur. Temel mücadele yönteminin belirlenmesinde bu etkenler de sözkonusu olmakla birlikte asıl neden, gerilla savaşının ülkemiz koşullarında kazandığı politik önemdir.
M. ÇAYAN'ın aşağıdaki sözleri bu farklılığı çok güzel ifade eder:
''Gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak yürütülmesine yani, politik kitle mücadelesi olarak ele alınmasına Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi denir.'' (M. ÇAYAN, age, s. 353)
DEVRİMCİ SOL Dergisi'nin Mart 1980 tarihli I. sayısında ise, ülkemiz koşullarında sürdürülecek gerilla savaşı şöyle izah ediliyordu:
''İç savaşın öncü savaşı biçiminde gelişmesi, yani gerilla savaşının, iktidara yönelik olarak sürekli, siyasi gerçekleri açıklayan, halkı devrim saflarına çeken ve mevcut devrimci durumu daha da derinleştiren bir muhtevada olması demektir.'' (s.13)
Her iki tespitte de görüldüğü gibi, ülkemizde silahlı propaganda olarak biçimlenen gerilla savaşı klasik halk savaşlarındaki gerilla savaşlarından politik içeriğiyle farklılıklar taşır. Bu farklılıkları kabaca özetlersek:
1- Silahlı propaganda siyasi gerçekleri açıklayan politik kitlevi bir mücadele aracıdır.
2- Halkı devrim saflarına çeken, örgütleyen bir mücadele aracıdır.
Bu noktaları biraz açmaya çalışalım:
Mahir ÇAYAN'ın deyimiyle ''silahlı propaganda, askeri değil politik mücadeledir. Ferdi değil, kitlevi mücadele biçimidir. (...) Bireysel terörizmden amaç ve biçim olarak farklıdır.'' (M.ÇAYAN, age, s. 387)
Ülkemizin öncü savaşı aşamasında, politik mücadelenin en üst biçimi olarak silahlı propagandanın temel alınması, III. Bunalım Dönemi'nin bir yeni-sömürgesi olan ülkemiz koşullarının, somut tahlilinin bir ürünüdür. Böyle bir mücadele biçiminin III. Bunalım Dönemi'nden önce görülmemiş olması, bu mücadele biçiminin Marksizmde yerinin olmadığı anlamına gelmez. LENİN'in de Gerilla Savaşı makalesinde belirttiği gibi;
''İktisadi evrimin değişik aşamalarında, siyasal, ulusal, kültürel canlı koşullardaki değişmelere bağlı olarak değişik mücadele biçimleri ortaya çıkar, bunlar başlıca çarpışma biçimleri olurlar; bununla ilgili olarak ikinci derecede, tamamlayıcı mücadele biçimleri de değişir.'' (''Gerilla Savaşı ve Marksizm'', Pomeroy, s. 93)
Bu doğrultuda ele alındığında III. Bunalım Dönemi'nin getirdiği ilişki ve çelişkilerin sonucu olarak, silahlı propaganda, yeni-sömürge ülke devrimlerinin öncü savaşı aşamasının temel mücadele biçimi olarak ön plana çıkmıştır. Küba ve Nikaragua Devrimleri bu mücadele biçiminin hayata geçirildiği ve doğruluğunun kanıtlandığı devrimler olarak bugün tarihe geçmiş durumdadır.
Politik mücadelenin hedeflerinden biri olan siyasi gerçekleri açıklamak, bizim gibi ülkelerde, politik mücadelenin en üst biçimi olan silahlı mücadele yöntemleriyle yapılabilir. Bunun en etkili biçimi silahlı propagandadır. Çünkü ülke emperyalizmin işgali altındadır; demokratik hak ve özgürlükler oldukça kısıtlı ve kullanılmaz durumdadır, en ufak bir demokratik kıpırdanış faşist yönetimin baskı ve zoruyla ezilmektedir.
Bu koşullarda siyasi gerçekleri açıklamanın, kitlelerin taleplerini yansıtıp bu taleplere çözümler üretmenin ve kitleleri bu çözümler etrafında örgütlemenin temel yolu silahlı propagandadır.
Bugün halkımız, emperyalizmin ülkemiz üzerindeki etkisini ve bağımlılığımızı farketse de, emperyalist kültür bombardımanıyla, işgalin varlığını benimser duruma getirilmek istenmektedir. Anti-komünist teorilerle yaratılan umacılar ve emperyalist tüketim kültürü hep buna hizmet etmektedir. Özellikle 1970 ve 12 Eylül 1980 sonrası süreç, emperyalizmin bu konuda oldukça büyük adımlar attığı bir süreçtir. Ulusal bilinç köreltilirken emperyalist işgal ve sömürü, ''karşılıklı çıkar ilişkilerinin'' görünümüne sokulmuştur. Emperyalistlerle kurulan sömürü ilişkilerini reddeden ve bu ilişkilerin kesilmesini öngören ulusal bilinç, ne satarsan kârdır anlayışına dönüştürülmüştür.
Ekonomik istikrarsızlık; vurgunculuk, dolandırıcılık; çarpık tüketim kültürü ile birleşerek, düzene karşı çıkışın yerine kendini kurtarma, köşeyi dönme felsefelerini geçer akçe haline getirmiştir. Namus, onur gibi kavramlar, bireysel kurtuluşlara kurban edilmiştir. Çünkü sistem sürekli bunları körüklemekte, kafa yapılarını ilkokuldan itibaren buna göre koşullandırmaktadır. ''Gemisini kurtaran kaptan'' ve ''her koyun kendi bacağından asılır'' anlayışı egemen anlayıştır.
Diğer yandan yüzyılların birikimi ve sürekli faşizmin baskı, şiddet ve gözdağı politikaları halktaki memnuniyetsizliği dengelemekte, ''devlet güçlüdür'' anlayışı, halkı politik pasiflik içinde bir kaderciliğe itmekte, depolitizasyon körüklenmektedir. Düzenin haksızlık ve baskıları karşısında ''sineye çekme'', ''böyle gelmiş böyle gider'' anlayışı güçlenmektedir. 1970'lerden itibaren yaşanan 12 Mart, 12 Eylül gibi cuntalar, oligarşi ile halkın düzene karşı memnuniyetsizliği ve tepkileri arasındaki suni dengeyi güçlendirmiş, baskı ve sömürü karşısında kaderci bir kabullenmeyi egemen kılmıştır.
Tüm bunlardan dolayı bugün silahlı propagandanın koşulları 1970 öncesine kıyasla daha çok olgunlaşmış, silahlı propagandanın vazgeçilmezliği açık ve net olarak kendini dayatmıştır.
Emperyalist işgali, düzenin pisliklerini ortaya serecek, oligarşinin zoru ve baskısı karşısında devrimci mücadele hattını gösterecek, oligarşinin politikalarını deşifre edecek, halkın tepkilerini dile getirecek, kitlelere hedef gösterip onları bu hedefe yöneltecek bir bilinç ve örgütlülüğe kavuşturacak olan politik mücadelenin en üst biçimi, silahlı propagandadır.
Daha önce, silahlı propagandanın diğer mücadele biçimleriyle diyalektik bir ilişki içinde olacağını, olması gerektiğini belirtmiştik. Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı, tüm demagojilere karşın, her şeye silahın ucundan bakılmadığıdır. Elbetteki Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesi silahlı mücadeleye dayanacaktır, ama tek başına silahlı mücadele Türkiye halklarının devrimci mücadelesini zafere ulaştıramaz. Silahlı mücadele diğer mücadele biçimleriyle bütünleşmelidir.
Silahlı propagandanın diğer tüm mücadele biçimlerini belirlemesi; silahlı mücadele olmazsa ekonomik, demokratik, ideolojik ve diğer politik mücadele biçimlerinin yürütülemeyeceği biçiminde kavranamaz. Subjektif nedenlerle, silahlı mücadelenin üst boyutlarda yürütülemediği koşullarda zorunlu olarak bu tür mücadele biçimleri ön plana çıkar ve bu sürece PASS perspektifiyle yaklaşılarak subjektif eksiklikler giderilmeye çalışılır.
Mücadelenin izleyeceği hat, tüm alanlardaki mücadele ve örgütlülük düzeyine göre belirlenir. Belirlenen bu hatta silahlı propaganda en üst ve etkili politik mücadele olarak gündeme gelir. Diğer mücadele biçimleri de bu üst mücadele biçimine göre şekillenirler ve giderek yoğunlaşırlar. Bu, tüm alanlarda ileri bir adımın atılması demektir. İleri doğru atılan her adım yeni görevler, yeni örgütlenmeler, yeni alanlar yaratır. Silahlı propagandanın belirleyiciliğinde mücadelenin düzeyi yükselir. Devrimci Hareket halk kitlelerini etkiler, düzene alternatif olduğunu gösterir ve siyasal gündemi belirler veya önemli bir odağı olur.
Ancak bu süreçte ajitasyon ve propaganda faaliyeti, küçük-burjuva kesimlerin karikatürize ettiği gibi silahlı propagandanın ardından bir suskunluk ve daha sonra, yapılan eylemlerin propagandası olarak anlaşılamaz.
THKP-C düşüncesini çarpıtmak isteyenlerle, bu çarpık düşünceleri THKP-C adına savunanların hareket noktaları özde aynıdır. Her ikisi de silahlı propagandayı sadece silahlı eylem olarak ele alır. Siyasi çalışmadan anladıkları ise, bu silahlı eylemlerin propagandasıdır. THKP-C dışındaki sol, silahlı propaganda anlayışını bu şekilde ele alıp eleştirirken, THKP-C'nin fokocu yorumcuları da silahlı propagandayı bu şekilde anlayıp uygulamaya çalışırlar. Onlara göre salt askeri eylem düzeyinde değerlendirdikleri silahlı propaganda her şeyi çözen sihirli bir değnektir.
Gerilla savaşının bir biçimi olan silahlı propagandaya tek başına böyle bir misyon yüklenemez. Silahlı propaganda diğer mücadele biçimleriyle bütünleşerek, kitlelerle ve kitlelerin talepleriyle kaynaşabildiği oranda temel mücadele yöntemi olma işlevini yerine getirebilir ve PASS içinde anlam bulur. Tek başına ele alındığında birer silahlı eylem olmaktan öte bir misyona sahip olamaz.
Yanlış anlayışların doğal bir sonucu da, örgütlenme konusunda ortaya çıkan çarpıklıklardır. THKP-C dışındaki sol, PASS örgütlenmesini salt askeri örgütlenme, silahlı propagandayı yürütecek hücre örgütlenmeleri olarak göstermek eğilimindeyken; THKP-C'nin kimi fokocu yorumcuları da bu anlayışa uygun olarak, örgütlenmelerini silahlı propagandayı yürütecek hücre örgütlenmeleri düzeyinde ele alıp karikatürize etmişler ve bu anlayışa prim vermişlerdir.
PASS örgütlenmesi politik-askeri niteliklidir. Ve bu örgütlenmeler ekonomik-demokratik, ideolojik, politik mücadelenin barışçıl ve barışçıl olmayan biçimlerini bulundukları alana özgü şekilde biçimlendirerek hayata geçirirler.
Öncü savaşı aşamasında parti örgütlenmesi bu doğrultuda biçimlenecektir. Çeşitli öznel ve nesnel koşullarda genel bakışımızı belirlememekle birlikte, hayatın dayattığı ihtiyaçlara göre çok değişik örgüt biçimleri de gündeme gelecektir.
Öncü savaşı aşamasında bu şekilde biçimlenen örgütlenme geliştikçe, elbetteki, kimi değişiklikler içerecektir, içermek zorundadır. Partinin giderek kitleselleşmesinin, bir askeri örgütlenmeyi zorunlu kıldığı bu aşamayı daha sonra ele alacağız.
Ülkemiz halk savaşının Çin ve Vietnam gibi ülkelerdeki halk savaşlarından farklılıklar göstereceğini ve bu farklılıklardan birinin de Birleşik Devrimci Savaş ilkesi olduğunu belirtmiştik.
Ülkemiz halk savaşının stratejik çizgisindeki bu farklılık, kır ve şehirlerdeki gerilla savaşı ile, diğer tüm mücadele biçimlerinin diyalektik bir bütünlük içerisinde ele alınması gerektiği, DEVRİMCİ SOL'un çeşitli yayınlarında savunulmuştur. Örneğin THKP-C ve İki Sapma isimli broşürde, Birleşik Devrimci Savaş'ın o günkü koşullarda alacağı biçim şu şekilde açıklanmıştır:
''... devrimciler zaman geçirmeden şehir-kır diyalektik bütünlüğü perspektifiyle, tüm eksik ve deneysizliklerini gidererek bu tür bir örgütlenmeye hız vermelidir.'' (DEVRİMCİ SOL Yay. Ocak 1980, s. 99)
1983 Ocak ayında yayınlanan Hareketimizin Gelişimi ve Devrimci Mücadele isimli broşürde ise aynı konuda şöyle denilmektedir:
''... savaş (...) bugünkü aşamada şehirler ağırlıkta olmak kaydıyla, kırlarda ve Şehirlerde Birleşik Devrimci Savaş perspektifiyle sürmelidir.
''Düşmanla savaş şehirlerde ve kırlarda gelişecek şekilde yetkinleştirilmeli, mücadele bu alanlarda bugünden yarını hedefler tarzda yaygınlaştırılmalıdır. Sadece şehirlere veya kırlara sıkışmış bir hareketin günümüz koşullarında başarı şansı yoktur.''
Görüldüğü gibi Birleşik Devrimci Savaş anlayışımızın temelinde, kentlerin, kırların temel alan olmasına rağmen kazandığı önem yatmaktadır. Bu anlayışımızın doğruluğu, bugün somut bir olgu olan Filipinler'deki mücadelede yaşanmaktadır. Filipinler'deki devrimciler bu birlikteliğin yetkin kılınmaması sonucu devrimci bir momenti kaçırdılar. Örneğin MARCOS'un yıkılışı sürecinde Filipin Komünist Partisi (Yeni Halk Ordusu) bu ortamı değerlendiremedi. Kırsal alanlardaki gelişkinliğine karşın kentlerde doğru bir politika ile kitleleri seferber edemedi.
Çin ve Vietnam gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin halk savaşlarında temel mücadele alanı kırlar olmuştur. Şehirlerdeki mücadelenin rolü ise kırlardaki mücadeleyi destekleyici bir muhtevadadır.
II. Bunalım Dönemi'nin yarı-sömürge, yarı-feodal ülke halk savaşlarının bu şekilde biçimlenişi, emperyalizmin işgal biçimi ve bu ülkelerin içinde bulundukları ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların bir ürünüdür.
Bu ülkelerde emperyalizmin açık işgali sözkonusudur. Büyük şehirlerde ve ulaştırma merkezlerinde emperyalizmin fiili askeri denetimi bu işgalin belirleyici özelliğidir. Bunun dışında geniş kırlık alanlarda emperyalizmin fiili denetimi sözkonusu değildir. Ve ''kırlar emperyalizmin zayıf karnıdır.''
Diğer yandan ülke feodal ilişkilerin belirleyici olduğu bir sosyo-ekonomik yapıdadır. Kırsal kesimde yoğun bir feodal sömürü egemendir ve bir köleden farkı olmayan yoksul köylülerin kendiliğinden ayaklanmaları gündemi sürekli işgal eden bir olgudur.
Feodal ilişkilerin bu yaygınlığı ve gücü karşısında kapitalist üretim yok denecek bir düzeydedir. Bu ülkelerde kapitalizmin gelişememesinin doğal sonucu ise, nicel ve nitel olarak oldukça zayıf bir proletaryadır.
İşte tüm bu nedenlerden dolayı II. Bunalım Dönemi'nin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerinde halk savaşının temel mücadele alanı kırlardır. Temel sınıf ise buna bağlı olarak köylülerdir.
Ülkemiz gibi yeni-sömürge olan ülkelerde verilecek halk savaşlarında ise durum biraz daha değişiktir. Birleşik Devrimci Savaş ilkesinin temelleri de yukarıda belirttiğimiz gibi, III. Bunalım Dönemi'nin yarattığı ilişki ve çelişkilerdedir.
Önceki bölümlerde ve savunmamızın çeşitli yerlerinde açıklamaya çalıştığımız gibi, bir yeni-sömürge olan Türkiye'nin ekonomik, siyasi, sosyal yapısı konumuz açısından aşağıdaki değişiklikleri doğurmuştur.
- Şehirler kadar olmasa da kırlarda da oligarşinin güçlü bir yönetim ağı vardır. Feodal ilişkilerin büyük oranda çözülmesi sonucu, egemen güçler bu alanlara tüm kurumlarıyla yerleşmiş ve baskı güçlerini oluşturmuşlardır. Bu denetim baskı, gözdağı ile sürmektedir.
- Feodalizmin altyapıda tasfiyesinde oldukça büyük adımlar atılmış ve yoğun bir feodal sömürüden söz edilemez hale gelmiştir. Feodalizm kalıntı halinde varlığını sürdürmektedir.
- Kırsal kesimde çoğunluğu oluşturan köylülüğün yapısı ağırlıkla küçük-burjuvadır ve kendiliğinden ayaklanmalar sözkonusu değildir.
Diğer yandan;
- Ülkede yukarıdan aşağı geliştirilmiş çarpık bir kapitalizm vardır ve bu egemen üretim tarzıdır.
- Kapitalizmin hafif ve orta düzeyde dışa bağımlı bir sanayi yaratması, ülkede proletaryanın çoğalıp gelişmesini getirmiştir.
- Yine kapitalizmin gelişmesi köyden kente göç olgusunu hızlandırmış, kentleşmeyi artırmıştır.
