Bölüm: 13
KÜRT ULUSU BİR GERÇEKTİR KURTULUŞU ANTİ-EMPERYALİST ANTİ-OLİGARŞİK HALK DEVRİMİNDEDİR

I -KÜRT GERÇEĞİ ARTIK TABU DEĞİLDİR

Onyıllardır bir ''bölücülük'' yaygarası tutturulmuş gitmektedir. Öyle bir yaygara ki, ''anarşi'' ve ''terör'' sözlerinin vazgeçilmez tamamlayıcısıdır. ''Anarşistler'', ''teröristler'' ve de ''bölücüler''! Tablo tamamdır ve özellikle de ''bölücülük'' çok tehlikelidir! Öyle ki, Misak-ı Milli’ye bağlılığını ilan etmek, oligarşiye sadakatini ispatlamak gibidir.

Nedir oligarşinin tüylerini diken diken eden ve sözü bile edildiğinde onu kırmızı şal görmüş boğaya çeviren? Bu Kürt ulusudur. Yüzyıllardır ezilen, yok edilmeye çalışılan bir halkın gerçeğidir. İki uluslu Türkiye’de ezilen ulus gerçeği...

Ezilen, horlanan, her zaman ikinci sınıf insan muamelesi gören, kendi kaderini özgürce belirleme hakkı zorla elinden alınan ve bu hakkı kullanmak isteğinde, katliamlara uğrayan milyonların gerçeği.

Ortada koca bir Kürt gerçeği vardır, ama bu gerçekten söz etmek yasaktır bu ülkede. ''Vatan hainliği''dir, ''bölücülük''tür... Ve Marksist-Leninistler bu gerçeği bıkmadan, usanmadan dile getirdikleri için onyıllara varan ağır cezalar almışlar, her türlü baskıya göğüs germek zorunda kalmışlardır.

Ama güneş balçıkla sıvanamıyor. Egemen sınıflar ne yaparsa yapsınlar, resmi ırkçı, şoven ideoloji ne derse desin, Kürt ulusu gerçekliği her geçen gün kendini daha da yakıcı biçimde dayatıyor. İnkar politikası iflas ediyor ve ezilen ulus gerçeği oligarşinin yalan, demagoji, jenosit ve asimilasyon ile örülü ırkçı faşist barikatlarını yerle bir ederek, herkesi düşünmeye zorluyor.

Kürt halkı gerçeğini hâlâ yok saymaya çalışan, yargıç ve savcılar! Kürt halkı vardır ve özgür olmak bu halkın hakkıdır dediğimiz için, bize ağır cezalar biçiyorsunuz. Ama bu tutum yeni değildir.

Biz Marksist-Leninistler, Kürt halkı gerçeğini tüm yönleriyle ortaya koyan ve sorunun çözümünü üretenler olduk. Bu nedenle oligarşi ve onun sözcülerince ''vatan haini'' ilan edildik. Şikayetçi de değiliz. Amaç bellidir; sindirmek, gerçeğin üstünü örtmek, en olmadık suçlamalarla gerçeği haykıran sesi boğmak... Ama bütün bunlar boşuna bir çaba. Hele bizlere''vatan haini'' damgasını vurmaya kalkışanlar, ''sattım gitti'' deyip ülkemizi emperyalizme peşkeş çekenlerse! Oligarşinin sivil ve apoletli sözcüleri aynaya bakıp başlıyorlar bağırmaya: ''VATAN HAİNİ!'' sonra da kurnazca gülümseyip gidiyorlar.

Biz Marksist-Leninistler, her şeyden önce enternasyonalistiz. Halkların birliğinin savunucularıyız. Ama zora dayalı değil, gönüllü, kardeşçe ve her ulusun kendi kaderini özgürce belirleme hakkına sonuna dek saygılı birliğinin. İki uluslu Türkiye’de Kürt sorununa bakış açımız böyledir. Bedeli pahalı ödense de, her zaman ve her koşulda gerçekleri haykırmaya, bilimi altüst edenlere karşı bilimi savunmaya devam ettik, edeceğiz. Kürt ve Türk halklarının, emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadelesinin, her koşulda en önünde yer almaya çalışan biz Marksist-Leninistlerin en temel görevidir bu.

Bizleri yargılamaya çalışanlar ne fetva verirlerse versinler, tarih biz ve bizim gibi düşünenleri doğruluyor. Gerisi boş laftır!

Zaten tüm egemen sömürücüler gibi burjuvazinin de alışkanlığıdır; toplumsal gerçekleri görmezden gelerek yadsımak, yok saymak; ya da kabul eder gibi görünüp içini boşaltmak. Sömürücü sınıfların doğasında varolan bu geleneği devralan burjuvazi, kendi iktidarını kurup diğer sosyal sınıfların üzerine çöreklendiği andan başlayarak, bilim dışılığını derinleştirerek vazgeçilmez bir alışkanlığa dönüştürmüştür. Sınıf çıkarlarının gerektirdiği ölçüde, bazen gerçeği tümden yok sayan fanatik bir inkarcılık ve onu tamamlayan sınır tanımaz bir demagoji, bazen de gerçeğin zihinlerdeki görüntüsünü başaşağı etmeye çalışan ustalıklı bir sofist tavrı. Bunlar burjuvazinin vazgeçemediği alışkanlıklarıdır. Yerine ve zamanına göre biçimlenerek sınıf çıkarlarını her şeyin üzerine çıkarma güdüsü değişmeksizin, değişik şekillerde kendini açığa vurur.

Ülkemiz egemen sınıflarının, nesnel gerçekliği inkar etme, tümden yok sayma tavrının en belirgin ve tipik göstergesi, Kürt ulusal sorununa yaklaşımı olagelmiştir. TC. Devleti’nin kuruluşundan bu yana sürdürülen Kürt ulusunu yok sayma politikası -şimdilerde burjuvazinin kimi akıl hocalarınca içi boşaltılarak bir ''sorun'' olarak kabul edilse de- hiç değişmeden günümüze dek uzanır.

Kürt ulusunu yadsıma politikaları Osmanlılarda başlar ve Cumhuriyet’le devam eder. Türk ulusal düşüncelerinin gelişimi, genel anlamda Osmanlı Devleti’nde ulusçu düşüncelerin gelişimiyle, Kürt halkını yok sayma yönündeki sistemli politikalara paralellik göstermiştir.

Kimi zaman iç ve dış koşulların zorlamalarıyla Kürt gerçeği yarım ağızla dile getirilmiş, ama hemen bundan sonra katmerli bir asimilasyon ve jenoside tabi tutulmuştur. Bu ise Kürt gerçeğinin her şeye karşın yok edilemediğini gösteriyor. Diğer yandan bu gerçek ırkçı faşist ideolojinin ikiyüzlülüğünü de ortaya çıkarır.

Osmanlı İmparatorluğu dönemini saymazsak, bu ikiyüzlülüğün en açık sergilendiği dönem, Anadolu Kurtuluş Savaşı ve sonrasıdır.

Kurtuluş savaşı yıllarında varlığı kabul edilen Kürtlerin, 1923’den itibaren ezen-ezilen ulus ilişkisinin şekillenişi içinde, varlıkları, tümden yadsınarak ırkçı, şovenist politikaya kurban edilir. Kürt ulusunun gerçekliği, onun uluslaşma mücadelesiyle özdeştir.

A- Emperyalizme Karşı Savaşta İttifak Olan Kürtler TC İle Birlikte ''Dağ Türkleri'' Oluyor!

Anadolu'nun emperyalistlerce işgal edilmesiyle, başını küçük-burjuva sivil, asker aydınların çektiği kurtuluş savaşı sırasında, Kürtler vazgeçilmez ittifak durumundadırlar. Nedeni ister zorunluluktan kaynaklanan bir pragmatizm, ister başka bir şey olsun, Kürt gerçeği bu dönem ulusal kurtuluş bayrağını omuzlayan Türk küçük-burjuva milliyetçileri tarafından kabullenilmiştir. Kürt halkının temsilcileri Meclis'te kendi ulusal kimlikleriyle yer almış, kendi dillerini ve ulusal özelliklerini serbestçe yansıtmışlardır. Örneğin 1920'de Ankara'da oluşturulan ilk mecliste, 72 Kürt milletvekili vardır ve ''kürsüde konuşma hakkı iki millete aittir: Kürtler ve Türkler''. (Dr. Behes Şırgo, 'Geçmiş ve Bugünü ile Kürt Sorunu' Dr. Km. Amed M.CIWAN, 'Kürt Ayaklanmaları') Fakat bu durum fazla sürmez. Lozan Anlaşması imzalanıp, emperyalistler ülkeden kovulduktan sonra, birdenbire Kürt ulusu yok sayılır. Meclis, artık yalnızca Türk ulusunu temsil etmektedir! Bu andan başlayarak Kürtlere özgü her şey yok sayılacaktır. Hatta çağrışımda bulunacak davranışlar bile suç sayılmaktadır. Ne hikmetse Kürtler birdenbire ''dağ Türkleri'' olup çıkmışlardır! Ve bu ''dağ Türkleri''nin asimilasyonu için her yol mübahtır. Bu nedenle vakit yitirilmeksizin Kürt halkının ulusal özellikleri (dil, kültür, gelenek ve alışkanlıkları, vb.) erozyona tabi tutulur.

Kürt ulusunu asimile etmek için gerici şiddetin doğrudan kullanım yöntemlerinden; ideolojik, kültürel baskı aygıtlarına kadar her türlü araç ve yöntem kullanılmıştır. Ve onyıllardır da Kemalist diktatörlükten alınan ırkçı, şoven mirasla, oligarşi tarafından faşist ideolojinin ihtiyaçlarına uygun tarzda derinleştirilip zenginleştirilerek kullanılmaktadır. Asimilasyon politikası çerçevesinde, kimi zaman dolaysız baskı ve zor yöntemleri ön plana çıkarken, kimi zaman diğer yöntemler ağırlık kazanmış, ama ''çıplak zor'' gündemden hiçbir dönem düşmemiş; dozajı artmış veya azalmış, ama hep ulusal zulmün odağını oluşturmuştur.

Ezen ulus şovenizminin zulmü altında inledi onyıllardır Kürt halkı. Katliamların, jenosidin en vahşisine tanık oldu Türkiye Kürdistanı'nın toprakları. Bu katliamları tek tek anlatmak, hele topraklarının bir karışının dahi katliam tanıklığından kurtulamadığı ve coğrafi tanımlamaların bile yöre halkınca katliamlarla adlandırıldığı Kürdistan'da, ezilen ulusun tarihini tek tek olaylarla kronolojik olarak anlatmak zaten mümkün değil. Ayrıca ortaya koymak istediğimiz de, tarihçilere özgü kurulukla olaylar yığını değil, yaşananlara kaynaklık eden temel yaklaşımlar ve bunları koşullayan toplumsal, siyasal gerçekliktir.

Biz Marksist-Leninistler tarihçi değiliz. Sorunu tüm boyutlarıyla bilimsel veriler ışığında ortaya koyan ve çözüm yolunu göstererek, mevcudu dönüştürmeye çalışan devrimcileriz. Kürt ulusal sorununda da, öncelikle ırkçı, şoven politikanın gereği olan yalan ve demagojileri açığa çıkartmanın ve bilimsel gerçekleri ortaya tüm çıplaklığıyla sermenin gerekliliğine inanıyoruz.

B- Egemen Sınıflar Kürt Ulusunu Yok Saymak İçin Akıl Almaz Demagojilere Başvuruyor

Ezen ulus şovenizminin en belirgin özelliği, ırkçı olmasıdır. Bu nedenle de toplumların tarihsel süreçte nasıl şekillendiklerine aldırmadan, Türk ulusunu toplumların oluşumundan itibaren ele alırlar. ''Ulus'' ve ''ırk'' kavramları aynı muhtevadadır onlar için. Ve bu anlamda mutlak ve gerçek olan, insanoğlunun yerkürede varoluşundan bu yana, Türklerin ''ulus'' olduğudur! Türkiye'de insanlar işte bu ırkçı, şoven ideolojik gıda ile beslenmeye çalışılır. Ama sıra Kürtlerin ulus olduğu gerçeğine gelince, bunun sözünü bile etmek, egemen sınıfların ve sözcülerinin tüylerini diken diken etmeye yeter. Bu miras oligarşiye Kemalizmden kalmıştır ve özenle korunan biricik miras olmaya devam ediyor.

Oligarşinin, Kemalist diktatörlükten devralarak, yeni sınıfsal içeriğiyle sürdürdüğü, Kürtleri ''yok etme'' politikasının pratik biçimlenişlerinden en gözde olanı, Kürt varlığının yadsınarak, onların ''dağ Türkleri'' olduğu yollu demagojisidir. İnandırıcı hiçbir yanı olmayan, ama ''biz diyorsak öyledir'' tarzındaki bilim dışı söylemleriyle kabul ettirmeye çalıştıkları bu savın içeriği, nedense kişiden kişiye, kurumdan kuruma değişebilmektedir.

Kürtlerin ''dağ Türkleri'' olması, neye dayanılarak ileri sürülüyor? Yaşadıkları coğrafyaya bakılarak mı? Bu akıl dışı anti-bilimsel yaklaşımla, Afrika'daki zencilerin ''orman Türkleri'' olduğunu söylemek pekala mümkün! Şu basit gerçeği, gözleri şovenizm ile dağlanmamış, beyni ırkçı düşüncelerle dumura uğramamış herkes bilir ki; halkları veya ulusları birbirinden ayıran, onları ayrı ayrı halklar (veya uluslar) yapan, yaşadıkları coğrafi koşulların özellikleri değil, dilleri, kültürleri, ruhsal şekillenmeleri, iktisadi birlikleri vb.dir. Eğer ulus olgusu, örümcek kafalı egemen sınıf temsilcilerinin ileri sürdükleri gibi olsaydı, aynı coğrafi koşullara sahip halklar tek bir ulus olurlardı. Bunun böyle olmadığı nesnel bir gerçek, ama oligarşinin sınıf çıkarları sözkonusu olunca, dünya öküzün boynuzunda bile durabilir!

Kürtlerin dağlık bir coğrafyada yaşamaları, onların ulusal kimliklerini belirlemediğine göre, Kürtleri ''Türk'' yapan başka etmenler neler olabilir? Kürtleri ''dağ Türkleri'' yapan ortak bir dil, kültür, ruhsal şekillenme vb. öğelerin varlığı sözkonusu mu?

Ezen ulus şovenistleri hemen ''tabii sözkonusu'' diye hep bir ağızdan bağıracaklardır. Nitekim ''halklar yok Türk milleti var'' şeklindeki ırkçı, faşist sloganlarına dayanak bulmak için, her türlü yalan ve demagojiye başvuruyorlar.

İleri sürülen demagojik iddialardan biri de, Kürtçenin, Türkçenin bir şivesi olduğudur.

Her şeyden önce dilbilimi (lengüistik) açısından, dillerin özelliklerini belirleyen gramer sistemi ve sözcük hazinesidir. Diller ancak bu iki yönde bir sistemlilik oluştururlarsa, bir dilin lehçeleri olabilirler. Bu bilimsel yönteme göre Kürt ve Türk dilleri tamamen farklı gramer ve sözcük yapısına sahiptirler. Birçok dil araştırmaları bunu açıkça ortaya koymuştur. Ama tersini, yani Kürtçeyle Türkçenin aynı gramer yapısı ve sözcük hazinesine sahip olduklarını kimse ileri sürmemiştir. Hem de egemen sınıfların çok istemelerine, ellerindeki devlet olanaklarına rağmen başarılamamıştır. Fakat buna rağmen ''Kürtçenin, Türkçenin bir şivesi olduğu'' demagojisi yapılabilmektedir.

''Hani kanıtınız'' derseniz, şovenistliklerine halel getirmeyen modern ulemalar cevap verirler: ''Kürtçede, Türkçe kökenli sözcükler var!'' Cahillik mi, yoksa gözü kara bir şovenizm mi? Şovenizm cehaletle iç içe geçmiş; ortaya çıkan ise bir ucubedir! Acaba Türkçe de, Arapça ya da Farsçanın şivesi mi oluyor? Öyle ya, Türkçede Arapça ve Farsça kökenli sözcük o kadar fazla ki! İtirazları duyar gibi oluyoruz ama zaten böyle bir iddiamız yok. Yan yana, iç içe yüzyıllarca yaşayan halkların dillerinin karşılıklı etkileşimde bulunması, birbirinden birtakım sözcükler alıp vermesi kadar doğal ne olabilir ki? Kaldı ki ezilen bir halkın ezen ulusun dilinden, kültüründen, gelenek ve alışkanlıklarından etkilenmesi, onun birtakım öğelerini süreç içinde benimsemesi son derece doğaldır. Ezen-ezilen ulus ilişkisi içinde, ezilen ulus durumunda olan halkın, ulusal öğelerini geliştirmesi mümkün değildir. Ezen ulus kendi özelliklerini zorla benimsetme olanaklarına sahiptir. Afrika ve Latin Amerika halkları bu durumun canlı örnekleridirler.

Bu noktada örnek olması açısından şu soruları sormak istiyoruz:

Portekiz'in eski Afrika sömürgeleri ve Brezilya, neden Portekizce konuşmakta, Hıristiyan dinine inanmaktadırlar? Aynı şekilde Brezilya dışında diğer tüm Latin Amerika halkları, neden İspanyolca konuşuyorlar? Hindistan'da İngilizcenin resmi dil olacak kadar yaygın bilinmesi nedendir?

Cevabı bir sır değil; halkların kendine özgü öğelerini tahrip ederek, kendi öğelerini egemen kılan sömürgecilik olgusu. Kürdistan'ın durumu sömürge-sömürgeci ilişkisi göstermese de, ezen-ezilen ulus ilişkisi, Kürtlerin ulusal özelliklerini erozyona uğratmış ve gelişme olanaklarından yoksun Kürtçe, Türkçeden bazı sözcükleri almıştır. Buna karşın yok olmamış, varlığını korumuştur.

Diğer yandan aynı dili konuşmak da, ulusal farklılığı -ayrı ulus olma gerçeğini- ortadan kaldırmıyor. ABD, İngiltere ve Avustralya aynı dili konuşmaktadırlar, ama bunların tek bir ulus oldukları iddiasında bulunan yoktur.

Bu durum din dahil kültür, gelenek ve alışkanlıklar için de sözkonusudur. Örneğin Latin Amerika halklarının folklorik özellikleri, İspanyol ve yerli karışımıdır. Daha doğrusu İspanyol folklorik özelliklerinin yerel biçimlere uyarlanmasıdır.

Birçok resmi yetkili gibi Diyarbakır DGM savcısı da Kürtçeyi ''kelimeler yığını'' olarak tanımlıyor. Kürtçenin böyle olmadığını ispatlamaya girişmiyoruz. Yalnız şu gerçeğe işaret edelim, madem ki kelimeler yığınıdır, o halde neden rahatsız olunuyor? Neden bu ''kelimeler yığını''nı konuşmakta ısrar edenlere yıllarca ceza isteniyor?

Türkiye oligarşisinin, Kürtlere yaklaşımındaki bir çelişkiye değinmek istiyoruz. Irkçı düşüncelerin rehberliğinde Orta Asya'nın birçok halkını bile dildeki bazı benzeşmelere, birtakım tarihsel bağlantılara dayanarak Türk sayan ve bunların yaşadıkları topraklar üzerindeki ilhakçı emeller besleyen ırkçı, şovenist ideoloji, İran, Irak ve Suriye'deki Kürtleri neden Türk saymamaktadır? Bulgaristan'daki Türkler konusunda feryat eden oligarşi, İran ve Irak'taki Kürtlerin kimyasal silahlarla imhasına neden ses çıkarmıyor? Evet, neden bu çelişki? Aslında ortada bir çelişki yok; çünkü oligarşi, Kürtlerle ulusal açıdan hiçbir ortaklığın olmadığını çok iyi biliyor ve kendisi için tehlike arzeden bu halkın imhasında kendi çıkarını görüyor. ''dağ Türkleri'' safsatası Misak-ı Milli için de geçerlidir, diğerleri ''dağ Acemleri'', ''dağ Arapları'' vs. olabilir! Hatta Kürt bile sayılabilir! Bunun oligarşi için bir mahsuru yoktur.

Bu arada belirtmekte yarar görüyoruz: Amacımız resmi ideolojinin ''Kürt yoktur'' deyişine karşı ''Kürtler vardır''ı ispat etmek değildir. Kürtlerin bir ulus olarak varlığı bizim irademizden bağımsız bir gerçekliktir ve bunu, dünya biliyor. Kürt ve Kürdistan gerçeğini ortaya koyarken, esas amacımız resmi ideolojinin ırkçı, şoven demagojilerini ve koca bir halkı yok sayma tavrının akıl dışılığını ortaya sermek, Marksist-Leninistlere yönelik ''bölücü'', ''vatan haini'' suçlamalarının gerçek niteliğini göstermektir. Kürtleri yok sayma politikasını sergilemeye devam edelim.

Bu konudaki ''teori''lerin akıldışılığı yukarıda anlattıklarımızla sınırlı değil. Daha ne uydurmalar var, faşizmin torbasında! Çarpık kapitalizmin kafaları çarpıtılmış egemenleri, tarihi, ayaküstü uydurulmuş sadece kendilerinin bildiği ve olağanüstü ''yaratıcılık''larının ürünü hikayelerle açıklamayı nedense çok seviyorlar! Müthiş zekalarıyla(!) o kadar çeşitli hikayeler yazıyorlar ki, burada hepsini anlatmak olanaklı değil. Ortaçağ kilisesine rahmet okutan kafa yapısını sergilemek için bir örnek alalım.

Hikaye, 12 Eylül faşist cuntasının ürünü ve ne yazık ki gerçek! 12 Eylül döneminde devletin ''anarşi'', ''terör'' ve ''bölücülük'' konusundaki resmi görüşlerini açıklamak ve benimsetmek amacıyla, genç kurmay subaylardan heyetler oluşturuldu. Bu heyetler başta üniversiteler ve çeşitli kamu kuruluşları olmak üzere çeşitli yerlerde -YÖK profesörlerinin de inayetiyle- son derece ''aydınlatıcı'' konferanslar verdiler. Bu heyetlerden biri Erzurum'da verdiği konferansta Genelkurmayın ve ırkçı faşist yazarların hazırladığı çeşitli kitaplara dayanarak Kürtleri şöyle anlatıyordu:

''Büyük padişah Yavuz Sultan SELİM, Safevi Hükümdarı Şah İsmail'i yendiği zaman arada bir tampon devlet bulunsun diye doğudaki öz be öz Türk olan vatandaşlarımıza; 'siz benim cengaver evlatlarımsınız, babakurdilersiniz' diyerek bunların arkalarını okşamış, bunlara ayrı bir güç vermek için, ayrı bir aşiretmiş gibi, toplulukmuş gibi mütalaa etmiştir. Büyük padişah konunun ileride istismar edileceğini düşünmemiştir, değerlendirememiştir tabii.'' (Neyse ki Yavuz SELİM'in hatasını 12 Eylül'ün sivri zekalıları düzeltiyor da, Türkiye bu büyük badireden kurtuluyor! -bn-)

''Bir hata da II. Abdülhamit devrinde yapılmış, hudutlarda 36 tane Hamidiye Alayı teşkil edilmiştir (...) zaman geçince Hamidiye Alayları imtiyazlı alaylar olmuştur. Hazineden özel ikramiyeler verilmiş, değişik statüler uygulanmıştır; Hamidiye Alayları, Kürt Alayları dene dene sonuçta bizim vatandaşlarımız bu alaylara giremedikleri için üzülmüşler nüfus kayıtlarını değiştirmişlerdir. Türk adını, Kürt diye tahrif etmişlerdir. Ben de o alaylara gireyim, bol maaş alayım, rütbem yükselsin diye öz be öz Türk çocukları kendisini Türklükten çıkarmış, Kürt olarak saymaya başlamıştır.''(*) (Aktaran, E.TUŞALP, Eylül İmparatorluğu, s.263)

Pes doğrusu! Bunlar ancak 12 Eylül kafasının ürünü olabilir. HİTLER faşizmi bile Alman ırkçılığının teorisini yaparken, ancak bu kadar demagog ve yalancı olabildi. İşte TC Devleti'nin Kürt sorunundaki yaklaşımı. İşte 12 Eylülcülerin ''bölücülük'' teranelerine dayanak yaptıkları ilkel, kaba ve akıl dışı tarih görüşleri. Aslında anlattıkları bu masallarla Kürt gerçekliği karşısında düştükleri çaresizliği kanıtlıyorlar.

Ve sizler: Savcı ve Yargıçlar,

Evet sizler, işte bu çağdışı kafaya hizmet ediyor, bizleri suçluyor ve yargılıyorsunuz. Bir hukukçu için ne kadar da utanç verici bir durum. Tarihi masallarla açıklamaya kalkanlar, sizler aracılığıyla bizleri yargılamaya kalkıyorlar. Düşünmenizi istiyor ve Ortaçağ kafasının geriliklerini sergilemeye devam ediyoruz.

Ortaçağ kafasına özgü hurafeler yukarıdakilerle kalmıyor. Genelkurmay yetkilisi devam ediyor: '''Kürt' adlandırmasını, karlık alanda gezen bu Türkmenler karın 'kırt-kürt' etmesinden hareketle almışlardır!'' Bu sözlere şaşırmıyoruz. Yalnız ''kırt-kürt''ten bir sosyal topluluk üreten kafaları tüm dünya tanısın, bizleri yargılamaya kalkışanların kimler olduklarını görsün istiyoruz.

Bu tür anlatım ve açıklamalardan özde farklı olmamakla beraber, bazı sözde ''tarihçi'' ve ''sosyolog''lar, ırkçı-faşist ideolojinin Kürtleri yok sayma anlayışına tarihsel dayanaklar bulma kaygısıyla, kimi ''araştırma''lar yapmışlar ve ''bilim'' adına bilimi katlederek ezen ulus şovenizminin hizmetine sunmuşlardır. ''Kan bağı'', ''etnik köken'' gibi ulus kategorisini açıklamada yeri olmayan öğeleri kullanan bu ırkçı, faşist düşünce sahiplerinin bütün çabası, Kürtlerin Orta-Asya kökenli olduklarını ispat olmaktadır. Kürtlerin Orta-Asyalılığı kanıtlanınca her şey hallolacaktır! Bu kafayla tüm Asya ve Avrupa uluslarının aslında Türk olduklarını iddia edebiliriz. İddia edenler de yok değil zaten!

Bu iddiayı öne sürme onuruna(!) erişenlerden Nazmi SEVGEN 1982 tarihli ''Türk Beylikleri'' adlı çalışmasında, Kürtleri ''Kürt Türkleri'' diye niteleyip, Türklerin (Oğuzların) bir boyu olduğunu ileri sürerken, tarihsel gelişmelerden ne kadar haberli olduğunu da sergilemektedir. Nazmi SEVGEN'e göre Kürtlerin, Türklerin bir boyu olmasının nedeni, Orta-Asya kökenli olmalarıdır. Yazarın onlarca tez arasından bilimsel metoddan yoksun, toplumbilim alanında adı bile duyulmayan ve bu anlamda akademik, bilimsel hiçbir değer taşımayan bir iki gerici araştırmacıya dayanarak oluşturduğu bu teori, her şeye karşın kendi içinde bile açmazlarla, çelişkilerle doludur. Yazar, bir yandan Kürtlerin İran'ın Kuzey bölgeleri ve Dicle'nin doğusunda yerleşmelerinin, M.Ö.1000 yıllara dayandığı gerçeğini kabul ediyor, diğer yandan onların Orta-Asya'dan gelmiş olmaları savından ötürü Türk olduklarını ileri sürüyor.

Bu kafatasçı düşünceye göre, ulusun hangi tarihsel, ekonomik ve sosyal gelişmelerin ürünü olduğu, hangi süreçlerden geçerek oluştuğu ve nasıl biçimlendiği hiç önemli değildir. Ve yine kafatasçılığa göre, M.Ö. Orta-Asya'dan göç eden insan topluluğunun (kaldı ki, Kürtlerin tarihi gelişimi Orta-Asya'dan başlamaz) hangi aşamalardan geçerek ayrı ayrı uluslaştıkları -ne olur ne olmaz- sorgulanacak bir şey değildir.

Şovenizmin bu tür çarpık tarih anlatımlarına gülünüp geçilebilir, ama onyıllardır Kürt ulusunu asimilasyon ve jenosit politikalarına tabi tutan, katliamlar düzenleyen, akan nice kan ve gözyaşının sorumluluğunu yüklenen kafa yapısının demagoji ve yalanlarını bütün çıplaklığıyla sergilemek, Kürt ve Türk halklarının kurtuluş mücadelesini omuzlamaya çalışan biz Marksist-Leninistlerin görevidir. Bu nedenle ulus olgusuna bilimsel bir açıklama getirmek gerekiyor.

C- Ulus Nedir?

Ulus sorununa diyalektik ve tarihsel materyalist bir perspektifle yaklaşan Marksist-Leninistler, sorunu, tarihsel evrilişi içinde ele almış ve çözümlemişlerdir. Bu bilimsel yönteme uygun olarak ulus; tarihsel olarak oluşmuş bir topluluktur. Ama bu topluluk, kafatasçıların iddia ettiği gibi ne ırk, ne de aşiret topluluğudur. İnsan topluluklarının birçok aşamadan geçerek, halk ve giderek ulusal topluluk olmaları, tarihsel evrimde gerçekleşmiştir. Bu anlamda ''arı'' ve ''mutlak'' değillerdir.

Tarihsel gelişim sürecinin çeşitli konaklarında halkların iç içe geçmesi ve birbirlerini özümsemesiyle uluslaşmaya geçilmiştir. Örneğin İtalyan ulusu Romalılardan, Cermenlerden, Etrüsklerden, Yunanlılardan, Araplardan vb. oluşmuştur. Fransız ulusu, Galyalılardan, Romalılardan, Brötonlardan, Cermenlerden vb. kurulmuştur. Diğer uluslar da böyledir. Tabii ki Türk ve Kürt ulusu da.

Ulus, sıradan bir topluluk, tarihi gelişimden bağımsız, rastlantısal ve birdenbire oluşmuş geçici bir topluluk olmadığına göre, ulusu oluşturan özellikler nelerdir? Cevaplamak gerekiyor, çünkü herhangi bir topluluğa ulus denemez.

Ulus, diyor STALİN; ''... tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir'' (STALİN, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, s.15, Sol Yay. )

Herhangi bir halk topluluğunun ulus olması için, bu özelliklerin bütününü bir arada bulundurması gerekir. Tersi durumda bunların ulus sayılması sözkonusu edilemez. Örneğin, yalnız dil ortaklığı yeterli değildir. Bugün dünyamızda, aynı dili konuşmalarına karşın ayrı ayrı uluslar çok fazladır. İngilizler, Amerikalılar, Brezilya hariç, Amerika halkları İngilizce ve İspanyolca konuşmalarına karşın her biri ayrı ulusları teşkil ediyorlar. Görülüyor ki, dil birleştirici, önemli ulusal öğe olmasına karşın tek başına bir anlam ifade etmiyor.

Ortak dillere karşın ayrı ulusların ortaya çıkmasının nedenlerinden biri de, toprak bütünlüğüdür. Bir ulus, ancak sürekli ve düzenli ilişkiler sonucu, onu oluşturan insanların kuşaktan kuşağa süren ortak yaşam sürecinde ortaya çıkar. Üzerinde yaşadıkları bir toprak yoksa bu gerçekleşmez. Ortak özellikleri ortaya çıkartan yüzyılların ortak yaşamıdır.

Buradan hareketle egemen ideoloji, Kürtlerle Türkler'in ortak topraklar üzerinde yaşadıklarını, bu anlamda tek bir ulus olduklarını ileri sürebiliyor. Oysa toprak bütünlüğü de (tıpkı dil konusunda olduğu gibi) tek başına bir anlam ifade etmiyor. Kaldı ki, Kürtlerle Türkler aynı toprak parçasında yaşamıyorlar. Aynı devlet çatısı altında yaşamakla, aynı toprak parçasında yaşamak farklı farklı şeylerdir. Bu fark görülmeyip, ''aynı toprak parçası''ndan, devlet sınırları içindeki topraklar kastediliyorsa; hemen belirtelim ki, halkın özgür iradesini, kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek zorla ve yapay olarak oluşturulan sınırlar sosyal gerçekliği değiştirmiyor. Kürdistan'ı oluşturan toprakların her bir parçasının İran, Irak, Suriye ve Türkiye devletlerinin sınırları içine zorla dahil edilmişliği, Kürt ulusunu ortadan kaldırmıyor ve yaşananlar (Irak, İran ve Türkiye Kürdistanı'nda süren Kürt halkının ulusal mücadelesi) her geçen gün bu gerçeği, ezen ulusun egemenlerine daha da yakıcı biçimde gösteriyor. Bu nedenle ''aynı toprak parçasında yaşama'' iddiası, şovenizme ait gülünç, ama trajik sonuçlara yol açan bir iddia olmaktan öte anlam taşımıyor.

Sorunu, adım adım somutlayarak ortaya koyarken görüyoruz ki, aynı dili konuşan ve aynı toprak üzerinde yaşayan insan toplulukları salt bu özellikleriyle bir ulus oluşturmuyorlar. Halkların, ulus karakteri göstermeleri için, tek bir bütün içinde kaynaşmalarını sağlayan iktisadi yaşam birliğine sahip olmaları gerekiyor.