- Bizim gibi ülkelerde kapitalist ilişkilerin gelişimi, temel güçler, temel alanlar, savaşın sürdürülüş biçimi vb. konularda kır ve kent açısından II. Bunalım Dönemi'nin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerine göre çeşitli farklılıklar getirmiştir. Kentler, ekonomik, sosyal yapısıyla barındırdığı sınıfsal çelişkilerle devrimci mücadelenin gelişiminde, geçmişe kıyasla daha önemli bir rol oynamaya başlamıştır. Devrimci hareketin kentlerdeki bu gelişim karşısında duyarsız kalması ve mücadeleyi kırsal alanlara hapsetmesi düşünülemez. İşte PASS'nin Birleşik Devrimci Savaş esprisi içerisinde yürütülmesi, ülke koşullarının tahlilinden yola çıkarak, kentlerin bu durumunu değerlendiren bir bakış açısıdır.
Buraya kadar söylediklerimizden bizim ülkemizdeki devrimci mücadelenin temel alanının şehirler olacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Böyle bir sonuç çıkarmak, sömürge, yarı ve yeni-sömürge devrimlerini ve halk savaşlarını kavrayamamakla eş anlamlıdır.
Şehirlerin temel alınması, ancak emperyalist işgalin sözkonusu olmadığı, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ve buna bağlı olarak nicel ve nitel anlamda güçlü bir proletaryanın var olduğu ülke devrimlerinde sözkonusu olabilir. Bunun en büyük örneği de 1917 Ekim Sovyet Devrimi'dir. Şehirleri temel alan bir mücadele süreci sonucunda, toplu bir ayaklanmayla iktidarın ele geçirilmesine dayanan Sovyet Devrimi, şehirlerin temel alındığı devrim stratejilerine iyi bir örnektir.
Şehirler, yukarıda belirttiğimiz gibi, toplu ayaklanmayı öngören bir devrim stratejisinin temel mücadele alanıdır. Bizim ülkemiz ise halk savaşının zorunlu durak olduğu bir yeni-sömürgedir ve tüm halk savaşlarında olduğu gibi ülkemizde de, halk savaşının temel alanı kırlardır. Ancak kırların temel alan olması, açıklamaya çalıştığımız Birleşik Devrimci Savaş esprisi içinde kavranmalı, kır-şehir diyalektik bütünlüğü içinde değerlendirilmelidir. Bu konu THKP-C ve İki Sapma isimli broşürde DEVRİMCİ SOL tarafından şu şekilde açıklanmıştır:
''Şehir kır diyalektik bütünlüğü içerisinde kırsal alanlar temeldir. Şehirlerin kırlara göre nispi bir gelişme göstermesi kırların temel olma özelliğini kaybetmez.'' (age, s. 98)
Görüldüğü gibi kırların temel olması, ancak kır-şehir diyalektik bütünlüğü içerisinde bir anlam kazanacaktır. Şehirlerin giderek önem kazandığı, proletaryanın nicel ve nitel anlamda gelişip güçlenmeye başladığı bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olan ülkemizi, Çin ve Vietnam gibi ülkelerle aynı düzeyde değerlendirmek ve bu ülke devrimlerini şablonlaştırıp aynısını ülkemize uygulamaya kalkmak, devrimci bir hareketin izleyeceği yol olamaz.
Bugün yeni-sömürge ülkelerde ortaya çıkan gelişmeler ve bunun doğurduğu ekonomik, sosyal, siyasal özellikler nedeniyle kırlar, ll. Bunalım Dönemi'nin halk savaşlarına göre daha fazla merkezi otoritenin denetimindedir. Kentlerde ise devrimci mücadelenin değerlendirmesi gereken yeni gelişmeler ve olanaklar ortaya çıkmıştır. Devrimci bir hareket kırlardaki bu dezavantajlı durumu, kentlerde ortaya çıkan yeni durumu iyi değerlendirerek giderme yoluna gitmek zorundadır.
Nitekim bugün dünyada yeni-sömürge ülkelerde iktidar mücadelesi veren devrimci hareketlerin birçoğu bu gerçeği farketmiş ve halk savaşı stratejilerinde şehirlerin kazandığı önemi vurgulamak gereğini hissetmişlerdir. Bunlardan, devrimci mücadelenin zaferle sonuçlandığı Nikaragua somut bir örnektir. Nikaragua, Devrimin Stratejisi adlı kitapta devrimin önderlerinden Humberto ORTEGA şöyle diyor:
''Deneyimlerimiz göstermiştir ki, kent ve kırdaki mücadeleleri birleştirmek mümkündür.'' (Bibliotek Yay.1987, s. 86)
Bu sözler zafere ulaşmış devrimcilerin ağzından, Birleşik Devrimci Savaş ilkesinin doğruluğunu kanıtlayan sözlerdir.
Kentlerin giderek artan bir öneme sahip olması ve halk savaşının Birleşik Devrimci savaş perspektifiyle sürdürülmesi, ülkemizdeki mücadelenin oldukça zengin bir muhtevada gelişmesini getirecektir.
Bu zenginlik öncelikle kendini kentlerde gösterecektir. Kentler düşmana darbeler vuran kitlelerin çeşitli mücadele ve örgütlenme biçimleriyle, iktidara yönelik bir hareketlilik içinde olduğu mücadele alanları haline gelecektir. Çin ve Vietnam halk savaşlarında daha çok lojistik ikmal merkezi ve kırlardaki mücadeleyi destekleyici bir konumla sınırlandırılan kentlerin rolü; günümüzde kendine özgü sorunları etrafındaki mücadele ile kırlardaki mücadelenin tamamlayıcısı olarak önemli bir içerik kazanmıştır.
Birleşik Devrimci Savaş ilkesine bağlı olarak, kırlarda olduğu gibi kentlerde de temel mücadele biçimi silahlı mücadeledir (Öncü savaşı aşamasında silahlı propaganda). Silahlı mücadele temelinde sürdürülen devrimci mücadele, en dar kadro hareketinden en geniş kitle hareketlerine; politik mücadelenin çeşitli biçimlerinden (barışçıl ve silahlı) ekonomik-demokratik mücadele biçimlerine kadar varan bir zenginlik kazanmak zorundadır. Böyle bir zenginlik, devrimci mücadelenin kentlerde de kalıcı örgütlenmeler, mevziler yaratmasını getirecektir.
II.Bunalım Dönemi halk savaşlarında önemli noktalardan biri, savaşın başından beri varolan kurtarılmış bölgelerdir. Kurtarılmış bölgelerin temelinde, emperyalist işgal, yarı-feodal yapı ve feodal mütegallibeye karşı kendiliğinden köylü ayaklanmaları vardır. Devrimci örgütler bu kurtarılmış bölgeleri genişletmek, yaymak ve varolanlarda devrimci bir işleyiş oluşturarak halk savaşlarının temel üslerini kurmak göreviyle yükümlüdürler. MAO'nun kurtarılmış bölgeleri ''kızıl siyasi üsler'', ''kızıl siyasi iktidar'' gibi kavramlarla nitelemesi, Çin halk savaşında kurtarılmış bölgelerin taşıdığı büyük önemi ifade eder.
Kurtarılmış bölgeler, bu tür halk savaşlarında emperyalist işgale, feodal egemenliğe son verilerek devrimci bir yönetim mekanizmasının kurulduğu, siyasi, askeri merkezlerdir. Halk iktidarının nüveleri, halk ordusunun çekirdeği bu merkezlerde oluşturulur, geliştirilir.
Ülkemizde ise halk savaşının başından itibaren bu şekilde kurtarılmış bölgeler olmayacaktır. Emperyalizmin gizli işgali, oligarşinin en ücra köşelerine kadar uzanan güçlü denetim ağı ve kitlelerdeki politik pasiflik vb. nedeniyle kendiliğinden ayaklanmaların gündeme gelmemesi, Çin, Vietnam halk savaşlarındakine benzer şekilde, kurtarılmış bölgelerin savaşın başından itibaren kurulmasını engelleyen en önemli faktörlerdir.
Savaşın başından itibaren olmayan kurtarılmış bölgeler, savaşın ileri aşamalarında kendine özgü biçimlerde gündeme gelecektir. Savaşın sürdürülüş biçimi ve emperyalist işgalin aldığı yeni biçim nedeniyle, kurtarılmış bölgeler sorununa bugünden yarına gerçekleşebilir gözüyle bakmamak gerekiyor.
Bir bölgenin tamamen devrimcilerin denetiminde olması ve her türlü örgütlenmenin hayata geçirilip halkın sosyal, siyasal, ekonomik yaşamının, yeniden biçimlendirildiği kurtarılmış bölgeler, ancak savaşın düzenli ordular aşamasında ve devrimci ordunun belli bir güç olduğu koşullarda ortaya çıkabilecek bir olgudur.
Kurtarılmış bölgeler, politik olarak güçlü olduğumuz, askeri açıdan da savunabileceğimiz dönemde gündeme gelecektir. Bu aşamadan önce kurtarılmış bölgelerden söz etmek hayalciliktir, şablonculuktur.
Hele partileşme sürecindeki bir hareketin bunu şehirlerde yaptığını iddia etmesi, kelimenin gerçek anlamı ile saçmalıktır.12 Eylül öncesi Devrimci Hareketin yoksul halkın oturduğu mahallelerde kazandığı etkinlik ve yarattığı örgütlenmelerin, burjuva basınında ve oligarşinin açıklamalarında ''kurtarılmış bölgeler'' olarak sunulması demagojiden başka bir şey değildir. DEVRİMCİ SOL hiçbir zaman bu tip bölgelere ''kurtarılmış'' gözüyle bakmamıştır. Bu bölgelerin, mahallelerin bu aşamada ''kurtarılması'' düşünülemez de zaten. Varolan, o bölgelerde, mahallelerdeki mücadele ve örgütlenmedir ve bunların diğer mücadele alanlarına ve bölgelere göre daha ileri bir aşamada olmasıdır.
Bir stratejinin en önemli konularından biri de, devrimci mücadelede yer alacak sınıfları, üstlenecekleri role bağlı olarak mevzilendirmesidir. Sınıfların mevzilendirilmesi en kaba tanımıyla devrimin temel ve önder sınıflarını tespit etmektir. Bugüne kadar gerçekleşen bütün devrimlerin başarısında, önemli bir etken olan sınıfların mevzilendirilmesi ülkemiz koşullarında nasıl biçimlenecektir?
Türkiye devriminin temel sınıfları; işçi sınıfı, köylülük ve küçük-burjuvazidir. Türkiye devriminin temel gücü bu sınıflara, yani halka dayanacaktır. Ancak temel sınıfları genel olarak ortaya koymak yetmez, bunlar arasında da bir ayrım yapmak gerekir.
Çağımızın en devrimci sınıfı olan proletarya, ülkemiz halk savasında da önder güçtür. Proletaryanın bu önderliği pratikte proletarya partisinde ifadesini bulur. Proletarya partisi çizdiği strateji doğrultusunda ezilen halk sınıf ve tabakalarını yönlendirerek sınıfsız toplum mücadelesinin ideolojik ve politik kurmaylığını üstlenir.
Marksist literatürde önderlik sorununun konuluşu bu şekildedir ve ülkemizde de bu doğrultuda biçimlenecektir. Ancak küçük-burjuva sapma akımların, kökeni Sovyet Devrimi'ndeki menşeviklere dayanan bir anlayışı bugün de sürdürmeleri sonucu, proletaryanın önderlik sorunu karmaşık bir hale getirilmiştir.
Menşevik anlayışın ülkemizdeki taklitçileri, proletarya partisi deyince, proletaryanın parti içindeki çoğunluğunu, proletaryanın önderliği deyince de Sovyet tipi bir ayaklanma stratejisini anlamaktadırlar.
Ülkemiz devriminin izleyeceği yol konusunda yoğun bir ideolojik mücadelenin sürdüğü 1969-1970 yıllarında, devrimin stratejisini belirleyen Mahir ÇAYAN; devrimimizin Anti-Emperyalist, Anti-Oligarşik Halk Devrimi olacağını ortaya koymuş ve bu noktada sağındaki ve solundaki ideolojik, siyasi çizgilerle arasındaki ayrımı belirginleştirmiştir.
Marksist-Leninistlerle şabloncu, dogmatik çizgiler arasındaki sınırların belirlenmesinde proletaryanın öncülüğü konusu da önemli bir yer tutar. İşçi sınıfının önderliğinden, Sovyetik ayaklanmayı anlayanlarla arasındaki ayrım noktasını belirgin hale getirmek isteyen M. ÇAYAN, ülkemiz devrim stratejisinin; Sovyetik ayaklanma değil, Birleşik Devrimci Savaş perspektifiyle yürüyecek bir halk savaşı stratejisi olduğunu belirlemek için, ''işçi sınıfının öncülüğünün niteliği ideolojiktir'' tespiti yapmıştır.
Bu tespit, işçi sınıfının devrime önderlik etmeyeceğini göstermek için değil, ülkemizde işçi sınıfının önderliğinden Sovyetik ayaklanma stratejisinin anlaşılamayacağını belirlemek için yapılmış bir tespittir.
Bugün ise 20 yıllık bir pratikten sonra THKP-C düşüncesi ve bu düşüncede işçi sınıfının devrimde nasıl bir rol oynayacağı, önderlik sorunu açıklığa kavuşmuştur. İşçi sınıfının önderliğinin niteliği ideolojik midir, fiili midir diye bir tartışma, bugün için soyut ve gereksiz bir tartışmadır. Artık kimin ayaklanma stratejisini, kimin uzun süreli halk savaşını savunduğu açıktır. Birleşik Devrimci Savaş perspektifiyle yürüyecek halk savaşımızda, bugün için ''işçi sınıfının öncülüğünün niteliği ideolojiktir'' deyişi ile, ''işçi sınıfı önder güçtür'' deyişi arasında bir fark yoktur.
Uzun süreli halk savaşımızın temel sınıfları köylülük, işçi sınıfı ve küçük-burjuva kesimlerdir. Temel sınıflar içinde en geniş katılımı sağlayacak olan köylüler, devrimin itici gücü olacaktır. Devrimin itici gücü olması, temel sınıflar içinde köylülüğün devrime kitlesel katılımda ağır basması anlamındadır.
Kır-kent diyalektik bütünlüğü içerisinde dönem dönem kentlerdeki mücadelenin ön plana çıkması ve sürece damgasını vurması halk savaşının gelişim sürecinde mümkün olmakla birlikte, genel stratejide kırsal alanların temel mücadele alanı olması, bu alanlarda çoğunluğu teşkil eden köylülüğü, devrime en geniş katılımı sağlayan ve temel sınıflar içinde ağırlıklı bir rol oynayan sınıf konumuna sokmuştur. Ancak köylülüğün temel sınıflar içinde ağırlıkta olması ve devrimin itici gücü olması sadece onun sayısal çoğunluğuna bağlı değildir. Oligarşiyle çelişkisi olan bu kesimlerin bir sınıf olarak kırlarda yer alması, onun, devrimin temel sınıfları arasında önemli bir konumda olmasının nedenidir.
Temel güçler içinde yer alan köylüler, feodal ağa ile büyük toprak sahipleri (kapitalist çiftlikler) dışındaki köylü katmanlarıdır.
Devrimin diğer temel güçleri olan proletarya ve küçük-burjuvazi ise, esas olarak Birleşik Devrimci Savaş perspektifiyle kentlerde sürdürülen devrimci mücadelenin başlıca kitle gücünü oluştururlar. Kentlerde, temel güçlerden proletarya, ağırlıkta ve itici güç durumundadır.
Ülkemizde halk savaşı hangi aşamalardan geçecektir? Buraya kadarki anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi, III. Bunalım Dönemi'nin bir yeni-sömürgesi olan Türkiye'de halk savaşı, Çin ve Vietnam gibi ülkelerden farklı olarak, öncü savaşı aşamasından geçecektir. Ancak böyle bir aşamadan geçmesi tek başına bütün devrimlerle Türkiye devriminin taktik ayrılığını ve farklılıklarını izah etmekte yetersizdir. Örneğin Küba ve Nikaragua devrimleri de öncü savaşı aşamasından geçen bir halk savaşı stratejisiyle zafere ulaşmıştır. O halde ülkemiz devrimi ile Küba ve Nikaragua devrimleri arasında hiçbir fark olmayacak mıdır?
Bu konuda doğru bir bakışa sahip olabilmek için M. ÇAYAN'ın şu sözlerine kulak verelim:
''Mahalli, tarihi gelenek, görenek veya üretici güçlerin gelişme seviyesi (...) Leninizmin evrensel devrim teorisinin taktiklerine yön verecek unsurlardır. Bu farklılıklar, her ülkenin devrim stratejisinin kendine özgü ara aşamalarının niteliklerini biçimlendirirler.'' (M.ÇAYAN, age, s. 231 )
Mahir ÇAYAN'ın tespitlerinden anlaşılması gereken şudur: Ülkemizdeki halk savaşı, Çin ve Vietnam devrimlerinden farklılıklar gösterdiği gibi, PASS ile zafere ulaşan Küba ve Nikaragua gibi devrimlerden de, aşamaların biçimlenmesi ve izlenecek taktikler bakımından farklılıklar içerecektir.
Bu doğrultuda ülkemiz halk savaşının aşamalarına ve bu aşamaların biçimlenmesine biraz daha yakından bakalım.
Halk savaşımızın ilk aşaması öncü savaşı aşamasıdır. Ancak bu mekanik olarak yorumlanamaz. Böyle bir aşamalandırmadan ''öncü savaşı birinci aşamadır, sonra ikinci aşamaya (düzenli ordular) geçilir, 1. aşama ve 2. aşama birbirlerinden ayrıdır, birinin bittiği yerde diğeri başlar'' gibi mekanik bir sıralanış anlaşılmamalıdır. Devrimimiz hayatın değişkenliği ve üretkenliği içinde şekillenen birçok ara aşamalardan da geçecektir.