İktisadi yaşam birliğini -yani pazar bütünlüğünü- sağlayacak olan temel olgu nedir? Tek kelime ile ''kapitalizm'' diyoruz. Tarihsel olguların bilimsel olarak irdelenmesi gösteriyor ki; halk topluluklarının tek bir iktisadi pazar içinde birleşebilmeleri ancak, kapitalizme geçişle sağlanabilmiştir. Meta üretimine dayanan kapitalist gelişme, kapalı ekonomileri parçalamış ve buna koşut olarak, feodal devletçikler yıkılarak oluşturulan ulusal devletlerle, meta dolaşımı çerçevesinde tek bir iktisadi bütün ortaya çıkmıştır. Ulusların ve ulusal devletlerin ortaya çıkışının temelinde işte bu iktisadi yaşam birliği vardır.

Tarihsel evrimin bilimsel tarzda incelenip yorumlanmasıyla ortaya konulan bu gerçek, ulus olgusunu tarihin ilk evrelerine, kan bağına, etnik köken bağlantılarına kadar uzatarak açıklamaya kalkan, ırkçı, şoven ideolojinin iddialarının da ne denli temelsiz, bilim karşıtı olduğunu ortaya koyuyor.

Ulus olgusunu tamamlayan son öğe ise ruhsal biçimlenme ortaklığıdır. Bir halk topluluğunun ulus özelliği göstermesi için, insanların psişik (ruhsal) durumlarında kültürel özelliklerinde, alışkanlık ve davranışlarında, ortak temel öğeleri ifade eden ''ruhsal şekillenme''nin, varlığı olmazsa olmaz bir olgudur. Doğaldır ki, bu şekillenme kendiliğinden ve bir anda oluşmaz, saydığımız diğer öğelerle birlikte, tarihsel süreçte biçimlenerek işlevselleşir.

''Ulus nedir?'' sorusunu yanıtlarken, ulusu oluşturan öğeler bu şekilde sıralanırlar. Halk topluluklarının ayrı ayrı uluslar olarak şekillenmelerinin tarihsel, nesnel gelişimi budur. Sıraladığımız öğeler, birbirlerinden bağımsız, tek başlarına ele alınırlarsa bir anlam ifade etmezler. Tarihsel süreçte, bu öğeler karşılıklı olarak birbirlerini koşullandıran-koşullandırılan ilişkisi içinde, işlevselleşerek ulusu ortaya çıkarmışlardır. Bunun dışında bir ulus olgusu yoktur. Farklılıklar sadece uluslaşma süreçlerinin özgünlüklerinde ve özellikle dış dinamiklerin etkisi ile (iç dinamiklerin zayıflığı da hesaplanmalı) bazı öğelerdeki güdükleşmelerde aranmalıdır.

Buna karşın burjuva idealizminin, şovenizme ideolojik temel bulmaya yönelik çırpınışları durmamaktadır. Çokça başvurulan iki demagoji malzemesi de ''din'' ve ''devlet'' olgusudur.

D- Din ve Devlet Olguları Ulus Sorununda Ayırdedici Öğeleri Oluşturmazlar

Din, kültürel bir öğe olarak elbette ulusun ruhsal şekillenmesinde bir etkendir. Ama hepsi bu kadardır. Ve ulusun ruhsal şekillenmesini oluşturmada sayısız faktör sözkonusudur. Din olgusunun tek faktör olduğunu düşünenlere, dünyada mevcut dinlerle ulusların, bir dökümünü yapmalarını öneririz. Ayrıca dinsel ideoloji ulusu yadsır. Örneğin, İslam dininde ''ulus'' değil, ''ümmet'' vardır. Eğer iddia edildiği gibi din tek başına (veya dil, toprak bütünlüğü gibi ulusu oluşturan temel öğelerle birlikte) belirleyici olsaydı, İslam dinine inanan bütün halklar; Araplar, Türkler, Kürtler, Afrika'nın kimi halkları vb. tek bir ulusu oluştururlar, ya da Hıristiyan Avrupa'nın tüm halkları tek ulus olurlardı. Yani dünya üç-beş ulustan meydana gelirdi. Böyle olmadığı çok açıkken, Kürtlerin ve Türklerin müslüman olmaları nasıl onların, tek bir ulus olmasına yetebilir? Kürtlerin; Türk olduğunu kanıtlamak için başvurulmadık demagoji bırakmıyorlar, ama ''yazık'' ki gerçekler acımasız; tuz-buz ediyor küçük beyinlerin küçük düşüncelerini.

Tarihleri boyunca Kürtlerin devlet kuramamış olmalarından hareketle, ulus olmadıkları iddiası da, ezen ulus şovenizminin en çok kullandığı demagojilerden biridir. Kürt ulusu tartışmalarında faşistinden, gericisine, sözde ilericisinden demokratına kadar tüm ezen ulus şovenistleri ve bundan etkilenen kesimler, ''devlet olamama'' olgusunu dillerine pelesenk ederek, Kürtlerin ulus olarak varlığını reddetmektedirler. Kafatasçı faşistlere söylenecekler belli, ama ''demokratım'' diyenleri uyarmak istiyoruz; bu düşünce, ulusları köleleştiren, asimilasyona uğratan, soykırım gerçekleştiren ezen ulus egemenlerinin şovenizmine hizmet eden bir anlayışın ürünüdür. Ezen ulus şovenizminin türevlerinden biridir. Bu düşünce sahiplerine göre, devlet olarak örgütlenmemiş, örgütlenememiş halklar ulus sayılmazlar. Sormak istiyoruz: Filistin halkını neden ulus olarak görüyorsunuz? ''Görmüyoruz'' diyenine rastlamadık; öyleyse bu çitte standart neden? Halklar hapishanesi diye anılan Çarlık Rusyası'nda, devletini kuramamış uluslar ancak 1917 Ekim Devrimi'yle kurdular devletlerini. Ve özgürce Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni yarattılar. Osmanlı'nın egemenliği altındaki halklar, ulusal ayaklanmalarla koptular imparatorluktan ve ulusal devletlerini kurdular. Gerek Rusya'da, gerekse Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan halklar, devletlerini kurmadan önce ulus değiller miydi?

Tarihsel gelişmelere,toplumsal olgulara yaklaşımdaki keyfiyet ölçüsü akıl, mantık sınırlarını yok ediyor ve her şey ezen ulus şovenizmine tutunacak dal bulma kaygısına kurban ediliyor. Böyle olunca da ortaya çıkan, gözü kara, fanatik bir şovenizm oluyor. Her şeye rağmen Kürt halkı, ''varım'' de meye devam ediyor.

Evet I. Ordu Komutanlığının Yargıç ve Savcıları!

Hoşunuza gitse de gitmese de Kürtler bir ulustur; tarihsel gelişimlerinin ortaya çıkardığı ''köylü ulusu'' nitelikleriyle ve ulusları niteleyen evrensel öğeleri ve özgün karakteristikleriyle bir ulus! Dünyanın döndüğü kadar gerçektir bu olgu.

Buraya kadar Kürt ulusunu yok saymak için geliştirilen demagojiler üzerinde durduk ve ''ulus'' olgusunu ortaya çıkaran temel öğeleri gözler önüne sermeye çalıştık. Kürt ulusu gerçeği yıllardır Marksist-Leninistler tarafından her zaman ve her koşulda, ezen ulus şovenizmine karşı ödün vermeksizin anlatıldı, ortaya konuldu. Fakat bu konuda ne faşizmin demagojileri durdu, ne de Kürt halkı üzerinde estirilen terör, katliam politikasına son verildi. Emperyalizm ve oligarşinin iktidarı sürdüğü müddetçe de, asimilasyon ve jenosit politikasından vazgeçilmeyeceği, Kürt halkının kendi kaderini özgürce tayin etmesinin mümkün olmayacağı tartışılmayacak kadar açık. Ancak Marksist-Leninistlerin önderliğinde gerçekleşecek olan anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimiyle, Kürt sorunu, Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi çerçevesinde çözüme ulaşacaktır. Ve elbette mücadele yükseldikçe oligarşi, Kürt halkına yönelik terör, katliam, asimilasyon politikasını olanca vahşetiyle sürdürecektir. Dün sürdürüyordu, bugün sürdürüyor, yarın da sürdürmeye devam edecektir. Ta ki, ulusal baskının temellerinin oligarşi ile birlikte yıkılmasına dek.

Kürt halkına uygulanan vahşeti tüm yönleriyle, yaşanmış ve yaşanan örnekleriyle anlatmak zor, hatta olanaksız, ama belli başlılarını ve özellikle de 12 Eylül Amerikancı faşist cuntasınca yapılanları, zulmün boyutlarını sergilemek açısından somut olarak anlatmaya çalışacağız.

E- Kürt Ulusu Gerçeği Karşısında Oligarşinin Her Zamanki Silahları: Yalan ve Demagoji ile Motiflenen Baskı Terör Katliam ve Asimilasyon!

Kökenleri Osmanlı dönemine dayanmakla birlikte Kürt halkını yok etmeye yönelik asimilasyon ve jenosit politikası, esas olarak Cumhuriyet sonrası sistematik bir hal almış ve ülkenin yeni-sömürgeleşmesiyle farklı sınıfsal içerikte yıldan yıla boyutlanarak, özellikle 12 Eylül'ün hemen öncesi ve faşist cunta ile birlikte yaşadığımız süreçte halklarımıza yönelik terör politikasının bir parçası olarak adeta açık bir savaşa dönüşmüştür.

Kürt halkı üzerindeki baskıların en belirginlerinden biri, ulusal dili köreltme politikasıdır. Kürtçe konuşmak resmen yasaktır. Bu yasak 1982'de MGK'ca çıkarılan 2932 sayılı yasada ''Türk devletinin resmi olarak tanıdığı devlet dilleri dışında dil konuşulması yasaktır'' ibaresiyle ifade edilmiştir. Burada özel olarak ''Kürt dili'' (veya ''Kürtçe'') ibaresinin geçmemesi yasanın ''Kürtçe''nin ayrı bir dil olarak kabul edilmeme politikasından ileri geliyor. TC Devleti'nin sınırları içinde ayrı bir ulusa mensup milyonlarca insan konuştuğu halde, resmen tanınmayan dil ''Kürtçe''dir. Bu politikayla, Kürtçeden başka bir dil bilmeyen milyonlarca insan adeta konuşmamaya mahküm edilmişlerdir. Ve bu ülkede yabancı dil eğitimi görmüş az sayıda kişinin bildiği İngilizce, Fransızca, Almanca veya kimsenin bilmediği Afrika'nın herhangi bir ülkesinin dili konuşulabilir, ama Kürtçe asla!... Çünkü bu ''bölücülük''tür!

Fakat ortada egemen sınıfların halletmesi gereken bir terslik var bizce. Hem ''Kürtçe, Türkçenin bir lehçesidir'' diyeceksin, hem de yasaklayacaksın! Bugün dünyada kendi dilinin lehçelerini yasaklayan bir devlete kolay kolay rastlamak momkün değil. Ama burası Tiürkiye, garipliklerle dolu bir ülke.

Kürt dilinin yok edilmesi, egemen sınıfların bugünkü başat görevlerindendir. Ve bunu da açıkça ilan etmişlerdir. Özellikle 12 Eylül sonrası ''okuma-yazma kursları'' gibi ''masumca'' bir maske altında yürütülen Kürt halkına Türkçe öğretme kampanyaları, TV ve benzeri iletişim araçlarıyla şovenist küğltürü empoze etme ve ulusun kültürel yapısını dejenerasyona uğratma faaliyetlerine hız ve yaygınlık kazandırılması ile Kürtçe konuşma yasağı şeklinde biçimlenen politikalar, bu anlayışın pratikteki ifadeleri olmuşlardır. Kürt halkı böylelikle Türkçe öğrenmeye ve konuşmaya adeta mahkum edilmiştir. Doğal ki, bu politikanın gereği yaptırımlar hemen peşinden gelmektedir. Tüırkçe bilmeyene hayat hakkı yoktur adeta. ''Adeta'' demek bile fazla oluyor; çünkü, Türkçe bilmediği için ameliyat edilmeyen, hastaneye yatırılmayan insanlar olduğunu yazan, yıne burjuva basın organlarıdır. Biz uydurmuyoruz bunları, ne yazık ki gerçek. Evet, Türkçe bilmeyen Kürt'e kelimenin gerçek anlamıyla yaşam hakkı yoktur. Türkçe bilmeyenler işe alınmaz... Türkçe bilmeyen hiçbir resmi dairede işlem yaptıramaz, vb ... vb ... Ama TC vatandaşıdır ve kendi halkına karşı silah kullanmak için asker olabilir, köy koruculuğu yapabilir. Türkçeyi değil, faşizmin dilini konuşması yeter bu işler için!..

''Türkçe bilmiyorlarsa koklaşarak anlaşsınlar'' diyebilecek kadar insana yabancılaşmanın sınırına varıyorlar. Bu hayvanlaşma bir yanıyla, Kürtçenin hiç de ''Türkçenin lehçesi'' olmadığının itirafı olduğu kadar, asimilasyon politikasındaki sınır tanımazlığın da göstergesi oluyor.

Asimilasyon politikasının bir biçimi Kürdistan'daki yatılı bölge okulları''dır. Bu okullar kelimenin gerçek anlamıyla ''Türkleştirme'' kamplarıdırlar. Küçük yaşta ailelerinden bu yolla koparılan Kürt çocukları, buralarda her yönüyle ulusal benliklerinden arındırılırlar. Kürtçe konuşmak ve Kürt sayılmak aşağılatıcı bir olgu olarak kafalara kazınır. Eğitimin temeli ifrata vardırılan Türk şovenizmine dayanır. Böylece Küjrt çocuklarının ulusal kişilikleri ve düşünce yapıları daha baştan yok edilerek, ezen ulus şovenizmine uygun biçimlenmiş kafalar yaratılması amaçlanır.

Sayısı 30'u aşan bu okulların, yalnızca Kürdistan'daki ilçeleri kapsamasının başka bir anlamı yoktur. Denecek ki, ''okul açmanın ne kötülüğü var, buralar eğitim yuvalarıdır'', ya da ''bakın insancıl amaçlarımızı nasıl da kötü niyetlerle yorumluyorlar''. Olay bu kadar basit değil! Oligarşinin ''insancıl''lığını çok iyi biliyoruz; demagojilerle kimseyi kandıramazlar. Acaba neden bu okulların hepsi Kürtlerin yaşadığı yerlerde? Kürtleri mi çok ''seviyor''lar, yoksa Türklerin böyle ''insancıl''lıklara ihtiyacı mı yok?! Herkesin cok iyi bildiği gibi, okulsuz Türk dağ köyleri oldukça fazladır. O halde herkesin ''insancıl'' amaçlarla açılacak olan okullara ihtiyacı var demektir. Eh, egemen sınıfların Kürt ''sevgisi''nden de söz edilemeyeceğine göre... ''insancıl'' amaç gibi bir kavramla açıklamak, bizim açımızdan safdillik, oligarşi açısından ise ikiyüzlülüktür. Gerçek, bu okulların asimilasyonun bir aracı olduğudur.

Bu asimilasyon merkezleri günümüzde daha da yaygınlaştırıldığı gibi ayrıca Kürt çocukları zorunlu eğitim adı altında ailelerinden koparılarak kentlerde Türkleştirilmeye tabi tutulmaktadırlar.

Evet, Kürt halkını eritmeye yönelik bu baskılar, yıllarca cezaevlerine atılmak, işkencelerden geçmek, ıssız bir derede kurşuna dizilmek, darağaglarında can vermekle beraber yürüdü ve yürüyor. Kürtçe konuşma ''dokuz köyden kovulma''yı gerektiren bir suç kabul ediliyor ve cezası da ağır oluyor. Kürt dilinden bahsetmenin ne gibi feryatlarla karşılandığı ve burjuva basın-yayın organlarında nasıl ağdalı küfürlerle ''ödül''lendirildiği biliniyor. Faşistinden, ilerici geçinenine kadar hepsi bu konuda ağız birliği ediyorlar. Kürt sorunundaki şovenizmin onaylanması egemen sınıflara rüştünü ispatlamanın en güvenilir yolu oluyor.

Bir örnek vermek gerekirse: Kendini sosyal-demokrat olarak niteleyen SHP'nin, MKYK üyesi Fuat ATALAY'ın, Kürtçenin varlığından söz ettiği ve parti programının bir nüshasının da Kürtçe yazılmasını istediği için, ne olduğunu anlamadan parti disiplin kuruluna verilmesi ve ardından MKYK'dan çıkarılması ve bu arada burjuva basınında ''Utanmaz Adam,'' ''iğrenç istek'' vb. ifadelerle bir sürü hakarete uğraması; oligarşiden icazet almak için verilmesi gerekli referansın ne olduğunu ve ezen ulus şovenizminin ideolojik etki gücünü çarpıcı biçimde gösteriyor sanırız.

Kürt dilinin yok edilmesine yönelik baskı uygulamaları bitmiyor. Yine 1985 nüfus sayımında ''ana dili'' bölümüne Kürtçe yazdıranlara neler yapıldığı, yasal koguşturmaya uğradıkları herkesçe biliniyor. (Bu arada nüfus sayım kartlarında ana dili bölümü karşısında, seçeneklerden biri olarak Kürtçenin yer alması da büyük gürültülere neden oldu ve görevliler hakkında soruşturma açıldı.) Bütün bunlara Kürtçe kelimeler içerdiği için yasaklanan halk türkülerini de eklersek, baskının boyutu kendiliğinden görülecektir.

Yazım dili olarak ise Kürtçe, Ortaçağ vahşetini aratmayan uygulamaları gerektiren bir suçtur. Kürtlerin yazı dili kesinlikle yasaktır. Kürtçe kitap, gazete, dergi vb. şeyleri, değil yazmak, basmak, Kürtçe kelimelere yer vermek bile ağır cezaları gerektirmektedir. Kürtlerin yazım dilinin yok edilmesinde önemli mesafelerin katedildiğini de belirtmek gerekiyor. Bugün, ancak Avrupa ülkelerinden temin edilebilecek olan yazım kurallarını ve çeşitli konulara ilişkin kitapları okuyabilen az sayıdaki devrimci ve aydın kesim dışında hemen bütün Kürt halkı yazım dilini unutmuştur. Kürt yurtsever örgütlerinin bile ideolojik, siyasi faaliyetlerinde ağırlıklı olarak Türkçeyi kullanmak zorunda kalmaları, bu konuda alınan mesafeyi gösterir.

Dilin, ulusu ollışturan en önemli öğelerden biri olduğunu belirtmiştik. Ulusun iç dinamiklerinin baskı altına alınarak çarpıtılması ve giderek yok edilmesinin, pratikte kendisini gösterdiği ilk alanlardan birisi dildir. Dilin, toplumsal yaşamda ekonomik, siyasal, kültürel, dinsel, bilimsel, vb. tüm alt ve üstyapısal ilişkilerde, bunların gelişiminden etkilenen ve bunları etkileyen bir öğe olması itibarıyla ulus gerçekliğindeki vazgeçilmez işlevselliği herkesçe bilinen bir olgudur. Bunu çok iyi bilen egemen sınıflar ise, asimilasyon politikasının odağına, ezilen ulusun dilini koymuşlardır. Amaç, ezilen ulus dilini köreltip yok ederek, ınsanların iletişim aracını ortadan kaldırmak ve yaratılacak kültürel parçalanmayla asimilasyonu hızlandırmaktır.

Bir ulusun asimile edilmesi elbette yalnızca dilin baskı altına alınmasıyla başarılamaz. Bunun yanında, ulus dinamiklerini oluşturan diğer öğeler de köreltilmeli ve süreçte yok edilmelidir.

Asimilasyonun sürdürülüş biçimlerinden biri de Kürt halkının toplu yaşamını parçalayarak, yüzyılların geleneklerini ve alışkanlıklarını yok etme, yeniden üretilmesini engellemeye yönelik ''zorunlu iskan'' politikasıdır. Tüm dünyada ezen ulus şovenistlerince uygulanarak evrenselleştirilen bu politika, Türkiye egemen sınıflarınca da her zaman uygulana gelmiştir.

Kürt halkının ''iskan''a tabi tutularak asimile edilme politikası, ''Kızıl Sultan'' Abdülhamit devrine kadar uzar. ''Rumeli'de ve bilhassa Anadolu'da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel Kürtleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır.'' (Abdülhamit Siyasi Hatıraları, Derya yay, s. 84) diyen Abdülhamit, asimilasyon politikasını açıkça anlatmaktadır. Kürtlerin asimilasyonu İttihat ve Terakki döneminde de sürdü. Bu dönem çıkarılan ''Tehcir Kanunu''nda şöyle denmektedir: ''Madde 12. Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp, silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel nüfusun yüzde beşini geçmeyecektir. Kürt mültecileri yerlerine geri gönderilmeyecektir.'' Yorum gerektirmeyecek kadar açık!..

Bu uygulama Cumhuriyet döneminde ise çok daha kapsamlıdır. Ve Kemalist iktidarın Kürtlerin iç dinamiklerini parçalamaya yönelik müdahalesi, gösterilen direnişlere koşut olarak artar, tam bir soykırıma dönüşür. 1927'de çıkarılan 1341 tarih ve 679 sayılı Mahalli İskanlarını Bila Mezuniyet Tebdil Eyleyen Kanun olarak tanımlanan ''iskan'' kanununa ek olarak 14 Haziran 1934'de ''1934 gün ve 2510 sayilı iskän Kanunu çıkarılır''. Bu kanunun bazı maddelerini aktarmakta yarar var:

Madde 9. ''Türkiye'ye bağımlı bulunan (...) ve Türk kültürüne bağı olmayan göçebelerin toplu olmamak üzere kasabalara serpiştirmek suretiyie Türk kültürlü köylere dağıtılıp yerleştirmeye(... )''

Madde 11.A ''Ana dili olmayanlardan (şovenizmde değme benzerlerine taş çıkartan Kemalist diktatörlük 'ana dili olmayanlar' diyerek, ana dil sanki yalnız Türklere özgü bir olguymuş gibi ırkçı bir anlayışa sahiptir -bn-) toplu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi karması veya bir sanatı kendi soydaşlarına intişar ettirmeleri yasaktır.''

Madde 11.B ''Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkındaki harsi (kültürel), askeri, içtimai ve inzibati sebeplerle (...) toptan olmamak şartıyla başka yerlere nakil(...)''

Bundan ötesi var mı? Kürt gerçeği ve asimilasyonu ancak bu kadar açık olarak dile getirilebilir!.. Abdülhamit'den başlamak üzere ''iskan'' kanunlarında Kürt varlığının bu anlatımı, diğer bir yanıyla resmi ideolojinin Kürtleri ''Türklerin bir boyu'' varsayma teorilerinin birer demagojiden ibaret olduğunun da kanıtıdır.

Kürtlerin zorunlu iskana tabi tutuluşları, 1940'lar sonrası en yaygın haliyle, 12 Eylül döneminde yaşandı. Ve bugün de tüm hızıyla sürüyor. Kürtlerin sürgünüyle ilgili kapsamlı bir plan olan ''orman köylerinin dağıtılması'' bu soruna ilişkin somut bir örnektir. Ayrıca işkence ve zorla köylerini terke zorlama, günlük uygulamalar halini almıştır. Köyleri terke zorlamanın boyutları, egemen çevrelerin bazı kesimlerinin bile eleştirilerine yol açacak denli yükselrniştir. İşte basına konu olan bir örnek: ''Tunceli'nin Ormanyolu, Turji, Ournikes, Gejek, Daraköy, Bingöl'ün Genç ilçesine bağlı köyleri, 'ya dağa çıkın ya da köyü terkedin' denilerek köylerinden göçe zorlandılar'' (Mart '87, Basından ). Bütün bunlara sınırda ''güvenlik kuşağı'' oluşturrna adı altında, sınır köylerinin boşaltılmasını da eklemek gerekiyor.

Kürt halkına yönelik baskıların, bir de terör ve katliam boyutu vardır. Türkiye'de işkence sonucu ölen binlerce ilerici yurtseverin, 12 Eylül sonrası kayıp listelerine geçen 800 kişinin (gerçek sayı bunun üzerindedir) büyük bir bölümü Kürdistan'dadır. 12 Eylül sonrası köy meydanlarında atılan falakalar, Kürt köylülerin toplu olarak karakollarda işkenceden geçirilmesi, bugün de ''demokrasi'' nutukları arasında bütün hızıyla sürüyor. Bizlere yönelik ''bölücülük'' suçlamasının nedeni, bu insanlık dışı baskılara karşı yükselen sesimizi boğmak, bu sesin halk kitlelerinde yankı bulmasını önlemektir. Burada şunu belirtmek istiyoruz. Kürt halkı üzerindeki ulusal baskı sürdükçe, buna karşı sesimiz daha da gür çıkacaktır.

12 Eylül sonrası Kürt halkı üzerindeki baskıları tek tek anlatmak olası değil. Bu nedenle birkaç değişik örnekle somutlamanın yeterli olacağını sanıyoruz.

Helsinki Gözlem Komitesi'nin Aralık 1987 tarihli İnsan Hakları Raporu'nda geçen bazı ibareleri aktarıyoruz:

''Resmi yerlerde Kürt dili yasaktır. (Ek 4 ve 5)

''Kürt folkloru ve müziği de yasaktır. (Ek 6)

''Bir Kürt kendi çocuğuna Kürtçe isim veremez (Bu arada Kürtçe isim taşıyanlarınki de değiştirilmektedir. -bn-)

''Eski parlamenterlerden Şerafettin ELÇİ'ye parlamentoda 'Kürt mü yoksa Türk mü olduğu' sorulmuştu. O da 'Kürdüm' diye yanitlandırmıştı. Bu açıklama nedeniyle 1981'de ağır ceza talebiyle yargılandı, 2 yıl 3 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı:

''Devlet İstatistik Enstitüsü yetkilileri 1980-85 nüfus sayımları için kullanılan formlara 'hangi dilleri konuşuyorsunuz?' başlığı altında Kürt dilini kaydettikleri için 'bölücü' olarak suçlanarak DGM'de yargılandılar. Devlet savcısı 'Türk dilinin bir lehçesini' ayrı bir dil olarak kaydetmekle suçladı. (İnfa-Türk, 1986)

''SHP eski genel sekreter yardımcılarından Edip Servet DEVRİMCİ, parti genel merkezinde Kürtçe konuştuğu suçlamasıyla Marmara-Yalova'dan alınarak Ankara DGM savcısı Ülkü COŞKUN tarafından sorgulandı. (Ana muhalefet partisinin en üst düzeydeki yetkilisine bu yapılıyorsa, sıradan vatandaşa yapılanları doşünmek bile gereksiz -bn-)

''Bitlis polis şefi Mustafa ÜSTĞN, çocuklarına Kürt isimleri veren 12 kişi hakkında ceza kesilmesini istedi.

''( ... ) Yetkililer isimlerin Türkçe olmadığını, 'ulusal kütür, ahlak ve geleneğe karşı olan, kamuoyuna hakaret eden isimler resmi nüfusa kaydedilemez' olarak belirlenen 1587 nolu kanunun 1614 maddesinin ihlal edildiğini bildirdiler. Mehmet Şener KOCAMAN mahkemeye çağırılarak çocuklarının isimlerini değiştirmeye zorlandı. Dört ayrı baba daha aynı suçtan yargılandılar. (Nokta, 15 Şubat 1987) Bölgesel bir Türk mahkemesi iki çocuğun ismini değiştirmiyor. (Ek 7)

'' Türk otoriteleri birçok Kürt köyünün ismini değiştirmişler. 25 Mayıs 1986 tarihli Tercüman gazetesi Adıyaman, Gaziantep, Urfa, Mardin, Siirt ve Diyarbakir vilayetlerinin her beş köyünden dördünün - 3524 köyden 2842 köyün - isimlerinin değiştirildiğini yayınladı.''

Egemen çevreler, bunları duyunca hep bir ağızdan başlıyorlar yaygaraya; ''komünist oyunu'', ''Türk düşmanlarının raporu'' diye, ama sıra Bulgaristan'daki Türk azınlığa gelince, yine bu kurumlara sarılıyor ve raporlarını çarşaf çarşaf yayınlayıp, TRT'de okuyorlar. Neden bu çifte standart? Egemen güçlerin ikiyüzlülüğü nasıl da sırıtıyor...

Yerli basından birkaç haber aktaralım:

''Yakala ve öldür emrini kim verdi?'' (Kasım '87, Haftalık bir dergi)

''300 köylüye dayak'' (Ocak '88- Basın)

''Vatandaş fişleniyor. Beyaz: Devlet yanlısı, Mavi: Kararsız, Sarı: Sempatizan, Kırmızı: Militan'' (1968 -Basın)

''Tunceli'de 4.saat süren askerin ve polisin ateş açması sonucu yüzlerce ev delik deşik olmuştu.''

(...)

''... Güvenlik güçlerinin anlaşılması zor ve yöre halkının 'baskı-sindirme'diye nitelediği ayrım gözetmeyen, herkese kuşkuyla bakan uygulamalar var. '' (Miliiyet, 28 Temmuz 1987)

''SHP milletvekilleri; 'Doğu ve Güneydoğu'da insanlara 'hain muamelesi yapılıyor'dediler.'' (Cumhuriyet, 16.2.1988)

''Erzurum Şenkaya ilçesinde jardarmanın ateş açması sonucu iki vatandaş öldürüldü, beşi de yaralandı. SHP milletvekilleri olayı şöyle anlattılar: '... olay olabilir gerekçesiyle sadist astsubay, Yoğurtçular köyünü kuşatmış ve köylü halkı bir çember içinde olay yerine getirmiştir. Bu arada nereden çıktğı belli olmayan bir kurşunla bir vatandaşımız ölmüş' daha sonra astsubay ateş emri vermiştir. Bu yetmiyormuş gibi bir de halkı yere yatırıp sırtlarından ateş etmiştir. Ölen iki vatandaşımız ve yaralananlar hep sırtlarından vurulmuşlardır.'' (Cumhuriyet, 17 Temmuz 1988)

''Hado gelin baskıyla evini terke zorlandı.'' (Cumhuriyet,1987)

19.2.1988 tebliğ tarihli şu belge ise Kürdistan'da bugün uygulanan baskının adeta aynası niteliğindedir:

''Konu: Köyde alınacak tedbirlere dikkat.

''Tebliğ eden: Astsubay Murat HALAN

''M- 1) Köye gelen, köyden ayrılan bütün vatandaşlardan karakolun haberi olacak, kimlik kayıtları yapılacak.

''M- 2) Kyün bütün kimlikleri karakolda muhafaza edilecek.

(...)

''M- 5) Akşamüstü vaktinde kesinlikle köye giriş yapılmayacak. Köyün altındaki (köprü) yol kesinlikle kullanılmayacak (giriş ve çıkış).

''M- 6) Odun ve yaprak kesmeye gidenler, giderken ve dönerken karakola uğrayacak, gittiği yer, dönüş bildirilecek.''

Bu belge Türkiye Kürdistanı'nın nasıl adeta bir açık cezaevine dönüştürüldüğünün resmidir.

Marksist-Leninistlerin katledilmesini isteyen, savcı ve yargıçlar,

12 Eylül Amerikancı faşist cuntası ülkemizi boydan boya açık cezaevine dönüştürdü. Ama Türkiye Kürdistanı bu durumu çok daha katmerli yaşadı. Bunun nedeni sınıfsal baskının üzerine katlanan ulusal baskıydı. Neler yapmadı ki?.. Bingöl'ün Genç ilçesinde gece sokağa çıkma yasağı koyup kurt köpeklerini kente salanlar, insanları korkudan nefes almaz hale getirmek için evleri makineli tüfek ateşine tutanlar, öğretmen Sıddık BiLGİN'i ellerinden askeri aracın arkasına bağlayıp ailesinin ve köy halkının gözleri önünde yerlerde sürükleyip, öldükten sonra ise yüzlerce mermiyle delik deşik edenler, Kürt yurtseverlerini ölddürenlere milyonlarca lira ödül dağıtanlar (Bu uygulama öyle bir hal almıştır ki, ödül almak için sıradan insanlar öldürülüyordu. En son örneği Siirt'de, Temmuz 1988'de yaşandı.), devrimci kadınların yakalanması için ''...yakalayan ilk gece birlikte olmaya hak kazanır'' şeklinde ilanlar asanlar, kadınları cinsel kontrole tabi tutarak tiüm insani değerleri çiğnemede hiçbir tereddüt göstermeyeceklerini de ilan edenler, Diyarbakır ve Kürdistan'ın diğer cezaevlerinde tutsakları her tür işkenceden geçirip, onlarca insanı katledenler, ONLARDI!.. Ve ONLARDIR, bunlara karşı çıktığımız için sizler vasıtasıyla bizleri ''bölücü teröristler'' diye yargılamaya kalkaniar!..

Ama temsilcisi durumunda olduğunuz ırkçı-faşist kafanın yaptikları o denli açık ve gizlenemez halde ki, ''büyük müttefik'' ABD bile, Kürt halkının asimilasyona tabi tutulduğundan, imha edilmeye çalışıldığından söz ediyor. Sakın ABD yönetimini ''komünistler'' ve ''bölücüler'' ele geçirmiş olmasın!!! ABD dışişlerinin 1987 İnsan Hakları Raporu'nda, Kürt halkının asimilasyona uğratıldığından, baskı uygulandığından söz ediliyor. Bir bakın...

Kürt halkının jenosit ve asimilasyonu bugün çok daha merkeziieştirilmiş uygulamalarla sürüyor. ''Sivil padişah'' olarak tanımlanan, özel yetkilerle donatılan ''Olağanüstü Hal Bölge Valisi'', ''Özel Kolordu'', ''Anti-Terör Timleri'', ''Köy Korucuları'' vb. örgütlenmelerle baskı ve terör, sistemli, merkezi ve planlı olarak yürütülüyor. Bir tek örnek; Hakkari'de şehir nüfusunun yarıya yakınını polis ve özel güvenlik güçleri oluşturuyor ve bunlar, Teksas kovboyları gibi şehrin tek hakimi durumunda... Burjuva basınında benzer haberleri her gün okumak mümkün.

Kürt halkı bu uygulamalarla yeni tanışmıyor. Kemalizmden devralınan ırkçı, şoven politikanın araçları olan bu örgütlenmeler, faşizme uygun şekilde modernize edilerek biçimlendirilip devreye sokulmuşlardır. Kemalist diktatörlüğün Kürt halkına yönelik jenosit politikasını ifade eden benzer örgütlenmelere bir göz atalım. Günümüzde olan benzerlikleri -hatta aynılıkları- görmek açısından yararlı olacaktır sanıyoruz.

TBMM, ikinci dbnemin son gonlerinde ''Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair'' (26 Haziran 1927 tarih ve 1164 sayılı) bir yasa yapmıştır. Bu, bölge (eyalet) valiliğine benzer bir sistem olup, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ''ordu'' biriminin kaldırılarak kolorduların müfettişliklere bağlanmasını da anıştırmaktadır. Mülkiye genel müfettişlerinin başlıca görevi, bölgelerinde ''asayiş ve inzibat''ı sağlamaktır. Daha sonra Umumi Müfettişlik Vazife ve Selahiyetlerine Dair bir de talimatname yapılmıştır. Umumi Müfettişliğin ilk kurulma nedeni, 23 Ekim 1927'de sona eren sıkıyönetimin yerini dolduracak bir yetke yaratmaktır. Nitekim bir ay içinde, daha talimatname yapılmadan, şark vilayetleri için bir Umumi Müfettişlik ihdasıyla bu göreve İbrahim Tali (ÖNGÖREN) Bey'in tayininin muhtemel olduğu haberi gazetelere yansımıştır. (Cumhuriyet Gazetesi, 26 Teşrinisani 1927; Aktaran M.TUNÇAY, Tek Parti Yönetiminin Kurulması) Bu olasılık kısa sürede gerçekleşmiş, Elazığ, Urfa, Bitlis, Hakkari, Diyarbekir, Siirt, Mardin ve Van illerinden oluşan doğu bölgesine bu zat Umumi Müfettiş olarak atanmıştır.

Evet, Kürt ulusunu inkar, uyguladıkları asimilasyon, jenosit ve terör politikasıyla ''tevil yollu ikrar'' a dönüşüyor. Çeşitli biçimlerde, çeşitli yöntemlerle Kürt halkını yok etme, tarihe gömme çabaları, topyekün imha planlarını da kapsayarak genişliyor. Kemalist diktatörlüğün Şeyh SAİT, Ağrı, Dersim isyanlarında işlediği suçlar, çok daha kapsamlı olarak tekrarlanmak isteniyor. Kürt halkının sınıfsal ve ulusal mücadelesinin gelişimine paralel olarak katliam planları da bir bir açığa çıkıyor. ''Kanatlı '78'' tatbikatı bilinen örneklerden. Bu tatbikatın özelliği Kürt kıyafetli sivillerin imha edilmesinin bir provası olmasıdır. Hareketimiz o dönem açtıği bir teşhir kampanyasıyla tatbikatın amacını Türkiye ve dünya karmuoyuna açıklamıştı. Bugün 12 Eylül cuntasının nedenleri üzerine -lehte ve aleyhte- çıkan çeşitli yayınlar bu gerçeği açıkça ifade ediyor. Ve o dönemdeki saptamamızın doğruluğunu teyit ediyorlar.

Bugün, bu katliam planlarına ABD de katılmış durumda. Ocak 1988'de ABD'nin New Port şehrinde yapılan ''Türkiye'nin doğusundaki bir ayaklanmanın ABD ve Türk ordusunca ortak bastırılması'' manevraları, imha planlarından biridir. Ama yine de diyoruz ki, başaramayacaklar... Çünkü:

F- Her Şeye Karşın Kürt Ulusu Gerçeği Yok Edilemeyecektir

Bütün baskı, terör, katliam ve yasaklamalara karşın gelinen nokta, egemen güçlerin hiç de umdukları yer değildir. Her şeye karşın Kürt halkının varlığı yok edilememiştir. Kafalarında yarattıkları dünyalara kendileri bile inanmıyorlar artık. Egemen sınıflar cephesinden bile, isteseler de istemeseler de çatlak sesler duyuluyor ve kulakları tıkamak, gözleri yummak yetmiyor bugün. Burjuvazinin akıl hocalarına kulak verelim, bakın neler diyorlar:

''Doğu Anadolu'da Ermenice konuşan yoktur ama, orada Kürtçe konuşan, hatta sadece Kürtçe konuşan insanlar yaşamaktadır.'' (Metin TOKER, Milliyet, 13.3.1987)

'''Kürt yok, Türk vardır, Kürt sorunu diye bir şey yoktur' diye diye kendimizi aldatmanın alemi yok'' (örsan öYMEN, Milliyet, 1987)

''Bugün karşımızda bir 'Kürt sorunu' vardır. Biz resmen, ne kadar 'dağ Türkleri' dersek diyelim sorunumuz açıkça 'Kürt sorunu'dur. Önce adını doğru dürüst koyalım.'' (M.Ali BİRAND, Milliyet, 1987)

''Sorunumuz Kürt sorunudur'' (H.CEMAL, Cumhuriyet)

''Kürtçe yasağına karşıyım'' (ECEVİT, 1 Haziran 1988, Cumhuriyet)

Evet, savcı ve yargıçlar,

''Devekuşu politikası'' bir işe yaramamıştır. Kürt halkı dün vardı, bugün de var, yarın da varolmaya -ta ki özgürlüğe kavuşmuş halkların, sınıfsız toplumun yaratacağı koşullarda, burjuvazinin yarattığı ulusal çitleri ortadan kaldırıp, özgürce kaynaşarak tek bir halkı oluşturmalarına kadar- devam edecektir. Bilim bunu gösteriyor ve tarih ispatlıyor.

Bizler de, gerçeği savunmanın, Kürt halkına yapılanlara karşı durmanın ve ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin edebilmesi için savaşmanın onurunu taşıyoruz. Egemen güçler ve temsilcileri ise, devreye sokulan her baskı, terör dalgasının Kürt gerçeğinin üzerine örtmeye çalıştıkları ırkçı, şoven motiflerle bezenmiş kara şalın parçalanması dışında bir sonuç vermediğini görerek daha da hırçınlaşıyor ve biz Marksist-Leninistler ile ilerici, yurtsever güçlere ''bölücü'', ''vatan haini'' teraneleriyle saldırarak, katliamlarına devam ediyorlar.

Emperyalizm ve oligarşi, hiçbir zaman katliamlarından vazgeçmeyecektir. Bu bir gerçek! Bu arada Kürt halkının, Türkiye devriminin bir parçası olarak yükselecek olan ulusal ve sınıfsal kurtuluş talepli mücadelesi karşısında -''kültürel özerklik'' vb. aldatmacalarla sıkıştığı noktada- manevralara girişebileceği de olasılıklar dahilindedir. Ama ne terör, katliam politikaları, ne de başka birtakım manevralar Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesini engelleyemeyecektir.

Şu gerçeği herkes gibi siz savcı ve yargıçların da unutmamasını isteriz:

''Başka ulusları ezen ulus özgür olmaz''.(MARKS)

II- KÜRTLERİN VARLIĞI YENİ BİR OLGU DEĞİL TARİHSEL GELİŞİMİN BİR ÜRÜNÜDÜR

Biz Marksist-Leninistlere ''bölücü'' vb. suçlamalarda bulunan çevrelerin bu yaklaşımlarına kaynaklık eden, (bir yönüyle de tamamlayan) Kürt ulusunun ''yok sayılması'' olgusuna değindik ve Kürtlerin tarihsel olarak oluşmuş bir ulus olduğu gerçeğini ortaya koyduk. Fakat bu yeterli değildir. Kürt ulusunun kurtuluş sorununa doğru çözümler getirebilmek için, Kürt ulusunun tarihsel gelişimi ve bu gelişimin özgün özelliklerine değinmek, tahlil etmek gerekir. Bilimsel yönteme dayalı böyle bir tahlil Kürt ulusunu ''Türklerin bir kolu'' sayan fantastik teorilerin ne denli boşlukta kaldığını da sergileyecektir.

Sorunu açmadan önce yöntem üzerine birkaç söz söylemek istiyoruz. Bizleri her türden şovenizmden, milliyetçilikten ayıran şey, önce tarihsel, sosyal ve siyasal olgulara yaklaşım biçimimizdir. Egemen güçlerin Kürt gerçeğini yadsımasında onun idealist bir yönteme sahip olması rol oynamaktadır. Ulus sorununda idealist yaklaşım, ulusu katışıksız bir tarihsel bütünlük içinde açıklamak; ulusu gens topluluğu, kabile, aşiret topluluğu veya kan bağına indirgemek olarak gösterir.

Bu noktada egemen güçleri anlamak zor olmuyor. Ama ne yazık ki kendini materyalist olarak adlandıran Kürt milliyetçileri ve genel olarak küçük-burjuva aydınları da, bu tuzağa düşmekten kendilerini kurtaramıyorlar.

Kürtlerin tarihi gelişimi üzerine araştırmada bulunan çeşitli çevrelerden araştırmacılar, genellikle Kürtlerin hangi ırktan oldukları, hangi aşiretlerden oluştukları, tarihin hangi evresinden beri var oldukları, ya da nasıl katliamlara uğradıkları ve kahramanlıklar gösterdikleri; dolayısıyla dilleri, kültürleri ve ulusal öğelerinin ne denli zenginlikler içerdiğini anlatmaktadırlar. Ama soruna diyalektik materyalist bir yöntemle yaklaşmadıklarından, Kürtlerin bugünkü sorunlarının hangi tarihsel gelişimin ürünü olduğu, bu tarihsel gelişimi biçimlendiren sosyal, ekonomik ve siyasal olgular görülememekte, bunun doğal sonucu olarak, Kürt sorununa devrimci çözümler üretilememektedir. Milliyetçiliğin tipik tarih anlayışı; mutlaklaştırılan bir ''Kürt ulusu'' ve haksızlıklarla, hatalarla(!) açıklanan Kürt tarihi olmaktadır.

Bizim tarih anlayışımız materyalist tarih anlayışıdır. Bu yaklaşım tarihsel, sosyal ve siyasal olguları tarihi gelişim içinde ele alır. Olguları analiz ederken onları ''mutlak gerçekler'' olarak değil, tarihi gelişimin biçimlendirdiği, kendi nesnel gelişme yasalarına sahip süreçler bütünü olarak görür.

Bu perspektifle Kürt ulusunun tarihi gelişimini açıklarken milliyetçi yaklaşımlardan ayrılıyoruz.

Kürtlerin nasıl bir tarihsel evrim geçirdikleri, hangi aşamalardan geçerek bugüne geldikleri ve bu gelişmeyi biçimlendiren ekonomik, sosyal ve siyasal faktörler bugün büyük oranda açıklığa kavuşturulmuştur. Ve bunun hiç de şovenizmin iddia ettiği gibi Orta Asya'dan başlamadığı bilimsel kesinlik kazanmış bir gerçektir artık.

A- Kürtlerin Tarihsel Kökenleri

Tarihin ilk çağlarında, Avrupa'nın buzul istilası ve sert iklimin kendine yüklediği koşullarda, Tuna boylarından Baltık kıyılarına kadar uzanan coğrafyada Ari toplulukları dolaşıyordu. Ariler bu dönem yüksek ovalarda hayvancılıkla geçiniyorlardı. Ve göçebe bir yaşam sürdürüyorlardı. Avrupa, barbarlığı yaşıyordu. Daha sonra barbarlığın II. aşamasında, Arilerin bir kolu Don ve Kafkas yoluyla İran yaylasına sızdı ve uzun süre Trans-Kafkasya'da kaldı. Orada yerlilerin düşmanlıkları ve çekirgelerin istilası, onları güneye doğru itti. Bunlar böylece dağınık MED ve PERS kabilelerini meydana getirdiler. (İnsanlığın Tarihi, Andre Ribard) Yağmacı bir topluluk olan MEDLER, gerek yağmaladıkları göçebe topluluklar ve gerekse de dıştan gelen topluluklarla iç içe geçtiler. Ariler, atı evcilleştirmeleri sayesinde savaşçı bir karakter gösteriyorlardı ve bu nedenle Ari yağmaları bütün Asya'yı sarstı.

Kürtler, bugünkü Sovyetler Birliği'nin batısından Anadolu'ya, İran'a, Hindistan'a göç eden (yaklaşık MÖ 2500) Hint-Avrupa ırkından Arilerin bir kolu olan Medlere dayanır. Ariler gelmeden önce Kürtlerin bugün yaşadıkları topraklarda (ki buraya Karduka denmekteydi) Kardular yaşıyorlardı. Asurlarla sürekli savaş içinde olan Kardular, büyük göç sırasında Arilerin Karduka topraklarına (bu topraklar Cudi dağı, Dicle nehri, Urmiye gölü arasındadır) yerleşen göçebe topluluklarıyla kaynaştılar. Kardularla kaynaşan bu topluluk, Medlerdir. ''Tarihi ve coğrafi olgular göz önünde tutulursa çok olasıdır ki, Kürt ulusu (ulus kavramının burada halk topluluğu anlamında kullanıldığını sanıyoruz.-bn-) iki soydaş aşiret olan ve birbirlerine çok yakın olan Med lehçesi konuşan MART'larla, KURTİ'lerin birleşiminden oluşmuştur.'' (P.NİKİTİN, Kürtler, Ö.Y. Yayınları) Ayrıca Asur kitabelerinin çözümüyle, Karduk, Kardu ve Karduka'nın Asur dilinde Kürt ve Kürdistan olduğu ve bunların, M.Ö. 400 yıllarından bu yana burada yaşadıkları anlaşılmıştır. Yapılan kazılar ve toplumbilim araştırmaları bu görüşü zenginleştirmiştir.

Kısaca, Kürtlerin dayandığı aşiret topluluklarının Ari soyundan Medler ve Kardular olduğunu söyleyebiliriz. Tabii bu dayanma, Kürtleri bu kabilelerle özdeş kılma anlamına gelmez. Tarihsel gelişim içinde bu kabileler, başka kabilelerle etkileşim içinde değişmiş ve gelişmişlerdir. Dağlık bir alanda göçer veya yarı-göçer şekilde yaşamaktadırlar. Atı çok iyi kullanmaları ve savaşçı karakterleri, Medlerin İran yaylasına sızmasıyla buradaki toplulukları büyük dalgalanmalara uğrattıkları belirtilen bir olgudur.

İlkel Toplum, Köleci Toplum ve Feodal Toplum adlı eserde, Med İmparatorluğunun da, diğer Asur, Urartu, Yunan ve Romalılar gibi köleci imparatorluk olduğundan söz edilir. Bu saptama belli ölçülerde gerçeği yansıtmaktadır. Asurluları yenen Medlerin M.Ö. 500 yıllarında imparatorluk kurduklarını saptayabiliyoruz. Fakat bu imparatorluğun ömrü 30 yıl olmuş, daha sonra yenilgiye uğrayıp dağılmış ve Kürtler bu tarihten itibaren çeşitli beylikler kurmalarına karşın merkezi devlet kuramamışlardır. Bütün köleci toplum düzeni aşaması boyunca, Kürt toprakları çeşitli köleci imparatorlukların istilasına uğramış ve özellikle M.Ö. 300 yıllarında İran ve Roma köleci imparatorlukları tarafından paylaşılmıştır. M.S. ise Kürdistan, Arap istila alanı içindedir ve bu durum Oğuzların Kürt topraklarını istila etmesine kadar sürer.

Bütün bu dönem boyunca Kürt toplulukları köle durumuna getirilmiş ve toprakları yağmalanmıştır. Gösterilen direnişlere karşın büyük devlet örgütlenmesine ulaşamayan Kürtler, kelimenin gerçek anlamıyla dağıtılmış durumdaydılar.

Kürtler neden merkezi devlet örgütlenmesini kuramadılar, neden toplumsal gelişmeyi çok yavaş ve değişik biçimde yaşadılar? Bu soruların yanıtları, Kürtlerin sosyal-ekonomik koşulları ve tarihsel gelişmenin özelliklerinde aranmalıdır. Bunun tersi yaklaşımlar ''çok savaşçı olmalarına karşın kendi birliklerini kuramadılar'' yollu kaderci ve kaderci olduğu kadar da ''isyan''ı içeren idealist yaklaşımlardır ve soruna yanıt vermekten uzaktır. Ve bu tür açıklamalar materyalist tarih anlayışıyla bağdaşmaz. Kürtler, merkezi devlet örgütlenmesi kuramadılarsa, bunun nedenleri bizzat tarihin nesnel koşullarında aranmalıdır, ''kötü talih''lerinde değil!...

Bunun nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi, Kürtlerin aşiret yapılarının kendine özgü yanlarıdır. Kürtlerin aşiret yapısı, aileye dayanan, belirleyici özelliği kan bağı olan bir özellik taşımaktadır. Daha sonra evlilik vb. olaylarla ''hısımlık''ları da içine almışsa da, bu özellik yok olmaz. Genellikle hayvancılık, tarım ve küçük el zanaatları ile yaşamlarını sürdürmektedirler. (Bkz. Kürdistan Tarihi, M.Emin ZEKİ) Diğer yandan yerleştikleri coğrafi alanın dağlık olması, dolayısıyla tarıma elverişsiz olması ve hayvancılıkta ileri gelişmişlik, üretici güçlerin gelişmesini ve buna paralel toplumsal değişimi frenleyen etken olmuştur. Aşiretlerin yerleşme biçimi de, aşiretler arası birliklerin ileri boyutlara ulaşmasına engel tarzdadır.

İkinci neden ise, Mezopotamya, Anadolu ve İran'ın bütün kölecilik dönemi boyunca, büyük zenginlik kaynağı olması ve bu nedenle büyük savaşlara, istilalara sahne olmuş olmasıdır. Büyük istilalara ve yağmalara karşı tutunamayan Kürt aşiretleri, dağlık yüksek alanlara çekilerek buralarda birbirlerinden kopuk ve dışa kapalı, kendine yeter ekonomik yapılar kurmuşlar ve yüzyıllarca herhangi bir değişime uğramadan kalmışlardır. Bu dışa kapalılık, topluluğun dışındaki gelişmelerden etkilemesini engellemiş, toplumsal hareketliliği en alt düzeye indirgemiştir.

Kürtlerin bu parçalanmış ve dağınık yapısı, etkinlikleri altına girdikleri devletler tarafından birbirlerine karşı savaştırılmalarına da yol açmıştır.

Bütün bu özellikler sonucu Kürtler, büyük birlikler (devlet örgütlenmesi) kuramamış ve bu durum Kürtlerin uluslaşma sürecine önemli özellikler devretmiştir.

B- Kürtlerde Üretim İlişkileri İlkel Göçebe Temeldedir

Kürtlerin bütün bu dönem boyunca (M.Ö. 400-M.S. 1200 dolaylarında) göçebe ve yarı-göçebe bir yaşam sürdürdüklerini belirtmiştik. Temel karakteri göçebe olan bu aşiretler hayvancılıkla geçiniyorlardı. Tarım ve zanaattaki gelişme ise çok geri ve hayvancılığı tamamlayıcı niteliktedir.

Kürtler her ne kadar M.Ö. 500 yıllarında, 50 yıllık bir köleci imparatorluk kurmuşlarsa da, bu daha sonra dağıtılmış ve hayvancılığa dayanan ekonomik yapı sürmüştür. Bu noktada Kürtlerin köleciliği yaşadıklarından söz edilebilir. Bu konuda kesin bulgular fazla değildir. Fakat buna karşın Kürtlerin bu dönem boyunca yaşadıkları toplumsal ilişki, ''geçiş'' özelliklerini gösterir (İlkel komünal toplumun son aşaması ve köleci öğeler barındırır tarzda). Köleci ilişkiler, aşiret yapısındaki bir sınıfsal farklılaşmadan çok, savaşlarda esir aldıkları halkları, köle durumuna getirme şeklinde oluşmuştur. Tarihsel olarak köleci ilişkiler, daha çok tarımın başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Fakat Kürtlerin tarımla uğraşması, esas itibarıyla yerleşikliğe (feodalizme) geçişle başladığından ve göçebelikten feodalizme geçiş, toplumsal işbölümündeki farklılaşmanın bir sonucu olmaktan çok, göçebe aşiretlerin, mevcut yapılarıyla yerleşikliğe geçiş biçiminde gerçekleştiğinden, köleci üretim ilişkilerini gerçek boyutlarıyla yaşadıklarından söz edemiyoruz. Bunun ekonomik nedenlerinden birincisi; hayvancılığın temel geçim kaynağı olmasından ötürü, fazla işgücü gerektirmemesi; ikincisi ise, kapalı ekonomik yapılar ve üretimin ilkel aletlerle yapılmasından ötürü fazla artık ürün bırakmamış olmasıdır. Diğer nedenler ise istilalar ve aşiretlerin yerleşme biçimidir.

Kürtler ilkel komünal toplumun son aşamasına ulaşmışlardır. Ve sınıfsal farklılaşma belli ölçülerde ortaya çıkmıştır. Fakat bu belirgin olmaktan uzaktır. Ve daha çok belirli belirsiz bir sosyal farklılaşmayı içerir.

''Kürtleri gözleme imkanı bulan bütün yazarlar, onlarda en azından iki sınıf bulunduğunda birleşirler: Silahlı uşaklarıyla birlikte yaşayan savaşçı ve toprak sahibi soylular, yarı-köleliğe indirgenmiş rençberler... Kürt çevresinin bu bölümlenişi doğal olarak bir yanda fetihlerin öte yanda bunlara boyun eğen yerlilerin bulunduğu düşüncesine götürmüştür.'' (P.NİKİTİN, age, s. 222)

Bu yaklaşım bizi doğruladığı gibi, Kürt aşiret yapısının esas olarak, birleşmiş gens örgütlenmesi, geniş aile yapılanması göstermesinin de mantıki bir sonucudur. Böyle bir sosyal yapıda bizzat aşiret içinde köle-köle sahibi şeklinde bir sınıflaşmanın ortaya çıkması ihtimali zayıftır. Kısacası ''önceki aşamada başlangıç durumunda görülen kölelik, şimdi toplumsal sistemin özel bir birleştireni (compdsant)'' (ENGELS) haline gelmemiştir. Yine bu aşamada ataerkil aile tipine varıldığını, ortak mülkiyetin, sürülerin, toprağın ailelere ve aşiret beyinin özel mülkiyetine devrinin başladığını gösterir. Fakat bu belirttiğimiz nedenlerden dolayı gelişmiş boyutlara ulaşmaz ve özellikle istilalar bu yapının gelişimini engeller. Üretim biçimi kapalı niteliğinden dolayı, uzun zaman aynı kalmıştır.

Kürtlerin üretim ilişkilerinin bu özelliğini diğer toplumlarda da bulmak mümkün:

''Kabile topluluğu, doğal topluluk, toprağın (geçici olarak) ortaklaşa mülk edinilmesinin ve kullanılmasının bir sonucu değil, ön koşulu olarak görünür. İnsanlar nihayet bir yere yerleştiklerinde, bu özgün topluluğun az ya da çok, ne ölçüde değişikliğe uğrayacağı, çeşitli dışsal, iklimsel, coğrafik, fiziksel koşullara ve onların özel doğal yapılarına -kabile niteliklerine- bağlı olacaktır.'' (Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri s.15, abç)

Kürtler için bu dışsal, iklimsel, coğrafik, fiziksellik vb. koşullarla kabile niteliklerini tekrarlarsak; toprakların işlenmesi ve üretim aileler eliyle yapılmış; topluluk, akrabalık ve gelenek bağlarının varlığı ile birliğini sürdürmüştür. Aşiretlerde otlaklar, meralar, ormanlar ortaklaşa kullanılır. Tarımın ve işbölümünün, küçük el zanaatçılığının gelişmemesi, dış istilalar, toprağa yerleşimin ikincil durumda olması (dolayısıyla tarımın tamamlayıcı bir öğe olarak gelişmesi) topluluk birliği temelinde bir devlet örgütlenmesine ulaşamamaları yanında, üretim biçimlerinin de uzun zaman aynı kalması sonucunu doğurmuştur. Bu özellik uluslaşma ve ulusal birliğin sağlanmasına da yansımıştır doğal olarak.

Kürt aşiretlerinin bu durumu Cermenlere çok benzemektedir. Bir fikir oluşturması açısından, K.MARKS'ın Cermenler hakkındaki düşüncelerini hatırlatmakta yarar görüyoruz. Böylece getirdiğimiz yaklaşım daha belirgin olarak somutlanacaktır.

''Cermenlerde, topluluk, dış görünümü bakımından bile, üyelerinin her kesiminde salt bir araya gelmeleri sayesinde var olur, kendinde varolan bu birlik, soydan, dilden, ortak geçmiş ve tarihten vb. gelse bile. Topluluk, bu yüzden beraberlik (verein) olarak değil, bir araya geliş (vereinigung) olarak; bir birlik (Einheit) olarak değil, bağımsız, özneleri toprak sahiplerinden oluşan bir rıza birliği (Eurigung) olarak görünür. Bu yüzden, topluluk infast (aslında), eskilerde olduğu gibi, bir devlet, bir siyasal varlık olarak var olmaz, çünkü bir kent olarak var değildir.'' (Kapitalizm öncesi Ekonomi Biçimleri, MARKS-ENGELS, s. 26)

Bu benzerlik Avukatsız Halk Kürtler kitabının yazarı Dr. Heinz GSTREİN tarafından da şöyle dile getiriliyor:

''Kürtler köken olarak özgür dağ beyleri ile göçebe çobanların oluşturduğu bir halktır. Aralarındaki demokratik aşiret düzeni özellikle otlak ve orman kullanımının toplumsal biçimleri ile Alp köylülerinkine benzer rol oynamaktadır.

(...)

''Otlak ve ormanların ortaklaşa kullanımındaki ilkel biçim, aşiretin ortak mülkiyeti tarzında, geniş ölçüde korunabilmiştir. Fakat tarımda ortaklaşa kullanım fiilen yoktur.'' (Dr.Heinz GSTREİN, Avukatsız Halk Kürtler, s.62-65)

Üretim ilişkileri açısından sonuç olarak ifade edersek; Kürtler, doğu ve batıdan gelen istila ve savaşlar arasında sıkışmış bir halk olarak, çok uzun bir dönem aynı üretim düzenini sürdürmüşlerdir. Bunun belirleyici özelliği, göçebe, yarı-göçebe aşiret örgütlenmelerine dayalı, ilkel-komünal toplumun son aşamasına tekabül eden bir geçiş toplumu olmasıdır.

C- Kürtlerin Feodalizme Geçişi Osmanlı Dönemiyle Gerçekleşmiştir

Kürtlerin feodal üretim düzenine geçişleri, 11-12. yüzyıllarda yerleşikliğe geçişle başlar ve esas biçimlenişi Osmanlı yönetimi döneminde kazanır. Feodal üretim düzenine geçiş, Batı toplumlarındaki gelişimin tersi özellikler gösterir. Bilindiği üzere klasik feodalizm, zanaatçılığın tarımdan ayrılması (II. büyük işbölümü) şeklinde gerçekleşmiştir. Kürtlerde ise feodalizme geçiş, yerleşikliğe geçişle birlikte tek bir aşama olarak gerçekleşmiştir. Göçebe, yarı-göçebe Kürt aşiret düzeninde, kentin yeri hemen hemen hiç olmadığından, kent, yerleşikliğe geçişten sonra ve ona paralel bir biçimde, tamamlayıcı bir öğe olarak oluşmuştur. Yani bir işbölümü sonucu olmamıştır. Ve Kürtlerin yerleşikliğe (feodalizme) geçişleri iki ana özellik gösterir. Birincisi, kendi iç dinamiğinden çok dış etkenlerin zorlaması ve desteği; ikincisi ise, belirttiğimiz tarımın hayvancılıktan ayrılması sürecini (bu anlamda belirleyici tarzda köleciliği) yaşamadan feodalizme geçmiş olmasıdır.

Bu geçiş sürecinde mülkiyet, aşiret beylerinin toprağın, sürülerin sahibi olması biçiminde gerçekleşmiştir. (Toprağın ve sürülerin özel mülkiyete geçmesi veya tasarrufu, alım-satım yetkisinin bir beye veya tamamen ailelerin özel mülkiyetine verilmesi, özel mülkiyetin görünüş biçimleridir.)

Fakat bu ilişki biçimi de, klasik feodalizmden farklıdır. Gerek Osmanlı feodal düzeninde, gerekse Kürtlerin feodal üretim düzenlerinde, klasik serf ilişkisine rastlamak pek mümkün değildir. Aşiret beylerinin (toprak ağası saymak gerekir artık) konaklarını koruyan savaşçıların, ev işlerini gören cariye ve rençberlerin, serfliği andıran ilişkileri dışında köylü toprakla birlikte alınıp satılan bir nesne değildir. Daha doğrusu pratikte toprağa bağlı olmasına karşın, hukuki olarak böyle değildir. Bunu yarı-serflik olarak da isimlendirebiliriz.

Bu özellik, yerleşikliğe (feodalizme) geçiş biçimlerinden ileri gelmekle birlikte, Doğu toplumları komünal ilişkilerinin yansımalarını içermektedir.

Kürtlerin gerek feodalizme geçiş biçimleri, gerekse feodal üretim ilişkilerinin kendine özgü özelliklerini, göçebe Bedevi Arap aşiretlerinin (Bedevi Arap aşiretleri coğrafi koşullar dışında Kürt göçebe aşiretlerine çok benzerler) ilkel göçebe düzeninden feodalizme geçişlerinde de görebilmek mümkündür.

Kürtlerin feodalizme geçişleri gerçek boyutunu Y.Sultan SELİM zamanında kazanır. Y.SELİM zamanında Osmanlı Devleti'yle Şah İsmail'in İran'ı arasındaki savaş, Kürt toprakları üzerinde olmaktadır Bu nedenle her iki kesimde Kürt aşiretlerini kendinden yana kazanmak uğraşındadırlar. Bu uğraşta başarıya ulaşan Yavuz SELİM, Şah İsmail'in yenilgiye uğratılmasından (Çaldıran 1514) sonra, Kürt aşiretleriyle bir anlaşma yapar. Bu anlaşmaya göre Kürt aşiretleri özerkliklerini koruyacak, yönetim belli kişi ve ailelerde olacak, padişah fermanına bu konuda bağlı kalınacak ve savaşlarda Kürtler Osmanlı Devleti'ne yardım edecektir. (Bkz. Kürdistan Tarihi, M. Emin ZEKİ, s.92)

Bu anlaşma her iki taraf için de zorunluluktan kaynaklanmıştır. Y.SELİM Kürtlerin geniş aile yapıları ve bütünleşmek istemeyişlerinden, en önemlisi ise, farklı etnik kökenden ötürü diğer Türk beylikleri gibi dağıtılmalarının zorluğunu görerek, anlaşma yapmaya yanaşmıştır. İsyan eden aşiretlere ve doğudan gelecek Şii akımlarına karşı, bir tampon olarak Kürtlerin kullanılmasını da kendi çıkarına uygun bulmuştur. Kürt aşiretleri için ise anlaşma yeni bir yağma ve katliamdan, sosyal yapılarını koruyarak çıkmanın en iyi yolu olduğu için benimsenmiştir.

Böylece Kürtler için ''9 Ağustos 1519'da imzalanan antlaşma ile, Osmanlı İmparatorluğu'na katılmaları sırasında, feodalizme geçiş dönemi başlamıştır.'' (Avukatsız Halk Kürtler, Dr. Heinz GSTREİN, s.62)

Feodalizme geçiş görüleceği üzere esas itibariyle dış güçlerin etkisiyle olmuştur. Bu yüzden daha ziyade merkezi hükümete bağlı bir ''mülk'' ve ''savaş esaretine'' dayalı feodal bir üstyapı tabakası oluşmuştur.

Kürtlerin feodal üretim ilişkileri ister istemez Osmanlı Devleti'ndeki ilişkilere göre biçimlenmiştir.

Kürtlerdeki ilişkiler, Osmanlı ile benzerliklerine karşın, bazı özgün değişikliklere sahiptirler. Bir anlamda Kürtler özel statüye sahiptirler. Örneğin Kürt aşiret beyleri, toprağı babadan oğula devredebilirken, toprağın hukuki sahibi devlettir, yani padişahtır (Oğul olmadığı zaman ise en yakın akrabaya geçer).

Bu dönemdeki feodal yapılar, kendi içinde çeşitli kategorilere ayrılıyordu. Ve bunlar aynı zamanda siyasal bir yapı karakteri gösteriyorlardı. Bunlardan birincisi ''hükümetler'' denilen ve gerçek anlamda feodal bir nitelik gösteren yapılardır. Toprak mülkiyeti aşiret beyine aittir ve saraya karşı yükümlülük de sözkonusu değildir. Daha sonraki yıllarda zorla dağıtılan beylikler bu kategoriye girer. (Bitlis Beyliği: 1200-1670, Cizre Beyliği:1200-1627) Bu beyliklerde ilk dönemler, toprak kamu mülkiyeti sayılırdı ve aşiret beyi, onun siyasi ve askeri temsilcisidir. Bu özellik, zamanla beyin topladığı vergilerle, sosyal bir farklılaşma yaratmasıyla çözülmeye uğramış ve feodal beye dönüşmüştür. Ve toprak alınıp-satılabilir, devredilebilir bir nitelik kazanmıştır.