öncü savaşı, kitlelerin devrim safına çekilmesi aşamasıdır, diyoruz. Yani kitlenin bizzat savaşacak bir şekilde örgütlendirilmesi aşamasıdır. Ve bu aşamanın ne zaman ve hangi koşullarda sona ereceğini şimdiden kestirmek mümkün değildir.
Öncü savaşı silahlı propagandanın temel alındığı bir mücadele sürecidir. Esas olarak silahlı propaganda ile karakterize edilmiştir ve bu iki kavram arasında nitelik olarak fark yoktur. Bu anlamda öncü savaşının değerlendirilmesi, öncülerin veya kitlelerin savaşması olarak, ya da kısa veya uzun süreli olması açısından değil, bu mücadele biçiminin temel olup olmamasıyla yapılabilir. Yani silahlı propagandanın temel olduğu yer ve koşullarda öncü savaşı sürer ve bu belirleyicidir. Silahlı propagandanın tali plana düştüğü, belirleyici olmaktan çıktığı yer ve koşullarda, öncü savaşı aşaması bitmiş demektir.
Bu durum DEVRİMCİ SOL'un çeşitli yayınlarında açık olarak ortaya konulmuştur. Bunlara iki örnek verirsek:
Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi'de sorun şu şekilde ifade edilir:
''Belirtilmesi gereken diğer bir nokta da, silahlı propagandanın ülkemiz halk savaşında bütün süreç boyunca temel mücadele şekli özelliğini koruyamayacağıdır. Düzenli ordular savaşında, silahlı propaganda düzenli ordu savaşına bağlı bir fonksiyon yüklenecektir.'' (DEVRİMCİ SOL Yay.1978, s. 80)
Aynı konuyla ilgili THKP-C ve İki Sapma isimli broşürde şunlar söyleniyor:
''... Suni dengenin kırılmasıyla orantılı olarak savaşın kitleselleşmesi ve yaygın bir karakter almasıyla, öncü savaşının temel mücadele biçimi olan silahlı propaganda da temel özelliğini yitirir; savaş düzenli ordulara dönüştüğünde ise, gerilla savaşı düzenli ordulara yardımcı bir rol oynayarak, düzenli ordulara tabi bir fonksiyona sahip olur.'' (s. 67)
Halk savaşımızın birinci aşamasını, uygulanacak temel mücadele yöntemi çerçevesinde ele almak ve halk savaşı stratejisinin bütünü içerisinde sınırlarını çizmek yeterli değildir ve bu açıklama biçimi, ülkemizdeki öncü savaşını bütün yönleriyle açıklamadığı gibi, diğer yeni-sömürge ülkelerdeki (Küba, Nikaragua vb.) öncü savaşıyla farklılıklarını ortaya koymakta yetersiz kalır.
Ülkemizde öncü savaşı, kır-kent diyalektik bütünlüğü çerçevesinde, ''mahalli, tarihi, gelenek, görenek ve üretici güçlerin gelişme seviyesi'' ile sınıflar mücadelesinin gelmiş olduğu aşamaya bağlı olarak, kendi içinde farklı taktik aşamaları barındırmak zorundadır.
1971 koşullarında öncü savaşının taktik aşamaları M.ÇAYAN tarafından şöyle formülleştirilmiştir:
''1. aşama: Şehir gerillasını yaratma
2. aşama: Şehir gerillasını geliştirme
Kır gerillasını yaratma
ve kuvvet gösterisi. Bu iki aşamada, savaşın, psikolojik yıpratma yönü ağır basacaktır.
3. aşama: Şehir gerillasını yaygınlaştırma
Kır gerillasını geliştirme
4. aşama ise: Kır gerillasını yaygınlaştırma aşamalarıdır.'' (M. ÇAYAN, age, s. 422)
M. ÇAYAN'ın bu sıralaması 1971 koşullarının ürünüdür ve bir mutlaklık taşımaz. Örneğin M. ÇAYAN'ın hemen bu sıralamadan sonra, ''neden şehir gerillası ile gerilla savaşına başlandı?'' diye sorması ve bu nedenleri o günkü somut koşullarla açıklaması, böyle bir sıralamanın o günkü koşulların ürünü olduğunun göstergelerinden biridir.
12 Mart sonrası koşullar ve 1974-80 arası sürecin özellikleri, böyle bir sıralamanın her koşulda geçerli olamayacağını göstermiştir. Çünkü sınıflar mücadelesinin somut sorunları, gelişimi ve karşılıklı güçler dengesine göre bu aşamalar değişebilmektedir.
Bu değişimi anlamayan ve bu sıralamayı, bozulması mümkün olmayan bir şema olarak kavrayan kimi dogmatikler, THKP-C'nin kent gerillasını yarattığını, güncel görevin ''şehir gerillasını geliştirme, kır gerillasını yaratma'' olduğunu ileri sürebilmişlerdir.
Dogmatizmin, bu türden gerçekleşemeyecek (ve de gerçekleşemeyen) görüşler ileri sürmesine karşın DEVRİMCİ SOL, bu sıralamanın yaşanan koşullarda geçersiz olduğunu, partileşme sürecinde de olsa, THKP-C düşüncesini savunan bir örgütün görevinin; kentlerde yoğunlaşan potansiyeli örgütlemek ve halkı terör ve demagoji yoluyla teslim almaya ve kendine kitle tabanı yaratmaya çalışan faşist harekete karşı, kitleleri anti-faşist temelde bir mücadele içinde seferber etmek olduğunu söylemiştir. Ağırlıkla kentlerdeki mücadele ve örgütlülüğün geliştirilmesi ve giderek kırsal alanlara yayılacak bir mücadele ile, güncel ve uzun erimli görevlerin yerine getirilebileceğini tespit etmiştir.
Kentlere bu şekilde ağırlık tanınması, Birleşik Devrimci Savaş anlayışı çerçevesinde kentlerin ön plana çıkması anlamına gelir. DEVRİMCİ SOL hiçbir zaman mücadeleyi salt kentlerdeki mücadeleyle sınırlamamıştır. Ancak kendi iç evrimi ve fiili bir örgütlenme olarak siyasi arenaya çıkışındaki yeniliğin yarattığı elverişsiz subjektif durumu ve kırsal çalışmada yeterli bir deney tecrübe birikimi olmaması nedeniyle kırsal alandaki çalışmaları gerektiği biçimde örgütleyememiştir.
Bu elverişsiz koşullara karşın kırsal alanlardaki mücadelenin örgütlenmesi, bu mücadele ve örgütlenmenin ne şekilde biçimleneceği, biçimlenmesi gerektiği DEVRİMCİ SOL'un sürekli gündeminde olmuştur.
THKP-C ve İki Sapma isimli broşüründen aktardığımız şu görüşler, o günkü koşullarda DEVRİMCİ SOL'un kırsal alanlardaki mücadele ve örgütlenme biçimlerine ilişkin düşüncelerini yansıtır:
''Köy çalışmasını, başlı başına, hem de temel bir çalışma alanı olarak ele alırsak, bugünden -partileşme sürecinde- kırsal alanlarda gerilla savaşını hedefleyecek bir perspektifle örgütlü bir çalışmayı şehir ve kır diyalektik bütünlüğünü gözden kaçırmadan ele almak zorundayız.'' (age, s. 97)
''...kadrolaşmanın kırsal alanlardaki görünümü, bugün yarı-gerilla faaliyetinin kırsal alanlarda örgütlenmesidir.''
''Yarı-gerilla (...)silahlı olmasına rağmen henüz kırsal alanlardaki oligarşik güçlerle çatışmayı hedeflemez. Onun temel amacı, kırsal alanların partileşme sürecine özgü örgütlenişi ve bizzat kırsal alanların Marksist-Leninist analizi ve kır gerillacılığı konusunda deney ve tecrübe birikimi sağlamaktır.'' (age, s. 98)
DEVRİMCİ SOL'un bu tespitleri hayatın somut pratiğinde kanıtlanmış ve kırsal alanlardaki mücadelenin hayati önemi kendisini dayatmıştır. Bu zorunluluk Temmuz 1980 tarihli DEVRİMCİ SOL Dergisi'nin 3. sayısında şu şekilde ifade edilir:
''Oligarşinin krizi her geçen gün biraz daha derinleşmekte (...)derinleştikçe de saldırmaktadır. (...) Bu şartlar altında sınıf mücadelesi bir hazırlık yapmamızı bekleyemez. Onun için şehir-kır diyalektik bütünlüğü çerçevesinde şehirlerde yoğunlaşan devrimci şiddet hareketinin kırsal alanlara geçişini hızlandırmak, şehirlerdeki harekete nefes aldırmak zorundayız.'' (''Şehirlerde Yoğunlaşan Hareket Kırsal Alanlara da Yaygınlaştırılmalıdır'' başlıklı yazı,1980 Temmuz, s. 4)
Birleşik Devrimci Savaş perspektifinde somut şartların kırlardaki mücadeleyi ön plana almayı zorladığını, yukarıdaki biçimde ifade eden DEVRİMCİ SOL, sorunun önemini ve acilliğini pek çok kez vurgulamıştır. Zaten aktardığımız pasajda yer alan ''bu şartlar altında sınıflar mücadelesi bir hazırlık yapmamızı bekleyemez'' sözleri bu sorunun önemini ve acilliğini yeterince ortaya koymaktadır.
12 Eylül faşist cuntasından birkaç ay önce ifade edilen bu durum, örgütlü bir güç olarak siyasi arenaya çıktığından beri DEVRİMCİ SOL'un gündemindedir. Ancak yukarıda açıkladığımız objektif ve subjektif olumsuzluklar bu konudaki gelişmeleri engeller bir fonksiyon görmüştür. Nitekim 12 Eylül faşist cuntasının estirdiği terör ortamında bu alandaki eksikliklerin sıkıntısı kendini açıkça hissettirmiştir. Bu alanlardaki gerilla hareketi uzun süre varlığını korumasına rağmen sürekli gelişip güçlenen bir niteliğe kavuşamamış ve giderek etkisizleşmiştir.
Hareketimizin Gelişimi ve Devrimci Mücadele isimli Ocak 1983 tarihli broşürde bu durum DEVRİMCİ SOL tarafından şöyle değerlendirilir:
''Hareketimiz, içerisinde bulunduğu objektif ve subjektif durum itibariyle, 12 Eylül öncesinin süratle gelişen sınıf mücadelesi koşullarına denk düşecek tarzda bu alanlara (kırsal alanlara -bn-) daha etkin bir programla müdahale edemedi. Kastedilen müdahalenin istenen biçimde olabilmesi, şehirlerdeki mücadeleye nefes aldırtıcı vb. gibi bir dizi avantajı da beraberinde getirecekti. 12 Eylül sonrası bu eksikliğe çözüm bulunmaya çalışıldı ise de, gecikmiş bir müdahale olması nedeniyle amaçlanan fonksiyonu yerine getiremedi.''
12 Eylül'e kadarki süreci kaba bir şekilde ele aldığımızda görüldüğü gibi öncü savaşının aşamalarını mekanik bir şekilde şemalaştırmak veya bir dönemin koşullarının ürünü olan bir sıralamayı, her dönem için kural haline getirmek devrimci mücadeleyi geliştirmek değil, tam tersine bu mücadelenin engellenmesi, cendereye sıkıştırılması anlamına gelecektir. Partileşme sürecinde bir örgüt olan DEVRİMCİ SOL'un pratiği bu konudaki doğru anlayışın ne olması gerektiğini ortaya koymuştur.
Bugünkü süreci ele aldığımızda nasıl bir durum karşımıza çıkacaktır? 12 Eylül'ü ve 12 Eylül sonrası sürecin şekillenmesini tahlil eden DEVRİMCİ SOL, bu sorunun cevabını da, Ocak 1983 tarihli Hareketimizin Gelişimi ve Devrimci Mücadele isimli broşürde aşağıdaki şekilde ortaya koymuştur:
''Yaşadığımız açık faşizm koşullarında, açık faşizmin muhtevasının değişmeyeceği ve demokrasicilik oyunu olarak süreceği önümüzdeki dönemde, bir devrimci hareketin şehirlerde ve kırlarda, silahlı savaşı esas alıp geliştirmekten başka bir yolunun kalmadığı açıktır.''
Önümüzdeki sürecin genel ilkesini bu şekilde koyan broşür, bunu ülke koşullarını değerlendirerek daha da detaylandırmış ve devrimci mücadelenin günümüzdeki biçimlenmesini şu şekilde formüllendirmiştir:
''Özellikle önümüzde yaşanacak dönemde, emekçi sınıf ve tabakaların çelişkilerinin derinleşeceği yerler olarak şehirlerdeki işçi sınıfı ve küçük-burjuva tabakaların ekonomik-demokratik mücadelesi gelişecektir. Bir devrimci hareket (...) kitleleri siyasallaştırabilmek için gücünü bu alanlarda yoğunlaştırmak zorundadır.
''Bu yaklaşım, bir süre daha şehir gerillasının kırsal alanlardaki mücadeleye nazaran ağırlığını koruyabileceği anlamına gelir.
''Şehirlerdeki gelişmeler dikkatle izlenip, doğru mücadele taktikleriyle mücadele edilirken, kırsal alanlarda 12 Eylül öncesi süreçle ilişkili olarak geri ve alt düzeyde de olsa gelişen devrimci şiddet hareketleri sonucu ulaşılan anti-faşist potansiyel, kendiliğindenciliğe terkedilemez. Diktatörlüğün 12 Eylül darbesiyle beraber izlediği büyük baskı ve terör politikasının sağladığı pasifikasyon ortamına rağmen, stratejik alanlarda -kırlarda- yoksul köylü yığınları devrimcileri bağrına basmıştır. Ve bugün bu alanlarda kır gerillasının haldeki sürece uygun düşen deney-tecrübe birikimiyle stratejik yörelerde silahlı savaşı geliştirerek (...) yoksul köylülüğü mücadeleye dahil etmek (...) kır gerillasını daha geniş alanlara yayarak oligarşiye karşı savaşta, kırsal alanlar cephesinde daha yetkin bir programla yerimizi almak göreviyle karşı karşıyayız.'' (Adı geçen broşür)
Öncü savaşının gelişimi sürecine ve aşamalandırılmasına bu şekilde bakan DEVRİMCİ SOL'un, düzenli ordular aşamasının nasıl biçimleneceği sorusuna verdiği cevap da, ülke koşullarından bağımsız bir değerlendirme değildir.
Halk ordusunun nasıl ve hangi biçimlerde örgütleneceği, nasıl bir hat izleyeceği, taktiklerin ne olacağını ayrıntılı ve şematik olarak bugünden cevaplamak mümkün olmasa da, en genel özelliklerini koymak anlamında şunları söyleyebiliriz.
Halk ordusunun oluşumu tek bir alandaki mücadeleyle sağlanamaz. Halk ordusu kırda ve kentte oluşturulan gerilla ordusu sonucunda oluşacaktır.
Gerilla ordusunun kentlerde ve kırlardaki uzun süreli silahlı eylemleri ile yıpranan iktidar, giderek yaşam alanlarında gücünü yitirecek, bununla orantılı silahlı mücadelenin ivmesinin yükseltilmesi, devrimci durumun derinleşmesi ile kitlelerin devrimci harekete katılımı artacaktır.
Bu aşamada gerilla ordusunun halk ordusuna dönüşmesi, devrimci halk iktidarının kurulması, bunların yaygınlaştırılması ve sürekli saldırılarla iktidar güçlerini moralman çökertip son saldırıya hazırlanma sürecidir. Bu aşamada kentler ve kırlardaki mücadelenin koordinasyonu ve kitlelerin son saldırıya nasıl katılacağı büyük önem taşır. Kentlerdeki kitlelerin bir ayaklanma biçiminde mi, genel grevle mi, yoğun bir şekilde halk ordusuna katılımla mı vb. olacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Ancak devrimci hareket her koşulda ve her alanda kentte, kırda, dağda silahlı güçleri yaratma ve bunların öncülük yapacağı bir saldırıya hazır olmak zorundadır.
Emperyalist işgal altındaki bütün sömürge, yarı-feodal ülkelerde parti, başlangıçtan itibaren askeri bir örgütlenmeye de sahip olmak zorundadır. Çünkü emperyalist işgalden kurtuluş, ancak bir halk savaşıyla mümkündür. Halk savaşına önderlik edecek partinin, halk savaşının kurmaylığını yerine getirecek özelliklere sahip olması zorunludur. Çin örneğinde, halk savaşının kurmayı Çin Komünist Partisidir ve ÇKP, politikanın başka araçlarla devam etmesi olan savaşı, parti merkez komitesince belirlenen strateji ve taktikler doğrultusunda, siyasi komiserlerinin denetimindeki halk ordusu aracılığıyla yönlendirmiştir.
III. Bunalım Dönemi'nin yeni-sömürge ülkeleri içinde bu ilke geçerli olmakla birlikte, yeni-sömürgecilik yönteminin getirdiği değişiklikler nedeniyle, özellikle halk savaşının aşamalarında bazı farklılıklar sözkonusudur. Bu farklılıkları M. ÇAYAN ''Politik-Askeri Liderliğin Birliği'' ilkesi olarak formülleştirmiştir.
Yani parti, başlangıçta silahlı savaşı bilfiil yürütmek durumunda olacak, Çin örneğinde olduğu gibi başlangıçta ayrı bir ordu örgütlenmesine sahip olmayacaktır. Kurmaylığın tek karargahta toplanması da diyebileceğimiz bu örgütlenme ilkesi PASS'nin örgütlenme ilkesidir. Çünkü askeri eylemler, doğrudan politik propagandanın bir aracı olarak gündeme gelmekte ve bu eylemler partinin politik faaliyetinin ana öğesi olmaktadırlar.