''Hükümetler''in altında ise ''sancak'' olarak nitelenen, vergi ve savaşta asker vermelerine karşın, mülkiyet hakkı babadan oğula geçebilen yapılar bulunmaktadır.

Bu özerk yapılar, daha sonra askeri zorla dağıtılır ama feodal yapı devam eder.

Sosyo-ekonomik yapının feodal olduğu açıktır. Ademi merkeziyetçi ilişkiler kapsamında, toprak mülkiyeti tamamen feodal beye aittir ve artı-ürüne feodal bey el koymaktadır. Üretimin niteliği feodaldir. Üretim ilkel araçlarla yapılmakta, ''kendine yeterli'', ''tüketim için üretim'' esası geçerlidir. Ve çok az artı-ürün bırakmaktadır.

Kürt feodal yapılar, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun, emperyalizmin yarı-sömürgesi durumuna gelmesiyle daha da gelişir ve gerçek anlamıyla derebeyi ilişkisi biçimini alır.

Bu dönemde, çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu'ndan diğer halkların (Arnavut, Yunan, Bulgar, Sırp vb.) ayrılarak, ulusal bağımsızlıklarını kazanmalarına karşın, Kürtler bu gelişmeyi yaşayamamışlardır. Bunun başlıca nedeni, egemen üretim tarzının feodalizm olması, kapitalizmin gelişmemişliği ve Osmanlı yönetiminin Kürt aşiretlerini birbirine karşı kışkırtması ve savaştırmasıdır. Kapitalizmin gelişme dinamiklerinin son derece zayıf olması, aşiret yapılanmasının karakteri ve üretimin ''kendine yeter'' kapalı yapısı, uluslaşmanın önündeki engellerdir.

Fakat bu, Kürtlerin Osmanlı yönetimine karşı hiçbir hareketlilik göstermedikleri anlamına gelmez. Kürtler, ilk yıllarındaki özerk yapılarının, merkezi saldırılarla yok edilmesinden sonra direniş göstermeye başlarlar. Bedirhan (1838-1842), Şemdinan şeyhlerinden Şeyh Ubeydullah Nehri (1879-1880) ve Yezdan Şer (1858) bu dönem başgösteren belli başlı ayaklanmalardır. Bu ayaklanmalar Osmanlı-İran ortaklığı ve Batı devletlerinin desteğiyle bastırılır.

Bu ayaklanmaların ulusallıktan yoksun olduğu, bugüne kadar bilinen tüm belgelerle ortaya konmuştur. Ayaklanmaların temelinde, halk kitleleri ile devlet yapısı arasına ekonomik ve sosyal ilişkilerin yol açtığı; asker ve vergi vermekten bitkin düşmüş yığınların memnuniyetsizliği vardır. Dolayısıyla bunlar ulusal temelden yoksun halk hareketleridir. Buna karşın ulusal uyanışın tohumlarını da barındırdığını söylemek gerekir. Bir başka ifadeyle, genel olarak halk hareketlerini ulusal direnme hareketine bağlayan gelişimin birer halkasıdır diyebiliriz. Bazı belgelerde geçen Ubeydullah Ayaklanmasında dile getirilen ''Otonom Kürdistan'' sloganı, bu yaklaşımımızı doğrulamaktadır. Ayrıca Abdülhamit'in, Kürtlerin asimilasyonu için verdiği uğraşlar da bunu kanıtlamaktadır. Bununla birlikte daha ileri giderek, bu ayaklanmaları ''ulusal direnme'' hareketleri olarak nitelemek toplumsal, siyasal gelişme yasalarına ters düşer. Kapitalizmin ilk biçimlerinin dahi görülmediği koşullarda, ulusal hareket nasıl şekillenebilir? Bunu iddia etmek, ulusu gens topluluğu ile özdeşleştiren ve ezen ulus şovenizmine kapıları açan düşünce tarzının, ezilen ulusta yarattığı tepkisel milliyetçilik anlayışının savunulması olacaktır.

Osmanlı Devleti döneminde, Kürtlerle ilgili bir diğer gelişme ise, Sultan Abdülhamit tarafından oluşturulan ''Hamidiye Alayları''dır. Hamidiye Alayları, 1870-1880 yıllarındaki halk ayaklanmalarının uyarıcı etkisiyle, bir taraftan Kürt ayaklanmalarını, yine Kürtlerden kurulu askeri örgütlenmelerle bastırmak, böylece aşiretler arası çatışmayı körükleyerek birliğin önüne set çekme, diğer yandan ise Ermeni ulusal hareketine karşı kullanmak amacıyla oluşturulur. Rusya'daki Kazakların ''Otoylar''ını andıran bu alaylar, 1892'de kurulur. Alayların oluşturuluş biçimi, bizzat aşiret beyi komutasında bir nevi milis gücü şeklinde olmaktadır.

Osmanlı döneminde Kürtlerin ulusal gelişiminden söz etmenin tarihsel gerçeklere ters düşeceğini belirtmiştik. Fakat özellikle İttihat Terakki döneminde dar bir aydın kesimle sınırlı olsa da, ulusçu düşüncelerin gelişmesi sözkonusudur. Daha çok Osmanlı sınırları içindeki halkların uluslaşma yönündeki hareketleri (özelde Ermeniler) ve Türk ulusal düşüncelerinin gelişmesinden etkilenen bu aydınlar, Kürt ulusu düşüncesini de geliştirirler. 1913'te bir kısım aydınlarca İstanbul'da çıkartılan ''ROSA KURDA'' adındaki Kürtçe dergi ve ''Kürt Teali Cemiyeti''(AZADİ) bunun pratik biçimlenmesi olarak ele alınmalıdır. Bu aydın grupları Cumhuriyet dönemindeki Şeyh SAİT ayaklanmasında da önemli rol oynayacaklardır. Fakat Kürt aşiret toplulukları için ''ulus'' düşüncesi henüz çok uzak olan bir siyasal davranıştır. Egemen olan bilinç ''ulus'' değil, ''aşiret'' bilincidir. Kişiler aşiret bilinciyle hareket ederler ve aşiret onların kimliklerini belirler. Bu durumda bir uluslaşmadan söz edilemeyeceği açıktır.

I.Emperyalist Paylaşım Savaşında, bütün yarı-sömürge Osmanlı Devleti toprakları gibi, Kürdistan toprakları da Mondros ve Sevr Antlaşmalarıyla emperyalist devletler arasında paylaşılır ve Kürdistan da dahil olmak üzere, bütün Osmanlı toprakları işgale uğrar.

Resmi paylaşımı düzenleyen Sevr Antlaşmasının bir özelliği de Kürtlere ''özerklik'' hakkı tanımasıdır. Ve bu özelliğinden dolayı da, Kürt milliyetçileri tarafından ''savunulur'' olmuştur. Sınıf bakış açısıyla, emperyalizm döneminde sınıf savaşımının kazandığı biçimi dikkate alan bir yaklaşımla soruna baktığımızda, Sevr, emperyalist niteliğinden ötürü savunulamaz. Sevr Antlaşmasına olumlu gözle bakmak gerici bir konuma düşmektir. Çünkü Sevr, bir işgal belgesidir. Kürtlere ''özerklik'' sorunu, halkların savaşımını bölen-parçalayan, dolayısıyla emperyalizmi taktik planda güçlendiren bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Bu özellik, İran ve Irak'taki, özerklik talepli Kürt hareketinin İngiltere tarafından kanla bastırılmasıyla da kanıtlanmıştır.

D- Anadolu Kurtuluş Savaşında Kürt Gerçeği Kabul Ediliyor

Kürt halkı, aşiret yapılanmasını ve bunun oluşturduğu özellikleri aşamadığından, bağımsız bir ulusal hareket (Türk ulusal hareketinden ayrı veya onunla ittifak halinde) geliştiremez, geliştirmesi de olanaksızdı. Kürt halkı emperyalist işgal karşısında genelde ikili bir tavır geliştirdi. Bir kısmı Kemalistlerle birlikte tavır geliştirirken, diğer bir kısmı ise, ya sessiz kaldı ya da gözünü emperyalist devletlere dikerek, onlardan medet umdu. Bu ikili tavır tamamen parçalanmış aşiret yapılanmasının bir sonucuydu.

Kemalistler, emperyalizme karşı savaşta Kürtlerin ittifakına özel bir önem verdiler. Çünkü M.KEMAL, Kürtlerin emperyalizmin ''böl-parçala'' politikalarına alet olması durumunda, bağımsızlığın tehlikeye düşeceğinin bilincindeydi. Bunun bir sonucu olarak bir yandan çeşitli vaatlerle Kürt aşiretlerini yanına çekerken, diğer yandan Kürtlerin ulusal istemlerine sahip çıktı. Hatta Kürtlere ''özerklik'' verileceği vaadinde bulundu. M. KEMAL Ulusal Kurtuluş Savaşını başlattığı Samsun'a çıkış yıllarında şöyle diyordu: ''Kürtlerin serbest gelişimlerini temin için ırk'i ve içtimai hukukları aynen kabul edildi. Böylece, yabancıların Kürtlerin üzerinde yapacağı propagandaların bu şekilde önünün de alınacağı, Kürtlerin malum olması hususu belirtildi.'' TBMM tutanaklarında geçen ''bu kürsüde konuşma hakkı iki millete aittir; Kürtler ve Türklere'' sözleri de bu ittifakı doğrulamakta ve Kemalistlerin yaklaşımını sergilemektedir. Lozan Konferansı sırasında azınlık sorunları üzerine tartışma çıkınca, TBMM'de bulunan 70 Kürt milletvekili konferansa telgraflar çekerek, komisyonun Kürtlerin de temsilcisi olduğunu bildiriyordu ve bu telgraf olayının bizzat M.KEMAL tarafından örgütlendiği tarihi belgelerle mevcuttur. Ayrıca M.KEMAL Irak'taki Şeyh Mahmut hareketini de destekledi. ''Mahmut Sette, Süleymaniye'nin Anglo Irak birlikleri tarafından 1924 yazında yeniden alınmasına kadar Sevr Antlaşmasının değiştirilmesini isteyen Kemalistlerle birleşti'' (Avukatsız Halk Kürtler, Dr. Heinz GSTREiN)

Kürtlerin Anadolu Kurtuluş Savaşına katılışı ulusalcı düşüncelere sahip Kürt aydınlarının, Kürt ulusal sorununun ancak Türk ulusal hareketiyle birlikte çözüleceği yönündeki (Kürt Teali Cemiyeti Kemalistleri destekler) tavırlarının yanı sıra, esas itibariyle feodal aşiretlerin, tıpkı Türk eşraf-ayan kesimi gibi Ermeni hareketi karşısında ''mülk''lerini (topraklarını) koruma ve Kemalistlerin çeşitli vaatlerine bağlanma temelinde olmuştur. Bu anlamda bir Kürt ulusal hareketinden ve bunun Kemalistlerle ittifakından söz edilemez. Fakat emperyalizme karşı verilen bir kurtuluş savaşının ulusal uyanışa etkide bulunmaması imkansızdır. Nitekim Kürtlerin de ulusal uyanışına, Kurtuluş Savaşı önemli etkilerde bulunmuştur. Buna rağmen feodal aşiret yapılanması ve aşiretler arası ilişkilerden ötürü ulusal hareket şekillenememiştir. Bunun yerine idealist bir yaklaşımın ürünü olan ''aldatıldılar'', ''birleşmediler'' yollu açıklamalar getirmek tamamen yanlıştır. Feodal üretim tarzının egemen olduğu bir toplumsal ilişkiler sisteminde, ulusal hareket beklemek bilimsel gerçeklikle bağdaşmaz.

Lozan Antlaşması'yla Kürdistan, üç devlet (İran, Irak, Türkiye) arasında bölündü. Bu parçalanmışlık feodalizmden beri, hatta ondan önce olagelen bir özellik olarak, bir kez daha tekrarlandı. Kürt milli meselesini çözmediği için Lozan gerici yanlar taşısa da esas itibariyle, emperyalizmi gerileten bir hukuki çerçeve olduğundan, ilericidir.

Milliyetçi yaklaşımların kendini sergilediği bir nokta da, Lozan'ı gerici sayması ve tamamen reddetmesidir. Böylece soruna ''salt'' milliyet açısından yaklaşıldığı, emperyalizm döneminde sınıf mücadelesinin kazandığı biçim ve Lozan'ın bu anlamdaki içeriği, onları fazla ilgilendirmediği de görülmüş oluyor.

E- Kemalist İktidar Dönemi; Kürtlere Yönelik Jenosit ve Asimilasyon Dönemidir

Savunmamızın bu bölümünün girişinde, bugün Kürtlere yönelik baskı ve zor politikasının, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile başlayan, Kemalizmin Kürtleri yadsıyan politikalarının bir devamı olduğunu belirtmiştik.

Kemalistler küçük-burjuva milliyetçi karakterleri gereği kurtuluştan sonra, demokratik devrimi sonuna kadar götüremediler. ''Ayırdedici özelliği (...) ilk adımda, gelişmenin birinci evresinde, tarımsal devrim evresine geçmeye bile kalkışmaksızın çakılıp kalmasıdır.'' (STALİN) Bu çakılıp kalmanın, demokratik devrimin sorunlarından biri olan, ulusal sorunu da kapsaması kaçınılmazdı.

Bu perspektifle soruna yaklaşan bizler; ''Kürtlerin Tarihi; Gelişimi ve Türkiye'de Kürt Meselesi'' (1979 DEVRİMCİ SOL Yayınları) adlı kitabımızda, Kemalistlerin Kürt sorununa ilişkin tavırlarını şöyle açıklamıştık:

''Kemalistlerin Kürt meselesindeki tavırları sınıf temelinden ötürü tutarsızdır. Başlangıçta Türk-Kürt ittifakına gerek duyan Kemalistler, Türk ulusal devriminden sonra, artık buna ihtiyaç duymuyorlardı. Mustafa KEMAL'in ağzından düşürmediği, 'Kürt milleti', 'dağlı Türkler' olup çıkmıştı. Bu durum milliyetçi küçük-burjuvazinin kaçınılmaz tavrıydı. Kürtler için milli baskı yeni bir sosyal temelde devam ediyordu. Kürt halkı, ulusal birliğini sağlayamamanın nesnel koşulları altında, Kemalistlerden yakınmaktan, aldatıldığını söylemekten başka bir şey yapamıyordu'' (s.74)

''İlerici olan Kemalistler artık gerici ve şoven olmuşlardı'' (s. 76)

Bu yaklaşımımız sosyal pratik tarafından her gün yeniden kanıtlanıyor. Kürt ulusal sorununun kendini dayatmasıyla birlikte bu Marksist-Leninist tahlile, sözde de olsa sarılmalar, hiç de az değil bugün.

Kemalistlerin zaferden sonra ''burjuva milliyetçiliği''nin takipçisi olarak Kürtlere yönelik ulusal baskının yeni sosyal temeli olmaları, Kürtleri jenosit ve asimilasyona tabi tutmaları, onların sınıf karakterlerinden ileri gelen bir olgudur. Anti-emperyalist temelde ilerici olan küçük burjuva milliyetçiliğinin, egemen olduktan sonra şovenist bir konuma düşmesi çelişik bir durum gibi gözükse de, aslında doğal bir gelişmedir. Emperyalizm çağında milliyetçilik konusunda en bağnaz sınıfın küçük-burjuvazi olduğu unutulmazsa, sorunu kavramak zor olmayacaktır. Bu nedenle Kemalistlerin ''şovenist'' konumuna düşmelerine akıl erdiremeyen, akıl erdiremeyince de, Kemalizmin bağımsızlık savaşı dönemindeki ilerici konumunu, anti-emperyalist tavrını yadsıyarak, onu karşı-devrimci burjuva bir hareket olarak adlandırıp işin içinden çıkma kolaylığını benimseyenler, idealizmin batağında olduklarını bilmelidirler.

Kemalistlerin Kürt ulusunun varlığını yadsıyan, onları zor ve baskıyla eritmeye tabi tutan politikaları gerici, şovendir. Misak-ı Milli adına bir ulusun yok edilmesidir. Bu noktada ortaya çıkan bir diğer yanlış tavır da, Kemalistlerin anti-emperyalist, anti-feodal oldukları, bu nedenle Kürtlere yönelik müdahalenin ''feodal yapılara müdahale'' olarak görülmesidir.

Bu yeni dönemle birlikte Kemalistlerin anti-emperyalist olma yanlarını ileri sürüp, kraldan çok kralcı davranmak ve Kemalizmi temize çıkarmaya çalışmak, sosyalistlerin işi olamaz. İşçi sınıfı adına hareket ettiğini söyleyip, sonra da ne adına olursa olsun, bir ulusa yönelik baskıyı onaylamak, burjuva şovenizminin onaylayıcısı konumuna düşmektir. Bunun Marksist-Leninist literatürdeki adı sosyal-şovenizmdir. Kemalistlerin Cumhuriyet dönemi politikalarının ''demokrat'' olduğunu söyleyenler, her şeyden önce onların ulusal sorun konusundaki tavırlarına bakmalıdırlar. İktidar, bir ulusun varlığını yadsıyor, bu ulusun istemlerini zorla, katliamla bastırıyor, onu asimilasyon ve jenoside tabi tutuyorsa, ve bunların hepsini egemen burjuva milliyetçiliği adına Misak-ı Milli sınırları içinde, herkesin ''Türk'' olduğu şovenist, ırkçı düşüncesinden hareketle yapıyorsa; o iktidar gerici bir konuma düşmeye başlamıştır. Kemalistler ulusal sorunda şoven ve ırkçıdır. Ülkemizde sosyal-şovenizmin şampiyonluğunu yapan geleneksel sol, Mustafa KEMAL'in Kürt ulusuna yönelik, jenosit ve asimilasyonun yön verdiği politikasına tam angaje olmuştur. Kemalistlerin şoven, ırkçı tavırları ''feodalizmi tasfiye ediyor'' gerekçesiyle desteklenmiş, Komintern'de uyarılmalarına karşın bu destek sürdürülmüştür. Burjuva kuyrukçusu bu anlayış, sıradan bir demokrat tavır dahi gösterememiştir.

Sosyal-şovenlerin bu kavrayışı, Marksizm-Leninizme karşıt bir düşüncenin ürünüdür. Kemalistlerin feodalizmin tasfiyesini derinleştirdiklerinin doğru olduğunu düşünsek bile, bunun bir ulusun varlığını yadsımasını haklı kılacak yanı olabilir mi? Anti-feodal bir tutumla, ulusal sorunda demokratik bir tutum almak (ulusun ayrılma hakkı dahil kendi kaderini tayin hakkını tanımak, ulusal baskıyı ortadan kaldırmak) birbirlerine karşıt değil, birbirini tamamlayan olgulardır. Ve bir devrimin demokratlığı bu iki tutumu bir arada sürdürmesiyle ölçülür. Hatta şunu söyleyebiliriz: Ulusal sorunda demokratik bir tutum alamayanların, anti-feodal tutumu derinleştirmesi olanaksızdır. Kemalistlerin evrimi bunu kanıtlamıştır. Ülkemizde toprak devriminin yapılmaması bu gerici tutumdan ileri geliyor.

Tüm bunları söylemek, Kemalistlerin desteklenir hiçbir yanlarının kalmadığı anlamına gelmez. Kemalistler iktidara geldikten sonra ulusal sorundaki şovenist tavırlarıyla, köylülerin ve işçilerin demokratik istemlerini zorla bastıran tutumlarıyla gerici bir konumdadırlar. Ama uluslararası planda emperyalizme karşı kısmi anlamda da olsa tavırlarını devam ettirmeleri, onların ilerici yanıdır. Ve bu yan desteklenmelidir. Fakat içte demokratik devrimi kesintiye uğratan bir iktidarın, uluslararası planda da gericileşme sürecine gireceği ve süreç içinde emperyalizmin yedeğine düşeceği de akıldan çıkarılmamalıdır. Bu farklılıkta şaşılacak bir şey de yoktur. Ancak dünyayı tek düze bir şey olarak görenler, ağaca bakarken ormanı görmeyenler, Kemalistlerin iç politikadaki gerici yanı ile, uluslararası plandaki ilerici yanını bir arada düşünemeyebilirler.

Kürdistan'ın cumhuriyet dönemindeki durumu ''siyasi ilhak''tır. Yani Kürdistan'ın Kemalistlerin Misak-ı Milli politikaları sonucu varlığının yadsınarak ''milli'' topraklara katılmasıdır. Kürdistan'ın durumunu ''siyasi ilhak'' dışında ''sömürge'' vb. biçiminde değerlendirmek, yanlış bir tahlilin ürünüdür. Nesnel gerçeği, kendi subjektivizmine göre tanımlamak, Marksist-Leninistle-rin işi olamaz. Sömürge tartışmasına daha sonra gireceğiz. Yalnız burada şunu belirtmek gerekir, sömürgecilik her şeyden önce ekonomik bir olgudur. Kemalistlerin sömürge politikası uygulaması için ülkenin buna uygun bir ekonomik, sosyal yapıya sahip olması gerekirdi. Küçük meta üretimine dayalı, yarı-feodal bir yapıya sahip olan bir ülkede iktidar sömürgeciliği uygulayamaz. Nitekim Kemalistler Cumhuriyet dönemi boyunca, Kürdistan'ın ekonomik ve sosyal yapısına müdahale edememişlerdir. Hatta idari ve askeri bir denetimden bile gerçek anlamda söz edilemez. Kısaca siyasi iktidar ilhakla, bütün Türkiye topraklarını (Kürdistan dahil) rahatlıkla burjuva sömürü ve talan uygulayacak bir alan haline getirmiştir. Fakat ortada bu alanı değerlendirecek burjuvazi yoktur. Bu nedenle ''sömürge'' ilişkisi aranamaz.

Kürdistan'ın sosyo-ekonomik yapısı ise feodaldir. ''Medeni Hukuk'' yasalarının çıkarılmasıyla, toprak egemenliği hukuki bir çerçeveye de kavuşur. Temel sosyal yapı aşiret yapısıdır. Kürt köylü ulusu, Kemalistler gibi ulusal devletini kuramadı. Bunun temel nedeni daha önceden kısmen belirttiğimiz gibi, Kürt toplumunun kendi iç dinamiğinden kaynaklanmıştır. Feodal üretimin hakim üretim biçimi olması, aşiret örgütlenmesi bunun sosyal ve siyasal yapıyı belirleyen niteliği, ulusal yönde bir hareketlenmeyi önleyen nesnel nedenlerdir. Bağımsız bir köylü hareketinden söz edilemeyeceği gibi, Kürt köylüleri, aşiret beylerine bağlılık içinde, geçimlerini hayvancılık ve ağaların rençberliğini yaparak kazanıyorlardı. Kentle ilişkileri (genel olarak kendi dışındaki yaşamla ilişkileri), aşiret beyi, toprak ağası tarafından sağlanıyordu. Bu koşullarda köylüleri ''ulusal pazar'' istemi etrafında harekete geçirecek ne bir burjuvazi ne de ulusal birliğe önderlik edecek bir küçük-burjuvazi vardı. Diğer taraftan, Kürt aydınları tarafından ulusal bilincin taşınması çabalarından söz edilse de, bunların toplumsal yapı üzerindeki etkileri çok sınırlıdır. Bu nedenle ulusal baskıya karşı bütünlüklü bir tutum geliştirmelerinden bahsedilemediği gibi, uluslaşma henüz geri bir düzeydedir. Fakat bu Kürtlerin Kemalist iktidara karşı çeşitli biçimlerde tavır geliştirmedikleri anlamına gelmez. Kürt ayaklanmaları bütün bu dönem boyunca aralıksız sürdü. Bunları ayrıca değerlendireceğiz. Çünkü ulusal sorunda, gerçekten demokratik bir tutuma sahip olup olmama, bu ayaklanmalar karşısında belirlenecek tavırla doğrudan ilgilidir. Fakat bundan da öte, Kemalistlerin şoven, ırkçı politikalarına karşı çıkmak, Kürt ulusunun ulusal istemlerini desteklemek, bunlar için mücadele etmek, Marksist-Leninistlerin vazgeçilmez görevi olduğunu belirtelim. Bu tavır bizi her türden sosyal-şovenizmden ayıran temel öneme sahiptir. ''Feodalizmi tasfiye'' gibi uydurma gerekçelerin ardına sığınarak, ulusun yaşamına zorla müdahaleyi haklı göstermek, Türkiyeli küçük-burjuva aydınların bilinen tavrıdır ve bu tavra karşı mücadele edilmeden, şovenizme karşı mücadele edilemeyeceği, tarihi gerçeklerin doğruladığı bir ilkedir.

F- Kürt Ayaklanmaları Feodal Toplumsal Bir Zeminde Ulusal Direnme Hareketleridir

Cumhuriyet döneminde 17 Kürt ayaklanmasının (ayrıca birçok silahlı hareket de sözkonusudur) hepsi kanlı şekilde bastırılır. Belli başlıcaları şunlardır:
1- Koçgiri Ayaklanması (1921)
2- Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924)
3- Şeyh Sait Ayaklanması (Şubat-Nisan 1925)
4- Raskotan Ayaklanması ve Raman Tadip Hareketi (Ağustos 1925)
5- Sason Ayaklanması (1925-1937)
6- I. Ağrı Ayaklanması (16 Mayıs-17 Haziran 1926)
7- Koçuşağı Ayaklanması (2 Ekim-30 Kasım 1926)
8- Mutki Ayaklanması (26 Mayıs-28 Ağustos 1927)
9- II. Ağrı Hareketi (13-20 Eylül 1927)
10- Bıcar Tenkil Hareketi (7 Ekim-17 Kasım 1927)
11- Asi Resul Ayaklanması (22 Mayıs-3 Ağustos 1929)
12- Tendürük Hareketi (14-27 Eylül 1929)
13- Savuk Tenkil Hareketi (26 Mayıs-3 Haziran 1930)
14- Zilan Ayaklanması
15- III. Ağrı Hareketi (7-14 Eylül 1930)
16- Pülümür Hareketi (8 Kasım-14 Kasım 1930)
17- Tunceli (Dersim) Tedip Hareketi (1937-1938)

(Genelkurmay Harp Tarihi Dairesi Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar, 1924-38)

Kendi içinde bazı özgünlükler taşımakla beraber;

''Cumhuriyet sonrası Kürt milli hareketlerinin niteliği; Kemalizmin gerici, şovenist, jenosit politikasına karşı feodal bir toplumsal zeminde ulusal direnme ve birleşme süreci niteliğindedir. Ulusal baskının olduğu yerde, ulusal hareketin olması kaçınılmazdır. Fakat Kürt halkının feodal yapısından ötürü, başarısızlık, parçalanmışlık, ulusal birliği sağlayamamada, Kürt Milli Hareketlerinin ağırlıklı yanıydı. Fakat diyebiliriz ki, feodal birimlerini korumak biçimindeki bu mücadele, Kemalizm karşısında meşru bir direnme hakkı niteliğindedir.'' (Kürtlerin Tarihi Gelişimi ve Türkiye'de Kürt Meselesi, DEVRİMCİ SOL Yayınları,1979, s.80-81)

Kürt ayaklanmalarını incelediğimizde (özellikle Koçgiri 1921 Şeyh Sait 1925, Dersim 1937-38) bu özellik daha net açığa çıkacaktır. Kürt ayaklanmaları içinde bu üç ayaklanmayı seçişimiz, bunların ayırdedici özellikte olmalarından kaynaklanıyor. Çünkü bu ayaklanmaların biçimlendiği koşulların tahlili ve yapılan değerlendirmeler, Marksist-Leninistlerle her türden sosyal-şoven ve milliyetçi kesimler arasındaki farklılığı gösterecek niteliktedir. Toplumsal, sosyal ve siyasal olayları değerlendirme sorunu, her şeyden önce sınıf tavrının bir yansımasını içerdiğinden, somut olayların tahlili bu noktada bir turnusol ödevi görüyor.

Koçgiri Ayaklanması:

Bu ayaklanma Anadolu Kurtuluş Savaşı döneminde başgöstermiştir. Ayaklanma kendi içinde ulusal istem gibi haklı bir temel içermekle birlikte, oluş koşulları ve bu koşulların biçimlendirdiği ilişkiler itibariyle, gerici bir konumdadır.

Koçgiri ayaklanmasını gerici kılan koşullar nelerdir?

Bu koşullar, kapitalizmin emperyalizm aşamasına ulaşması ile birlikte ekonomik, sosyal ve siyasal koşullardaki değişimde aranmalıdır. Burjuvazinin gericileşmesiyle ve emperyalizmin bir siyasal gericilik sistemi olarak ortaya çıkmasıyla, tarihin lokomotif gücü proletarya olmuştur. Artık ekonomik, sosyal ve siyasal olaylara ''biçimsel demokratizm'' gözlüğü ile ya da bütünden bağımsız kendi başına bir olgu olarak bakılamaz. Her türden sosyal, siyasal hareketin değerlendirilmesi, proletarya hareketi karşısındaki konumu ve bu anlamda emperyalizme karşı tavrı noktasında ele alınmalıdır. Tersi yaklaşımlar, niyetler ne olursa olsun ve kendi içinde ne denli ''haklı'' olursa olsun, emperyalizmin yedeği olmaya götürür.

Anadolu Kurtuluş Hareketi, anti-emperyalist olma yanıyla emperyalizmin güçlerini bölen-parçalayan, proletarya devrimini objektif olarak güçlendiren bir harekettir. Bununla çatışma içinde olan her hareket -kendi içinde ne denli haklı olursa olsun- objektif olarak gerici bir konumdadır. Koçgiri ayaklanması, kendi içinde haklı bir isteme dayanmakla birlikte, o günkü koşullarda genelin çıkarlarıyla çelişen bir konumdadır. Ve bu nedenle ''parça bütüne feda edilmeli''dir.

Burada, sosyal-şovenizmin, ayaklanmayı gerici olarak nitelemedeki hareket noktası, Marksist-Leninistlerin hareket noktasından tamamen farklıdır. Onlar, hareketi genelin karşısındaki konumu itibariyle değil, kendi burjuva milliyetçi konumlarıyla değerlendirdikleri, ulusal haklı istemleri yadsıyarak değerlendirdikleri için bizden ayrı bir yerdedirler.

Koçgiri ayaklanmasına ilişkin değerlendirmemize en şiddetli itirazlar, ezilen ulus milliyetçilerinden gelmektedir. Onlar, bizleri sosyal-şovenizmle aynı paralelde konuşmakla suçlayabilmektedirler. İşin aslının hiç de iddia edildiği gibi olmadığını, olgulara tek düze bir mantıkla yaklaşılamayacağını açıkladık. Bir ilave daha yapalım, Koçgiri Ayaklanması ile aynı döneme denk düşen ve Kemalistlerin desteğini alan Şeyh MAHMUT ayaklanması nereye oturtulacaktır? Kuşkusuz milliyetçiler, hemen ''ilerici'' cevabını yapıştıracaklardır. Öyledir de, ama anlayamadığımız iki farklı siyasal tavır -koşullarda bir farklılık olmaksızın- nasıl oluyor da aynı kefeye konuyor?! Yanıtı biz verelim; tarihsel, siyasal perspektiften yoksun, soruna ''salt'' milliyet gözlüğü ile yaklaşılarak... Böyle bir yaklaşımın ise, nerede duracağını kestirmek zordur!

Şeyh SAİT Ayaklanması:

Cumhuriyet döneminin ilk Kürt ayaklanması olan Şeyh SAİT ayaklanması, kısa sürede yaygınlaşarak Diyarbakır, Bingöl ve Elazığ'ı kapsamıştır. Ama bütün Kürdistan'a yayılmamış, tüm Kürt aşiretlerinin desteğini alamamış olmasından ötürü, Kemalist diktatörlük tarafından kısa sürede bastırılmıştır. Onbinlerce Kürt yok edilmiştir. Liderinin adı ile anılan bu ayaklanma, anlaşılacağı üzere feodal bir toplumsal zeminde, dini bir liderlik altında, aşiretlerin Kemalist diktatörlüğe karşı ulusal içerikli taleplerle başkaldırmasıdır. Ayaklanmada dini motiflerin işlenmiş olması ezilen, baskı gören, asimilasyona tabi tutulan bir halkın, Kemalistlerin şovenist, ırkçı müdahalesine karşı başkaldırma haklılığını ortadan kaldırmaz. Kaldı ki, liderliğin niteliği her şeyi belirlemez. Örneğin İrlanda'da İngiliz emperyalizmine karşı başkaldırı, katolik-protestan çatışması görünümü almış olmasına karşın, İrlanda'nın kendi kaderini tayin etme istemini haksız bulan kimse yoktur. Ama sorun Kürtler olunca, faşizmin baskı ve tehditlerinin de etkisiyle, hemen çifte standart kullanılmaya başlanıyor.

Şunu baştan belirtelim: Kürtlerin aşiret yapılanması, aşiret liderlerinin aynı zamanda dini lider sıfatına sahip olması Kürt ulusal hareketlerinde dini önderlik veya dini motiflerin işlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenle yüzeysel bir yaklaşımla dini önderlik veya dini motiflere bakılarak bir hareket gerici sayılamaz. Hele bu hareket, ulusal baskıya karşı çıkma gibi haklı bir temele dayanıyorsa, bu iddiada bulunmak şovenizmle aynı safta yer almakla özdeştir.

Şeyh SAİT ayaklanmasının önemi ise buradan ileri gelmektedir. Şovenizm ve sosyal-şovenizm, Kemalizmin feodalizme yönelik bir saldırı geliştirdiği ve İngilizlerle Musul sorununun görüşüldüğü bir döneme denk düşmesinden hareketle, ayaklanmanın, İngiliz emperyalizminin örgütlediği ''feodal-dini bir irtica hareketi'' olduğunu iddia etmektedirler. Şovenizm ve sosyal-şovenizm bu iddiasına kanıt olarak ayaklanmanın önderliğinin feodal-dini kimliğe sahip olmasını göstermektedir. Sosyal-şovenizm derken, gemiyi azıya almış, kafası polisiye komplolarla dolu kimi küçük-burjuva aydın (!) dönekleri ile burjuva milliyetçiliğini bayrak edinmiş PDA hainlerini sözkonusu bile etmiyoruz. Bunlar saflarını belirlemişlerdir. Bizim kastettiğimiz kendilerine ''Marksist-Leninist'', ''bilimsel sosyalist'' vb. sıfatlar verenlerdir. Onların tutumuna ne demeli? Hem de Kemalistlerin ayaklanmayı bastırırken uyguladıkları vahşetin gerekçeleri ortadayken...

Ayaklanmanın liderinin yargılandığı mahkeme yargıcının hükmü açıktır:

''Kiminiz hükümet otoritesinin kötü yönetimini, kiminiz de halifeliğin savunuculuğunu İsyan için bahane ettiniz. Fakat tümünüz bağımsız bir Kürdistan yaratma sorununda birleştiniz.'' (Az Gelişmişlik Sürecinde Geri Bıraktırılmışlık s.238)

Ulusal istemler en ağır suç olarak görülmüştür. Katliamı, bir ulusun zorla asimilasyonunu haklı göstermek için, uydurma gerekçelerin burada bir anlamı olabilir mi? Elbetteki hayır.

Bütün Kürt ayaklanmalarında olduğu gibi Şeyh SAİT ayaklanması sırasındaki vahşet ve katliamların nedeni de ayaklanmaların taşıdığı ulusal içeriktir. Şeyh SAİT ayaklanmasından sonra ''sığınmak'' isteyenbazı aşiret önderlerinin durumunun tartışılması sırasında, İstiklal Mahkemesi savcısının olası bir affa karşı olarak ileri sürdüğü düşünce bunu doğrulamaktadır. Şöyle diyor savcı:

''Ayaklanma bağımsız bir Kürdistan kurmak amacıyla çıkmıştır. Birçok seneler hep bu amaç için çalışılmış olduğu kesindir. Bu ruhun ölmesi ve öldürülmesi en kutsal görevdir. Bunun için Kürdistan'da baş olabilecek zararlı kişilerin kesinlikle affedilmemesi gerekir.'' (E.AYBARS)

Bütün bunlar ortadayken, Kürdistan'da hâlâ katliamların canlılığı derinden derine yaşanırken, ayaklanmaları ''gerici'', ''irticai'' olarak değerlendirmek, demokrat, ilerici bir tavır değildir.

Bizler, sıkıyönetim savcı ve yargıçlarının bu tür iddialarını anlayabiliyoruz. Toptancı bir tavırla, ırkçı, faşist politikaya karşı çıkmayı, bir ulusun jenoside tabi tutulmasına karşı gelmeyi ''bölücü'' olarak tanımlayıp cezalandırma yoluna gitmişlerdir, gidiyorlar. Bu nedenle onlara karşı tavrımız bellidir.

Ama kendilerine ''ilerici'', ''sosyalist'' hatta ''Marksist-Leninist'' diyenlerin egemen sınıf sözcülerinin yaklaşımını sergilemelerini anlayabilmek güçtür.

Şeyh SAİT isyanını M.Sencer, söyle değerlendirir:

''... 13 Şubat 1925'de Nakşibendi tarikatından Şeyh SAİT liderliğinde Piram köyünde bağımsız bir Kürdistan kurmak ve halifeliği geri getirmek amacıyla başlamış... Ciddi bir askeri hareketle bastırılmıştır (...) Türk devriminin temel ideolojisi olan laikliğin gerçekleştirilmesi yolunda önemli adımlar atılmıştır.'' (Dinin Türk Toplumuna Etkileri, M.SENCER, abç.).

Başta küçük-burjuva reformistleri olmak üzere bu tür değerlendirme yapan az değildir. Geleneksel solun tutumu da günümüzde bu paraleldedir.

Marksizm-Leninizmden nasibini almamış bu sosyal-şovenlere ilk diyeceğimiz, demokratikliğin ulusal baskı uygulayarak olamayacağıdır. İrticayı tasfiye etmek için önce bir halkın ulusal istemlerini demokratik bir yaklaşımla tanımak gerekir.

İkinci olarak; Şeyh SAİT isyanı ve diğer Kürt ayaklanmalarında dini motiflerin işlendiği; feodal toplumsal bir zemine dayandığı doğrudur. Ama bu neyi değiştirir? Tersine söylersek; bu ayaklanmalarda ulusçu düşüncelere sahip Kürt aydınlarının da (Kürt İstiklal -Azadi- Cemiyeti'nin de) yer aldığını ve ulusal sloganların atıldığını söylersek, sosyal-şoven düşüncelerde bir değişiklik olacak mı? Hiç sanmıyoruz. Sanmıyoruz çünkü, İstiklal Mahkemesi zabıtları, isyan önderlerini darağaçlarındaki ''yaşamımı bir gün vatan yolunda adamaya ahdetmiştim. Bağımsızlık bayrağının, idam edilmekte olduğumuz bu topraklar üzerinde bir gün dalgalanacağından hiç kuşkum yok'' şeklindeki haykırışları söylediklerimizi belgeliyor. Bunlar bilinmesine karşın, harekette varolan dini motiflerin hep ön planda tutulması, sosyal-şovenlerin ikiyüzlülüğü olsa gerek!...

Başta Şeyh SAİT ayaklanması olmak üzere, Cumhuriyet dönemi Kürt ayaklanmaları; feodal toplumsal bir zeminde ulusal direnme ve birleşme niteliğindedirler. Ulusal baskının olduğu yerde, ulusun iç yaşamına dışarıdan zor yoluyla yapılan bir müdahaleye karşı bir direnmenin olmaması düşünülemez. Ayaklanmalar her şeyden önce Kürt ulusuna yönelik, jenosit ve asimilasyon politikasının sonuçlarıdırlar. Ayaklanmalarda dini motiflerin yer alması, bir ulusun direnme hakkını yok etmez. Buna sayısız örnek verebiliriz. Afgan Emirlerinin İngiliz emperyalizmine, Ömer MUHTAR'ın İtalyan emperyalistlerine karşı direnişlerinde de dini motifler sözkonusudur. Ama bu durum sözkonusu direnişleri gerici yapmamıştır.

Yine bu ayaklanmalar, başlangıçta feodal yapılara müdahalenin doğurduğu tepkiyi de içerebilir, içeriyor da. Ama Kemalizmin Kürdistan'a müdahalesinin esasta feodal yapılara müdahale değil, Kürt ulusunu asimilasyona tabi tutma müdahalesi olduğu açıktır.

Kürt ayaklanmalarının, feodal bir toplumsal zeminde gelişmesi ve dini motifler de taşıması, Kürt halkının yaşadığı ekonomik-sosyal ilişkilerin doğal bir sonucudur. Eğer bu ayaklanmalar yerli yerine oturtulmak isteniyorsa, her şeyden önce nesnel koşulların analizinin yapılması gerekir.

Burada sosyal-şovenlere birkaç soru sormak istiyoruz: Kurtuluş Savaşına katılan eşraf ve ayan feodal bir toplumsal yapıyı temsil etmiyor muydu? Yoksa onlar ''Türk'' oldukları için ayrıcalıklı mıydılar? Yine sözü edilen Kürt aşiretlerinin çoğunluğu feodal bir toplumsal zeminde M.KEMAL'in anti-emperyalist hareketine katıldıkları zaman, ilerici sayılmadılar mı? Aynı şekilde Afrika ulusal kurtuluş hareketlerinde, harekete, feodal toplumsal zeminde katılmaların hiç de az olmadığı bir gerçek değil mi? Neden bunlar gerici olarak adlandırılmıyor?

Şeyh SAİT ayaklanmasıyla ilgili, sosyal-şovenizmin bir diğer iddiası da, ayaklanmayı, İngiliz emperyalizminin Musul petrolleriyle ilgili görüşmelerde Kemalizmi zayıf düşürmek için tertiplediğidir. Bu yüzden ayaklanma gericidir! Bu iddia, sosyal-şovenizmin hiçbir zaman kanıtlayamadığı hayali bir iddiadır. Bilimsel dürüstlük taşıyan burjuva aydınlarının bile mevcut bütün tarihi belgelerde bu iddiayı doğrulayacak herhangi bir bulguya rastlamadıklarını belirtmeleri, bunu kanıtlamaktadır.

Nitekim bunun farkında olan bir kısım sosyal-şovenler; ayaklanmanın sonuçları itibariyle İngiliz emperyalizmine yaradığını söylemektedirler. Ayaklanmanın, bu tür bir sonuç yaratmış olması onu gerici kılmaz. Bu, her toplumsal, siyasal olay için söylenebilir. Olgular kendisini kuşatan koşullardan yalıtılmış olarak ele alınamayacağına göre, birçok yan etki doğurması her zaman sözkonusudur. Böyle bir durum sözkonusu olmuşsa bunun da sorumlusu Kemalistlerin şoven, ırkçı politikasıdır.

Dersim Ayaklanması:

Bu ayaklanmanın önemi, ulusal sloganların çok belirgin olması, korkunç bir katliam sonucu bastırılmasına karşın, sosyal-şovenizmin sanki böyle bir olay yokmuşçasına hareket etmesidir.

''... Dersim'in etrafı çevrildi; askeri kışlalar kuruldu. Ekonomik sıkıntılardan yokluk ve pahalılıktan ötürü dağlara çıkan Kürt çeteleri 'haydut' ilan edildi. (...)

''Dersim katliamı, Kemalizmin şovenist, jenosit politikasının kanlı bir abidesidir. Binlerce köy yakıldı, yıkıldı. Köylüler mağaralarda, ırmaklarda, dağlarda, ormanlarda, evlerinde, çoluk-çocuk demeden katledildi. (...) Katliamdan sonra binlerce köylü ailesi Batı'ya sürüldü.'' (Kürtlerin Tarihi Gelişimi ve Türkiye'de Kürt Meselesi, DEVRİMCİ SOL Yayınları,1979 s.82)

Dersim, M.KEMAL'in deyişiyle ''kanayan yaraydı'' ve ''sökülüp atılmalıydı''. Uluslararası koşullar da elverişliydi. 90 bine yakın Kürt köylüsü, kadın, ihtiyar, çoluk-çocuğuyla katledildi. 1942'ye kadar süren Dersim ayaklanması sırasında dikkat çeken bir özellik de, toprak ağaları ve nüfuzlu kişilerin desteğini almak için, Kemalistlerin bunlara toprak dağıtmasıdır. Sosyal-şovenizmin ''feodalizmi tasfiye ediyordu'' safsataları da böylece havada kalınca, en akıllıca tavır, hiçbir şey olmamış gibi davranmak oluyor!...

Cumhuriyet tarihi boyunca başgösteren Kürt ayaklanmalarının en önemli özelliği, bu ayaklanmaların aşiret yapısına dayanan feodal bir toplumsal zeminde oluşması ve dolayısıyla (uluslaşma sürecinde bir ileri adım olmakla birlikte) ulusal bütünlüğün sağlanamaması sonucu, çoğu Kürt aşiretlerinin ayaklanmalar sırasında ya tavırsız kalmaları ya da Kemalizmle işbirliği yapmış olmalarıdır. Örneğin Şeyh SAİT ayaklanmasını siyasi iktidara ihbar eden ''Hormek'' aşiretidir. Yine Şeyh SAİT ayaklanmasına Dersim aşiretleri seyirci kaldıkları gibi, Dersim'e de Sünni aşiretler seyirci kalmış, kimileri Kemalistlerle işbirliği yapmıştır. Evet, jenosit ve asimilasyona rağmen Kürt direnmeleri, ulusal uyanış doğrultusunda ileriye doğru gelişmeler sağlamıştır. Fakat feodal aşiret yapılanması, hâlâ temel özellikleridir. Aşiretlerin tarihten gelen yapısı ve birbirlerine karşı kullanılmalarının yarattığı önyargılar gibi nedenlerden dolayı, ulusal birliğe ulaşmaktan henüz uzak sayılırlar. Bu özellikler yenilgilerde önemli rol oynar.

Kürt ayaklanmaları, her şeyden önce Kemalistlerin Kürt halkına yönelik gerici-şoven politikalarının sonucudur.

Bunları söylememiz, ''bölücü'' sayılıp bu davada yargılanmamızın gerekçelerinden biri oldu. Bugün bu mahkeme, Türkiye halklarının mücadelesini omuzladığımız için, özelde Kürt halkının ulusal taleplerine sahip çıkarak, Kürt halkının katliamlara, sürgünlere, zulüm ve baskıya uğramasına karşı olduğumuz, bu politikanın ırkçı-faşist yanlarını ortaya serdiğimiz için bizleri yargılamayı üstlenmiştir.

Yargıç ve savcılara şunu diyoruz, biz yaptıklarımızla tarihe karşı sorumluluğumuzu yerine getiriyoruz. Sizlerse Kürt halkının mücadelesini cezalandırma politikasının pratik uygulayıcıları olma sıfatını kazanacaksınız.

G- Türkiye'nin Yeni-Sömürgeleşmesi Kürdistan'daki Milli Zulmün Çok Yönlü Sürdürülmesi Dönemidir

Türkiye'ye yeni-sömürgecilik ilişkilerinin girişine kadar, Kürdistan'da egemen üretim tarzının feodalizm olduğunu belirtmiştik. Fakat bu durum yeni-sömürgecilikle birlikte değişmeye başlar.

Kürdistan'da kapitalizmin gelişmesi, bürokrat-komprador burjuvazi ile işbirliği yaparak oligarşi içinde yer alan Kürt aşiret beyleri ve toprak ağalarının, yeni-sömürgecilik ilişkileriyle birlikte kapitalizmin yukarıdan aşağıya gelişiminin boyutlanmasına paralel olarak kapitalist ilişkilere girmeleri şeklinde bir çizgi izlemiştir.

Kapitalizmin Kürdistan'daki bu gelişimi, tamamen Kürdistan'ın tarihsel gelişimi ve ekonomik-sosyal yapısının bir sonucudur. Kürdistan'da üretim biçimlerinin evrimi, kendi iç dinamiğiyle (iş bölümünün oluşmasıyla) değil, dıştan zorlamalarla mevcut üretim ilişkilerinin değişmesi, dönüşüme uğraması şeklinde olmuştur. Bu özellik, Kürtlerin ulusal birliğini oluşturmada karşılaştığı zorlukları, yani parçalanmışlığı da izah ediyor. Bu geçiş biçimi, feodalizmden kapitalizme geçişte de özelliğini korur. Örneğin Kürdistan'da kent, feodal, ilişkilerden bağımsız değil, onun bir tamamlayıcısı olarak gelişmiştir. Halbuki Batı Avrupa'da feodalizm, temelde toprağa dayanmakla birlikte, onun dışında bir kent ekonomisi vardı. Ve kapitalizmin gelişme dinamiği de, feodal ilişkilerin dışındaki kentlerde oluşmuştur. Kürdistan'da ise durum tamamen tersi bir biçimdedir. Diğer yandan, Kürdistan'ın sosyal yapısı (aşiret örgütlenmesi, aşiret beylerinin aynı zamanda dini otorite ve toprak sahibi olmaları vb.) bağımsız bir köylü hareketinin oluşumuna engeldir. Bu da iç dinamiği zayıflatan bir diğer olgudur.

Bundan dolayı Kürdistan'da kapitalizmin gelişmesi, yeni-sömürgecilik ilişkilerinin gelişmesi: iç pazarın derinlemesine açılması ve Kemalizmin jenosit ve baskı politikasından kurtuluşu merkezi yapıyla bütünleşmekte gören Kürt feodal sınıflarının Türk egemen sınıflarıyla işbirliğine girmesi sonucu olmuştur. Kürt toprak ağaları ve şeyhleri, meta dolaşımına paralel olarak ticarete atılmaları ve giderek egemen sınıf blokuyla bütünleşmeleriyle evrime uğramışlardır. Diğer yandan kapitalizmin cılız ve çarpık gelişimi, işbirlikçi burjuvazinin tek başına sömürüyü gerçekleştirmesini engeller bir durum yaratmış, toprak ağaları ve tefeci-tüccarlarla işbirliğini zorunlu kılmıştır. Bunun sonucu olarak oligarşi dediğimiz bir egemen sınıf bloğu oluşmuştur. Kürt egemen sınıfları da bu yapının içindedirler.

Kürdistan'da kapitalizmin gelişim şekli, tarımda makinalaşma ve kentlerde ticaret-tefecilikle bir arada olmuş, böylece tarımda sağlanan artı-ürün kentlerde değerlendirilmeye başlanmış, kentlere yerleşen aşiret beyleri ve toprak ağaları buralarda feodal artı-ürünle açtıkları han, hamam, otel vb.lerle ticarete yönelmiş ve süreç içinde çok yönlü olarak gelişen ticaret-tefecilik, giderek sınai gelişimi de yaratmıştır.

Bu kapitalist gelişmeyi en iyi somutlayacak olan, tarımdaki makinalaş-manın boyutudur. Türkiye genelinde 1965-66 yıllarında traktörleşme hızı %19 iken, Kürdistan'da %46 olmuştur. 1966-67 yıllarında ise Türkiye genelinde %15 iken, Kürdistan'da %24-25'tir. Bu oranın sonraki yıllarda düşmesi tarımda makinalaşmanın bir patlama biçiminde gerçekleştiğini gösterir.

Kapitalist ilişkilerin gelişmesi beraberinde kentleşmeyi de hızlandırmıştır. Kentleşme belirttiğimiz gibi Batı Avrupa'dakinin tersine bir gelişim izlemiş, ticarete giren feodal hakim sınıfların kentlerde oturmaya başlamasıyla oluşmuştur. Kentleşme sanayinin (veya ticaretin) gelişiminin sonucu olmadığından, çarpıktır ve gerçek boyutta kent olmaktan uzaktırlar. Kaldı ki, kentlerin çoğu aşiret merkezleri olarak kurulmuşlardır. Örneğin; Mardin'in Silopi ilçesi yalnızca bir aşiretindir. Bunun gibi 1960-70 arasında bir kaç aşiretin oluşturduğu kentlerin sayısı az değildir.

Kürdistan'da kapitalist ilişkiler 1970 sonrasındaki Köye Ulaşım Projesi (KUP) ve günümüzde Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile daha yüksek boyutlara varmıştır. Özellikle KUP'la, kapitalizmin altyapıda gelişmesi, meta dolaşımının hızlandırılması ve iç pazarın genişletilmesi amaçlanmıştır. Ve GAP'la yeni-sömürgecilik ilişkileri açık seçik bir bütünlük kazanacaktır. Kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğu tartışma götürmemektedir. Fakat, bu egemen ilişkiye karşın yarı-feodal ilişkiler de azımsanmayacak boyuttadır. Kürdistan'da toplam ailelerin %70'e yakını topraksız veya az topraklıdır. Ve bunların %34'ü yarıcılık, %16'sı kiracılık (icar) ve küçük bir kesimi de ''marabalık''la geçiniyor. Toplam ailelerin %5'ini oluşturan büyük toprak ağaları, toprakların %45'ini denetlemektedir. (1980 Etütleri)

Yeni-sömürgecilik ilişkileri ile birlikte Kürdistan'ın ekonomik ve sosyal yapısında genel olarak iki özellik oluşmuştur. Birincisi, Kürt egemen sınıflarının başından itibaren oligarşi içinde yer alarak, Türk egemen sınıflarıyla aynı yapı içinde bütünleşmeleridir. Bu anlamda ulusal baskının sosyal temelini oluşturan oligarşinin içinde Kürt egemen sınıfları da vardır. İkincisi ise, Kürt işçi ve emekçileri ile Türk işçi ve emekçileri aynı ekonomik-sosyal yapı içinde birleşmişlerdir. Artık tek bir ekonomik-sosyal formasyona sahiptirler. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin her iki halkı da tek bir toplumsal formasyonda birleştirmesi, ileride açıklayacağımız gibi Kürdistan sorununun çözüm biçimlerinin yeni bir anlayışla ele alınmasını zorunlu kılmıştır.

Bu iki özelliğin dışında bir üçüncü özellik ise, kapitalizmin gelişiminin, beraberinde yoğun bir küçük-burjuva sınıfı yaratmış olmasıdır. Türkiye'nin gelişmiş şehirlerinde eğitim gören ve buradaki sosyal, siyasal olaylarla tanışan, başta Kürt küçük-burjuva aydınları olmak üzere, küçük-burjuva katmanlarda ulusal düşünceler gelişmiş ve bugünkü Kürt milliyetçi hareketlerin kadro potansiyeli olmuşlardır. Bu gelişme kapitalizmin gelişmesinden ayrı olarak düşünülemez.

Kapitalizmin gelişmesi, beraberinde ulusalcı (pazar sorunu nedeniyle) düşüncelerin gelişmesini de zorunlu olarak doğurur. Fakat Kürdistan'da kapitalist gelişme kendi iç dinamiğiyle değil, emperyalizme bağımlı yukarıdan aşağıya çarpık tarzda geliştiği ve Kürt egemen sınıfları kapitalist gelişmenin daha başında oligarşi içinde yer alarak emperyalizmin işbirlikçisi durumuna geldikleri için, ulusal pazara sahip çıkma konumundan uzaktırlar. Bu nedenle milliyetçilik temelinde siyasi tavır küçük-burjuvazi tarafından geliştirilmektedir. Bunun da etkisiyle, yeni-sömürge ilişkileri ile birlikte Kürt toplumsal, sosyal yapılanmalarının kapalılığı önemli oranda çözülmüştür. Emperyalist kültür politikalarıyla desteklenen, odağına baskı, zorun oturtulduğu asimilasyon hızlandırılırken, ulusal bilincin gelişmesi de buna paralel yürümüştür. Bu paradoks esasta gelişmenin diyalektiğini göstermektedir.

Açıkladığımız toplumsal formasyonda, Kürt ulusal sorunu çözümü nasıl biçimlenecektir? Bu soruya cevap vermeden önce ülkemiz solu ve Kürt milliyetçiliğinin, bir anlamda Kürt ulusal sorununda bırakalım Marksist-Leninist bir tavır almayı, sıradan demokrat bir tavır almayı bile ''sömürge'' kelimesi ile ölçen anlayışlarına değinmekte yarar görüyoruz. ''Sömürge'' tespiti milliyetçi yaklaşımların teorik, ideolojik ve siyasi dayanaklarının temelini oluşturmaktadır. Adeta dünya bu kelimenin etrafında döndürülmektedir. Örneğin, milliyetçiliğin anlayışına göre ''sömürge'' tespiti yapmayan herkes ''sosyal-şoven''dir. Bu kavram o kadar keyfi, o kadar içi boşaltılmış olarak kullanılmaktadır ki, milliyetçilerin dışındaki herkes, sömürge tespiti yapmadılar diye''sosyal-şoven'' olarak damgalanabilmektedir.

H- Kürdistan Türkiye'nin ''Sömürgesi'' mi, Emperyalizmin Yeni-Sömürgesi mi?

Kürdistan'a ilişkin yapılan ''sömürge'' tespitleri iki kesimden gelmektedir. Birincisi, Kürt milliyetçi hareketlerdir. Bunlar milliyetçi olmalarının doğal sonucu, soruna ''salt'' ulusal açıdan yaklaşmakta ve bu nedenle de bu tespiti ayrı örgütlenme ve ayrı devrim anlayışının teorik temeli yapmaktadırlar. İkincisi ise, küçük-burjuva sol'dur. Türkiye solunda bu tespiti yapanlar eşi görülmemiş bir pragmatizme sahiptirler. Milliyetçiliğe prim vererek kendine çalışma alanı yaratacaklarını ummaktadırlar. Türkiye solunda bu tespitin özellikle yenilgi ve yarı-yenilgi dönemlerinde salgın bir hal alması söylediklerimizi doğrulamaktadır. Nesnel gerçeklerden uzak, sınıf mücadelesi pratiğinde varlıkları görülmeyenlerin bu tespite sarılmalarını başka türlü açıklamak güçtür.

''Sömürge'' tespiti -kim tarafından yapılırsa yapılsın- toplumsal, tarihsel bir perspektifle değil, nesnel gerçekliği çarpıtarak kendi öznelliklerine uyarlamalarının sonucu olarak yapılmaktadır. Bunu söylemeye hakkımız var. Çünkü bu tespiti yapanların hiçbiri, söylediklerini tarihsel, toplumsal bir perspektife oturtamamışlardır. Çok çabalamalarına karşın biçimsel birtakım normları anlamsızca sıralamak dışında bir adım dahi atamamışlardır. Bunlardan bazılarının sarıldığı Portekiz örneği ise sonuçta ters tepmiştir. Sömürge tespitinde bulunanlar, sömürgeciliğin tarihsel gelişimini, bunun emperyalizm ve proleter devrimler çağındaki biçimlenişini, emperyalizmin iktisadi, sosyal ve siyasal bir olgu olarak ne gibi özellikler içerdiğini pek açıklama zahmetine katlanmamışlardır. Daha çok, birtakım biçimsel kriterlerle, tanımlamalarla temellendirme yolunu seçmişlerdir. ''Sömürge''cilik tespitinde bulunanların teorik yaklaşımları genel olarak şöyledir:

''Sömürgecilik, teknolojisi, üretim güçleri ve üretim ilişkileri gelişmiş, sanayileşmeye yönelen, politik bütünlüğünü kurmaya çalışan toplumların; bu özellikleri göstermeyen toplumları ve onların doğal kaynaklarını denetlemek, kendi ulusal zenginliklerine katmak yolunda gösterdikleri eylemlere ilişkin olgular bütünüdür.'' Veya ''Milli mesele tartışmalarında, sözkonusu ülke sömürge mi, değil mi diye kafa yorarken, kafamızdakilere, taktiklere değil, objektif gerçeklere bakmalıyız. Ulusal baskı altındaki halkın içinde bulunduğu durum bir sömürge statüsü müdür değil midir? Eğer o halk ve onun ülkesi, herhangi bir sömürgede olduğu gibi baskı görüyor ve zorla elde tutuluyorsa, hammadde kaynakları sömürülüyor ve yerel ekonominin gelişmesi engellenerek o hakim ulusun ekonomisine tabi kılınıyorsa; ulusal dil, kültür ve sanat ağır baskı altında tutuluyorsa, hiç kuşkusuz orası bir sömürgedir. Orada milli baskı ve sömürge ilişkisi bir aradadır.''

Bu tür bir yaklaşımla sömürgecilik tespiti yapanları, sömürgeciliğin çağımızdaki iktisadi, sosyal ve siyasal içeriği hiç ilgilendirmiyor. Bu anlayışla tarihi açıklamaya kalkmak, tarihi altüst etmek demektir. Birbirinden üstün her ilişkiye, tek kelimeyle sömürge denirse, birçok tarihsel olayı açıklamak olanaklı olmaz. Örneğin Cermenler, köleci Roma İmparatorluğu'nu yıkarken komünal aşamadaydılar ve Roma İmparatorluğu'ndaki üretim ilişkilerine uyum göstererek feodalizme geçtiler. Şimdi kim kimin sömürgesi? Osmanlı İmparatorluğu fetihçiydi. Ama topraklarında zorla tutulan diğer azınlıklar, üretim ilişkilerindeki ilerleme ve ticaret açısından Osmanlılardan üstündüler. Yani tarihsel olarak sömürgeci bir toplumun, sömürgeleştireceği toplumdan mutlaka daha uygar olması gerekmemektedir.

Diğer yandan, bu milliyetçi anlayışlara göre, ulusal baskı ile sömürge ilişkisi birbirinden ayrı düşünülemez. Onlar nerede ulusal baskı varsa, orada sömürge ilişkisi var gibi, mutlak bir anlayışı savunmaktadırlar. Ulusal baskı ile sömürge ilişkisinin tarihsel olarak farklı dönemlerde oluştukları gerçeği kavranmış olsa idi, bu tür bir değerlendirme yapılamazdı.

Şeylerin görünürdeki yanları her şeyi açıklamaya yetmiş olsaydı, o zaman bilime ne gerek vardı?

Herhangi bir çarpıtmaya meydan vermemek için işin başından başlamayı uygun buluyoruz.

Sömürgeciliğin tarihi çok eskidir. Sömürgecilik yalnız kapitalizm veya emperyalizmle sınırlanamaz. Ayrıca bunların mekanik şekilde birbirinin karşısına konması da düşünülemez. Benzer yanlar pekala bulunabilir. Ama olguyu biçimlendiren bu benzer yanlar değildir.

Sömürgeciliğin tarihi, bir anlamda istilacı devletlerin ortaya çıkışına kadar uzanır. İlkel olarak adlandırabileceğimiz sömürgeciliğe Yunanlılar, Fenikeliler, Romalılar da sahiptirler. Aynı şey feodalizm için de söylenebilir. Fetih ve yağmaya dayanan Osmanlı İmparatorluğu sömürgeciydi. Sömürgeciliğin gerçek anlamına en çok yaklaşması, merkantilist dönemdedir. Ama yine de hepsi emperyalist sömürgecilikten farklıdırlar ve bu fark biçimle sınırlandırılamaz.

''Sömürge politikası da emperyalizm de, kapitalizmin çağdaş döneminden, hatta kapitalizmden önce de vardı. Kölelik üstüne kurulu bulunan Roma, bir sömürge politikası izliyor ve emperyalizmi uyguluyordu. Ama ekonomik ve toplumsal biçimler arasındaki farkı görmezden gelerek ya da arka plana iterek, emperyalizmin 'genel düzeni' üzerine fikir yürütmek, tıpkı, 'Büyük Roma' ile 'Büyük Britanya' arasında kıyaslamalara girmek gibi birtakım boş palavralara ve bayağılıklara düşürür kişiyi. Çünkü kapitalizmin eski evrelerindeki sömürge politikası bile, mali sermayenin sömürge politikasından temel ayrılıklar göstermektedir.

''Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir.'' (LENİN, Emperyalizm, s.99)

Emperyalist dönemde sömürgeciliği biçimlendiren bizzat emperyalizm olgusudur. Emperyalizm, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle iktisadi hayata tam egemen olan tekellerin dünya egemenliği çağıdır. Emperyalizmle birlikte dünyada gerek toprak, gerekse iktisadi bakımdan tekeller arasında paylaşım tamamlanmış ve tek tek bağımsız ulusal ekonomilerden artık söz edilemez olmuştur. Bunlar dünya ekonomik zinciri denilen sistemin birer halkası durumuna gelmişlerdir. Dünyanın siyasi ve ekonomik açıdan tek hakiminin tekeller olduğu çağda, bu dev iktisadi gücün -tekelci kapitalizmin- sömürgeci politikası dışında bir sömürgecilik aramaya kalkmak, hem de dünyanın emperyalist güçlerce tekrar tekrar paylaşılmasından sonra buna inanmak, ütopya peşinde koşmaktan öte bir anlam taşımaz.

Kürdistan'ın ''sömürge'' olduğu tespiti yapanlar en genelde iki noktada polemik yapmaktadır. Birincisi LENİN'in, emperyalizm öncesi dönemlerde sömürgeciliğin varlığını ortaya koyan deyişlerini çarpıtarak, onun düşünce sistematiğini bozarak kendilerine dayanak yapmalarıdır. Yaptığımız alıntıdan da anlaşılacağı gibi, LENİN'in söyledikleri hiç de iddia edildiği gibi yorumlanamaz. LENİN, ''emperyalist sömürgecilik dışında sömürgeciliğin olabileceği''ni belirtirken, emperyalizm öncesi dönemlerde (serbest gelişim evresi, feodalizm ve köleci sömürgecilik) sömürgeciliğin varlığına işaret ediyor. Çünkü LENİN, emperyalizm çağında, emperyalist sömürgecilik dışında sömürgecilik aramanın düpedüz hayalcilik olduğunu üzerine basa basa belirtiyor.

LENİN sorunu şöyle koyar:

''Dünya sömürge politikasının sıkı sıkıya kapitalist gelişmenin en yeni aşamasına, mali sermaye aşamasına bağlı olduğu özel bir dönem içinde bulunmaktayız'' (LENİN, Emperyalizm, s.93)

LENİN'in ifadesinden çıkan sonuç, emperyalizm çağında mali sermayenin sömürgecilik politikası dışında bir sömürgeciliğin olamayacağıdır.

Açıktır ki, emperyalizm döneminde, emperyalist sömürgecilik dışında sömürgeciliğin (örneğin yarı-sömürgelerin sömürgelerinin) olabileceğini ileri sürmek LENİN'in açıkça tahrif edilmesidir ve emperyalizm olgusundan bihaber olmaktır. Bu teori sahiplerinin, kendilerini LENİN'e dayandırmaları boşuna bir çabadır.