Bu durum partinin ve alt örgütlenmelerinin politik-askeri nitelikte örgütlenmeler olmasını zorunlu kılmaktadır. Politik-Askeri Liderliğin Birliği ilkesi de, bu örgütlenmelerin kurmaylığının nasıl şekilleneceğinin örgütsel ilkesidir.
Zafere ulaşmış, devrimlere önderlik etmiş devrimci önderlerin tespitlerine baktığımızda, bu ilkenin sadece bizim devrimimiz için değil, tüm, yeni-sömürge ülke devrimleri için geçerli bir ilke olduğunu görürüz. Örneğin Gine Devrimi'nde bu ilkenin biçimlenmesini Amilcar CABRAL'ın şu sözlerinde buluruz:
''Mücadelenin siyasal ve askeri liderliği birdir: Siyasal liderlik. (...)Biz siyasal insanlarız ve partimiz -siyasal bir örgüt- mücadeleyi sivil politikada, yönetimde, teknikte ve bağlı olarak askeri alanda yürütmektedir. (...) Savaşçılarımızın bulunduğu kurtarılmış ve kurtarılmamış bölgelerdeki silahlı mücadeleyi ve hayatı yürüten, Parti Siyasal Bürosudur. Siyasal Büro savaş yönetmiş olan üyelerin oluşturduğu bir Savaş Konseyidir.'' (''Gine'de Devrim'', Koral Yay. 1974, s. 173)
Nikaragua Devrimi'nin başarısında da aynı ilkenin payını görmekteyiz. Sandinist Cephe'nin önderleri şöyle söylüyorlar:
''Biz örgütleyicileri örgütleyen bir partiyiz; yani parti olarak, bir kitle cephesi yaratma çalışması yapıyoruz: (...) bu geniş cepheyi örgütleyen bir politik ve askeri kadrolar partisiyiz.'' (''Nikaragua'da Silahlı Mücadele'', Yar Yayınları, 1979, s. 64)
Birçok yeni-sömürge ülke devriminin başarıya ulaşmasında temel bir önem kazanan Politik Askeri Liderlik ilkesi, bugün dişe diş bir mücadelenin sürdüğü El Salvador'da da devrimcilerin benimsediği bir ilkedir. El Salvador devrimci mücadelesinin önderlerinden ve ölümüne kadar (1983) FPL (Halk Kurtuluş Güçleri)'nin Merkez Komitesi birinci sorumlusu olan Salvador Cayetano CARPİO bu ilkeyi şöyle yorumluyor:
''Bu kavram (politik-askeri örgüt) parti çizgisinin inkarı anlamında ele alınamaz, tersine bu çizgi içinde halka doğru çizgiyi ve katılımının iki yanını açıklamak zorundaydık: Kitlelerin mücadelesi ve silahlı mücadele. Bunların ikisinin de bu örgüt tarafından yönlendirilmek zorunda oluşu.'' (''El Salvador'da Devrim'', Yarın Yayınları, 1986, s. 71 )
Yeni-sömürgelerde kurtuluş mücadelesi veren örgütlerin evrensel ilkesi haline gelen bu ilke, DEVRİMCİ SOL tarafından da benimsenmiş bir ilkedir.
Tasfiyecilik Ve Devrimci Çizgi isimli kitapta partileşme sürecinin karakterini ve ilkelerini ortaya koyarken, bu ilkeyi de yorumlayan DEVRİMCİ SOL şunları söyler:
''Önemli olan, savaşı sürdürecek olan bu siyasal organizasyonun (parti) yaratılmasıdır. Siyasal ve askeri organizasyonun birliği gerçeğini kabul etmeyenler sağ bir çizgi izlemeye mahkumdurlar. (...) Partileşme sürecinde de üzerine düşen siyasi görevlerini yerine getiremeyen (ve buna uygun savaşçı örgütlenmesini gerçekleştiremeyen) -gücü oranında- bir siyasal organizasyon savaşçı partiye ulaşılamaz'' (DEVRİMCİ SOL Yayınları, 1978, s. 111 )
Görüldüğü gibi DEVRİMCİ SOL, hiçbir zaman proletarya partisinin bir politik organizasyon olduğu gerçeğini gözden kaçırmamıştır. Ülkemiz koşullarını doğru bir şekilde tahlil eden DEVRİMCİ SOL, bu koşullarda kitlelerin sadece ajitasyon ve propaganda ile bilinçlendirilemeyeceğini, politik yönün belirleyiciliğinde, PASS perspektifiyle yaşama geçirilen bir silahlı mücadele vermek gerektiğini de tespit etmiştir. Bu nedenle örgütsel ilkemiz Politik-Askeri Liderliğin Birliği ilkesi olmuştur. Böyle bir örgütsel ilkeye sahip olan partinin oluşturulmasının amaçlandığı bir süreçte de, partiye giden örgütlenmeler bu perspektifle ele alınmış ve mücadele içinde oluşturulmuşlardır.
DEVRİMCİ SOL bir parti değildir. Partiyi oluşturmayı amaçlayan bir örgüttür.
Elbetteki bir partiyi oluşturma konusunda anlaşmak, bir partiyi oluşturmak ve birlikte mücadeleye atılmak için yeterli bir neden değildir. Partinin oluşturulması düşüncesinde anlaşmak yetmez, aynı zamanda nasıl bir parti sorusuna verilecek cevapta da asgari ortak noktalara sahip olmak gerekir.
İşte DEVRİMCİ SOL; üyeleri, bir partiyi hedefleyen ve nasıl bir parti sorusunda belli noktalarda ortak düşünenlerin örgütüdür.
Bugün Türkiye'de komünist olduğunu, Marksist-Leninist olduğunu iddia eden onlarca parti vardır. Ama DEVRİMCİ SOL çatısı altında bir araya gelmiş insanlar açısından, bu partilerin hiçbiri Türkiye halklarının emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelesini başarıya ulaştırabilecek bir stratejiye ve örgütlenme anlayışına sahip değillerdir.
Çünkü DEVRİMCİ SOL çatısı altında bir araya gelmiş insanlar için, kişilerin ve grupların söyledikleri veya programları önemli değildir. Önemli olan bu kişi ve grupların pratikteki mücadeleleri ve örgütlenmeleridir.
Bu açıdan bakıldığında siyasi arenayı dolduran birçok sol parti, özünde burjuva uzlaşmacısı, şabloncu, kitleler nezdinde saygınlığı olmayan küçük-burjuva aydınlarının partileridir. Türkiye halklarının kurtuluşunu bu partilerden beklemek, Türkiye halklarını sonsuza kadar emperyalizmin ve oligarşinin sömürüsüne terk etmek anlamını taşıyacaktır.
İşte bu yüzden DEVRİMCİ SOL çatısı altında toplananlar, birleşerek Türkiye halklarını kurtuluşa götürecek bir partiyi yaratmayı amaçlıyor.
Bu nasıl bir parti olacaktır ve nasıl kurulacaktır?
Ülkemiz gerçeklerine, Türkiye halklarının tarihi ve toplumsal özelliklerine hitap eden bir stratejiyi (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni) benimsemiş, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni hayata uygulayabilecek, gizliliği temel almış, hayatın her alanında halkın mücadelesine önderlik etmeyi amaçlamış, profesyonel devrimcilerden oluşmuş, Leninist partinin evrensel tezlerini kendine rehber edinmiş yeni tipte Marksist-Leninist bir parti oluşturmayı hedefliyor DEVRİMCİ SOL.
Böyle bir partinin nasıl oluşturulacağı sorusuna gelince; böyle bir partinin tek bir oluşma biçimi vardır. Böyle bir parti ülkemiz sınıflar mücadelesinin kızgın pratiğinde oluşacaktır. Kimilerinin yaptığı gibi masa başında üç-beş kişinin ''kurduk'' demesiyle bir parti kurulmayacaktır. Parti, tüm nitelikleriyle hayatın kızgın pratiği ve çok yönlü mücadelenin sürdüğü bir süreçte çelikleşecek kadrolardan doğacaktır. Bu süreç partileşme sürecidir. Partileşme süreci ideolojik birliğin, kadrolaşmanın, organlaşmanın dişe diş mücadele içinde sağlandığı iradi bir süreçtir.
DEVRİMCİ SOL'un partileşme sürecinden ne anladığını ve bu sürecin hangi özelliklere sahip olması gerektiğine geçmeden önce, baştan sona iradi bir süreç olan partileşme süreci sonunda, nasıl bir partiyi amaçladığımızı, Leninizmin parti konusundaki evrensel tezlerinin oluşturulacak partiye nasıl yansıyacağını ortaya koymak istiyoruz.
Nasıl bir parti istiyoruz sorusu, partileşme sürecini yaşamak gerektiğini ve yaşadığını iddia eden devrimcilerin, en başta cevaplaması gereken sorudur. Çünkü bizim amaçladığımız parti ne çıkarların uzlaşmasına dayanan burjuva partisidir, ne de kendi özgücüne güvenmeyip sürekli ilkesiz birleşme-bölünme-dağılma kısır döngüsünde boğulup giden küçük-burjuva sol partilerdendir. Partileşme sürecinin sağlıklı bir ideolojik yapı ve birlikte sonuçlanmasını istiyorsak, yıllarca partileşme süreci deyip de sonunda ne olduğu belli olmayan bir ucube ile karşılaşmak istemiyorsak, parti olgusuna özel bir önem vermeliyiz.
DEVRİMCİ SOL'un amaçladığı parti, Marksist-Leninist bir partidir. Partileşme süreci, yaratılmak istenen partinin ideolojik çizgisini netleştirecek, ideolojik çizgiyi uygulayacak kadroların yetişmesini ve bu kadroların merkezi bir örgütlenme etrafında istihdamını gerçekleştirecektir.
O halde bu nasıl bir partidir?
Bu parti, Leninizmin evrensel ilkeleri ışığında ülkemiz koşullarına uygun ve Türkiye halklarını emperyalist işgalden ve oligarşik diktatörlükten kurtaracak bir partidir. Daha açık bir ifadeyle;
Partimiz, Türkiye halklarının ideolojik ve politik öncü örgütü olacaktır. Bu ne demektir?
Bu, partimizin, Marksist-Leninist ideolojiyle donatılacağı, Türkiye gerçeklerini Marksist-Leninist ideolojiyle yorumlayıp, burjuva ve her türlü sapma ideolojinin karşısına proletarya ideolojisi ile çıkacağı anlamına gelir.
Bundan Türkiye halklarına öncelikle anti-emperyalist, anti-oligarşik bilinç taşıyacak bir parti anlaşılmalıdır.
Bizim partimizin halkı bilinçlendirmekten anladığı, halka politik bilinç götürmek, yani siyasi gerçekleri açıklamaktır.
Bizim partimiz Türkiye halklarının politik önderi, sınıflar savaşında Türkiye halklarının öncü müfrezesi olacaktır. Bu, oligarşiye karşı ezilen halkların silahlı mücadelesini yürütmek ve bu mücadeleye bağlı olarak, halkın, ekonomik, demokratik talepleri için mücadeleyi birlikte sürdürmek demektir.
Marksist-Leninist parti ülkemizdeki politik mücadelenin gereklerine uygun bir örgütlenme içinde olacak, emekçi kitleler içinde kök salacak biçimde illegal, yarı-legal, legal birçok örgüt biçimleri aracılığıyla geniş kitlelere açılacaktır.
Bu örgütlenme profesyonel devrimcilerden oluşacaktır. Bu dar örgütlenmeyi oluşturan kişilerde sınıfsal köken aranmayacaktır. Partinin kitleleri kucaklaması savaşın ileriki aşamalarında gerçekleşecektir.
Partimiz, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni hayata geçirecek bir örgütlenme çizgisi izleyecektir. Yani silahlı propagandayı temel, diğer mücadele biçimlerini ona bağlı olarak ele alan Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni hayata geçirebilmek için, politik-askeri örgütlenmelerin kentte ve kırda oluşturulmasını temel alacaktır.
Partinin, anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadelede yer almak isteyen tüm halk kesimlerini bağrında toplamayı amaçlayan, bir cephe örgütlenmesi olacaktır. Ancak ülkemizin tarihi, sosyal, siyasal ve ekonomik özelliklerinden dolayı bu cephe başlangıçta ''savaşanların cephesi'' biçiminde olacaktır.
Parti, mevcut siyasi ortama, sınıfsal dengeler ve hareketin içinde bulunduğu aşamaya bağlı olarak, taktikler tespit edip hayata geçirilmesini sağlayacaktır.
Kısaca, partimiz ezilen halkın tüm alanlardaki (silahlı-silahsız, politik, ekonomik, demokratik, ideolojik) mücadelesini örgütleyip yönlendiren bir parti olacaktır.
Partimiz, demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre çalışacaktır. Fakat emperyalist işgal ve oligarşinin baskı ve zoru nedeniyle, merkeziyetçi yanın ağır bastığı bir demokratik merkeziyetçilik ilkesi uygulanacaktır. Çünkü gizlilik temelinde örgütlenen Leninist bir partide, çelik gibi bir disiplin şarttır. Çünkü partimiz, mücadelenin yüklediği görevler yüzünden yarı-askeri nitelikte olacaktır.
Parti çalışmalarında başlangıçta merkeziyetçi yanın ağır basması, örgütlenmenin aşağıdan yukarı demokratik bir şekilde değil, yukarıdan aşağıya merkeziyetçi bir anlayışla gerçekleştirilmesi anlamındadır. Savaşın ileriki aşamalarında, parti denetimindeki bölgelerde demokratik yan tam olarak işletilecektir.
Biçimsel bir seçim ve demokrasi değil, tüm üyelerin irade birliğini ifade eden katılım ilkesi, partimizin demokrasi anlayışını oluşturacaktır. Çünkü biz LENİN'in şu sözlerine inanıyoruz:
''... otokrasinin karanlığı ve jandarma egemenliği altında, parti örgütündeki 'geniş demokrasinin' yararsız ve zararlı bir oyuncaktan başka bir şey olmadığını görürsünüz. Yararsız bir oyuncaktır, çünkü gerçekte, hiçbir devrimci örgüt, ne kadar isterse istesin, geniş demokrasiyi hiçbir zaman uygulamamıştır, uygulayamamıştır. Zararlı bir oyuncaktır, çünkü 'geniş bir demokrasi ilkesinin' uygulanması yolunda herhangi bir çaba, sadece, polisin büyük baskınlara girmesini kolaylaştıracak...'' (LENİN, ''Ne Yapmalı'', Sol Yayınları,1977, s.170)
Partimizde gönüllülük temelinde çelik bir disiplin egemen olacaktır.
3- Partimizde Hiziplere Yer Olmayacaktır
Proleterya ideolojisiyle donatılmış bir partide tam anlamıyla bir düşünce zenginliği olmalıdır. Devrimci mücadeleyi geliştirecek, kitlelerin bilinç düzeyini yükseltecek çalışmaların sürekli kılınması, ancak sürekli düşünce üretimiyle mümkündür.
Devrimci bir partide sürekli düşünce üretimini sağlayan mekanizma eleştiri-özeleştiri mekanizması ve bunun ortaya çıkardığı tartışma zenginliğidir. Kuşkusuz bu, anarşizme varan ve partiyi bir tartışma kulübüne çeviren eleştiri özgürlüğü değildir.
Eleştiri-özeleştiri mekanizması devrimci eylemi engellemediği sürece kendisinden beklenen işlevi görebilir. Devrimci eylemi engellemeye, parti içindeki birliği zedelemeye, ayrı örgütlenme eğilimi başgöstermeye başladığı anda, ortada eleştiri-özeleştiri diye bir şey kalmamıştır. Bundan sonrası parti düşüncesiyle, parti düşüncesine aykırı düşüncelerin çatışmasıdır. Bu, parti içinde değişik düşünce ve irade merkezlerinin varlığı demektir, bu, hizip demektir.
Kapitalizm koşullarında sınıflı yapının, sosyalist inşa döneminde ise küçük üretimin devam etmesi durumunda parti içinde burjuva ideolojisinin kalıntıları şu veya bu oranda olacaktır. Bu burjuva ideolojisinin temelinde sadece birkaç yüzyıllık kapitalist üretim ilişkilerinin değil, binlerce yıldır süren özel mülkiyet rejimlerinin birikimi vardır ve bir anda yok etmek mümkün değildir, çeşitli biçimler altında parti saflarında gelişebilir, hatta tutunabilir. Partinin görevi, ideolojik mücadele yoluyla burjuva ideolojilerinin kalıntılarını temizlemek, proleter ideolojiyi egemen kılmaktır.
Burjuva ideolojisinin çeşitli olaylar karşısında insanların, parti üyelerinin düşüncesini etkilemesi ayrı bir şeydir, bu burjuva ideolojisinin sistemli bir görüşler bütünü halinde parti içinde ayrı bir irade merkezi olarak ortaya çıkması ayrı bir şeydir. Birincisi, partinin ideolojik mücadelede eksikliğini ve parti üyelerinin bu konudaki zayıflığını gösterirken, ikincisi, bir hizbin varlığına işaret eder.
Hizip demek, parti içinde ayrı bir irade ve bu iradeye bağlı ayrı bir örgütlenme demektir. Parti içinde çok başlılık demektir.
Birden fazla iradenin, birden fazla merkezin olduğu bir partinin, proletaryanın, sömürücü azınlığa karşı mücadelesini örgütleyip yönlendirmesi düşünülemez. Çünkü partinin kendisi proleter ideoloji ile burjuva ideolojisinin kalıntıları arasında mücadelenin sürdüğü bir alan haline gelmiştir. Bu yönde kıyasıya mücadelenin sürdüğü bir parti, sınıflar mücadelesinde proletaryanın temsilciliğini yapamaz. Çünkü kendi içinde bu anlamda bir netleşme sağlayamamıştır, mücadele sürmektedir.