Kürdistan'ın ''sömürge'' olduğunda ısrar edenlerin kendilerine dayanak yaptıkları ikinci bir nokta ise, Portekiz ve Çarlık Rusyası'nın durumudur. Fakat bu dayanaklar da, ''emperyalist sömürgecilik dışında sömürgeciliğin olabileceği'' tezi kadar saçma ve nesnel gerçekliğe aykırıdırlar. Bu örnekleri kısaca irdelediğimizde görülecektir ki, Portekiz ve Çarlık Rusyası'nın durumu kendilerini değil, LENİN'i doğrulamaktadır.

Öncelikle Portekiz örneğine değinelim:

Portekiz'in örnek verilmesinin nedeni, 1975 öncesi, Portekiz'in yarı-sömürge olması ve Mozambik, Angola gibi birtakım ''sömürgelere'' sahip olmasıdır. Olguların özüne inemeyen, biçime takılıp kalan bu iddia sahiplerinin ortaya koymaya çalıştıkları şey, ''Portekiz, yarı-sömürge olmasına karşın sömürgelere sahiptir. Bu nedenle Kürdistan da Türkiye'nin sömürgesidir'' şeklindedir.

Fakat nesnel gerçeklik hiç de bunların iddia ettiği gibi değildir. Evet Portekiz yarı-sömürgedir, ama emperyalist sömürge savaşında Portekiz sömürgelerini koruyamamış ve yarı-sömürgeleşmesiyle birlikte tarihsel olarak, devraldığı ülkelerdeki varlığı biçimsel bir nitelik almıştır. Portekiz'in sömürgelere sahip olması yarı-sömürgeleşmeden önceki evreye tekabül eder.

Portekiz ve İspanya, fetihçi dönemin sömürgeciliğini uygulayan ve fetih savaşı yürüten imparatorluklardı. Yağma, talan, köle ticareti üzerine kurdukları sömürgecilik, bu ülkelerin mali sermaye aşamasına ulaşmalarına yetmedi. İspanya ve Portekiz, kaynağından besinleri alıp öğüten ve diğer organlara gönderen bir organizma işlevi görmüştür. Sonuçta ağızda geçici bir tat ve dişler arasına sıkışmış birkaç kırıntıdan başka bir şey kalmıyordu. Bu nedenle tekelci aşamaya ulaşamadılar. Daha önce burjuva devrimlerini yapan ve sermaye meta dolaşımını uluslararası pazarlara yayan tekelci kapitalist ülkeler, bu alanlara tek tek el attılar. Önce Portekiz sömürge savaşında tutunamadı ve 1703'de imzalanan Metwen Anlaşması'yla İngiltere'nin yarı-sömürgesi oldu. İspanya için de benzer gelişme oldu.1824'ten başlayarak ABD ile Latin Amerika üzerine egemenlik savaşına tutuştu ve bu sömürgelerini bir bir kaybetti.

Portekiz'in Angola, Mozambik vb. ülkelerdeki biçimsel varlığı ise (ki bu 1975 öncesi için sözkonusudur. Afrika sömürgelerinin kurtuluşuyla Portekiz'in tarihten devraldığı ''sömürge'' kalmamıştır), sömürge savaşına tutuşan gelişmiş kapitalist ülkeler arası mücadelenin ortaya çıkardığı bir özgünlüktür. İngiltere, diğer sömürgeci ülkelere karşı Portekiz'le özel bir anlaşma yaparak (1703 Metwen Anlaşması) onun sömürgelerini kendine bağlar. Bu aynı zamanda Portekiz'in yarı-sömürgeleşmesi olmakla birlikte, Portekiz'in bu ülkelerdeki biçimsel varlığı devam eder. Artık bu aşamadan sonra, kelimenin gerçek anlamında Portekiz'in sömürgelerinden söz etmek olanaksızdır. Gine-Bissau devriminin önderi Amilcar CABRAL bu durumu şöyle izah eder:

''Portekiz emperyalizmin bir ekidir. (...) Portekiz'in kendisinin bir yarı-sömürge olduğunu biliyorsunuz. 1775'ten beri Portekiz, Britanya'nın bir yarı-sömürgesidir. Afrika'nın taksimi sırasında Portekiz'in sömürgelerini muhafaza edebilmesinin tek sebebi budur. Bu fakir, sefil ülke, Almanya'nın, Fransa'nın, İngiltere'nin, Belçika'nın ve doğmakta olan Amerikan emperyalizminin hırs ve kıskançlığı karşısında sömürgelerini nasıl muhafaza edebilirdi? İngiltere benimsediği bir taktikten dolayı... dedi ki, 'Portekiz benim sömürgem, eğer o sömürgelerini muhafaza ederse onlar aynı zamanda benim de sömürgelerimdir' ve İngiltere Portekiz'in çıkarlarını kuvvet kullanarak savundu. Fakat şimdi durum aynı değil. Angola gerçekten Portekiz'in bir sömürgesi değildir'' (Amilcar CABRAL, Son Konuşmalar, Teori Yayınları, s. 108) (abç)

İşte sorunun tarihsel gelişimi ile birlikte konuluşu... Buna karşın hâlâ, tarihte kalmış bu örneklerden hareketle, ''Kürdistan Türkiye'nin sömürgesidir'' diyenlere denecek birşey kalmıyor. Ve onlara göre A.CABRAL da bizler gibi bir''sosyal-şoven''dir! Ama unutulmamalıdır ki, kimin sosyal-şoven olduğunun en iyi kanıtı sosyal pratiktir.

Diğer yandan, tarihsel gelişim ve bunun oluşturduğu özellikler itibariyle Portekiz, Osmanlı Devleti'nden farklı bir gelişime sahiptir. Portekiz'in yarı-sömürgeliği kendine özgü bir biçimdir. Çünkü Portekiz yarı-sömürge durumuna gelmeden önce, kapitalist gelişmenin ilk evresine ulaşmış ve merkantilist sömürgeciliği uygulayabilmiştir. Nitekim LENİN 18. yüzyılda Portekiz'in durumunu, diğer yarı-sömürgeler Osmanlı, İran, Çin vb. ülkelerden farklı olarak değerlendirir. Çünkü Osmanlı Devleti, kapitalist gelişmenin daha ilk birikimlerine sahip olamadan yarı-sömürgeleşti. Dolayısıyla Portekiz ve İspanya gibi tekel öncesi dönemde kapitalist sömürgeciliğin ilk biçimlerini yaşamamış ve feodal dönemden sömürgecilik devralmamıştır.

Bu nedenle Portekiz ile Türkiye arasında biçimsel anlamda bile paralellik kurmak, nesnel gerçekliğe aykırıdır.

Çarlık Rusyası örneği ise, sosyal olguları analiz edebilme yeteneğine sahip herkesin görebileceği gibi, Osmanlı Devleti'yle hiçbir benzerliğe sahip değildir. Çarlık Rusyası kapitalist gelişmeyi yaşamış bir özelliktedir ve Osmanlı Devleti gibi yarı-sömürge değildir. Bu nedenle Çarlık Rusyası'nın sömürgelere sahip olması çok doğal.

Bu noktada kısaca Kürdistan'ın durumuna tekrar dönersek, Kürdistan'ın Türkiye'nin sömürgesi olduğunu iddia etmek tarihsel gerçekliğe aykırıdır.

Çünkü Türk devletinin, tarihsel olarak Osmanlı İmparatorluğu'ndan sömürge devraldığı sözkonusu edilemez. Dolayısıyla cumhuriyet döneminde ve yeni-sömürgecilik evresinde de ''sömürgeci'' olgusundan söz etmek gerçeklere aykırı düşer.

Türkiye'nin yeni-sömürge durumuna gelmesi ve bu ilişki içinde Kürdistan'ın da emperyalizmin yeni-sömürgesi olduğu gerçeğini kısmen de olsa belirttik. Bazı yanları vurgulamayı yararlı görüyoruz.

Türkiye'de yeni-sömürgecilik ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte, bütün Türkiye emperyalist üretim ilişkilerinin bir uzantısı durumuna geldi. Yukarıdan aşağıya geliştirilen işbirlikçi yerli tekelci burjuvazi cılız ve güçsüz olduğundan, tek başına sömürüyü gerçekleştirecek ne sermaye birikimine, ne de politik güce sahipti. Bu nedenle diğer prekapitalist unsurlarla (tefeci-tüccar ve toprak ağaları) ittifak içine girdi. Kürt egemen sınıfları da bu ittifak içinde yer aldılar. Demek ki, bütün Türkiye toprakları emperyalizmin yeni-sömürgesidir. Tek bir ekonomik, sosyal formasyon mevcuttur. Türk hakim sınıflarının, Kürdistan'a uyguladığı bir sömürge politikası ve bir sömürge ekonomik ilişkisinden söz edilemez.

''Kürdistan çok uluslu Türk devletinin milli baskısı altında, yeni-sömürge durumuna girmiştir.'' (Kürtlerin Tarihi Gelişimi ve Türkiye'de Kürt Meselesi, DEVRİMCİ SOL Yayınları, 1979, s.127)

Kürt ulusu ezilen ulus durumundadır. Kürt halkının dili, kültürü, sanatı ve diğer değerleri baskı altındadır. Kürt halkı sürekli bir jenosit ve katliama uğramaktadır, asimilasyona tabi tutulmaktadır. Kürdistan'ın tarihi yok edilmektedir. Ve tüm bunlar Kürdistan'ın ilhak edilmişliğinin sonuçlarıdırlar. Kürt ulusu yadsındığı gibi, onun kendi kaderini tayin hakkı dahil tüm ulusal istemleri zorla bastırılmaktadır.

Bu özellikler aynı zamanda Kürt halkının haklı ulusal istemlerinin toplamını oluşturur.

Bu nesnel gerçekliğe karşın, subjektif teoriler devam ediyor. Leninizmin tahrifi sürüyor. Hem de akıllara durgunluk veren bir boyutta! Bu kez LENİN'i kendine dayanak yapmak için sömürge ile yarı-sömürge arasındaki ayrım üzerinde oynanıyor: ''Demek ki, somut özelliği tek veya birkaç ülkenin fiili işgali altında olması ve bu niteliğiyle yarı-sömürge ülkelerden farklılık göstermesidir. Türkiye yarı-sömürge bir ülkedir, Kürdistan da onun sömürgesidir'' deniyor.

Tekrarlamakta yarar var, yarı-sömürgenin sömürgesi olamaz. Yarı-sömürgecilik kavramı üzerinde bu denli durmak boş bir çabadır. Diğer yandan çağrışım yaptığı Portekiz'in yarı-sömürgeliği, Osmanlı İmparatorluğu, Çin vb. ülkelerin yarı-sömürgeliğinden farklı özellikler gösterir. LENİN, Portekiz'i ''kendine özgü bir biçim'' olarak, ama yarı-sömürge olarak değerlendirir. Bu nedenle Türkiye'nin özellikleri Portekiz'e benzemez. Türkiye, sömürge devralmamıştır. Portekiz gibi sömürge sahibi olabilecek, tekel öncesi sömürge politikası izleyememiştir.

Tüm bunlara karşın ''sömürge'' tespitinde ısrarın yararı ne olabilir? Tarihsel bilinçten yoksun olarak, ''emperyalist sömürgecilik dışında sömürgecilik vardır'' teranelerini tekrarlamak, ancak felsefi idealizmin günümüzdeki biçimlenişi olan pragmatizme özgü bir davranışın ürünü olabilir.

Kürt halkının tarihini açıklamaya çalıştık. Bilimsel bir yöntemle konulan bu tarih, Kürt ulusal gerçeğini nesnel bir olgu olarak gözler önüne seriyor. Hiçbir çarpıtma, hiçbir yalan, baskı, terör ve katliam, tarihsel gerçekleri unutturma, hasır altı etme çabası, bu nesnel gerçeği yok edememiştir ve edemeyecektir.

Biz Kürt ulusal sorununa nasıl bir çözüm öneriyoruz? Bunu güncel pratik de nasıl somutluyoruz? Bu soruların cevabına geçmeden önce, ulusal sorunun tarihsel gelişiminden, bunun çözüm biçimlerinden söz etmeyi zorunluluk sayıyoruz. Ancak tarihsel olguların bilimsel yöntemle açıklanmasıyla Kürt ulusunun, kendine özgü niteliklerinin ve bunun biçimlendirdiği çözüm yollarının ortaya konacağına inanıyoruz.

III-ULUSAL SORUN VE FARKLI TARİHSEL SÜREÇLERDEKİ BİÇİMLENİŞİ

A- Tekelleşme Öncesi Ulusal Sorun

Burjuvazinin Kürt ulusunu yadsıyan, yalan ve çarpıtmalarını yanıtlarken, STALİN'in tanımlamasıyla ulusun ''tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliği'' olduğuna değinmiş ve Kürt ulusunun kendine özgü özelliklerinden dolayı ''köylü ulusu'' olarak adlandırdığımızı belirtmiştik.

Ulus, esas olarak yükselen kapitalizm çağının tarihsel bir kategorisidir. Kapitalizmden önce uluslardan söz etmek, bugün karşımızda yer alan ırkçı, faşist kafalara özgüdür. Toplumsal, siyasal olgulara tarihsel bir perspektifle yaklaşan biz Marksist-Leninistler, olguları, kendilerini koşullandıran nesnel temelleriyle birlikte ele alırız. Bu anlamda ulus, feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişmesi sürecinde oluştu. Dolayısıyla kapitalizm öncesine uzanan öncüllere sahip olmakla birlikte nesnel bir olgu olarak biçimlenmesi kapitalizm aşamasına denk düşer.

Ulus, kapitalizmin (meta ekonomisinin) ortaya çıkmasıyla birlikte, ortak birtakım ayırdedici özelliklere (etnik köken, dil, kültür vs.) sahip halkların tek bir ulusal pazar istemi etrafında birleşmesiyle şekillendi. Bu anlamda kapitalizm ile birlikte ortaya çıkan iç pazar olgusu olmaksızın ''ulus''tan söz edilemez. Çünkü meta dolaşımı, feodal setleri parçalayarak halkı tek bir iç pazar etrafında, bireyler temelinde birleştirmiş ve ulus bu süreçte ortaya çıkmıştır.

Ulus sorununun temelinde pazar sorunu olması, ilk ulusların (Batı Avrupa) oluşumunun aynı zamanda ulusal devletler olarak şekillenmesini doğurdu. Alman, Fransız, İngiliz vb. ulusların ortaya çıkışı aynı zamanda bunların bağımsız ulusal devletler olarak şekillenmelerine paralel olmuştur. Bu sürecin dışında kalan İrlanda bu genel gelişmeyi bozmaz.

Doğu Avrupa'da ise gelişme daha farklı olur. Batı'da ulusal devletler oIarak biçimlenirken, Doğu Avrupa'da çokuluslu devletler ortaya çıktı. Avusturya-Macaristan, Rusya vb.leri bu tip devletlerdir. Çokuluslu devletler, kapitalizmin görece olarak en çok geliştiği, dolayısıyla uluslaşma sürecinin başladığı fetihçi, sömürgeci devletlerde, askeri-bürokratik olarak en gelişmiş halkın devlet birliğini geliştirmeleri sonucu oluştular. Yani ulusların tek devlet çatısı altında birleştirilmesi, örgütlü ve tarihsel olarak oluşmuş güçlü bir askeri-bürokratik aygıta sahip uluslar tarafından üstlenilmiş ve gerçekleştirilmiştir. Çokuluslu devletlerin bu ortaya çıkışı, çokuluslu devlet içinde yer alan diğer halkların (tasfiye edilmemiş feodalizm ve rüşeym halindeki kapitalizm koşullarında) henüz ulus olarak şekillenmedikleri bir evrede gerçekleşmiştir. Burada Osmanlı İmparatorluğu'nun özgünlüğünü belirtmekte yarar var. Osmanlı İmparatorluğu ''çokuluslu'' olmakla birlikte esasta ulusal bir devlete tekabül etmez. Çünkü Osmanlı Devleti'nde uluslaşma, önce egemenlik altında bulunan halklarda gelişmiştir. Devlet olarak örgütlü olan halkın (Türklerin) uluslaşması, devlet sınırları içinde bulunan halkların uluslaşarak kendi bağımsız devletlerini kurma yolunda mücadele etmeleri (bir kısmının ayrılması) ve yarı-sömürgeleşme ile paralel gelişmiştir. Bu nedenle Osmanlı Devleti ulusal bir devlet değildir.

Çokuluslu devletlerde ulusal sorun, kapitalizmin bu ülkelerde gelişmesiyle birlikte ortaya çıktı. Meta dolaşımı ulusun iktisadi temellerini yarattı ve ezilen halkları uluslaşma yolunda harekete geçirdi. Ezilen halkların uluslaşma sürecine girmesi, buralarda kapitalizmin gelişmesi ve doğan burjuvazinin kendi meta pazarına sahip çıkması, karşılarına egemen olarak örgütlenmiş ulusların direnişini çıkardı. Bir ulusu zora dayanarak belli bir devlet sınırları içinde tutmayı amaçlayan bu tavır, ''ulusal baskı''dır. Böylece Batı Avrupa'da istisna olan İrlanda, Doğu'da kural haline geldi. Çokuluslu devlet sınırları içinde uluslaşan ve kendi bağımsız pazar istemlerini dile getiren Yunan, Ermeni, Macar, Ukrayna vb. ulusların doğuşu böyle oldu.

Uluslaşmanın ve ulusal hareketin biçimlenişinin bu özelliği yeni doğan ulusal burjuvazi ile egemen ulus burjuvazisi arasında bir pazar savaşımını doğurdu. Bu anlamda tekel-öncesi dönemde ulusal sorun çokuluslu devletin kendi iç sorunu, pazar sorunuydu. Bu nedenle ulusal baskıya karşı mücadele, yeni doğan burjuvazinin egemen burjuvaziye karşı, bir başka deyişle kendi pazarına sahip çıkmak isteyen ulusal burjuvazinin bu pazarı bir sömürge alanı olarak korumak isteyen egemen burjuvaziye karşı savaşımı olarak gerçekleşti. Polonyalılar, Ukraynalılar vb.lerinin Ruslara, Çeklerin Almanlara karşı mücadelesi bu içeriktedir. Burjuva ulusalcılığını biçimlendiren pazar oIgusu, ulusal hareketin temelini oluşturmakta ve savaşım esas olarak ezilen ve egemen ulusların burjuvazisi arasında bir savaşım niteliğinde olmakla birlikte, siyasal planda ezilen ulusun bütünüyle, egemen ulus sömürücü sınıfları arasındadır. Çünkü egemen monarşi, ezilen ulusun pazar istemi karşısında bütün hareketli güçlerini (yarı-feodal unsurlar da dahil) harekete geçirir, ezilen ulusun yer değiştirme özgürlüğünü kısıtlar, dilini, okul, kültür ve sanatını, dini inançlarını, demokratik örgütlenme ve katılım haklarını baskı altına alır. Bu oIgu pazar savaşımını, ''bütün ulusun savaşımı'' görüngüsüne sokar. Ezilen ulus burjuvazisi pazar sorununu ''vatan'' bayrağı altında halka sunar ve ulusun hakları üzerindeki baskıları kullanarak''kendi'' halkını harekete geçirir. Böylece ulusal hareket ulusun işçi ve emekçilerini de kucaklar.

Bu genel bir özelliktir. Proletaryanın ulusal burjuvazinin milliyetçilik bayrağı altına girip girmemesi, proletaryanın kendi sınıf çıkarları için yürüteceği mücadele için gerekli bilinç ve örgütlenme seviyesine bağlıdır. Köylülük vb. katmanların katılımı ''toprak'', ''dil'', ''demokratik haklar'' vb. istemler etrafında (proletaryanın bunlara önderlik edemediği koşullarda) olabilmektedir. Ve uIusal savaşım her ülkede çeşitli biçimler etrafında şekillenebilmektedir. Fakat proletaryanın ve emekçi katmanların bu savaşıma katılması, savaşımın özünü değiştirmez. Savaşımın özü, belirttiğimiz gibi pazar savaşımıdır. Proletarya ve emekçilerin, burjuvazinin milliyetçilik bayrağı altında bu savaşıma katılması, ancak görünürde onu bir ''halk hareketi'' yapar. Bu dönem ulusal sorunun çözüm biçimi, burjuva demokratik çözümdür.

Fakat bu söylenenlerden proletaryanın ulusal baskıya karşı savaşı vermemesi gerektiği sonucu çıkmaz. Proletarya gerçek kurtuluşuna bağlayabildiği oranda, kendi bayrağı altında ulusal baskıya karşı mücadele vermelidir. Çünkü ulusal baskı ulusun dili, kültürü, okulu, kendi yönetim organlarına sahip olması hakkı vb. üzerinde bir baskı olması yanıyla proletaryaya, burjuvaziden daha fazla zarar verir. Ulusal baskı proletaryanın kendi sınıf mücadelesi için gerekli dinamiklerini körelten bir olgudur. Onun kendi iç yapısını çarpıtır, gelişmesini frenler.

İkincisi, ulusal baskının varlığı, burjuvazinin, proletaryanın bilincini çarpıtması, onun dikkatini kendi sınıf sorunlarından ulusun ''ortak'' sorununa çekmesine yol açar. Böylece proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımını sekteye uğratan bir olgu olduğundan, zararlıdır.

Üçüncüsü, ulusal baskı, burjuvazinin halkları, ulusların proleter ve emekçilerini birbirlerine karşı kışkırtmalarına, ulusların proleterleri arasında ulusal çitlerin örülmesine, onları birbirlerine düşman kılmasına olanak tanır. Proletaryanın savaşımını, milliyetçi tutkuların esiri yaparak, saptırır.

Dördüncüsü, ulusal sorun her şeyden önce bir demokrasi sorunudur. Ulusal baskı yok edilmeden demokrasinin gerçekleşmesinden söz edilemez.

Bu nedenlerden ötürü, proletarya ulusal baskının her çeşidine (hangi biçim altında sürdürülürse sürdürülsün) karşı savaşır.

B- Emperyalizm Döneminde Ulusal Sorun

Sorunun yukarıdaki konuluşu kapitalizmin serbest rekabet evresine özgüdür. Her sosyal, siyasal olguda olduğu gibi, ulusal sorun da, kendisini çevreleyen koşullardan ayrı olarak ele alınamaz.

Şimdi, serbest rekabetten emperyalizme geçişle birlikte, ulusal sorundaki değişimleri ve doğru yaklaşımın ne olması gerektiğini -yanlış anlayışları da eleştirerek- ortaya koyalım.

Kapitalizmin tekelci evreye girmesiyle birlikte, ulusal baskının sosyal temeli de değişmiştir. Ulusal sorun, kapitalizmin serbest rekabet evresinde devlet içi bir sorun, pazar sorunu iken, emperyalizm dönemiyle beraber, STALİN'in Ulusal Sorun'da belirttiği gibi, ''ulusal boyunduruğa karşı savaşım gibi özel bir sorun olmaktan çıkıyor, ulusların, sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin emperyalizmden kurtuluşu genel sorunu haline'' geliyordu. (STALİN, Ulusal Sorun, s. 97-98, Sol Yay.) Çünkü artık dünyaya her açıdan egemen olan tekeller çağı başlamıştır ve her türden gericiliğin, baskının sosyal temeli tekelci kapitalizm (emperyalizm)dir.

Kısacası, ulusal baskı, tekel-öncesi dönemde, çokuluslu devletlerin kendi iç sorunu, ulusal gelişmelerini tamamlamaya yönelen uluslarla, çokuluslu devlette iktidarda bulunan burjuva-feodal egemenler arasındaki çelişkidir. Burjuva-feodal monarşinin zor yoluyla, ezilen ulusun siyasal devletini kurma dahil, kendi kaderini tayin hakkını engellemesidir. Emperyalizm döneminde ise, uIusal baskı -esas olarak- emperyalizm ile sömürge halklar arasındaki çelişkide ifadesini bulmaktadır.

Emperyalist aşamada, dünyanın büyük kapitalist güçlerce paylaşılması tamamlanmıştır. Bunun sonucu olarak, artık tek tek ulusal ekonomilerden söz edilemez. Kapitalizmin bu son evresinde tek tek ülke ekonomileri, dünya ekonomik zincirinin halkalarından başka bir şey değillerdir. Diğer yandan burjuvazi de devrimci-demokratik bir sınıf olma niteliğini yitirmiş, gelişmenin önündeki engel konumuna gelmiştir. Bir zamanlar ilerici misyon üstlenerek devrimlere damgasını vuran, üretici güçleri geliştiren burjuvazi, emperyalist aşamada üretici güçleri köstekleyen, demokrasiyi reddeden ve ulusları ezen finans kapitalin burjuvazisine dönüşmüştür. Kapitalizm, feodalizme karşı mücadelesi sırasında ulusların kurtarıcısı iken, emperyalizm aşamasında ulusları ezen en azılı güç olmuştur. Emperyalizm, sermayenin ulusal sınırlar dışına taşmış olması demektir; milli baskının yeni bir tarihi temel üzerinde yaygınlaşmış ve şiddetlenmiş olması demektir.

Diğer yandan sömürge ve bağımlı ülkeler burjuva demokratik devrimlerini gerçekleştiremediklerinden, emperyalist-kapitalist ülkelerde çözüme ulaşan köylü sorunu varlığını sürdürmektedir. Bu anlamda sorunun siyasal biçimlenişi ne olursa olsun, ekonomik temeli toprak sorunudur. Çünkü ulusal sorunun çözümünden en çok çıkarı olan köylülerdir. Emperyalizmin boyunduruğu altındaki sömürge ve bağımlı ülkelerde, emperyalist sömürü en çok köylülüğü rahatsız eder. Buna karşın ulusal sorun, köylü sorunuyla sınırlandırılamaz. Toprak sorunu dışında, dil, kültür, kendi siyasi devletini kurma vb. sorunları da kapsar.

Sorunun bu konuluşu, emperyalizm çağında ulusal sorunu pazar savaşı olarak değerlendirmeyi geçersiz kılar. Tersi yaklaşımlar, sorunun özünü kavrayamamak, olguyu koşullayan sosyal, siyasal ve tarihsel gerçeklerden bihaber olmak, ya da olguyu bu çerçeveden soyutlayarak kendi başına ele almak demektir. Bu yaklaşım ise Marksizm-Leninizmin dışına düşer. Türkiye solunda sorunu, pazar mücadelesi olarak kavrayanlar var. Ulusal soruna idealistçe ve tarihsellikten uzak yaklaşan bu anlayışlar, ulusal sorunda son tahlilde gerici bir konuma düşerek, Marksizm-Leninizmden uzaklaşmaktadırlar.

Emperyalizm evresinde, ulusal sorunu, pazar sorunu olarak ele almak, çokuluslu feodal imparatorlukların varlığını ve burjuvazinin ilerici olduğunu, ulusal kurtuluşa önderlik ettiğini savunmak ve dolayısıyla emperyalizm olgusunu anlamamak olur ki, bu, tarihsel gerçeklere aykırı düşer. Feodal imparatorluklar halkların gelişen ulusal-demokratik savaşımlarıyla, özellikle de l.Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında bir daha dirilmemecesine tarihin derinliklerine gömüldüler. Bu dönemden sonra ezilen halkların yeni düşmanı artık emperyalizmdir. LENİN, bu noktaya ilişkin şunları söylüyor:

''Eskiden asıl sorun 'Çarlığa karşı' (ve Çarlığın demokratik olmayan amaçlarla kullandığı küçük-ulus hareketlerine karşı) ve Batı'nın büyük devrimci halklarından yana savaşmaktı; bugün asıl sorunun artık birleşmiş olan emperyalist devletlerin, emperyalist burjuvazinin, sosyal emperyalistlerin cephesine karşı savaşmak ve emperyalizme karşı olan tüm ulusal hareketleri sosyalist devrim yararına kullanmaktır.'' (LENİN, UKKTH, 2.baskı, s.187, Sol Yayınları)

LENİN'in bu bakış açısından iki önemli sonuç çıkmaktadır. Birincisi; emperyalizm evresiyle birlikte ulusal sorun esas olarak emperyalizm ile ezilen halklar arasında bir sorun durumuna gelmiştir.

İkincisi ise; ulusal sorun proletarya devriminin bir parçası haline gelmiştir. Birbirini tamamlayan bu iki sonucu açıklamadan, soruna yaklaşım tarzımızı ortaya koyacak bir-iki söz söylemek yararlı olacaktır sanıyoruz.

Herhangi bir olguyu ele alırken nitelik belirleyen yan ile ikincil olanı ayırmak, bilimsel yöntemin bir gereğidir. Bu anlamda biz de, ulusal sorunun emperyalist aşamada, ezilen halklarla emperyalistler arasındaki çelişkide nitelendiğini söylerken, ayırdedici çelişkiyi ortaya koymuş oluyoruz. Yani''esas oIarak'' böyledir diyoruz. Sorunun bir de nitelik belirlemeyen ve ikincil olan boyutu var ki, onu da ortaya koymak, herhangi bir kafa karışıklığına yer vermemek açısından gerekli oluyor. Sorunlara ''ak'' veya ''kara'' şeklinde yaklaşıp, ara tonları hesaba katmayan, süreçleri birbirinden bıçakla kesilmiş gibi ayırarak, eski sürecin nitelik belirleyen öğelerinin yeni süreçte tamamen ortadan kalkmayıp ikincil -nitelik belirlemeyen- öğeler biçiminde bir dönem varlığını sürdürebileceğini kavrayamayan mekanik düşünce tarzı, Marksist-Leninistlere yabancı bir düşünce tarzıdır.

Bu anlamda, ''burjuvazi demokratik devrimi emperyalist dönemde gerçekleştiremez'' deyişi, ulusal burjuva nitelikli kurtuluş hareketlerinin tamamen yok olduğu anlamına gelmez. Böyle bir yaklaşım, sınıf mücadelesinin çok yönlü gelişimini, bir dizi ara aşamadan geçeceği gerçeğini görememek, sorunu mekanik bir tarzda ele almak olur. Bu ise bizce kabul edilemez. Evet, burjuvazi emperyalizm ile birlikte gericileşmiştir, demokratik devrime önderlik yapabilme yeteneğinde değildir. Ama bu durum, doğuş halindeki ulusal burjuvazinin emperyalizme karşı sınırlı ve kaypakça da olsa hiçbir tavır geliştirmeyeceği anlamına gelmez. Özellikle emperyalizmin I. ve Il.bunalım dönemi yarı-sömürgelerindeki ulusal burjuvazilerin emperyalizme yönelik tavırları, dediklerimizi doğrular niteliktedir. Örneğin, Çin ve Vietnam'da ulusal kurtuluş mücadelesi sırasında, ulusal burjuvazinin sınırlı da olsa oynadığı rol, tarihsel bir gerçektir. Ancak I. ve Il.bunalım dönemi yarı-sömürgelerinde rastlanabilen bu durum, Il.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası girilen emperyalizmin Ill. bunalım evresinin temel karakteristiklerinden olan yeni-sömürgecilik ilişkileriyle birlikte istisnai bir durum olmaktan da çıkmış ve ''ulusal burjuvazi'' olarak nitelenebilecek bir toplumsal güçten söz edilemez olmuştur. Toplumsal formasyonu yeni-sömürgeciliğe göre biçimlenen geri bıraktırılmış ülkelerde, emperyalizme rağmen kendi pazarına sahip çıkma eğiliminde olan burjuvaziden söz edilemez. Emperyalizmin içsel bir olgu olmasıyla, burjuvazi daha embriyon halindeyken emperyalizm ile bütünleşme eğilimindedir ve bundan dolayı da ''ulusalcı'' bir karakter kazanma dinamikleri köreltilmiştir. Bu dönemde emperyalizme karşı ulusal kurtuluş bayrağını milliyetçilik temelinde küçük-burjuvazi, enternasyonalizm temelinde ise proletarya omuzlar. Fakat küçük-burjuvazi anti-emperyalist tavrını sonuna dek götüremez ve çoğu kez (eğer önderlik sosyalizmden güçlü bir şekilde etkilenmemiş veya çeşitli dış etkenler zorlamıyorsa) emperyalizmin güdümüne girmek kaçınılmaz son olur. Bu anlamda,emperyalizme karşı sonuna dek tutarlı olabilecek ve ulusal kurtuluşu, halkların kurtuluşuyla birleştirebilecek biricik sınıf proletaryadır.

İşte bu nedenledir ki, ulusal sorunun çözümü proletarya devriminin parçası haline gelmiştir. 1917 Ekim Devrimi'nden önce, burjuva ulusal hareketler, genel demokrasi mücadelesinin bir parçasıydılar. Fakat emperyalizm ve proleter devrimler çağına girilmesiyle durum nitelik değiştirmiştir. Artık tarihin itici gücü proletaryadır ve emperyalizme karşı mücadelede sonuna dek devrimci tek sınıftır. Bunun içindir ki, emperyalizme karşı gelişen her hareket, dünya ölçüsünde nitelik belirleyen çelişkiyi ifade eden proletarya-burjuvazi karşıtlığının çözümü doğrultusunda atılmış devrimci bir adım olarak, doğrudan proletarya devrimine bağlanmaktadır. Ve bu anlamda herhangi bir uIusal hareketin ''ilericiliği''nin kıstası da bu olmaktadır.