Proletaryanın kararlı bir önderi, yılmaz bir savaşçısı olmak zorunda olan partimiz, hiziplerin varlığına kesinlikle izin vermeyecektir. Hizipçilik yapanlar tüm uyarılara karşın düzelmemekte ısrar ederlerse tasfiye edileceklerdir.
Kısaca;
- Proletaryanın ideolojisiyle donatılmış,
- Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesine ideolojik ve siyasi önderlik edebilecek,
- Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi çizgisini hayata geçirebilecek bir örgütlenmeye sahip,
- Gizliliği esas alan,
- Çelik gibi bir disipline sahip,
- Azınlığın çoğunluğa tabi olduğu,
- Yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir mekanizması olan,
- Eleştiri-özeleştiri mekanizmasını çalıştıran,
- Düşünce üretimini sürekli kılan,
- Hiziplere yer vermeyen bir parti yaratmak DEVRİMCİ SOL'un temel hedefidir. Çünkü, ancak böyle bir parti Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesine önderlik edebilir, bu mücadelenin zaferle sonuçlanmasını sağlayabilir.
Ocak 1983 tarihli broşürde ifade edildiği gibi biz parti deyince;
''İktidarı ele alıp anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimini kesintisiz devrim stratejisiyle sınıfsız topluma kadar götürebilen (...) Marksist-Leninist teoriyle donanmış, kitlelere her şart altında önderlik edebilecek ve sosyal dönüşümleri sağlayabilecek bir örgütü anlıyoruz''
Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesini zafere ulaştıracak olan, böyle bir partidir.
Parti olmadan ulusal ve sosyal kurtuluş olamaz mı?
Bugün dünyada Marksist-Leninist parti konusunda farklı görüşlerin ve uygulamaların olduğu bir gerçektir. Örneğin parti fonksiyonu gören birçok örgütlenme, objektif ve subjektif çeşitli nedenlerle kendilerine parti adını vermemektedir.
Burada önemli olan örgütün ismi değil, işlevidir. Adı parti olmayan ancak bu işlevi şu veya bu ölçüde görebilen örgütlenmelerin, devrimi gerçekleştirip iktidarı aldıklarına çeşitli kereler tanık olunmuştur. Örneğin Küba'da Fidel CASTRO'nun önderliğinde, Batista diktatörlüğüne son verip iktidarı alan 26 Temmuz Hareketi, 1961 yılına kadar kendine parti dememiştir. Aynı şekilde Nikaragua Devrimi'ni gerçekleştiren FSLN de (Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi) devrim öncesi bilinen tarzda bir parti örgütlenmesine sahip değildi. Örnekleri daha da çoğaltılabilir.
Bu tip durumlarda kıstasımız, bu örgütlerin sadece iktidarı alma perspektifiyle hareket edip etmedikleri ve sosyal dönüşümleri sağlayacak bir örgütlenmeye sahip olup olmadıklarıdır.
DEVRİMCİ SOL, Ocak 1983 tarihli broşürde bu konudaki yanlış anlayışları şu şekilde ortaya koymuştur:
''... bugün dünyada (...) kendisine parti dememekle birlikte, yanlış parti anlayışlarına sahip veya mücadeleyi 'sınıfsız bir toplum' nihai amacına yönelik olarak değil de -subjektif olmasa da objektif olarak- 'ulusal' bir platformda sürükleyen birçok hareket vardır. Ve bunların iktidarı aldıkları görülüyor... Ama bu örgütlerin temel özellikleri ulusal kurtuluş hedefine yönelik olmaları ve askeri örgütlenme nitelikleridir. Bu hareketlerin sosyal dönüşümleri sağlamaları güç olasılıktır. Biz, bir ulusal devrimden değil, komünizme varacak bir devrimi göğüsleyen partiden bahsediyoruz. Bizim anladığımız 'komünist partisi' budur.''
Bu açıdan baktığımızda, hareketin isminin parti olup olmamasının hiç önemli olmadığı; önemli olanın çok yönlü mücadeleyi örgütleyebilecek, kitleleri kucaklayabilecek bir örgütlenmenin var olup olmamasıdır. Ancak bu özelliklere sahip bir örgütlenme sosyal dönüşümleri sağlayabilir. Bu konuda Nikaragua'nın durumu iyi bir örnektir. Çok yönlü mücadele ve kitlelerin kucaklanması konularında, bir partinin işlevlerini bütünüyle yerine getirmekte eksiklikler gösteren FSLN'nin iktidarın alınması sonrası karşı karşıya kaldığı zorluklar, birçok farklı nedenle birlikte, bir yanıyla da yetkin bir Marksist-Leninist parti örgütlenmesine sahip olamamanın getirdiği sorunlardır.
Türkiye'de bir THKP-C deneyi yaşanmıştır. Ve THKP-C ideolojik çizgisiyle, pratik deneyleriyle önümüzdeki süreci aydınlatıyor.
Kızıldere'de katlettiği devrimci önderlerle birlikte THKP-C'yi de yok ettiğini sanan oligarşi, çok geçmeden yanıldığını anlayacaktı. THKP-C belki fiziki olarak yenilmişti ama hiçbir zaman yok olmamıştı. Çünkü THKP-C'ye varlık kazandıran onun düşünce ve pratiğiydi. Önderler bu düşünce ve pratiğin ilk uygulayıcısı olmuşlar ve tarihi görevlerini yerine getirmişlerdi. Kızıldere, bu anlamda THKP-C'nin sonu değil, onun manifestosuydu. Kurtuluş, savaşmakla, direnmekle mümkündü!
THKP-C fiziki olarak tasfiye edilmişti ve bu tasfiyede, oligarşinin katliamları kadar parti içindeki sağ sapmanın da önemli rolü vardı. Ancak sorun burada bitmedi hiçbir zaman.
12 Mart sonrası kitle hareketleri uç vermeye başladığında oligarşinin ve sağ sapmanın beklentilerinin aksine, THKP-C'nin kitlelerin bilincinde yaşadığı ortaya çıkmıştır. THKP-C düşüncesi ve pratiği, gerçek kurtuluş yolunun nereden geçtiğini kitlelere göstermişti bir kez! Büyük bir THKP-C potansiyelinin varlığı bunun kanıtıydı.
Bu potansiyeli örgütlemeli ve THKP-C yeniden yaratılmalıydı. Ancak bu istenildiği an gerçekleştirilebilecek bir şey değildi.
Birincisi; yenilgi yıllarının karamsarlığı içerisindeki yılgın unsurlar, ortaya çıkan THKP-C potansiyelini sömürmek amacıyla, THKP-C ideolojisini ve pratiğini bulanıklaştırmaya ve kendi yılgın düşünceleriyle uyumlu hale getirmeye çalışmışlardı. Yaratılan bu kaos ortamını gidermek ve ideolojik birliği sağlamak zorunluydu.
İkincisi; THKP-C düşünce ve pratiğini, uzun süreli bir iktidar mücadelesi olarak kavrayıp, buna uygun bir mücadeleyi örgütleyecek partinin eksikliği sözkonusuydu. Partinin oluşması, bu mücadeleyi hayata geçirecek kadroların yaratılması ve mücadele içerisinde konumlandırılmasıyla eş anlamlıydı. Bu hayati önemde bir eksiklikti.
Esas olarak bu iki nedenden dolayı THKP-C, bir partileşme süreci yaşanarak yeniden yaratılacaktı. Önümüzdeki temel görev buydu.
Kaba bir mantıkla, madem ki, THKP-C'nin ideolojik çizgisini doğru buluyorsunuz, ne diye yeni bir partileşme sürecinden, ideolojik birlik sürecinden söz ediyorsunuz denilebilir.
Evet, kaba bir bakışla durum ilk anda böyle bir ideolojik birlik sürecini gereksiz gibi gösterebilir. Ancak bu kaba bir bakışın varabileceği sonuçtur.
THKP-C'nin bir ideolojik çizgisi vardır ve bu ideolojik çizgi oldukça nettir. Gerçekten de THKP-C Türkiye devriminin yolunu (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisini) oldukça net bir şekilde ortaya koymuştur.
Ancak somut pratiğe baktığımızda bu netliğin oldukça bulandırıldığını görürüz.
Bu bulanıklığın nedenleri, Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi isimli broşürde DEVRİMCİ SOL tarafından şu şekilde ortaya konulur:
''Devrimci Hareketin 1973 sonrası gelişimi karşısında, burjuva ideolojisinin sol hareket içerisindeki uzantısı oportünizm, kılığını değiştirmiş; geçmişe yapılan 'eleştiriler', kahramanlık hikayelerine dönüştürülmüştür. Böylece küçük-burjuva düşünceleri, yapısı gereği yenilgi dönemlerinde (...) geçmişi, 'narodnizm', 'küçük-burjuva ihtilalciliği', 'maceracılık' olarak görürken; gelişen devrimci potansiyel karşısında 'geçmişin çizgisi yanlıştı ama o günkü koşullarda doğruydu' vs. gibi kılıflarını ayarlamışlardı.'' (s. 22)
Öyle bir karmaşa yaratılmıştı ki, hepsi de THKP-C'yi savunduğunu iddia eden 10'a yakın siyasi grup ortaya çıkmıştır. THKP-C'ye sempati duyan, bu görüşleri Türkiye devriminin tek yolu olarak gören devrimci militanlar, yenilgi sonrası ortaya çıkan THKP-C çıkışlı yorumların çokluğu ve zıtlığı karşısında şaşkına dönmüşlerdir. Net olduğu söylenen bir görüş bu kadar anlaşılmaz hale getirilebilir mi? Evet getirilebilir. Çünkü, bu çabaların ardında oldukça fazla destekçileri vardır.
En başta da oligarşinin desteği... Oligarşi, THKP-C potansiyelini nötralize etmek ve düzen sınırları içine çekmek için yoğun çaba göstermiştir.
THKP-C görüşlerinin anlaşılmaz hale getirilmesinde parti içinden çıkan sağ sapmanın da büyük rolü vardır. İlk çıktığı andan itibaren parti çizgisini narodnizmle, fokoculukla suçlayan bu sapma akım, partiye ihanetini böylesine teorilerle gizlemeye çalışırken, aynı zamanda parti çizgisini olduğundan farklı bir çizgiye oturtmak ve mahkum etmek istemiştir.
Sonuncu ve en önemlisi, bu bulanıklaştırma çabalarında yenilginin yarattığı yılgınların oldukça büyük rolü vardır. ''12 Mart yenilgisi birçok küçük-burjuvanın kafasında yarattığı'' kumdan şatoları yerle bir etti. Yakın devrim hayaliyle yola çıkan birçok geçici yol arkadaşı, yenilginin etkisiyle kendi kabuğuna çekildi. Sonuç tam bir karamsarlık ve yılgınlıktı. Birçoğu doğrudan doğruya devrimci mücadeleden koparken bir kısmı da yeni teorik ''keşiflerle'' mücadeleye kıyısından köşesinden devam ettiler.
Yenilgi sonrası birdenbire ortaya çıkan potansiyel, yılgınlık teorilerini altüst ederken, yılgınlara da yeni görevler yüklüyordu. Hiç de bekledikleri gibi olmamıştı. Onlar silahlı mücadelenin kesinlikle kurtuluş yolu olamayacağını düşünürken, ortaya çıkan potansiyel tam tersini gösteriyordu. Bu potansiyel genç kadrolarca radikal kitle hareketlerine dönüştürülmüşken, yılgınların görevi bu potansiyeli kendi kafa yapılarına göre yönlendirmekti!
Kimisi daha başından kartları açık oynadı ve hemen tecrit oldu. Kimisi çok açık bir riyakar tutum takınarak bu potansiyeli sömürmek istedi. Ancak umduklarını bulamadılar. Kimileri ise çok daha ince ve uzun vadeli bir politikayla, bu potansiyeli kendine uydurmaya çalıştı ve belli bir süre başarılı oldu.
THKP-C'yi kendi yılgın ve sağ kafa yapılarına uydurmaya çalışanların yanında, bir de bunların tam tersi ve bunlara tepki olarak doğan, THKP-C'yi hiç anlamayan gruplar ortaya çıktı. Bunlar THKP-C'yi tam tersinden yorumluyor, THKP-C düşünce ve pratiğiyle ilgisi olmayan görüşler ileri sürüyorlardı. THKP-C'yi kitlelerden kopuk, yalnızca basit bir gerilla hareketi olarak gören bu sol yorumcular da, THKP-C teorisinin bulanıklaştırılmasında etkin rol oynadılar diyebiliriz.
Kısaca; bu ideolojik keşmekeş ortamında THKP-C ideolojisi, herkesin değişik yorumlayıp pratiğe uyguladığı, ne olduğu belirsiz bir ideoloji haline getirilmişti. Formülasyon düzeyinde ortaya konan THKP-C'nin teorik tezleri, bu teorik tezlere kaynaklık eden maddi temelden koparılıyor, teorinin ruhuna aykırı örgütlenme ve mücadele biçimleri, THKP-C damgası vurularak ortaya sürülüyordu. THKP-C ve İki Sapma adlı broşürde DEVRİMCİ SOL, süreçte alınması gereken tavrı şöyle saptamıştır:
''Önümüzdeki görev, partileşme sürecine iradi kollektif biçimde müdahale edip, çeşitli sağ ve sol yorumcular tarafından muhtevası gözardı edilip yozlaştırılan, (...) anlaşılmaz hale getirilip bulandırılmaya çalışılan Türkiye devrimine ilişkin temel konular etrafında ideolojik-politik birliği sağlamak, THKP-C düşüncesini maddi bir güç haline getirmektir'' (s. 8)
Neresinden bakılırsa bakılsın THKP-C'nin yeniden yaratılması sorunu, bir ideolojik mücadele sürecinden geçmek zorundaydı.
Bu ideolojik mücadele süreci neleri içerecekti? Bu sürecin sonunda ne bekleniyordu?
Her şeyden önce, THKP-C dışından ve içinden parti ideolojisine yönelik açık veya kapalı saldırılarla mücadele etmeyi, bu saldırılarla özel olarak bulanıklaştırılan THKP-C ideolojisini, kendi netliğine yeniden kavuşturmayı içermeliydi.
Bu mücadele, kadrolarla birlikte yoğun bir tartışma ortamının yaşanmasını zorunlu kılıyordu. Türkiye somutunda ortaya çıkan gelişmeler değerlendirilip görüş üretilmeli, sürecin gerektirdiği örgütlenme ve mücadele biçimi hayata geçirilmeliydi.
Bu süreç ideolojik birliğin sağlanmasını amaçlayacaktı. İdeolojik birlikten kastedilen yalnızca aynı ideolojiyi paylaşmak değildir. Aynı zamanda görüş birliği sağlanan THKP-C ideolojisini pratiğe uygulamayı da içerir.
İdeolojik birlik konusundaki bu Marksist-Leninist anlayış, Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi adlı broşürde DEVRİMCİ SOL tarafından aşağıdaki şekilde ortaya konularak, her türlü yanlış anlayışın önüne set çekilmiştir:
''İdeolojik birlikten yalnızca belli lafızlarla aynı şeyi söyleme kavranılmamalıdır. İdeolojik birlik, ülkemiz devriminin yolunu, temel stratejik, taktik sorunlarını aynı anlayışla kavrayan ve aynı anlayışla hayata uygulayan bir birlik olarak kavranmalıdır. İdeolojik birlik beraber iş yapabilme, aynı olay karşısında aynı şekilde tavır alıp pratiğe aynı anlayışla uygulama sorununu da kapsayan bir bütündür. Eğer böyle olmasaydı, konuşmalarda ve tartışmalarda aynı devrimci strateji üzerinde birleşen, ama onu hayata geçirirken farklı bir anlayışla yorumlayan insanlar arasında da, ideolojik birliğin varlığından söz etmemiz gerekirdi. İşte, ideolojik birliğin kavranması gereken en önemli halkası'' (s. 42-43)
Diğer yandan yaratılmak istenen ideolojik birlik, sadece ideolojinin kaba tezler halinde ortaya konulması değil, Türkiye ve dünyada meydana gelen değişim ve gelişmeleri açıklayabilecek bir sistematiğe sahip, kendi içinde bütünlük taşıyan ve tüm burjuva ve küçük-burjuva ideolojik etkilenmelerden arınmış bir ideolojik birliktir.
Bizim anladığımız ideolojik birlik, bugün ve yarın yapılacakların belirlendiği, her türlü gelişme karşısında, zaferde ve yenilgide sağa-sola sapmaların önünü tıkayabilecek, belirli bir stratejinin ve asgari-azami içeriği belirlenmiş bir programın etrafında oluşturulmuş birliktir.
Pratik mücadeleye ve örgüt ruhuna yansımayan, bu alanlarda yeni ve kendine özgü biçimlenmeler yaratmayan bir birlik ideolojik birlik değildir. Olsa olsa akademik konularda aynı sonuçlara varan akademisyenlerin birliğidir. Bizim anladığımız ideolojik birlik bundan çok daha farklı bir şeydir. Olayların yorumlanmasından, bu olaylar karşısında alınan tavırlara kadar kollektif ruh ve davranışın yaratılmasına hizmet eden bir birliktir.
Ancak ideolojik mücadeleyi salt teorik tartışmalar düzeyine indirgemek, ideolojik birliği değil, aksine, sürekli ideolojik ayrılıkları besleyen ve körükleyen bir ortam yaratır. Teori, pratiğe hizmet etmelidir. Pratiğe hizmet etmeyen bir ideoloji ve ideolojik mücadele, beyin jimnastiğinden ve boş gevezeliklerle zaman öldürmekten başka bir şey değildir. Oysa biz dünyayı değiştirmeyi amaçlayan bir felsefeyi savunuyorsak, doğruluğumuzun tek kanıtı, söylediklerimizin pratiğe uygulanabilir olması, pratikte yankı yaratması ve ona yön vermesidir. Ancak pratikte denenen ve doğrulanan bir teori kitlelerce benimsenebilir, maddi bir güç haline gelebilir.
İdeolojik birliğin pratik, mücadele ile birlikte ele alınması gerektiğini söyleyen DEVRİMCİ SOL, bunu çeşitli yayınlarında ifade etmiş ve sürece bu doğrultuda yön vermiştir. Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi adlı broşürde söylenenlerin önemi buradadır;
''Partileşme sürecinde ideolojik birlik, kadrolaşma ve bununla orantılı gelişecek anti-faşist mücadeleyi yükseltmekle ele alınacaktır. Yani pratik-teorik birliğin sağlanması, kadro faaliyeti içerisinde olacaktır.'' (age, s. 38)
Diğer tüm konularda olduğu gibi ideolojik birlik konusunda DEVRİMCİ SOL'un durumu, ortaya çıkış koşulları ve mücadelesiyle birlikte değerlendirilmelidir. Olumlu ve olumsuz gelişmeler bunlarla birlikte ele alındığında anlam kazanır ve geleceğe ışık tutar.
Yukarıda açıkladıklarımız da göz önüne alındığında ideolojik birliğin bir anda ortaya çıkan ve kesinlik taşıyan bir olgu olmadığı açıktır. İdeolojik birlik, mücadele ile birlikte gerçek anlamını bulan, süreci açıklayan ve yönlendiren bir ideolojik olgu haline gelir. Bu ideolojik olgu bir kere ortaya çıkarıldıktan sonra, pratik mücadele içerisinde her türlü sapmayı etkisiz kılmak mümkün olacaktır. Bu anlamda DEVRİMCİ SOL ideolojik birlik konusunda önemli adımlar atmıştır diyebiliriz.
DEVRİMCİ SOL 1978'de örgütlü bir güç olarak siyasi arenada yerini aldığında, THKP-C ideolojisi, bulanıklaştırılıp sağa-sola çekilir hale getirilmişti. Öncelikli görev, bu bulanıklaştırma çabalarına müdahale etmek, sağ ve sol sapmaları THKP-C potansiyelinden tecrit etmekti.
Hareketimizin Gelişimi ve Devrimci Mücadele isimli broşürde DEVRİMCİ SOL'un ideolojik mücadele tarihi şöyle özetleniyor:
''Bizler açısından (1974 sonrası) THKP-C potansiyeline müdahale edişimiz zorunlu bir durumdur. Bu müdahale THKP-C'nin kafamızda şekillenişine ve bu doğrultuda verilen ideolojik mücadele ve pratiğe bağlı olarak ilkel, dogmatik ve el yordamıyla yolumuzu bulma diyebileceğimiz bir çizgide gelişiyordu. Kitle önderleri, deneyimsiz, tecrübesiz, bilgi birikimlerinden yoksun ama THKP-C potansiyeline müdahale etmek zorunluluğu gibi, tarihi bir görevle karşı karşıyaydılar. Ya inkarcılık batağına saplanıp kitleleri PDA çizgisine teslim edecektik, ya da parti, örgüt, ideolojik mücadele ve sürece müdahale biçimlerini ve hatta önderliği bizzat hayatın içinde öğrenerek, ağır ağır da olsa ilerleyecek, THKP-C'nin muhteva olarak kavrandığı ve bu doğrultuda geleneksel oportünizme ve revizyonizme set çekilip ideolojik berraklığın sağlandığı, Marksist-Leninist bir ideolojik çizgiye ve örgütlenmeye ulaşacaktık.'' (Adı geçen broşür)
Yılgınlık ve THKP-C görüşlerinin tasfiye çabalarına karşı THKP-C'yi savunan, bu yönde ideolojik mücadele yürüten kadroların mücadelesi, aynı zamanda DEVRİMCİ SOL'un partileşme sürecinde merkezi ve iradi olarak yürüttüğü ideolojik mücadelenin tarihsel kökenini oluşturur. 1974'ten itibaren sürdürülen bu ideolojik mücadele salt tartışma platformunda kalmamış, çıkarılan bildiri, broşür ve dergilerle süreç hızlandırılmaya çalışılmıştır.
Daha THKP-C düşüncelerinin henüz genç kuşak tarafından bilinmediği 75-76'lı yıllarda, Mahir ÇAYAN'ın tüm yazıları ayrı ayrı toplanıp basılmış, yeni kuşaklar THKP-C'nin ideolojik-teorik görüşlerini bizzat kaynaklarından öğrenme olanağı bulmuşlardır.
DEVRİMCİ SOL'un örgütlü bir güç olarak ortaya çıkmasından sonra, Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi isimli broşür, ideolojik birliğin sağlanması doğrultusunda atılan adımlardan biridir. O güne kadar, hemen her cephede sürdürülen THKP-C düşüncelerini bulanıklaştırma çabalarının en tehlikelisi, sağ sapmadır. Parti çizgisindeki sapmaya karşı, THKP-C görüşlerinin ve yapılan-masının gerçek yorumunu açan, sağ sapmayı ve onun THKP-C'yi tasfiye girişimlerini açığa çıkarmayı amaçlayan bu kitap uzun bir sürecin, bu süreçte geçen ideolojik, siyasi mücadelenin ürünüdür. Pratikte ortaya çıkan sağ sapmanın ideolojik, siyasi kökenleri ve hedefi bu kitapta ortaya konmuş ve DEVRİMCİ SOL'un neden bu tasfiyeci girişim karşısında sessiz kalmadığı açıklanmıştır.
Atılan ilk adımın arkasından, bu görüşler doğrultusunda zengin bir pratik geliştiren DEVRİMCİ SOL, çeşitli sapmaların THKP-C düşünce ve pratiği üzerindeki olumsuz etkilerini görmezlikten gelemezdi. THKP-C ve İki Sapma bu duyarlılığın ürünüdür. THKP-C düşüncesinin sağ ve sol yorumlarının niteliği bu kitapta açılmış, THKP-C çizgisi ile ilgilerinin olmadığı ortaya konmuştur.
DEVRİMCİ SOL'un THKP-C çizgisindeki yeri ve sapma akımların niteliklerinin açıklanmasını bu iki kitapla sınırlamak yanlıştır. Çeşitli yayın faaliyetiyle pratikte netleşmeye başlayan ideolojik çizginin geleneksel reformist, revizyonist çizgilerden farklılığı kadrolara kavratılmaya çalışılmıştır. Çıkarılan bildirilerle, dergilerle, broşürlerle, kitaplarla kadrolarda belli bir anlayış şekillenmiştir. İdeolojik birliğin sağlanması için yürütülen çabalarla ilgili olarak açıklanması gereken bir nokta da; DEVRİMCİ SOL'un görüşlerinin üç-beş kişi tarafından oluşturulmadığıdır. Temel konular, yüzlerce kadro tarafından, okunup tartılışmış bu tartışmalar sonucu bir senteze ulaşılmıştır. Her alanda olduğu gibi bu alanda da DEVRİMCİ SOL'un ilkesi, kollektif çalışmayı ön plana çıkarmak olmuştur. Tersi bir durum, Marksist-Leninist bir yapıyla, partileşme sürecinin karakteriyle bağdaşamazdı.
Bütün bunlar yeterli olmuş mudur? Bu noktada DEVRİMCİ SOL'un çeşitli eksiklikleri olmuştur. Süreçte devrimci pratiğin dayattığı görevlerin ağırlığı, bu eksikliklerin giderilmesinde çeşitli zorluklar yaratmış ve bu eksikliklerin aşılması kısa sürede mümkün olmamıştır.
DEVRİMCİ SOL, yeni bir ideolojik şekillenme yaratmak istemiş ve bunda da önemli adımlar atmıştır. Ancak gerek sağ ve sol sapmaların bulanıklığı sürekli arttırıcı ve tali sorunları ön plana çıkaran ideolojik saldırıları, gerekse de sosyal pratiğin dayattığı zorunlu görevlerin yoğunluğu, yaratılmak istenen, ideolojik şekillenmeyi eksik bırakmıştır. Tüm kadroların ideolojik gelişimi aynı düzeyde olmamış, çeşitli alanlardaki kadrolar arasında önemli sayılabilecek farklılıklar olabilmiştir. Anti-faşist mücadelenin kızgın pratiğinde yer alan genç kadrolar, ideolojik olarak yetersizlikler taşımış ve bu eksiklikler anti-faşist mücadelenin zorlu görevleri içinde yeterince giderilememiştir.
Bu eksikliklerin giderilmesi çalışmaları, 12 Eylül'le birlikte darbe yemiş ve DEVRİMCİ SOL'un gelişimi başka bir mecraya girmiştir.
12 Eylül süresince ideolojik mücadelenin durduğunu söyleyemeyiz. Bu süreçte cuntaya karşı mücadele öne çıkmış, her dönem mücadele içinde kalmayı hedefleyen DEVRİMCİ SOL'un ideolojik mücadelesi de, ona koşut olarak sürmüştür. Yılgınlığa, dönekliğe, pasifizme ve mücadele kaçkınlığına karşı sürdürülen ideolojik mücadele, cuntaya karşı sürdürülen mücadeleyle birlikte düşünüldüğünde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. DEVRİMCİ SOL her koşulda direnmeyi bir gelenek haline getirerek, gelecekle sağlam köprüler kurmuştur.
DEVRİMCİ SOL'un ideolojik birliği sağlama mücadelesi bugün de sürmektedir. Günümüzde ideolojik birliği sağlamanın yolu, geçmişe oranla solda daha geniş bir yankı bulan anarşi-terör demagojilerine; yılgınlık, pasifizm ve karamsarlık teorilerine, silahlı mücadeleyi karalama çabalarına ve sınıf uzlaşmacılığının değişik kılıflar altında savunulmasına karşı mücadeleden geçmektedir. Önümüzdeki süreç, DEVRİMCİ SOL'da netleşen ve gerçek anlamını bulan THKP-C düşüncesini kadrolara ve kitlelere kavratma mücadelesi olarak şekillenecektir. Böylece bir ideolojik birliğin yaratılması, sürece uygun örgütlenmeler etrafında yürütülen mücadele içerisinde olacaktır.
Partileşme süreci kadrolaşma sürecidir denilince, partinin inşasının iç içe geçmiş iki yönü ortaya çıkar. Birincisi, parti çizgisini hayata uygulayacak kadroların yetiştirilmesidir. İkincisi de, kadro üretimiyle birlikte yürüyen organlaşma ve uzmanlaşma konularında adımlar atmaktır. Bunları tek tek ele almak gerekiyor...
Bir parti kadrolarıyla varlık kazanır. Siyasi çizgisini uygulayacak kadrolara sahip olmayan bir organizasyon, bir parti olmaktan çok, bir fikir kulübü olabilir. Oysa parti, bir düşüncenin maddi gücüdür. Hayatı değiştirmeye, ona yeni bir yön vermeye çalışan maddi bir güçtür. Kısacası, parti, düşünceleri yığınlara kavratarak maddi bir güç haline dönüştüren, bu gücü bünyesinde merkezileştiren bir organizasyondur.
O halde partinin bu görevi yerine getirebilmesinin bazı koşulları olmalıdır. Bu koşulları taşımayan bir partinin, pratikte dönüştürücü bir güce sahip olması mümkün değildir. Çünkü düşünceler ne kadar doğru olurlarsa olsunlar, kendi başlarına pratiğe yön veremez, değiştiremezler. Düşüncelere pratikte dönüştürücü etkinlik kazandıran ise insan faktörüdür, siyasal literatürdeki adıyla kadrolardır.
Bir kadro, benimseyip savunduğu düşünceleri pratiğe uygulama yeteneğine sahip olan insandır. Dönüştürücü insan eylemi kadrolarla anlam kazanan bir olgudur. Kadrolar, dönüştürücü insan eyleminin bilinçli uygulayıcılarıdır, partinin her alana yayılmış iradesidir.
Bu tür kadrolar nasıl yetiştirilebilir?
Bu soru kadrolaşma sürecinin ana halkasını oluşturur.
Süreçteki hedefini partiyi yaratmak olarak tespit eden DEVRİMCİ SOL, bu hedefin sınıflar savaşının içinde dişe diş bir mücadeleyle gerçekleşebileceğini savunmuştur. Parti sorununun temel halkası olan kadrolaşma da, bu mücadele içinde sağlanacaktır. Yani DEVRİMCİ SOL partiyi ve kadrolarını masa başlarında, apartman katlarında veya kitaplıklarda değil, bizzat kitlelerle iç içe bir mücadele içinde gerçekleştirecektir.
1978 Türkiye'si, faşist terörün en üst seviyesine tırmandığı bir dönemdi. Emekçi halkın her kesimi işçiler, köylüler, memurlar, öğretmenler, gençler faşist saldırıların hedefi durumundaydı. Yerleşim alanları, eğitim kurumları, faşist işgal tehdidi altındaydı veya işgal edilmişti.
Devrimcilere düşen görev ise bu faşist saldırılara karşı direnmek, saldırıları etkisiz hale getirip caydıracak bir mücadele hattı izlemek ve faşist işgalleri kırmaktı. Emekçi halkın baskı ve zor altında faşizmin kitle tabanı haline gelmesini engellemekti.
DEVRİMCİ SOL, bu görevin bilinciyle hareket etmiştir. Burada, DEVRİMCİ SOL'un bir parti olmadığı, partileşme sürecinde bir hareket olduğu söylenerek, bu görevlerden kaçınılabilir ve partinin masa başlarında yaratılması düşünülebilir miydi?
Kuşkusuz düşünülemezdi. Zaten DEVRİMCİ SOL bizzat savaşacak, Türkiye halklarının kurtuluş mücadelesini yönetecek bir parti yaratmak istiyordu ve bunu mücadelenin kızgın pratiği içerisinde gerçekleştirmeyi hedeflemişti. Bu partinin kadroları da çok yönlü ve zengin derslerle dolu mücadele pratiğinden çıkan insanlar olmalıydı.
Çelik gibi bir disipline sahip, savaşçı bir örgüt yaratılmak isteniyorsa, bu örgütün kadroları da bu özellikleri bağrında taşımalıydı. Cesaret, disiplin, özveri ve gizli çalışma becerisi, kitleleri tanıma bu kadroların kişilikleriyle özdeşleşmiş özellikleri olmalıydı. Bunun yolu kadroların kitleler içindeki mücadeleden çıkmasıydı.
Anti-faşist mücadele sınıflar savaşımının süreçteki odak noktasıydı ve DEVRİMCİ SOL bu mücadeleye tereddütsüz atıldı.
DEVRİMCİ SOL'un kadroları kızgın pratik içinde sınıfları yakınen tanıyacak ve sorunlarını bilecekti. Halk düşmanlarını ve halkın kendisini tanıyacaklardı. Halk düşmanlarının emekçi halk üzerindeki sömürü ve baskı mekanizmasını tanımak, bu baskı ve sömürü mekanizması karşısında sınıf kinine sahip olmak; halkın içine girerek, onunla birlikte mücadele etmekle mümkündü.
Kadroların halkı tanıması zorunluydu. Halkın sosyal durumunu, gelenek ve göreneklerini, ahlak anlayışlarını, psikolojik durumunu bilmeyen, anlamayan bir kadronun, halkı örgütlemesi ve devrimci mücadeleye kanalize etmesi düşünülemezdi. DEVRİMCİ SOL kadroları halkımızı dişe diş bir mücadele içinde tanımalı, onlara güven vermeliydi. Halk düşmanlarının saldırıları karşısında mücadele edebilmeyi, bu mücadelede inisiyatif kullanabilmeyi, halkı mücadele içerisinde yönlendirebilmeyi becerme yeteneğinde olmalıydı. Bunlar da tüm diğerleri gibi kitaplardan, araştırmalardan kazanılacak özellikler değildir. Bizzat hayat içinde kah yanılarak, kah yenilerek öğrenilebilirdi. Kitaplar, araştırmalar bizlere birçok şey öğretebilir, deneyler aktarabilir. Ancak hiçbir zaman bir çelişkiler yumağı olan mücadele içinde, birbiri ardına çıkan sorunlarda hazır ''reçete''ler veremezdi. Bu, her kadronun deney ve tecrübelerine, inisiyatif kullanabilme yeteneğine bağlıdır ve ancak mücadele içinde edinilip geliştirilebilir.
Kadroların ideolojik düzeyi nasıl salt kitaplarla, polemiklerle, akademik çalışmalarla sağlanamazsa, kadroların pratik yetenekleri de aynı biçimde geliştirilmezdi. Her kadronun bu iki açıdan da yetkinleştirilmesi ancak, kızgın pratik içinde olabilirdi. DEVRİMCİ SOL'un kadrolaşma anlayışını şekillendiren bu anlayıştır.
Burada bir noktayı açmamız gerekir. DEVRİMCİ SOL'un tüm gücüyle anti-faşist mücadeleye katılması, onun bu mücadeleyi kadrolaşmanın bir aracı olarak görmesinden dolayı değildir. Aksine anti-faşist mücadeleyi, kendisini devrimci olarak niteleyen her grubun zorunlu bir görev olarak üstlenmesi gerektiğini ve süreçteki sınıf mücadelesinin odak noktasını teşkil eden bir mücadele olduğunu bildiği içindir. Bu anlayışla mücadeleye atılan DEVRİMCİ SOL, bu momentte kadrolaşmanın geliştirilmesi ve hızlandırılması gerektiğini tespit etmiştir. Kadrolaşmayı belirleyen anti-faşist mücadele olmuştur.
DEVRİMCİ SOL kadroları, tek yönlü gelişen insanlar olmamıştır. Kadroların, en basit kitle çalışmasından en üst siyasal eylemlere kadar, tüm devrimci görevleri yerine getirebilecek özelliklere sahip olması hedeflenmiştir. Ve bu anlayışa bağlı olarak, hayatın her alanına müdahale edilmiş, buralarda mücadelenin tüm biçimleri uygulanmaya çalışılmıştır.
Partileşme süreci yığın halinde kadrolar yaratma süreci değildir. Kadro yetiştirmek, sorunun bir yanını teşkil eder, sorunun diğer yanı ise, bu kadroların uygun alanlarda istihdam edilmesi, bu istihdamı sağlayacak örgütlenme biçimlerinin kurulabilmesidir. Yani kadrolaşma süreci örgütlü kadroların yaratılması sürecidir ve her örgütlülük, hareketin parti konusunda bir adım daha ilerlemesini sağlayacak temeldir.
Parti, tabanında çeşitli yatay örgütlenmeler bulunan dikey bir örgütlenmedir. Bu dikey örgütlenme çeşitli organlarla tabandaki yatay örgütlenmeleri geliştirir, yönlendirir ve mücadeleye sokar. Kadrolaşma ilerledikçe organlaşma da adım adım oluşmaya başlar. Partileşme süreci bu organlaşmanın temellerinin atıldığı, organların ilk nüvelerinin ortaya çıkarıldığı aşamadır. Kuşkusuz bu organlaşma şematik bir olgu olarak kavranmamalıdır. Önemli olan bu organların strateji doğrultusunda fonksiyonlarını yerine getiren insanlardan oluşmasıdır. Bu anlamda partileşme süreci, kadrolara bu yetkinliği kazandırma sürecidir.
DEVRİMCİ SOL, partileşme sürecinde, kadroları mücadele içinde yaratırken, aynı zamanda mücadelenin gereklerine ve savunulan çizgiye uygun kadro örgütlenmeleri oluşturmuştur. Bu nokta THKP-C ve İki Sapma'da DEVRİMCİ SOL tarafından şöyle ifade edilmiştir:
''... devrimcilerin önündeki somut adım; faşist terörün saldırı alanlarında, faşist teröre karşı koyarak kadrolaşmayı hızlandırmak ve bu doğrultuda örgütlenme biçimlerini canlı pratik içerisinde, genel stratejimize uygun bir tarzda geliştirmektir.'' (s. 89)
Bu anlayışın doğal sonucu olarak anti-faşist mücadelenin devrimci çizgide sürdürülebilmesi için insanlar birimlerde birer kadro okulu fonksiyonu gören, anti-faşist mücadele ekipleri içinde örgütlendirilmiştir. Faşist Teröre Karşı Silahlı Mücadele Ekipleri (FTKSME) bu anlayışın bir ürünüdür. Birimlerin mücadelelerini örgütleyen, yönlendiren bu ekipler, sınıflar mücadelesinin odak noktasını teşkil eden sivil-faşist teröre ve devlet terörüne karşı halkın can güvenliğinin sağlanması, faşist işgallerin kırılması işlevleri yanında; bulunulan birimin özelliklerine bağlı olarak diğer mücadele biçimlerini örgütleyen, yönlendiren fonksiyonlar da üstlenmişlerdir. Bu örgütlenmeler, anti-faşist mücadele temelinde ekonomik-demokratik-akademik birçok sorunda çalışmalar yapan, bulunulan birimin bu konulardaki sorunlarını çözücü, kitleleri bu sorunların etrafında örgütleyip harekete geçirici örgütlenmeler olmuşlardır.
THKP-C ve İki Sapma isimli broşürde FTKSME'lerin bu çok yönlü niteliği şu şekilde belirtilmiştir:
''Faşist terör karşısında kitlelerin can güvenliği ve faşist teröre karşı devrimci şiddet temelindeki bir mücadele zorunludur. Bunun için de biz, faşist teröre karşı silahlı mücadele ekiplerini öneriyoruz.
''Faşist teröre karşı silahlı mücadele ekipleri, kitlelerin ekonomik-demokratik, ideolojik mücadelesi yanında, bu zeminde faşist teröre karşı devrimci şiddeti sürdüren (...) elemanlardan oluşur.'' (s. 100)
FTKSME'ler aynı zamanda birer kadro okuludur. Hayatın zengin dersleriyle eğitim veren bir okul. Öğretmen yoktur bu okulda, bilinen özellikleriyle bir öğrenci de yoktur. Ancak her şey, her olay bir derstir, bir öğretmendir. Öğrencilerle öğretmenlerin iç içe geçtiği bu okulda kadrolar yetişir. Bu okulda kadrolar, hayatın zengin ve bulunmaz derslerinden öğrenirler, deney ve tecrübe birikimiyle donatılırlar.
Evet, FTKSME'ler gerçekten de birer kadro okulu olmuşlardır, ve bu özellikleriyle DEVRİMCİ SOL tarafından Hareketimizin Gelişimi ve Devrimci Mücadele isimli broşürde şu şekilde değerlendirilmişlerdir:
''FTKSME'ler; her çalışma alanında, daha doğrusu uzanabildiğimiz ve faşist saldırı altında olan hayatın tüm alanlarında, faşist saldırıyı caydırıcı, işgalleri kırıcı, kitlelerin çok yönlü mücadelesini örgütlemeye çalışan, sürecin objektif koşullarına ve örgütlenme sürecimize denk düşen kadrolaşmanın gelişmesi için zorunlu ve gerekli bir halkası olan yerel örgütlenmelerdir. Kızgın bir pratik içerisinde, merkezi irade altında öğrenmek ve öğretmekle görevli bu örgütlenmeler, kısa sürede pratik içerisinde çok yönlü gelişerek partileşmenin 'kadro okulu' haline geldi ve giderek yaygınlaşıp kır ve şehir gerillasının temeli oldular.''
Kadrolaşma sürecinde ortaya çıkan diğer bir örgütlenme biçimi, Silahlı Devrimci Birlikler (SDB)lerdir. Kitlelerin içinde yetişen kadrolardan yetenekleriyle, kararlılığıyla, örgütleyiciliğiyle ön plana çıkan, asgari Marksist-Leninist formasyona sahip olup, hareketin çizgisini ve sorunlarını kavramış olanlar, SDB'ler içinde daha üst bir kadrolaşma sürecine girerler.
DEVRİMCİ SOL'un önerdiği SDB'ler, kitlelerden kopuk ve her türlü mücadeleden soyutlanmış silahlı mücadele örgütlenmeleri değildir. DEVRİMCİ SOL'un yazılarında bu örgütlenmeler ''geleceğin gerilla nüveleri'' olarak nitelenmişlerdir. Bu niteleme DEVRİMCİ SOL'un politik-askeri örgüt anlayışına uygun örgütlenmelerdir ve esas olarak politik yanları ön plandadır. SDB'ler ''anti-faşist savunma çizgisini aşacak bir programa sahip'' örgütlenmelerdir ve esas nitelikleri kitleler içerisinde erimiş olmalarıdır. SDB'lerin sahip olmaları gereken bu özellikler, THKP-C ve İki Sapma isimli broşürde şu şekilde ifade edilmiştir:
''SDB'ler, kitleler içerisinde eriyen (...) onların sorunlarına vakıf, onlarla yanıp tutuşan, onlarla mücadele eden kadrolardan meydana gelir.'' (s. 92)
DEVRİMCİ SOL'un partileşme sürecinde öngördüğü ve hayata geçirmeye çalıştığı örgütlenme biçimlerinden bazıları bunlardır.
Organlaşma konusuna gelince:
Dikey bir örgütlenme olan partinin çeşitli merkez organları olmalıdır. Bunların başlıcaları; Kongre, Genel Komite, Merkez Komite, Bölge Komiteleri vb.dir.
Bu organlar birdenbire ortaya çıkmaz; temelleri, ilk örgütlenme biçimleri partileşme sürecinde atılmak zorundadır.
DEVRİMCİ SOL partileşme sürecinde bu organların temellerini atmaya başlamıştır. Bir partinin kesinliğini taşımayan bu örgütlenmelerde kadrolaşma esprisi içinde, sürekli değişkenlik olmuştur. Çünkü, partiyi oluşturacak organlar, bulunduğu görevde ve alanda partiyi temsil edecektir. Böylece bir organlaşmanın yaratılması, çeşitli deneylerden ve aşamalardan geçtikten sonra oturacak ve sağlamlaşacaktır.
DEVRİMCİ SOL'un partileşme sürecinde olan bir hareket olduğunu düşünürsek, bu konuda yeterliliğin sağlandığı söylenemez.
Partileşme başından sonuna iradi ve örgütlü bir süreçtir. Bu süreçte hiçbir şey tesadüfe bırakılamaz, kendiliğindenciliğe izin verilmez. Çünkü, partileşme süreci; ideolojisiyle, kadrolarıyla, örgüt ve mücadele biçimleriyle, yönetim mekanizmasıyla ve kitle bağlarıyla organik bütünlüğe sahip bir parti yaratmayı amaçlar.
Sorun böyle bir bütünlüğün sağlanması olunca, sürecin başından itibaren bir bütünsellik temelinde gelişmesi gerekir. Ayrı ayrı süreçlerden, mücadele ve örgüt biçimlerinden geçen yapıların veya kadroların aritmetik toplamı parti olarak adlandırılamaz. Partileşme sürecinde, ideolojik olarak farklı bir çizgiye düşenler, mücadele ve örgüte uyum sağlayamayanlar, hedeflenen partinin oluşumunda yer alamazlar. Bu anlamda partileşme sürecinin iradiliği ve örgütlülüğü, bilinen örgüt biçimlerinden ayrılır.
Ülkemizde kimi fokocular partiyi çeşitli yapıların ve grupların aritmetik toplamı olarak görmüşlerdir. Sonuç ise olması gerektiği gibi hayal kırıklığıdır. Partinin karikatürü bile olamayacak yapıların parti olarak nitelendirilmesi bu anlayışın doğal sonucudur.
Partideki ideolojik birlik, çeşitli görüşlerin eklektik bir şekilde kaynaştırılması olarak kavranamaz. Aynı şekilde kadrolaşma da ayrı ayrı otonom yapıların mücadelesiyle oluşmaz, bu olsa olsa hiziplerden oluşmuş bir topluluk olur.
Partinin eklektik bir yapı, ya da otonom yapıların oluşturduğu hizipler topluluğu olmamasının, ortak düşünce ve ruh halinin yaratılmasının temel koşulu, merkezi bir organizasyon önderliğinde, başından sonuna iradi gelişen bir partileşme sürecinin yaşanmasıdır. Partileşme sürecinin iradi yönü bu merkezi organizasyonda somutlanır.
Partileşme sürecinin merkezi organizasyonu, partileşme sürecinin tüm görevlerini örgütlemek ve yönlendirmek misyonuyla yükümlüdür.
İdeolojik birliğin sağlanması için, tartışma platformlarının yaratılması, tartışmalarda varolan görüş birliğinin kadro ve kitlelere sunulması, bu görüşlerin oligarşiye ve her türden sapmaya karşı savunulması, bunun araçlarının yaratılması bu merkezi organizasyon tarafından sağlanacaktır.
Kadrolaşmanın sağlanması ve hızlandırılması için mücadele alanlarının belirlenmesi, uygulanacak politikanın tüm birimlere iletilmesi, bu birimlerde uygun örgütlenme biçimlerinin yaratılması ve denetlenmesi, kadroları bu birim ve örgütlenmelerde istihdam edip gelişimlerinin izlenmesi ve yön verilmesi, bu merkezi organizasyonun görevidir.
Partileşme sürecinde, örgütle ideolojik ve pratik uyum sağlanması çabalarında, sürecin dışına düşenler yaratılacak partide yer alamazlar. Bu anlamda partileşme sürecinin iradiliği ve örgütlülüğü kendine özgü gelişmek zorunda olup, ayrışmalar ve saflaşmalar, bu işlerlik ve iradilik içerisinde gerçekleşir.
Partileşme sürecini önceden sınırları belirlenmiş bir zaman limiti arasında düşünmek, partiyi anlayamamak demektir. Partileşme süreci, insanların tanışma süreci değildir ki, tanışmalar bitince süreç de bitsin. Keza partileşme süreci, 5-10 kişinin ''biz partiyiz'' demesiyle sona erecek bir süreç olmadığı gibi, salt belli görüşlerin açıklanması ve bu görüşler çerçevesinde birlik oluşturulması süreci de değildir. Özetle partileşme süreci önceden belirlenmiş bir zamana ve de kişilerin subjektivizmine bağlı bir süreç değildir. Partileşme süreci bir nitelik dönüşümünün sağlandığı süreçtir. Yani partileşme sürecinin tek kıstası, nitelik sıçramasının gerçekleşip gerçekleşmediğidir.
Nitelik değişiminin somuttaki ifadesi ne olacaktır?
Bu, ideolojik birlik ve kadrolaşmanın üzerinde yükselen organlaşmanın tamamlanmasında ifadesini bulacaktır. Ülke çapında siyasal mücadeleyi kucaklayabilecek, stratejiyi hayata geçirebilecek organ ve örgütlenme biçimlerinin oluştuğu kesitte partileşme süreci de bitmiştir. Yalnız burada ''ülke çapında'' deyimiyle, ülke çapında örgütlü olmak birbirine karıştırılmamalıdır. Ülke çapında siyasi mücadeleyi kucaklayabilmek, tüm ülkede örgütlü olmak biçiminde anlaşılamaz. Buradaki ''ülke çapında siyasi mücadeleyi kucaklayabilmek'' tespiti, sınıflar savaşının odaklaştığı alanlarda ülke çapında etki ve değişiklikler yaratacak, oligarşinin politikalarının önüne set oluşturacak bir siyasi mücadele hattını ve gücünü ortaya çıkarabilecek bunu düzenleyecek bir organizasyonun yaratılabilmesi anlamındadır.
Bu nitelikte bir örgütlenmenin ortaya çıktığı kesitte, partileşme süreci organizasyonu, çeşitli çalışma alanları ve bölgelerindeki sorumlu ve ileri unsurlara, hareketin parti biçiminde bir örgütlenmeye gitmesi gerektiğini önerecek ve bu yönde karar alınmasını isteyecektir. Karar hareketin elemanlarının olacaktır.
Sonuç olarak DEVRİMCİ SOL'un partileşme sürecinden anladığı ve beklediği bunlardır. Bu süreç çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayabilir ve uğramıştır da. Özellikle 12 Eylül faşist cuntasından sonra ardarda yenilen darbeler nedeniyle, bir güç ve kadro kaybı olmuştur, bu da partileşme sürecinin normal seyrini kesintiye uğratmıştır.
Bu sürecin kesintiye uğramasında özellikle siyasi arenaya çıkışından itibaren, yoğun baskı koşullarında partiyi yaratmaya çalışan ve kısa süre sonra 12 Eylül gibi ağır bir saldırıyla karşı karşıya kalan Hareketimiz özelinde, dış etkenlerin oldukça büyük payı vardır. Ancak bu, DEVRİMCİ SOL'un hiç eksiklikleri olmadığı, hata yapmadığı anlamına gelmez.
Partileşme sürecinde DEVRİMCİ SOL'un eksiklikleri ve hataları da olmuştur. Bu eksik ve hatalar partileşme sürecinde şu veya bu düzeyde etkilenmeler yaratmıştır. Bu eksiklikler ve hatalar konusunda DEVRİMCİ SOL, Türkiye halklarına gereken açıklamayı yapmıştır ve bundan sonra da hataları ve eksiklikleri konusundaki tutumu bu olacaktır.
Önümüzdeki süreçte de eksiklikler ve hatalar mutlaka olacaktır. Çünkü devrimciler olağanüstü insanlar değildir. MARKS'ın çok güzel ifade ettiği gibi bunlar bir bakıma kaçınılmazdır.
''Eğer mücadele yalnızca hatadan arınmış elverişli şartlarda yürütülecek olsaydı, dünya tarihinin yapılması gerçekten çok kolay olurdu.'' (Karl MARX, Biyografi, Öncü Kitabevi Yayınları, 1975, s. 545)
Evet, hata ve eksiklikler yine olacaktır. Ama bunların bilincinde olmak ve düzeltmeye çalışmak çabası oldukça, hepsi bir bir aşılacak ve hedefe er ya da geç ulaşılacaktır. DEVRİMCİ SOL, bu bilinç ve inançla savaşmış, savaşıyor ve savaşacaktır.
Devrimci mücadelenin başarıya ulaşmasının en önemli koşullarından biri ezilen halk sınıf ve tabakalarının birliğinin sağlanmasıdır.
Bu birlik nasıl ve hangi platformda, hangi araçlarla sağlanacaktır?
Ezilen halkların birliği başlıca üç biçimde gündeme gelebilir: Parti birliği, cephe birliği, eylem birliği.
Parti birliği, çeşitli sınıf veya bu sınıf temsilcilerinin bir araya gelmesiyle oluşan bir birlik değildir. Parti birliği, proletaryanın ideolojik-siyasi birliğinin ifadesi olan proletarya partisinde somutlaşır. Başlangıçta parti, proletaryanın ideolojik politik irade birliğine sahip proleter devrimcilerden oluşan, daha sonra ise tüm sınıfı (proletaryayı) kucaklamayı, birleştirmeyi amaçlayan ve bu hedefine adım adım yaklaşan bir öncü örgüttür.
Cephe birliği ise, ezilen halk sınıf ve katmanlarının iktidarı hedefleyen birliğidir. Bu birlik, proletaryanın öncülüğünde çeşitli sınıf ve tabakaların birleşmesiyle oluşur. Neden proletarya partisinin öncülüğünde diye bir soru sorulabilir? Çünkü, proletarya, devrimi sonuna kadar götürecek, baskı ve sömürüyü ortadan kaldırıp, sınıfsız toplumu kurabilecek tek sınıftır da ondan.
Bugün Türkiye özgülünde oligarşiyle çelişkileri olan ve bu çelişkiler etrafında çıkarları birleşen sınıflar; proletarya, köylülük, küçük-burjuvazi ve bir kısım orta sınıflardır. Köylülük ve küçük-burjuvazinin baskı ve sömürüyü ortadan kaldıracak, sınıfsız toplumu kuracak bir niteliği yoktur. Çünkü bu sınıfların her ikisi de özel mülkiyete dayalı, varlıkları özel mülkiyete bağlı sınıflardır. Devrimi sonuna kadar götürmek, özel mülkiyeti ortadan kaldırıp sınıfsız toplumu kurmak, bu sınıfların ekonomik ve sosyal konumlarına terstir. Çarpık kapitalizmin amansız çarkları arasında ezilseler de, gitgide mülksüzleşerek proleterleşseler de özel mülkiyete karşı bir tutumları yoktur.
Ancak bu durum, bu sınıf katmanlarının oligarşi ile olan çelişkilerinin keskin olmadığı anlamına gelmez. Aksine bugün bu sınıflar, proletaryanın maruz kaldığı baskı ve sömürünün çeşitli biçimleriyle karşı karşıyadırlar. Bu yüzden oligarşinin alaşağı edilmesinde çıkarları vardır. Proletarya ile birlikte ''halk'' diye nitelediğimiz siyasi kavramın özünü oluştururlar.
Burada şu soru akla gelebilir:
Cephe mutlaka ve mutlaka proletaryanın, proletarya partisinin önderliğinde mi olacaktır? Diğer sınıfların böyle bir konumu olamaz mı? Kuşkusuz bu soruya olamaz diye cevap vermek idealizmdir. Kaldı ki bugün, dünyada çeşitli cephe örgütlenmeleri küçük-burjuvazinin önderliğinde mücadeleyi sürdürmektedir ve sınıf mücadelesi pratiğinde bunun çeşitli örnekleri vardır. Ancak bizim sözünü ettiğimiz konu bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesini başarıya ulaştırabilecek bir cephe örgütlenmesidir. Tarihsel ve sosyal nedenlerin veya stratejik ve taktiksel hataların sonucu olarak proletarya partisi, önderliği küçük-burjuvaziye kaptırılabilir ve küçük-burjuvazi de kurtuluş mücadelesini başarıya ulaştırabilir. Ancak bu başarı ulusal bağımsızlıkla sınırlı ve önünde sonunda emperyalizm ile uzlaşmaya, sömürü ilişkilerinin yeniden kurulmasına gebe bir başarıdır.
Stratejik hedefin Anti-Emperyalist, Anti-Oligarşik Halk Devrimi olarak belirlendiği ülkemizde, proletarya partisinin görevi, tüm halkı önderliği altında toplayarak bu hedefe seferber etmektir. Proletarya partisi, ezilen halkın tüm kesimlerini bu hedefe seferber ederken, bunun pratik anlamda örgütlenmesini de yaratmak zorundadır. Bu örgütlenme ülkemiz koşullarında, Devrimci Halk Cephesi olarak şekillenecektir.
Emperyalizme ve oligarşiye karşı ezilen halk sınıf ve katmanlarının birliğini ifade eden Devrimci Halk Cephesi, aynı zamanda bu sınıfların askeri örgütlenmesi olacaktır. Halk savaşının zorunlu bir durak olduğu tüm sömürge, yarı-sömürge ve yeni-sömürge ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de cephe örgütlenmesi; silahlı, savaşan bir örgütlenme olmak durumundadır.
Cephe sorununda ülkemiz koşullarının göz önüne alınmaması, her konuda olduğu gibi bu konuda da doğal olarak şablonculuğu ve perspektifsizliği getiriyor. Nitekim bu şablonculuk ve perspektifsizlik sonucu ülkemizde ''sosyalist devrim'' bahanesiyle cephe sorununun önemini yadsıyıp bu konuda tek söz etmeyenlerle, başka ülkelerin deneylerini aynen ülkemiz koşullarına uygulamaya çalışanlara sıkça rastlanıyor. Geçmişte ''Toplumsal İlerleme'' anlayışının bir sonucu olarak gündeme getirilen ve kısa sürede iflas eden UDC (Ulusal Demokratik Cephe) türünden anlayışları bir kenara bırakırsak, cephe sorununda, en çok karıştırılan konulardan biri, Çin ve Vietnam gibi ülkelerdeki cephe-ordu örgütlenmeleriyle, ülkemiz koşullarında oluşturulacak cephe örgütlenmeleridir. Bu ülkelerde yaratılan cephe-ordu örgütlenmelerini şablonlaştırarak ülkemizde de aynısını yaratmaya kalkışanlar karşısında DEVRİMCİ SOL, çeşitli yayınlarında bu konuya değinmiş ve 1980 baharında çıkarılan Birlik Sorunu Üzerine broşüründe, Çin ve Vietnam gibi ülkelerle ülkemizdeki cephe örgütlenmelerinin farkını şu şekilde ortaya koymuştur:
''II. Bunalım Dönemi halk savaşı sürecindeki ülkelerde cephe, halk kitlelerinin kendiliğinden ayaklanmasının ve kurtarılmış bölgelerin başlangıçta yaşayabilmesinin doğal sonucu olarak başlangıçta iki özellik gösterir: 1-) Cephe kitlesel katılımlıdır. 2-) Parti ve cephe birbirinden ayrıdır. Bu iki özellik birbirleriyle diyalektik ilişki içindedir, birbirlerinin nedenidir. Günümüz yeni-sömürge ülkelerinde ise, başlangıçta politik gerçekleri halka açıklamanın bir aracı olarak silahlı propagandanın verilmesinden ötürü (öncü savaşı aşaması) bu iki özelliği aramak gerçeklere gözlerimizi kapamaktır. Öncü savaşı aşamasında parti elemanları doğrudan savaşçı olduğu için parti ve cepheyi fiilen ayırmak mümkün değildir. Parti silahlı propagandayı yürütürken aynı zamanda tüm sınıf ve tabakaların birliğini emperyalizme ve oligarşiye karşı olan cephe içinde sağlar. Silahlı mücadele saflarına çeşitli sınıf ve tabakalardan emekçilerin katılımıyla cephe genişler, gelişir. Cephe örgütlenmesi, halkın örgütlenmesi, yani devrim safına çekilmesiyle birlikte giderek partiden ayrı bir yapıya sahip olur...
''Cephe, kitlesel katılım geliştiği oranda ikinci biçimine kavuşur. Çeşitli sınıf ve tabakalarla proletaryanın sınıfsal birliğini politik ve askeri olarak ifade eden Devrimci Halk Cephesi, geniş halk kitlelerinin birliğini veya sınıfsal örgütlerin ittifakını içerir. Bu cephe, emperyalizm ve oligarşiyi yıkarak parti kumandası altında iktidara geçer.'' (Birlik Sorunu Üzerine)
DEVRİMCİ SOL'un cephe sorununda başından itibaren savunduğu bu bakış açısı, ülkemiz somut koşullarının somut değerlendirilmesinden çıkarılan ve tüm yeni-sömürge ülke halklarının devrim deneyleriyle, mücadele süreçleriyle kanıtlanmış bir anlayıştır. Cephe sorununa bakışımızı maddeler halinde özetlersek:
- Cephe; proletarya partisi önderliğinde halk sınıf ve tabakalarının iktidara yönelik birliği ve ittifakıdır.
- Ülkemizde cephe, ilk anda kitlesel olmayan, partinin bir yüzü olan savaşçıların cephesi olacaktır.
- Mücadelenin yaygınlaşıp kitleselleşmesiyle birlikte, mücadelenin gereklerine uygun olarak cephe örgütlenmesi, partinin kumandası altında ayrı bir yapı haline gelecektir.
- Ülkemiz koşullarına ve temel mücadele biçimine bağlı olarak cephe, esas olarak bir askeri örgütlenme olacaktır. Ama cephenin demokratik ve siyasi platformda da şekillenmesi olacaktır.
- Bugünkü sorun cepheyi kurmak değil, cepheyi kuracak olan proletarya partisini yaratmaktır.
Halk sınıf ve tabakalarının daha dar ve kısa vadeli birlik platformu güç ve eylem birlikleridir.
Ülkemizin yapısını, sınıfları ve Marksizm'de sınıf ittifakları sorununu kavrayamayanlar, güç ve eylem birlikleriyle cephe olgusunu sürekli birbirine karıştırmıştır.
Güç ve eylem birlikleri, koşulların dayatmasıyla, belli konularda belirli grup ve sınıf temsilcileri arasında, amaçları ve hedefleri belirlenmiş geçici birliklerdir ve cepheden oldukça farklıdırlar.
Ancak bugüne kadar, çeşitli sol akımlar, özellikle baskı ve dağınıklık dönemlerinde, eylem-güç birliklerini cephe birliği (hızını alamayanlar parti birliği) olarak görmek istemiş ve öyle de sunmaya çalışmışlardır. Somut görevleri tespit edemeyen, mücadeleye niyetli olmayan ve koşulların baskısı altında ezilen bu tip grupların böyle bir çabaya girmeleri bir yerde doğal ve sınıf yapıları gereğidir, çünkü onlar her zaman sırtlarını bir yere dayamak, bir yerlerden ''medet'' beklemek ihtiyacını duyuyorlar.
12 Mart yenilgisinin hemen ardından başlayan 1975-80 sürecini karakterize eden anti-faşist mücadele platformunda, daha da karmaşık hale getirilen bu çabalar,12 Eylül sonrasında da sürdürülmüş, genellikle yurt dışında, masa başlarında, ''cephe''ler oluşturulmuştur. Oysa somut görev, ülke içinde kalmak ve cuntaya karşı mücadeleyi yükseltme momentinde güç ve eylem birlikleri oluşturmak ve gruplar arası dayanışmayı geliştirmekti. Mücadele hattı panik halinde terkedildikten sonra, bu zeminde bir mücadelenin gelişemeyeceği açıktı.
DEVRİMCİ SOL, tüm siyasi mücadelesi boyunca birlikten yana olmuş ve bu konuda somut adımlar atmaya çalışmıştır. Çünkü, DEVRİMCİ SOL başından beri tüm ilerici, devrimci, yurtsever gruplar ve ezilen halk sınıf ve tabakaları arasında çeşitli konularda sağlanabilecek güç ve eylem birliklerinin, mücadelenin gelişmesine önemli katkılar sağlayacağı bilinciyle hareket etmiş ve bu zorunluluğu her fırsatta sol gruplara ve emekçi halka kavratmaya çalışmıştır. ''Birlik Sorunu Üzerine'' broşürünün ilk paragrafı da bu doğrultudadır:
''Türkiye Sol Hareketinde, genel olarak siyasi gruplar arasında yıllardır en çok gündem maddesi olan konu, birliğin nasıl sağlanacağıdır. Birlik en genelde halkın, devrimci sempatizanların da talebi olmuştur. Bu durumun maddi temeli Türkiye'deki sosyal ortamdır. Faşizmle yönetilen ülkelerde halk, gerek devlet, gerekse sivil terör aracılığıyla yıldırılmak, faşist demagoji altında tutulmak istenmektedir. Böylesi bir durumda halkın en güçlü talebinin birlik olması çok doğaldır.'' (Birlik Sorunu Üzerine)
Ancak Türkiye solunda egemen olan küçük-burjuva kafa yapısının kendine güvensizlikten kaynaklanan pragmatizmi, birlik konusunu sürekli engelleyen bir olgu olmuştur. Birlik deyince ittifakları değil de, zayıflığın, güçsüzlüğün getirdiği bir zorunluluğu anlayanlar her zaman büyük idealler peşinde koştuğu için sürekli hayal kırıklıkları ile karşı karşıya kalmışlardır. Oysa en küçük bir meselede dahi bir güç birliği sağlayamayanların yaşanılan koşullarda neredeyse imkansız olan cephe ve parti birliklerini sağlaması düşünülemezdi. Nitekim 12 Eylül öncesi süreç; bu türden çağrıların eşlik ettiği onlarca girişime karşın başarısızlıkla ve sol içinde daha da büyük çekişmelerle sonuçlanan ''birlik''lerle doludur.
12 Eylül sonrasında ise güçsüzlüğünü yeniden farkeden küçük-burjuva sol grup ya da akımlar yeniden ve daha yüksek bir sesle ''birlik'' çağrılarına başlamış, bu yönde çeşitli girişimlerde bulunmuştur. En büyük çıkmazları ise mücadeleyi değil de ''biraraya gelmeyi'' ön plana çıkarmalarıydı. Mücadeleden kopuk, mültecilik koşullarındaki bu ''cephe''lerin akıbeti ise diğerlerinden farklı olmamış, toplanmadan dağılıp gitmişlerdir.
Bu türden girişimler 1983 yılında DEVRİMCİ SOL tarafından çıkarılan ''Cephe Üzerine'' başlıklı broşürde değerlendirilmiş ve başarısızlıkların nedenleri ortaya konulmuştur. DEVRİMCİ SOL bu broşürde, bu türden girişimlerin maddi temelini ''... 12 Eylül faşist cuntasıyla beraber paniğe kapılan küçük-burjuva sol grupların, dayandıkları sınıfın özellikleri olan kendi özgücüne güvenmemeleri, bağımsız, tarihi eyleme girme cesaretinden yoksunluk nedeniyle her şeyin kendi güçsüzlüklerinden kaynaklandığını, bundan dolayı yenildiklerini, bu yüzden birleşmelerinin şart olduğunun farkına varmaları'' biçiminde ortaya koyarak, aynı zamanda başarısızlıklarının maddi temelini de açıklıyordu.
Nitekim süreç içinde, DEVRİMCİ SOL'un, ''herhangi bir güç-eylem birliğini hayata geçirmeleri bile şüphelidir'' diye nitelediği bu mülteci cepheleri, sessiz sedasız dağılacaktı.
DEVRİMCİ SOL'un bu tip hayali girişimlerin alternatifi olarak getirdiği öneri ise güç ve eylem birlikleri olmuştur. Cephe Üzerine broşüründe şöyle diyordu DEVRİMCİ SOL:
''... güç-eylem birliği faşizmi hedeflemeli, anti-faşist, anti-emperyalist hedeflere yönelik oluşturulmalıdır. Faşizm tüm emekçi kitlelere ve onların örgütlü güçlerine olanca gücüyle saldırmaktadır. Soldaki ayrılıklar ne kadar derin olursa olsun, bütün anti-faşist siyasi grupların ortaklaşa faaliyetleri faşizmi ve onun uygulamalarını teşhire yönelik olmalıdır. Faşizmin tüm anti-faşist grupları ve kitleleri hedeflemesi, onlar üzerinde azgınca bir saldırı yürütmesi, bu grupların ortak bir noktada çalışmasını beraberinde getirmektedir.'' (Cephe Üzerine)
Parti ve cephe birlikleri, birbirinden ayrı olarak ele alınamayacak olgulardır.
Bu, partiyi yaratana kadar hiçbir devrimci, ilerici, yurtsever gruplarla birlik platformlarının oluşturulamayacağı anlamına gelmez. Tersine emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede dün olduğu gibi bugün de birlikte mücadelenin gerekliliğini kimse yadsıyamaz. Ancak oluşturulacak birlikleri doğru adlandırmak gerekir. Güç ve eylem birlikleri ''cephe'' birliği, cephe birlikleri ise ''parti'' birlikleri olarak sunulursa, birlik platformlarının oluşturulması güçleşir, hatta imkansızlaşır.
Bugün yapılması gereken ikili bir temelde güç ve eylem birlikleri oluşturabilmektir. DEVRİMCİ SOL, anti-faşist, anti-emperyalist, yurtsever olarak değerlendirdiği tüm sol gruplarla, ulusal ve sınıfsal temelde örgütlenmeyi seçen tüm yapılarla yasal, yasadışı, silahlı-silahsız her platformda eylem ve güç birlikleri oluşturma, gruplar, örgütler arası dostluk ve dayanışmayı geliştirmekten yanadır.
''Birlik'' üzerine birçok grup yıllardır hep aynı şeyleri tekrar ederken, bu konuda mesafe katedememelerinin temel nedeni, somut olanla ilgilenmek, yapabileceğini yapmak yerine, soyut ve altından kalkamayacakları programları dayatmalarıdır. Kuşkusuz cephe vb. daha ileri birlikler için de çalışılmalıdır. Ama esas sorun bugün kim, neyi, nasıl ve ne kadar yapabilecektir sorusuna açık ve net cevaplar verebilmekten geçiyor.
Bu aşamada görev; siyasi arenada var olduğunu iddia eden grup ve örgütlerin güncel, somut hedefler çerçevesinde ilkeli, güç ve eylem birlikleri oluşturarak emekçi kitlelerin taleplerini yönlendirebilmek, faşizmin baskı ve terörünü etkisiz kılmak, Kürt halkına karşı uygulanan baskı, zor ve asimilasyona karşı mücadeleyi yükseltebilmektir.
Emekçi halkın iktidar sorumluluğu olgunluğuna erişmiş, küçük hesaplardan arınmış hareketlerin önünde bu birliktelikleri gerçekleştirmek için çözülmeyecek sorun, aşılmayacak engel yoktur. Bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizmden yana olan herkesle ortak yapılabilecek şeylerin olduğuna inanıyoruz.
Hareketimizin ideolojik politik çizgisi Marksist-Leninistir. Bu çizgi hayatın içinde birçok sınavdan geçti ve doğruluğu hemen her mücadele alanında kanıtlanarak, yenilgi yıllarının ürünü olan ve ''değişim'' kılıfı altında getirilen inkarcılığa düşmeden, mücadeleye devam etti. 1974-80 döneminin mücadele taktikleri '71'in bir tekrarı değildi, '80 sonrası ve günümüzün taktikleri de '74-80 döneminin tekrarı olmayacaktır. DEVRİMCİ SOL stratejik hedefini ve örgütlenmesini koruyarak yeni taktik ve görevlerle yoluna devam edecektir.