Diğer yandan, burjuva demokratik devrimleri çağının tarihe karışmış oImasının bir sonucu olarak, demokratik devrimin iki ana konusu olan ulusal sorun ve demokratik cumhuriyet (siyasal demokrasi) sorununu ancak proletarya çözüme kavuşturabilir. Köylülükle ittifak kuran proletarya, demokratik devrimi kesintisiz kılarak sonuna dek götürür ve sosyalizmi kurar. Anlaşılacağı gibi ulusal burjuvazinin (veya küçük-burjuvazinin) önderliğinde, ulusal baskıya karşı mücadele, sorunu çözmekten uzaktır.

İkinci olarak, sınıf bilinçli proletaryanın ulusal harekete ilişkin tavrında değişiklikler olmuştur. Tekel öncesi dönemde, bir ulusal hareketin desteklenmesi, onun demokratik ve cumhuriyetçi programı temelinde, feodalizme karşı ilericiliği açısından sözkonusu olurken, emperyalizm ile birlikte kıstas değişmiştir. Yeni dönemde ulusal hareketin desteklenip-desteklenmemesi emperyalizme karşı tavrına bağlıdır. Çünkü demokrasi mücadelesi, her türden gericiliğin sosyal temelini oluşturan emperyalizmin boyunduruğuna karşı savaşım içinde bir anlam ifade etmektedir. Bu anlamda soruna demokrasinin çeşitli istemlerini mutlak öğeler olarak ele alıp, ''biçimsel demokratizm''in gerçekleşip gerçekleşmemesi açısından yaklaşılamaz. Marksist-Leninistler günümüzde herhangi bir harekete veya isteme karşı tavır belirlerken öncelikle şu soruyu sorarlar: Emperyalizmi zayıflatıp, proletarya hareketini -bir başka deyişle dünya demokratik hareketini- güçlendiriyor mu? Bu soruya verilecek olumlu yanıt Marksist-Leninistlerin desteğini gündeme getirirken, olumsuzluk, bu desteğin verilmesinin temel koşulunu -anti-emperyalizm koşulunu- ortadan kaldıracaktır. Çağımızda ilericiliğin temel kriteri budur. ''Cumhuriyetçilik'', ''demokratizm'' gibi öğeler, ancak anti-emperyalizmi tamamlayıcı olması anlamında değer kazanırlar. Anti-emperyalizmden yoksunluk, bu ''demokratik'' öğeleri içi boş ve nesnel olarak gericiliğin hizmetine sokulmuş sözcükler haline getirecektir. Bu nedenle ulusal harekete yaklaşım, biçimsel demokrasi açısından değil, emperyalizme karşı genel savaşım toplamında artılar veya eksiler hanesindeki yeri bakımından -LENİN'in deyişiyle ''soyutlanarak değil, dünya ölçüsünde''- olmalıdır. Ana halkayı bu noktadan kavrayan LENİN, parça-bütün ilişkisini açıklarken, sorunu en özlü biçimiyle ortaya koyuyor:

''... demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketin) tümünün bir parçasıdırlar. Bazı durumlarda parçanın bütünle çelişmesi mümkündür, o zaman parça atılır.'' (UKKTH, s:184, Sol Yayınları)

Emperyalizm döneminde ulusal sorunun nasıl biçimlendiğini ve bizim soruna nasıl yaklaştığımızı ortaya koymuş olduk. Şimdi ise UKKTH ilkesi üzerine önemli gördüğümüz birkaç noktaya değinmek ve çeşitli sosyal-şoven kesimlerle ezilen ulus milliyetçileri tarafından karmaşıklaştırılan bu vazgeçilmez ilkenin ne anlama geldiğini ortaya koymak gereğini duyuyoruz.

C- UKKTH Nedir ve Nasıl Bakılmalıdır?

UKKTH, ulusun hiçbir koşula bağlı olmaksızın kendi kaderini tayin etme, bağımsız siyasal devletini kurmak da dahil ayrılma hakkına sahip olması demektir. Sorunun ilkesel olarak konuluşu böyle olmakla beraber ulusal sorun hiç de kesin olarak mutlak, değişmez bir şey değildir. Proletarya devrimi genel sorunun bir parçası olduğu için, ulusal sorun tamamen içinde yaşanılan toplumsal koşullar ve genel olarak toplumsal gelişmenin tüm seyri tarafından belirlenir.

Ulusal soruna yaklaşımda tarihsel süreç farklılıklarının ortadan kaldırmadığı ama yeni içerikler kazandırdığı iki öğe vardır: Birincisi, mevcut gerici boyunduruğa karşı olması; ikincisi, genel demokrasi mücadelesinin bir parçası olmasıdır. Emperyalizm evresiyle birlikte, bu iki öğe emperyalizme karşı olma temelinde iç içe geçmiştir. UKKTH ilkesine anlamını veren bu temel öneme sahip öğelere yaklaşım tarzı, Marksist-Leninistler ile her türden oportünizm arasındaki farklılığı ortaya koyan önemli göstergelerden biri olmuştur. Bu nedenledir ki, üzerinde önemle durmak gerekli olmaktadır.

''Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı'', genelde emperyalist ülkelerle sömürgeler arasındaki ilişkilerde ve özelde de ezen-ezilen ulus ilişkisinin varolduğu ülkelerde Marksist-Leninistler tarafından; işçi sınıfının yoldaşça birliği, halkların kardeşliği, ulusların proleterleri arasında güven ve dayanışma ruhunun geliştirilmesi, proleter demokrasi ilkelerinin azami ölçüde uygulanarak burjuva milliyetçiliğinin ve önyargılarının ortadan kaldırılması, burjuvaziye ait ulusal çitlerin yıkılması ve de proletarya enternasyonalizminin egemen kılınması için titizlikle savunulmalı ve pratikte hayata geçirilmelidir. Bu ilkeden ödünler vermek, sulandırmak ya da tutarsızlık göstermek, emperyalizme sunulan hizmet olacaktır. ''İyi niyetli'' olmak nesnel gerçeği değiştirmez. Unutulmamalı ki, çoğu zaman, cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.

Emperyalizm ile birlikte burjuvazinin önderlik yaptığı ulusal hareketler çağı artık kapanmıştır. 20.yy'a damgasını vuran proletarya devrimleri ve özü yine aynı olan, proletaryanın önderlik ettiği ulusal kurtuluş mücadeleleridir. Küçük-burjuva önderlikli ulusal hareketler, başarıya ulaşsalar da, gerçek anlamda ulusal baskıyı ortadan kaldırmaktan uzak oldukları gibi, tekrar emperyalizmin dümen suyuna girmekten ve ulusal baskının yeni bir tarzda sürmesinden kurtulamamışlardır. Ayrıca, çokuluslu devlet olmaları durumunda da UKKTH ilkesini çiğneyerek, ulusal baskıyı ezilen ulusa karşı sürdürmeye devam etmişlerdir. Rusya'da Şubat Devrimi sonrası durum, Ortadoğu'da küçük-burjuva diktatörlükler ve ülkemizde Ulusal Kurtuluş Savaşı'na önderlik eden Kemalist hareketin pratiği bilinen somut örneklerdir.

Bu nedenle, emperyalizm evresinde, UKKTH'nın burjuva demokratik yorumu eskimiş, varlık koşullarını yitirmiş ve ulusun işçi ve emekçilerinin kendi kaderlerini tayini biçiminde yeni devrimci içeriğine kavuşmuştur. STALİN'in deyişi, bu konuda hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak denli açıktır:

''Ve böylece 'bütün iktidar ulusal burjuvaziye' sloganıyla ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı konusundaki eski burjuva kavramının maskesini, devrimin bizzat seyri düşürdü ve bu kavram bir kenara atıldı. 'Bütün iktidar ezilen ulusların emekçi yığınlarına' sloganıyla ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı konusundaki sosyalist kavranışı tüm uygulama haklarını ve olanaklarını kazanmış oldu.'' (STALİN, Ulusal Sorun, s. 96, Sol Yayınları)

Elbetteki bu yaklaşım mekanik olarak kavranamaz ve ''nasıl olsa gelecekte gericileşir'' denilerek, ulusun ayrılma hakkı reddedilemez. Böyle bir düşünce tarzı, proletaryanın mücadelesinin koşullara bağlı olarak kazandığı özgün durumları, sınıf savaşımının çok yönlülüğünü ve birçok ara evreden geçeceği olgusunu görememek olacağı gibi, Marksizm-Leninizmi hazır reçetelerle pratiğe yön veren bir öğretiye indirgemek olur.

Sorunu mekanikçe kavrayışın bir başka ifadesi de, UKKTH'nın ''sosya-list devrim'' gerekçesiyle reddedilmesidir. Temelinde, bir vuruşta ''sosyalist devrim''i gerçekleştirme düşüncesinin yattığı bu anlayış, demokrasi mücadelesi ve bunun emperyalist aşamadaki biçimlenişinden habersiz olmanın dışavurumudur. Ve sonuçları itibariyle, ulusları emperyalist boyunduruğa mahkum eden sosyal-şoven bir yaklaşım tarzıdır.

Bu türden anlayışlara karşı, şu noktanın altı çizilmelidir: UKKTH, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, demokrasi savaşımının vazgeçilmez bir unsuru olması itibariyle, proletaryanın dünya ölçeğindeki hareketinin parçasıdır. Ve proletarya, genel demokrasi mücadelesinde bu ilkeye, her şeyden önce burjuvaziye karşı sınıf savaşımını güçlendireceği için titizlikle sahip çıkar. Ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin hakkı ilkesinin, emperyalizm çağında ulusların proleter ve emekçilerinin kendi kaderlerini tayin etmelerine bağlanması tarzındaki devrimci yaklaşımla, UKKTH ilkesini ''salt'' emekçilerin kendi kaderlerini tayinine indirgemek şeklindeki sosyal-şoven yaklaşım, birbirine taban tabana zıttır. LENİN diyor ki:

''Ulusların kendi kaderlerini tayin etmesini reddedip, onun yerine emekçilerin kaderini tayin hakkını geçirmek çok yanlış olur; sorunu bu yoldan çözmeye kalkışmak güçlükleri, milletlerin içindeki farklılaşmanın içerdiği zikzaklı yolu hesaba katmamak olur, her millet kendi kaderini tayin etmelidir; bu emekçilerin kaderini tayin hakkını da kolaylaştırır.'' (UKKTH, LENİN)

LENİN ve STALİN'in ortaya koyduğu gibi, şu gerçek unutulmamalıdır; günümüzde ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi, burjuvazi önderliğinde değil, proletaryanın önderliğinde gerçekleşebilir. Bu açıdan UKKTH, ulusun işçi ve emekçilerinin kendi kaderlerini özgürce belirlemeleri şeklinde devrimci bir içerik kazanmıştır. Fakat bu, gelişmenin istisnai örnekler oluşturmayacağı anlamına gelmiyor.

Proletaryanın sınıf olarak henüz şekillendiği veya yine proletaryanın, toplumsal çelişkinin ana halkasını yakalayarak harekete geçebilecek devrimci bir kavrayıştan uzak olduğu ya da önderliğin yetersiz ve zaaflı davrandığı durumlarda, küçük-burjuvazinin milliyetçilik temelinde harekete geçerek ulusal kurtuluş bayrağını omuzladığı birçok örnek sözkonusudur. Çağımızda burjuvazi devrimci barutunu tükettiğinden, onun misyonunu oynayabilecek olan, milliyetçiliği bayrak edinen küçük-burjuvazidir. Kemalist hareket, Cezayir Kurtuluş Hareketinin önderliği bu çerçevede değerlendirilebilir. Burada üzerinde durmak istediğimiz nokta, küçük-burjuva önderlikli bu hareketlerin ''gelecekte gericileşir'' veya''sorunu nasıl olsa sosyalist devrim çözer'' gibi gerekçelerle dıştalanamayacaklarıdır. Marksist-Leninistler UKKTH'nı bu gibi gerekçelerle yok sayamaz, aksine desteklerler. Çünkü, bu hareketler, emperyalizme karşı oluşları, kendi iç gelişimlerini özgürce yaşama istemleriyle, genel demokrasi mücadelesinin ve proletaryanın, dünya çapında emperyalist burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımının -konjonktürdeki halleriyle- birer parçası durumundadırlar. Unutmamak gerekir ki, UKKTH siyasal demokrasinin en önemli unsurunu oluşturur. Ancak sağ veya sol ekonomizmin gözlüğüyle bakanlar, sorunun bu yanını göremez ve proletaryanın demokrasi mücadelesindeki yerini kavrayamaz. Bu ise, sosyal-şovenizmin ta kendisi oluyor doğal olarak...

UKKTH konusunda bir başka yanlış anlayış ise; ayrılma hakkını, ''ayrılma zorunluluğu'' olarak kavramaktır. Bir hakka sahip olmakla, o hakkı kullanıp kullanmama tamamen ayrı şeylerdir ve koşullara bağlı olarak biçimlenecek bir durumdur. UKKTH'nın devrimci anlamı ulusların zorla bir arada tutulması siyasetinin reddedilmesidir. Yoksa ayrılma zorunluluğu değil. Marksist-Leninistler her zaman ulusal baskıdan arındırılmış, gönüllü bir birlikten yanadırlar. Bu anlamda, Marksist-Leninistlerin ayrılma hakkını savunmaları, ulusların mutlaka ayrı ayrı devletler şeklinde örgütlenmelerini savunmaları değildir. Tam tersine, ulusların tam eşitlik temelinde, ulusal düşmanlıklardan arındırılmış birliğinin maddi temelini yaratabilmek, ayrılıp kendi devletini kurma da dahil, ulusun tüm haklarını tanımaktan geçiyor. Burada ayırt edilmesi gereken, ulusal baskıya karşı her koşulda savaşımın, her koşulda ayrılma hakkının desteklenmesi demek olmadığıdır. Ortada birbirini dışlayan, birbirine karşıtlık oluşturan bir yaklaşım yoktur. Birbirini tamamlayan, bütünleyen, ilkeli ve sağlam bir bakış açısı vardır. ''Ayrılma hakkı''nı tanımayla, ''her ayrılma istemini desteklememe'' arasında çelişki arayanlar, küçük-burjuva veya burjuva milliyetçiliklerini kavram kargaşası yaratarak gizlemek isteyen, metafizik düşünce sahipleri olabilirler. Nitekim, Kürt küçük-burjuva milliyetçileri bu anlayışın savunucuları olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

LENİN'in, ''boşanma hakkı'' örneğini vererek, oldukça basit ve anlaşılır bir dille sorunu ortaya sermesi, burjuva milliyetçiliğinden uzaklaşmak isteyen samimi unsurlar için oldukça öğreticidir. Boşanma hakkı, nasıl ki mutlak şekilde boşanmanın gerçekleşmesi anlamına gelmiyor, tam tersine karı-koca arasında gönüllü birlikteliğin maddi çerçevesini çiziyorsa; ulusların ayrılma hakkı da mutlaka ayrılma zorunluluğu anlamına gelmez. Şu kesinlikle belirlenmelidir ki; birlik, ancak ve ancak serbest irade ile gerçekleştiği durumda, sağlam ve kalıcı olabilir. Zorla oluşturulan, ulusun iradesini çiğneyen birlikler ise kağıttan şatolara benzerler, en küçük sarsıntıda yıkılmaya mahkumdurlar.

Marksist-Leninist olmak, proletaryanın çıkarlarına en uygun savaşım biçimlerini ve yöntemlerini -sorunlara diyalektik ve tarihsel materyalizmin ışığında yaklaşarak- bulup pratiğe geçirmek demektir. Her rahatsızlığa aynı ilacı yazan doktorların reçeteleri bizden uzak olsun. Biz, Marksizm-Leninizmin evrensel değerdeki tezlerini ve yaşanmış pratikleri veri olarak alıyor, bunları ülkemiz koşullarında somut biçimde -bilimsellikten sapmadan ve odağına proletaryanın çıkarlarını oturtarak- yeniden üretiyoruz. Hazır reçetelerle hareket etmeye kalkışanlar doğaldır ki, devrimci çözümler üretemeyecek, proletaryanın çıkarlarına zarar vereceklerdir. Ama garip olan, ulusal sorunda en temel kavramların bile anlaşılamaması, bilinçli-bilinçsiz karmakarışık edilmesidir. Bu nedenle temel kavramlar hakkında da uzun boylu durmak zorunluluk oluyor. Bu anlamda tekrar vurgularsak; ayrılma hakkı, ayrılmanın zorunluluğu olmadığı gibi, ulusun her ayrılma isteminin desteklenmesi de değildir. Proletaryanın çıkarlarına ters düştüğü durumlarda ayrılma istemine karşı ajitasyonda bulunmak, Marksist-Leninist olmanın vazgeçilmez bir koşuludur ve bu, ulusal baskıya karşı savaşımı, ulusların ayrılma hakkı da dahil kendi kaderini özgürce belirleme hakkını hiçbir şekilde dışlamaz. Buna karşın, ulus ayrılmakta diretiyorsa ayrılır. Marksist-Leninistler zorla birliğin gerçekleşmesi yoluna sapmazlar. Finlandiya örneği biliniyor. Sözü fazla uzatmayalım; hâlâ anlamamakta ısrar edenler varsa ve kendilerini Marksist-Leninist görmekten vazgeçmemişlerse; LENİN ve STALİN'in ortaya koyduğu Rusya pratiğini tekrar tekrar incelesinler, deriz.

Diğer bir temel noktaya geçelim.

Marksist-Leninistler genelde büyük devletlerden yanadırlar. Parçalanmaya karşı çıkarlar. Çünkü onların bayrağında ''Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halkları Birleşiniz'' sloganı yazılıdır. Tek bir sınıf (proletarya) üyelerinin yoldaşça ilişkilerinin biçimlendirdiği bir birlik, Marksist-Leninistlerin tarihsel amacıdır. UKKTH'nı, bu tarihsel amaca ulaşmanın aracı olarak savunurlar. Bu anlamda UKKTH'nı savunmayanlar ya da oportünistçe sulandıranlar, proletarya enternasyonalizminden de söz etme hakkına sahip olamazlar. Ayrılma hakkı, enternasyonalist birliğin olmazsa olmaz ön koşuludur. Bu nedenle uluslar arasında tam eşitlik ilkesine sahip büyük devletlerde; eşitlik, ayrılma hakkını da içerir.

Büyük proleter devlet anlayışı, tarihsel gelişim yönünde tamamlayıcı bir adım olduğu gibi, ekonomik, kültürel ve siyasi olarak geri halkların, bu durumlarına son vermek ve gelişkin bir düzeye erişmelerini sağlamak açısından da son derece gerekli ve yararlıdır.

Kapitalist gelişme ve sermayenin, ulusal sınırlar dışına taşarak uluslara-rasılaşması, bütün ulusları tek bir ekonomik temelde birleştirebilmenin maddi koşulunu yaratmakla birlikte, bunun siyasal planda pratik gerçekleşmesi ''zor''a dayanarak ve ulusları ezme biçiminde olmuştur. UKKTH ise, sözkonusu ''zorla birleştirme'' siyasetine son verecek ve yeni bir ekonomik temel üzerinde ulusların gönüllü birliğinin koşullarını yaratacaktır.

Biz Marksist-Leninistler, milliyetçiliğin her türlüsüne karşıyız. Bu anlamda proletaryanın uluslara bölünmesinden yana olamayız ve bütün öteki koşullarda eşitlik sağlanmasıyla, ekonomik ilerlemenin ve proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımının büyük devletlerle güçleneceği, küçük devlet örgütlenmeleriyle sorunların çözümünün daha zor ve sancılı olacağı inancındayız. Ama bizler her koşulda gönüllü birliğe değer veririz, ''zor''a dayanan bir bağlanmayı savunamayız, savunmuyoruz. Ulusun kendi kaderini -ayrılma istemi de dahil- tayin etmesi hakkına sahip olması gerektiği konusunda kesinlikle direniriz. Ulus kaderini özgürce belirleme hakkına sahip olmalı, biz ayrılmaya karşı olsak da, bu hakkı nasıl kullanacağına kendisi karar vermelidir. Yani isteğimiz, ayrılmanın gerçekleşmesi değil, zorla bir arada tutma siyasetine son verilmesi ve ulusların eşitliğinin gerçekleşmesinin koşullarının yaratılmasıdır.

LENİN'in şu sözleri sorunu bütün boyutlarıyla açıklamaktadır:

''Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi, hiç duraksamaksızın tanımamız, ulusal kaderi tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez. Proletaryanın partisi olarak Sosyal Demokrat Parti, halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlilik kazandırmayı, kesin temel ödevi sayar. Her zaman hiç duraksamaksızın, bütün ulusların proletaryasının en yakın işbirliği için çalışmalıyız. Yeni bir sınıflı devletin kurulmasına ya da gevşek bir federal birliğin vb. yerini alacak devletin tam siyasal birliğine yardımı olacak istekleri, ancak belli özel durumlarda öne sürebilir, aktif olarak destekleyebiliriz.'' (Iskra, no.44, Uluslar ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s.11 )

Evet, buraya kadar UKKTH sorununa genel teorik yaklaşımımızı ortaya koymuş ve soruna ilişkin temel kavramların içeriğini açmış olduk. Bu genel yaklaşım ışığında ''Kürt Ulusal Sorunu''na ilişkin düşüncelerimizi somut olarak ortaya koymaya geçebiliriz artık.

IV- KÜRTLERİN ULUSLAŞMA SÜRECİ ULUSAL BASKI VE SORUNUN ÇÖZÜM PLATFORMU

Emperyalizm öncesi evreye ilişkin, ulusların ortaya çıkması sorununa değinmiştik. Emperyalist dönemde uluslaşmanın özellikleri nelerdir, bu konuya da kısaca değinmekte yarar var.

Emperyalist sömürgecilik, aynı zamanda henüz uluslaşmasını gerçekleştirememiş halkların, iç yapısına dışarıdan yapılan bir müdahaledir. Bu müdahale bir taraftan halkın uluslaşma dinamiklerini erozyona uğratır ve çarpıtırken, diğer yandan bu ülkelere taşıdığı kapitalist ilişkilerle, uluslaşmanın maddi zeminini de ister istemez yaratır. Bu ikinci durum nesnel bir olgudur ve emperyalizmin iradesi dışındadır.

''Sömürgeleşmiş ülkelerde, emperyalist sermaye yerli toplumu yeni ilişki biçimleri içine girmeye zorladı, yapısı daha karmaşık hale gelen toplumun çelişki ve toplumsal anlaşmazlıklarını karıştırdı, tahrik etti, teşvik etti ya da çözüme ulaştırdı; ekonomiye para ve iç-dış pazarların gelişimi ile birlikte yeni öğeler de getirdi, tarihsel gelişimin farklı aşamalarında bulunan insan grupları, ya da halklardan yeni ulusların doğmasına sebep oldu.'' (A.CABRAL, Son Konuşmalar, s.74)

Sömürgeleşen bu halklar, ortak birtakım ayırdedici özelliklere (dil, kültür, etnik köken vb.) sahip olmakla birlikte, henüz gerçek boyutta ulus olmaktan uzaktırlar. Egemen toplumsal ilişki, bireyler temelinde oluşmuş ulusal topluluk ilişkileri değil, kabile veya aşiret ilişkileridir. Ortak ruhsal şekillenme ve bu paralelde oluşmuş ulusal bilinçten söz edilemez. Bu halkları veya insan gruplarını ekonomik temelde birleştiren, ne bir pazar birliği, ne de bunun oluşturduğu ilişkiler sistemi vardır.

Bu nedenle, böylesi halkları STALİN'in ortaya koyduğu kriterler anlamında ulus olarak adlandırmak mümkün değildir. STALİN'in ortaya koyduğu kriterler, uluslaşma sürecinin sonuna gelmiş halklar için geçerlidir. Uluslaşma sürecini tamamlamamış halkların uluslaşmaları, ancak emperyalizme karşı mücadele içerisinde gerçekleşecektir. Bu ülkelerde emperyalizmin sömürgecilik politikası ancak bir başkaldırı ile kırılabilir. Başkaldırı ise, kabile, bölge ilişkilerini parçalar ve ulusal bilinç etrafında yeni ilişkiler sistemi yaratır. ''FRELİMO (Mozambik Kurtuluş Hareketi), bizim tek bir halk olduğumuzu gösterinceye kadar ulus olduğumuzun farkında değildik'' sözleri yukarıda anlattıklarımızı yeterince somutluyor sanırız.

Peki, bu halkları nasıl değerlendirmek gerekir? Sözünü ettiğimiz halklar, STALİN'de belirtilen şekilde ulus olmak kriterlerine sahip olmasalar da, sıradan etnik bir grup veya azınlık değillerdir. Bu anlamda, sözü geçen halkları ''ulusal çekirdeğe sahip halklar'' veya ''köylü ulusu'' olarak tanımlıyoruz. Kavramımızın içeriği; ulusal bir çekirdeği ifade etmesine karşın, uluslaşmasını tamamlayamamış kabile veya feodal aşiretler biçiminde bölünmüş köylülerin, ortak dil, toprak ve tarih birliğine dayanan nitelikler göstermesidir. ''Köylü'' kavramı, aynı zamanda, içinde bulunulan üretim ilişkisinden ötürü (gelişememiş bir kapitalizm ve esas olarak feodalizmin hakimiyeti), toplumun çoğunluğunun köylülerden oluşması ve burjuvazi ile işçi sınıfının son derece cılız olmasını da ifade eder.

ENGELS, ''ulusal çekirdeğe sahip halklar'' konusunda şöyle yazıyor:

''Buna karşılık, ülkenin iç tarafındaki Güney Slavlar, uygarlığın tek sahibidirler. Her ne kadar bunlar henüz bir ulus değillerse de, daha şimdiden Sırbistan'da güçlü ve nispeten belirli bir ulusal çekirdeğe sahiptirler.'' (ENGELS, Doğu Sorunu, s. 45)

Kürt ulusunun da durumu budur. Kürtler, Osmanlı Devleti sınırları içindeki halklar uluslaşma sürecine girdiklerinde, henüz feodal üretim biçimini yaşıyorlardı ve feodal aşiretler olarak bölünmüş durumdaydılar. Buna karşın ulusal çekirdeğe sahiptirler ve ulus olma kararlılığını taşıyorlardı. Bu dönemde, gerek Osmanlı Devleti sınırları içindeki ulusal hareketlenmelerin etkisiyle gerekse de asimilasyon politikasına tepki olarak -dar bir aydın kesimle sınırlı da olsa- ulusal düşüncelerin geliştiğinden söz edebiliriz. Kemalizm döneminde ise, jenosit ve asimilasyona karşı direnme hareketi ve dünyadaki ulusal hareketlerden etkilenme sonucu, uluslaşma süreci ileri adımlar atmış oldu. Bu iki dönemde de ulusal baskı devlet içi sorun konumundadır.

Türkiye'nin yeni-sömürgeleşmesiyle birlikte, Kürdistan'ın da bu ilişkiler ağına girmesi, kapitalist ilişkileri yaygınlaştırmış ve ortaya oldukça güçlü bir küçük-burjuva kesim çıkmıştır. Ulusal baskıya direniş vb. etkenler sonucu uluslaşma olgusu ileri boyutlara ulaşmıştır. Hızla gelişen ulusal uyanışa karşın, henüz gerçek boyutlarda bir ulusal birlikten söz edemeyiz. Aşiret ilişkileri hâlâ ayırtedici bir özellik durumundadır. Örneğin birçok kimse kimliğini''falanca aşiret'' şeklinde açıklamakta, ulusal kimlik ikinci planda gelmektedir.

Kürtlerin uluslaşma sürecine ilişkin bu özelliklerine ''şoven ve sosyal-şovenlerin Kürt ulusunu yadsıma tavırlarına gerekçe olur'' gibisinden bir kaygı ile soruna yaklaşamayız. Böylesi bir kaygı bilimsel gerçekler yerine duyguları koymak olur ki, Marksizm-Leninizm ile ilgisi yoktur.

Diğer yandan bu yaklaşımımızın, Kürt milliyetçilerince ''şovenizmin etkisi'' vb. türünden suçlamalara yol açtığını biliyoruz. Fakat bizim için bir anlam ifade etmiyor. ''Kürtleri en fazla biz savunuyoruz'' deyip, kahramanlık menkıbeleri düzmek, Kürt ulusunu ezelden gelmiş ilan etmek, bizim işimiz değil. Böyle bir durum, her şeyden önce Marksist-Leninist kimliğimizi ve bilimi inkar etmek olur ki, varsın birileri suçlamaya devam etsin bizleri. Gerçekleri savunmak, tarih boyunca hep birilerini rahatsız etmiştir. Küçük-burjuva milliyetçileri de rahatsız oluyorlar. Doğaldır, çünkü adı üstünde, milliyetçidirler. Kürt küçük-burjuva milliyetçilerinin özelliğidir, kendisi gibi düşünmeyen herkes ya ''sosyal-şoven''dir ya da ''Misak-ı Milli''ci!.. Bu nedenle ''sosyal-şoven'' olup olmamanın temel kriterinin sosyal pratik olduğunu söyleyerek geçiyoruz.

Bu arada şu noktayı vurgulamakta yarar görüyoruz; bizim için ulusal sorun sınıf mücadelesi karşısında ikincildir ve biçime ilişkindir. Doğal ki, bu yaklaşım, sorunu önemsiz gördüğümüz anlamına gelmiyor. Tam tersine, ulusal sorun, proletaryanın kurtuluşu ve proletarya enternasyonalizminin gerçekleşmesi uğruna verilen mücadele vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Sorunun üzerinde geniş boyutuyla duruşumuzun nedeni budur. Soruna yüklediğimiz önemden ötürü, yalnızca burjuvazinin çarpıtmalarına yanıt vermekle sınırlamıyoruz kendimizi. Sorunu sahiplenme iddiasındaki yanlış anlayışlara da değiniyor, eleştiriyoruz.

A- Kürt Ulusal Devrimi Türkiye Anti-Oligarşik Anti-Emperyalist Halk Devriminin Bir Parçasıdır

''Ulusal sorunun çözümü; sınıf mücadelesine bağlıdır. Demokratik Halk Devrimi programı, Kürt ulusunun kurtuluşunu da gerçekleştirecek olan programdır.'' (Kürtlerin Tarihi Gelişimi ve Türkiye'de Kürt Meselesi, DEVRİMCİ SOL Yayınları, s.97-98)

''Milli baskıyı, tarihsel konumu içerisinde ve hangi sınıflarca uygulandığını belirtmezsek, devrim hedefimizi yanlış tespit ederiz. Türkiye'de milli baskı, emperyalizmle işbirliği içinde bulunan hakim sınıflarca uygulanmaktadır.

(...)

''Türk hakim sınıfları (uyguladığı sınıfsal baskı ve milli baskı ile) Kürt hakim sınıflarıyla ittifaka girdiğinden, sorunu sınıflar mücadelesi çerçevesi içinde, Kürt köylülerine, küçük-burjuvazisine ve demokrat güçlere yani Kürt ulusuna uygulanan milli baskı siyaseti olarak ele almalıyız.'' (agy. s.102-103)

Bu perspektiften hareketle; öncelikle iki temel noktayı vurgulayalım:

Birincisi; Kürdistan'da kapitalist ilişkiler kendi iç dinamiği ile değil, yeni-sömürgeciliğe uygun olarak yukarıdan aşağıya emperyalizm tarafından geliştirilmiştir. Kürdistan da dahil, tüm Türkiye pazarı, emperyalizmin sömürü alanı içindedir ve mevcut üretim ilişkileri, emperyalizmin çıkarlarına uygun biçimlenmişlerdir. Bu gelişmenin sonucu olarak, Kürt egemen sınıfları (ağa ve şeyhler) egemen sınıf bloku (oligarşi) içinde yer alarak, ulusal baskının da araçları durumuna gelmişlerdir.

İkincisi ise; yeni-sömürgecilik ilişkilerinin bütün Türkiye sathında egemen olmasıyla birlikte, Kürt işçi ve emekçileriyle Türk işçi ve emekçileri aynı ekonomik ve sosyal yapı içinde kaynaşmışlardır.

Bu iki temel özellik şu sonucu yaratmıştır: Kürdistan'da ulusal baskıya son verme ve kendi kaderini özgürce belirleme, yani Kürdistan ulusal devrimi, Türkiye'de gerçekleşecek anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminin parçası olarak her şeyden önce köylülerin kurtuluşu olacaktır. Çünkü, Kürdistan'da feodal ilişkilerin çözülerek pazar için üretimin yapılmasına yani bu anlamda çarpık kapitalist olmasına karşın, toplam ailelerin %70'i topraksız ve az topraklı köylüdür. (Köy ve Köylülük ve Türkiye'de Köy Kalkınması Sorunları,Y. Çağlar)

Kürt köylülerinin toprak ve kendi kaderini tayin hakkı sorununun çözümü, her zaman emekçi kesimlerin temel sorunu olmuş siyasal demokrasi ile mümkündür. Dolayısıyla ulusal kurtuluş, sosyal kurtuluşla içiçe geçmiştir. Kürdistan'da işçi, köylü ve diğer emekçi kesimlerin devrimci talepleri iki ana noktada toplanmıştır: Toprak talebi ve kendi kaderini tayin hakkı.

Ulusal burjuvazinin baştan beri yokluğu ve Kürt egemen sınıflarının, emperyalistler ve Türk egemen sınıfları ile bütünleşmesi sonucu, ulusal baskının sosyal temeli oligarşi ve emperyalizm olmuştur. Bu da Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının gerçekte Kürt işçi, köylü ve emekçilerinin kendi kaderini tayin hakkı biçiminde devrimci bir içerik kazanmasına neden olmuştur.

Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, merkezi otoriteyi hedefleyen Kürt ve Türk halklarının ortaklaşa sürdüreceği anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminden geçmektedir. Bu anlamda, Türk ve Kürt halklarının, sosyal ve ulusal kurtuluşunun, Kürt ulusunun kendi kaderini belirlemesinin, Türk ve Kürt köylülerinin toprak sorununun çözümünün önündeki engel aynıdır; emperyalizm ve oligarşi!

Anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi, burjuva demokratik devrimini yapamamış, dolayısıyla ulusal sorun ve köylü sorununu (genelde demokrasi sorununu) çözememiş yeni-sömürgelerde, proletaryanın iki devrimi tek bir süreç içinde kesintisiz bir biçimde gerçekleştirmesidir. Proletarya, tarihsel bir evrenin üzerinden atlayamayacağı ve kendi devrimini gerçekleştirebilecek burjuvazinin olmadığı çağımız koşullarında, burjuva demokratik devriminin görevlerini de üstlenmiştir. Proletarya, burjuva demokratik devriminin görevlerini, kesintisiz devrim perspektifiyle çözer ve sosyalizme geçişi sağlar. Çağımızda demokratik devrimi sonuna dek götürecek tek devrimci sınıf proletaryadır. Küçük-burjuva milliyetçi radikal hareketler bu devrime önderlik edebilme şansına sahip olsalar da, sonuna dek götüremezler. Ne ulusal sorunu, ne de köylü sorununu çözebilirler. Çoğunlukla da emperyalizmin kucağına yeniden düşerler.

Proletarya devriminin sömürge ve bağımlı ülkelerdeki biçimlenişi olan halk devrimi, Kürdistan açısından da atılacak devrimci adımdır. Proletaryanın önderliğinde, işçi, köylü ve küçük-burjuvazinin devrimci ittifakı, emperyalizm ve oligarşiye karşı tek devrimci ittifaktır. Daha açık bir anlatımla Kürdistan'da halk devrimi, emperyalizmin kovulması ve oligarşinin alaşağı edilmesinden geçecektir. Bu devrimin sınıf mevzilenmesi işçiler, köylüler ve küçük-burjuvazidir.

Kürt halkının demokratik ve ulusal istemlerinin bir başka çözüm olasılığından söz etmek, gerçekte çözümsüzlüğü önermekten başka anlama gelmez. Hele hele kapitalizm sınırları içinde ''çözüm'' önermek, katıksız sosyal-şovenizmdir. Kürt sorununun devrim dışında çözüm yolu yoktur. Kafalara kazınması gereken gerçek budur.

O halde rahatlıkla şunu saptayabiliriz. Emperyalizmin yeni-sömürgesi Türkiye'de anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi, Türk işçi, köylü ve diğer halk kesimleri için yeni tipte ulusal kurtuluşu sağlayacağı, faşizmi yıkarak siyasal demokrasiyi gerçekleştireceği gibi, ulusal baskının sosyal temelini ortadan kaldırmasıyla da, Kürt işçi, köylü ve küçük-burjuva kesimlerin kendi kaderlerini serbestçe belirleme koşullarını yaratacak, onları tekellerin, toprak ağalarının, tefeci ve tüccarların sömürüsünden kurtararak toprak ve demokrasi taleplerinin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Devrim, anti-emperyalist yanıyla ulusal, anti-oligarşik yanıyla demokratiktir. Oligarşinin yönetim biçiminin faşizm olması dolayısıyla da devrimin anti-oligarşik olması aynı zamanda anti-faşist karakterini de gösterir.

Şunu da belirtelim ki, ''iki ayrı devrim'' veya ''Kürt ulusal devrimci hareketi ile Türk proletaryası arasında ittifak'' ya da ''dayanışma'' olarak soruna yaklaşmak, küçük-burjuva milliyetçiliğine özgü dar görüşlülükle hareket etmektir. Kürdistan üzerine konuşan hemen herkes, Kürt ulusal burjuvazisi ve bunun ''pazarına sahip çıkma'' savaşından söz etmemektedir. Ve biz ilave ediyoruz: Kürt egemen sınıfları, oligarşinin içinde yer alarak ulusal baskının araçları durumuna gelmişlerdir. Bunu açıkça kabullenmeseler de, dolaylı belirtenler vardır. Ama ne hikmetse, buradan siyasal değerlendirmeye geçildiğinde her şey altüst edilmekte, ne bilimsellik ne de Marksizm-Leninizmin kırıntısı kalmaktadır. ''Sömürge'', ''iki ayrı devrim'', ''ulusal örgütler arası ittifak'', ''dayanışma'' vb. teorileri ortalığı sarmaktadır. Milliyetçilikten kaynaklanan subjektivizmlerine, teoriyi kurban etmektedirler. Bu tarz düşüncelerin zararları en basitinden, iki halkın mücadelesini bölmek, güçlerini parçalamak, oligarşiye manevra alanı yaratmak ve ulusal düşmanlıkların körüklenmesine bilinçli-bilinçsiz zemin yaratmaktır. Sormak istiyoruz: Aynı ekonomik-sosyal yapı içinde kaynaşmış halklarımız nasıl ve hangi çıkarlar temelinde, ayrı ayrı devrimci hedeflere yönlendirileceklerdir? ''Ulusal çıkarlar'' deniliyorsa, proletarya ulusal çıkarları başat görevi olarak almaz ve ayrıca demokratik halk devrimi, ulusal sorunu da çözecek içeriğe sahiptir. Bunun dışında verilecek cevapları yoktur. Diğer yandan ''iki ayrı devrim'' vb. teorileri ileri sürenler, soruna salt ulusal açıdan baktıklarından, böylesi bir yaklaşım tarzı, Kürt emekçilerini, Kürt egemenlerinin sömürü ve baskısına mahkum edecek sonuçlar doğuracaktır. Bu nedenle, proletarya adına hareket ettiğini söyleyenler açıkça düşünmelidirler; Kürt işçi ve köylüleri ile Kürt hakim sınıfları arasındaki sınıfsal çelişki nasıl çözülecektir? Amacımız, burjuva ulusal kurtuluş olmadığına göre, işin başından itibaren Kürt egemen sınıflarına karşı sınıfsal mücadeleyi örgütlemek gerekmiyor mu? Hele hele Kürt egemenleri ulusal baskının da uygulayıcısı durumunda bulunuyorlarsa, salt ulusal nitelikli bir mücadele, akıntıya karşı kürek çekmek değil de nedir?

Bu soruların yanıtları açıktır. Kürt ulusunun kurtuluşu, ancak sınıfsal zeminde gerçekleşebilir. Bunun devrimci yolu da, oligarşi ve emperyalizme karşı Kürt ve Türk halklarının ortak mücadelesidir. Burjuvazinin ''pazar'' bayrağının taşıyıcısı olmak proletaryanın işi değildir. Şunu tekrar vurgulamakta yarar görüyoruz: Yeni-sömürge Türkiye'de, iki halkın ortak mücadelesiyle gerçekleşecek anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi dışında ayrı bir Kürt ulusal devriminin nesnel koşulları yoktur.

Bu noktada, Çarlık Rusyası örnek olarak verilmektedir. Mutlaka bir örnek bulmak ve buna dayanarak teori kanıtlanmak isteniyorsa, örnekler bulunabilir; ama örnek diye getirilenlerin gerçekte, milliyetçi teorileri çürüttükleri, sorunun üzerine gidildiğinde hemen açığa çıkmaktadır. Çarlık Rusyası'nda kendi iç dinamiği ile gelişen bir kapitalizm ve onun sömürgeleri vardır. Diğer yandan da sömürgelerin ulusal pazarına sahip çıkmak isteyen ulusal burjuvazileri sözkonusudur. Ve yine Çarlık Rusyası'nda, Çarlığa karşı sömürgelerde süren ulusal mücadeleler burjuva demokratik devriminin parçalarını oluşturmaktaydılar. Türkiye'de benzer bir durumun varlığından söz edilemez. Ülkemizde, Rusya gibi kendi iç dinamiği ile gelişen bir kapitalizmin yarattığı burjuvaziden ve bunun feodal otokrasi ile ilişkisinden söz edilemeyeceği gibi, egemen ulus burjuvazisiyle ''pazar kavgası''na giren sömürge ulusal burjuvazisinden de söz edilemez. Kaldı ki, ulusal burjuvazilerin proletaryanın sınıf savaşımı karşısında Çarlıkla işbirliğine gittiği ve ulusa ihanet ettiği de bilinen bir tarihsel gerçektir. Bu anlamda proletaryanın çıkarları ulusal dar görüşlülükle taban tabana zıttır ve ulusal baskıya karşı savaşımda proletarya, hiçbir koşulda sınıf bayrağını indirmez. Savaşımın özü, her zaman ulusal kurtuluşu, sosyal kurtuluşa bağlamak, tabi kılmaktır. Bu da, aynı egemen yapıya karşı ortak savaşımı gerektirir. Rusya'daki toplumsal formasyon farklılığına karşın LENİN ve STALİN ayrı devrimi savunmamışlardır.''Ayrı devrim'' saptamasında bulunan Polonyalı ''Marksist''leri milliyetçilikle suçlamışlardır. LENİN, Mehring'in şu sözlerini tekrarlayarak, Marksist-Leninist çizgi ile oportünizm ve her türden milliyetçilik arasında kalınca bir çizgi çekmektedir;

''Polonya proletaryası bayrağına, Polonya'da, egemen sınıfların adını bile duymak istemedikleri sınıflı bir devletin kurulmasını yazmayı dileseydi, tarihsel bir güldürü sahnelemiş olurdu; bu, mülk sahibi sınıflar için (örneğin, 1791 Polonya soyluları için olduğu gibi) pekala olasıdır, ama işçi sınıfı için hiçbir zaman sözkonusu olmaması gerekir. (...)

''İşçi sınıfının bu çıkarları, Polonya'yı paylaşmış olan üç devletle de Polonyalı işçilerin, herhangi bir koşul koymaksızın kendi sınıf yoldaşlarıyla omuz omuza savaşmalarını kesinlikle emreder. Bir burjuva devrimi, özgür bir Polonya yaratabileceği günler artık geride kalmıştır.'' (Ulusal Sorun, Ulusal Kurtuluş Savaşları, LENİN, s.17-18)

''İki ayrı devrim'' veya ''ittifak'' teorilerini nesnel bir temele oturtmakta güçlük çekenler, sonuçta söylediklerini göreli kavramlarla açıklama yoluna gitmektedirler. Türkiye solunda ''sömürge'' ve ''ayrı devrim'' saptamasında bulunanlar şunu ileri sürüyorlar: Türkiye ile Kürdistan'da toplumsal çelişkiler farklı derinliğe sahiptirler, milli baskıdan ileri gelen çelişki toplumda farklı bir hareketlenme ivmesi oluşturmaktadır. Bu nedenle Kürdistan'daki ulusal içerikli mücadele, Türkiye'deki sınıfsal mücadeleyi aşıp, kendi devrimini gerçekleştirebilir vb. Bunlarla ''sömürge'', ''iki ayrı devrim'' tezlerine gerekçe yaratılmak isteniyorsa, söylenenler bir anlam ifade etmiyor. Türkiye yeni-sömürge bir ülkedir ve olgunlaşmamış da olsa sürekli milli kriz içindedir. Milli krizin varlığı; ekonomik-sosyal-siyasal krizin aynı potada birleşmesi demektir. Türkiye egemen sınıfları bu çelişkileri yumuşatacak güç ve araçlardan yoksundurlar. Bu noktada Türk işçi ve emekçilerinin tepkilerinin açığa çıkartılarak, devrimci bir nitelik kazanmasının önünde objektif olarak bir engel yoktur. Bu anlamda ulusal baskı nedeniyle, Kürt halkının hareketlenme ivmesinin, Türk halkından güçlü olduğunu söylemek konjonktürel gelişmeyi teorileştirerek, kendine olan güvensizliğine kılıf aramak olur. Bu teorinin özellikle Kürt yurtseverlerinin mevcut konjonktürdeki eylemliliğine paralel olarak alıcı buluyor olması, söylediklerimizi kanıtlamaktadır.

Ülke devrimine doğru çözümler getirebilmek açısından, ülkedeki çelişkilerin doğru saptanması ve süreci karakterize eden temel çelişkinin de doğru bir şekilde ortaya konması gerekir. Buna göre Türkiye'deki çelişkileri şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Emperyalizm ve oligarşi ile, Türkiye halkları arasındaki çelişki. Yani Türk ve Kürt işçi, köylü ve küçük-burjuva kesimlerle, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazi, toprak ağaları, tefeci-tüccarların en irilerinin oluşturduğu blok arasındaki çelişki. Bu çelişki, sınıfsal ve ulusal olmak üzere iç içe geçmiş (çünkü emperyalizm işbirlikçi tekelci burjuvazi kanalıyla oligarşiye içerilmiştir.) iki yan taşır.

2- Oligarşi ile tekel dışı burjuva kesimler arasındaki çelişki.

3- Oligarşi içi çelişkiler.

4- Oligarşi ile Kürt ulusu arasındaki ulusal baskıdan ileri gelen çelişki. Bu çelişki esasta Kürt köylüleri ile oligarşi arasında, ulusal baskıdan kaynaklanan bir çelişkidir.

Bu çelişkiler içinde, emperyalizm ve oligarşi ile Türkiye halkları (Kürt ve Türk) arasındaki çelişki temeldir ve süreci karakterize eden çelişkidir. Bu çelişkinin çözümü, oligarşi ile Kürt köylüleri arasında ulusal baskıdan ileri gelen çelişmeyi de çözecektir. Sömürge tespiti yapan birtakım küçük-burjuva sol çevreler bile, Türkiye'deki çelişkileri bu şekilde ortaya koymaktadırlar ki, bu onlar için başlı başına bir çelişkidir! Çünkü sömürge-sömürgeci ilişkisinde, temel çelişki, sömürge ülke halkıyla sömürgeci devletin egemen sınıfları arasındadır. Ulusal baskıdan kaynaklanan çelişki bu durumda, hiçbir zaman ikinci plana düşmez.

''Sömürge'' teorileriyle amaçlanan ''ayrı devlet olma'' istemiyse, bunun da en az zahmetli ve kısa yolu, anti-emperyalist, anti-oligarşik devrim doğrultusunda ortak düşmana karşı ortak savaşımı örgütlemektir. ''Sömürge'' veya değil; hiçbir koşulda, halkların mücadelesini bölmeyi, proletaryanın çıkarlarının yerine ulus çıkarlarını koymayı -hele hele kendilerine Marksist-Leninist sıfatlar yakıştıranlar için- meşru göremeyiz. Marksist-Leninistler kendilerini hiçbir zaman ulusal sorunla sınırlamaz, her zaman proletaryanın genel çıkarlarından hareketle mücadeleyi yürütürler. Bu anlamda, halklarımızın kurtuluşunun önündeki engel ulusal sorun değildir. Bu engel emperyalizm ve oligarşidir. Kürt ve Türk halkı için engel aynıdır.

Bu noktada her iki halk için de aynı toplumsal formasyon sözkonusudur. Elbette Kürt ulusunun, ulusal baskıdan ileri gelen bir çelişkisi vardır. Bunu görmezden gelmek, ulusal baskıyı da görmezden gelmek ve sosyal-şoven konuma düşmek olur. Nitekim reformizmin her türü, çok zorlandıklarında ağızlarına aldıkları, Kürt halkının üzerindeki ulusal baskı siyasetini hep görmezden gelmişlerdir. Toplumsal devrim adına UKKTH'nı reddeden anlayışlar, ulusal baskıdan ileri gelen çelişkiyi görmezden gelmekte ve burjuva milliyetçi bir konumda durmaktadırlar. Proletaryanın çıkarlarını savunmak sadece sözde kalmaktadır. Tarihi boyunca ''proletarya'' adına sosyal-şoven tavır sergileyenler, bugünkü ''ulusal parti'' kimliği ile bu durumunu daha da pekiştirmiş, burjuva milliyetçi konuma hızla yuvarlanmaktadır. II.Enternasyonal oportünizminin, UKKTH ve emperyalist burjuvazinin paylaşım savaşına karşı -altında kendilerinin de imzalarının bulunduğu- Leninist kararı, bir çırpıda nasıl yok sayarak, ''vatan'' adına burjuvazinin destekçisi kesildiklerini herkes iyi biliyor. Yıllardır burjuvaziden ''icazet'' dilenenlerin, ''diyet''lerini ödemeleri gerektiğinde, ne yapacakları ise pek sır olmasa gerek.

Bizler, Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirlemesini savunuyoruz. Kürt halkı üzerindeki ulusal baskıyı lanetliyor ve ona karşı savaşıyoruz. Ve bunun çözüm yolunun anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminden geçtiğini söylüyoruz.

Bizler, soruna salt ulus açısından yaklaşmadığımız gibi, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını yadsıyan ya da ''ulusal-kültürel özerklik'', ''otonomi'' vb. sıfatlamalar altında, devrimci içeriğini boşaltanlara karşı da mücadele edilmesi gerektiğini söylüyoruz.

Bugün Kürt ulusunun varlığına işaret etmekle yetinmek artık bir anlam ifade etmiyor. Türkiye geleneksel solu için olduğu kadar, küçük-burjuva aydınları için de doğru tutum; geleneksel ''icazet'' tavrının bırakılması, Misak-ı Milli sınırları içinde çözüm teorilerine karşı gelmek ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını cesaretle savunmaktır. Ne yazık ki, bu tavrın çok uzağında olunduğunu belirtmek gerekiyor.

Aydın olma sorumluluğuna sahip, bilimsel namusa saygılı olan herkese düşen görev, faşizmin ''bölücü'' vb. saldırılarına pabuç bırakmadan, UKKTH'nın her koşulda savunucusu olmak ve Kürt sorununda da aynı duyarlılığı, cesareti taşımaktır. ''İşçi sınıfı partisi'', ''komünist'' vb. sıfatları kendilerine uygun görenlere söyleyeceğimiz ise; milliyetçi yaklaşımlara prim vermemek iyidir ama, oligarşiye sadakatini ispatlamak için ezilen ulus milliyetçilerine karşı çıkarken, ters taraftan ezen ulusun şoven milliyetçiliğinin destekleyicisi olmanın adı da sosyal-şovenizmdir...

Sosyal-şovenizm gizli savunusunun bir biçimi de ''kültürel özerklik'' savunuculuğudur. Bu görüş, ulusun ezilme siyasetini daha ''uygarca'' savunmak ve ezilen ulusun işçi ve köylülerini, kapitalist sömürüye mahkum etmek anlamına geliyor. Çünkü burjuva egemenliği altında ''ulusal kültür'' özü itibariyle burjuva kültürünü ifade eder. Bu düşüncenin sahibi sosyal-şovenler gerçekte egemen ulus burjuvazisinin ayrıcalıklarının devamını savunmaktadırlar.

Yineliyoruz ki, biz Marksist-Leninistler olarak, Kürt ulusunun kendi kaderini serbestçe belirlemesini savunuyoruz. Bunlar vazgeçemeyeceğimiz ilkelerdir. Bununla birlikte, Kürt halkının kendi kaderini tayin istemi önündeki engellerin yok edilmesinden sonra, birlik yönünde irade belirtilmesi doğrultusunda, ajitasyon ve propagandada da bulunuruz. Bu tavır, bizim Marksist-Leninist olmamızın, proletaryanın birliğini savunmamızın gereğidir. Bu anlamda, bugünkü koşullarda ayrılığı,hem proletaryanın tarihsel gelişimi, hem de iki halkın somut çıkarları ve özelde de Kürt halkının çıkarları açısından zararlı görüyoruz. Ayrılığı ancak, ulusal sorunun, halklarımızın kurtuluşunun önündeki esas engel (yani sürecin temel çelişkisi) haline gelmesi durumunda destekleriz. Bu ise, somut gelişmeler ışığında sözkonusu olabilecek bir durumdur. Biz nesnel zemin üzerinde politika yürütüyor ve gerçek kurtuluşun iki halkın ortak düşmana karşı, ortak mücadelesiyle gerçekleşecek anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminde olduğunu söylüyoruz.

Fakat hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmamak için şunu da belirtmeyi görev sayıyoruz. Bizler Kürt halkı üzerindeki milli baskının hemen sona erdirilmesini istiyoruz. Nasıl olsa devrim çözer anlayışıyla hareket edip onun dışındaki çözümleri mutlak şekilde reddetmek, bizim tarih anlayışımızla bağdaşmaz. Biz bugünden Kürt halkı üzerindeki milli baskının son bulmasından yanayız. Ama mevcut nesnel koşullarda bu mümkün değildir. Kürt ulusal sorununun bilimsel bir incelemesi, ulusun kurtuluşunun anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimden geçtiğini belirliyor. O nedenle biz Marksist-Leninistlerin örgütleyeceği mücadele, iki halkın ortak devrimci mücadelesidir.

Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirleme hakkını savunduğumuz için, bizleri yargılamaya kalkışan savcı ve yargıçlar!

Bizlerin ''bölücü''lüğü budur. Ve bizler, böyle bir ''suç''lamadan alınmıyoruz, aksine onur duyuyoruz. Kürt halkının yok edilmesine, soykırıma uğratılmasına karşı savaştığımız, UKKTH'nı savunduğumuz için oligarşinin yönelttiği ''bölücülük'' nitelemesi kabulümüzdür. Bakalım, Kürt ulusuna zulüm uygulayanlar, tarih önünde yaptıklarını kabul edebilecek cesareti gösterebilecekler mi? Hiç sanmıyoruz!

Çünkü onlar sömürücü sınıf olma doğalarından gelen bir özelliğe sahiptirler. Tarihin akışının önünde durma, kendi saltanatları için insanlığa ve tarihe karşı suç işleme doğasına sahiptirler.

Faşizm her zaman, gerçeklerin dile getirilmesinden rahatsız olmuştur. Sömürücü sınıflar eşine az rastlanır bir ikiyüzlülükle sözde kabul ettiklerini, sosyal pratikte reddetmişlerdir. Ve yine onlar çıkarlarıyla bağdaşmadığında gerçeklerin yok edilmesi için, kendilerine miras kalan zulüm siyasetini yeni biçimlerle, ama daha acımasız ve insanlık dışı tarzda sürdürmüşlerdir.

Türk devleti, uluslararası forumlarda, UKKTH'na saygılı olduğunu ilan etmekten çekinmiyor. Bu konudaki uluslararası anlaşmalara imza atmakta sakınca görmüyor. Ama tıpkı ''barış'', ''işkence'' vb. konularında olduğu gibi, UKKTH'nı da gözünü kırpmadan çiğneyebiliyor. Kendi dışındaki ulusal savaşlar gündeme geldiğinde, pragmatist bir yaklaşımla UKKTH'nı sözde savunan oligarşi, sıra Kürt halkına geldi mi Hitler'i gölgede bırakan bir ırkçılıkla saldırıyor. ''Kürtler yok'' diyor. Ama, bunu söylerken bile, Kürt gerçeğini söylemiş oluyor.

Egemen sınıflara, onların bizi yargılamayı üstlenmiş mahkemelerine, resmi ideolojinin tekrarlayıcısı savcılara diyoruz ki; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı engellenemez. Emperyalizm bu hakkın kullanımını engelleyemedi. Örnek mi istiyorsunuz? İşte üç emperyalist devleti peş peşe yenilgiye uğratan, kahraman Vietnam halkı. En son, dünyanın kovboyu ABD'nin napalmları da kâr etmedi! Ve Vietnam zaferinin ABD emperyalizminin bünyesinde açtığı gedikler,15 yıl geçmesine karşın henüz kapanmadı. Bu da yeterli değilse bütün Afrika ve Asya halklarının mücadelesi, bugün ''kardeş halk'' vb. diye söylediğiniz ama dün emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesine olumsuz tavır aldığınız Cezayir halkı... Saymakla bitmez bunlar.

Ve sizler için de farklı olmayacaktır. Kürt halkı, Türk işçi ve emekçileriyle ortak savaşımla zafere ulaşacak, talan ve sömürü düzeninizi, ulusal baskı siyasetinizle birlikte tarihin derinliklerine gömecektir.

Biz Türk ve Kürt halkının Marksist-Leninistlerini ''bölücülük'' demagojileriyle, işkence, katliamlarla, ceza ve idam tehditleriyle yıldıramayacaksınız. Kürt halkı er ya da geç kendi kaderini özgürce belirleme koşullarına kavuşacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

B- Çokuluslu Türkiye'de Halklarımızın Kurtuluşu Ortak Örgütlenme ve Mücadeleden Geçiyor

Çokuluslu devlet sınırları içinde Marksist-Leninistlerin örgütlenme anlayışı, ortak örgütlenme (tek parti örgütlenmesi)dir. Marksist-Leninistler proletaryayı ulusal çitlerle bölen ayrı örgütlenmeyi kesinlikle reddederler. Bu anlayış LENİN ve STALİN tarafından Çarlık Rusyası'nda pratiğe geçirilmiş ve başarısı somut olarak kanıtlanmıştır.

Bu yaklaşım tarzı, Türkiye için çok daha geçerlidir. Türkiye'de Çarlık Rusyası gibi sömürge-sömürgeci ilişkisi aranamayacağı gibi, Kürt-Türk işçi ve emekçileri, aynı ekonomik ve sosyal yapı içinde bir araya gelmişlerdir. Bu durumda ayrı örgütlenmeye gitmek, pratik olarak halkların mücadelesini bölmek olduğu gibi, sınıf düşüncesinin yıkılması ve burjuva milliyetçi önyargıların tutsağı olma sonucunu yaratacaktır. Diğer yandan gerici merkezi otorite yıkılmadan, ulusun kendi kaderini özgürce belirleme koşulları yaratılamaz. Daha önce de belirttik, çağımızda yalnızca proletarya, milletlerin gerçek özgürlüğünü ve bütün milliyetlerin işçilerinin birliği davasını savunmaktadır.

Çokuluslu devlet sınırları içinde örgütlenme biçimi, tek bir parti örgütlenmesidir.

''Sözü geçen devleti birleştiren tüm ulusların tüm proleterleri, tek bir bölünmez proleter topluluk olarak örgütlenmelidirler (...) Bizim ulusal sorun üzerindeki görüşümüz (...) belli bir devletin tüm milliyetlerinin proleterleri için bir ve bölünmez proleter topluluk, tek partidir.'' (STALİN, Ulusal Sorun, s. 85-86)

Ayrı örgütlenmekte; aynı devlet sınırları içinde yer alan ulus proleterlerinin ulusal özelliklere göre örgütlenmesinde, proletaryanın hiçbir çıkarı yoktur. Ulusal dar görüşlülük dışında da kimse buna itibar etmeyecektir. Çünkü ayrı örgütlenme proletaryanın nihai amacını ve proletarya enternasyonalizmini, ulusal dar görüşlülüğe kurban etmektir. Ayrı örgütlenmeyi savunmak işçi sınıfını her kentte, kasabada ve fabrikada uluslara göre bölmek, onların arasına Çin Seddi çekmek demektir. Bütün ülkelerin işçilerinin birliğini amaçlayan, proletarya enternasyonalizminin içini boşaltmak, gereksiz bir sözcük derekesine indirgemektir. Bu, uluslar arasında ayrımcı düşüncelerin beslenmesinden başka bir işe yaramaz. Ayrımcılığın, şovenizmi beslediği akıldan çıkarılmamalı, tek bir sınıfın üyeleri arasına çitler örmenin, burjuva milliyetçiliğine prim verdiği unutulmamalıdır.

Daha baştan şu farklılığı belirtelim; ezilen ulusun ayrı örgütlenme ve kendi ulusal kurumlarını, örgütlenmelerini oluşturma hakları vardır. Ama bu hakları tanımak da, her koşulda bu hakkın kullanılmasına arka çıkmak, ayrı örgütlenmeyi istemek başka başka şeylerdir. Marksist-Leninistler bu hakkın kullanılmasında, ezilen ulusu serbest bırakırken ayrı örgütlenmeye karşı da ajitasyon, propaganda yürütür ve ortak örgütlenmenin gereğini savunurlar.

''Besbelli ki belirli bir devlet içinde hangi milliyetten olursa olsun her topluluğun örgütlenmesi dahil, her türlü örgütlenme özgürlüğünü asla reddetmemekle birlikte sosyal demokratlar (yani Marksistler), böyle bir şeyi isteyemezler ve böyle bir birliğe arka çıkmazlar.'' (LENİN, UKKTH Üzerine)

Mesele çok açıktır. Ulusların istediği gibi örgütlenme hakları vardır. Zararlı olsun, yararlı olsun, kendi ulusal kurumlarını, hangi türden olursa olsun ulusal öğelerini oluşturma hakkına sahiptirler. Bunun tersini savunmak kesin şekilde UKKTH'nı reddetmektir. Ulusun ezilme siyasetini savunmaktır. Buna ayrıntılı değindiğimiz için tekrarlamıyoruz. Üzerinde durduğumuz da bu değildir. Tartışma konusu olan proletaryanın çıkarlarını savunduğunu iddia eden, kendilerine Marksist-Leninist diyenlerin, örgütlenme sorunlarına yaklaşımıdır. Bir burjuva milliyetçisi, bir küçük-burjuva milliyetçisi ayrı örgütlenmeyi savunabilir. Biz bunu zararlı da görebiliriz ve karşı ajitasyonda bulunabiliriz. Ama onları bunu yapmaktan zorla vazgeçirmeye de karşı çıkarız. Buraya kadar tamam! Ama, bir sosyalist, bir Marksist-Leninist ayrı örgütlenmeyi savunamaz. Savunmakta ısrar ederse, destekler veya arka çıkarsa, o bir sosyalist ve Marksist-Leninist değildir. O, bir küçük-burjuva milliyetçisidir. O, ezilen ulus milliyetçisidir.

Hangi türden olursa olsun burjuva milliyetçiliğinin ilkesi, genel olarak milliyetin gelişmesidir. Bu, onun doğası gereğidir. Ama bir sosyalistin ilkesi, genel olarak milliyetin gelişmesi olamaz. Sosyalistler, Marksist-Leninistler bütün ülkelerin işçilerinin enternasyonalist birliğinden yanadırlar. Ulusların proletaryası arasındaki her ayrımın burjuva entrikalarına, komplolarına zemin hazırlayacağını bilirler. Onlar ulusal dar görüşlülükle değil, proletaryanın enternasyonalist çıkarlarına göre tavır belirlerler. Sorunumuz esas olarak, ulusları oluşturmak olmadığından tarihsel gelişmenin enternasyonalizm yönünde olduğunu ve ayrılma hakkı da dahil, UKKTH sorununa yaklaşımımızdaki odak noktayı, ulusları ezen, zorla bir arada tutan siyasete son verip tam eşitlik altında gönüllü birliğin gerçekleştirilmesinin oluşturduğunu bilmeliyiz. Bu açık seçik gerçeğe karşın, ulusların proleterlerinin ayrı örgütlenmesini savunmak milliyetçilikten başka bir anlama gelmemektedir.

Ülkemizde ayrı örgütlenmeyi Kürt küçük-burjuva milliyetçileri savunmaktadırlar. Bunu doğal karşılıyoruz. Ama doğal olmayan bunların kendilerine Marksist-Leninist demeleridir. Aradaki çelişkiyi gidermek için ise, Kürdistan'ın ''sömürge'' olduğu, dolayısıyla ''ayrı devrim'' gerektiğini ileri sürmektedirler. Kürdistan'ın ''sömürge'' olmadığı, iki ulus halkının kurtuluşunun anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminden geçtiğini, iki halkın düşmanının tek ve ortak olduğunu, Kürtlerin üzerinde ulusal baskının varlığının, ayrı bir devrim gerektirmediğini, anti-emperyalist anti-oligarşik halk devriminin ulusal sorunu da çözen bir içeriğe sahip olduğunu, ayrıntılı şekilde anlattık.

Açıktır ki, çokuluslu bir ülkede (özellikle de Türkiye gibi iki ulusun işçi ve köylülerinin tek bir toplumsal formasyonda birleştikleri bir ülkede) ayrı örgütlenmeyi savunmak, ''Marksist'' kılıf altında küçük-burjuva milliyetçiliğinin savunulmasıdır. Bu durum, ayrı devlet sınırları içinde yaşayan proletaryanın ayrı örgütlenmesiyle karıştırılmamalı. Proletarya, uluslararası planda ortak mücadele ilkesini savunduğu halde, ulusal sınırlar içinde yarattığı bağımsız sınıf örgütleriyle bu kavgayı vermektedir. Burjuva devlet sınırları içinde verdiği sınıfsal savaş, dünya çapındaki sınıf savaşının bir parçasıdır. Ama enternasyonalizm adına, farklı toplumsal formasyonlara sahip ülkeler gerçeğini bir yana atıp, ''tek bir devrim, tek bir örgüt'' teorisi savunulamaz. Devrim mücadelesinin her birinin dünya proleter devriminin birer parçası olduğundan değil de, yekpare bir bütünden yola çıkmanın yaratacağı sonuç koca bir hiçtir. Bu anlamda sapla samanı birbirine karıştırıp, aynı toplumsal formasyona ve bugünkü haliyle aynı devlet çatısına sahip uluslar için, ayrı örgütlenme savunulamaz. Görüldüğü gibi ulusal sınırlar içinde örgütlenme, bir biçim sorunudur ve ortak örgütlenme ilkesini dışlamaz. Bu doğru yaklaşımı, aynı ülke sınırları içine taşımak onun ruhunu bozmak, dejenere etmektir. Bu noktada Portekiz ve Angola, Mozambik vb. örnekleri, tartışma zemini dışındadırlar. Mutlaka örnek aranacaksa, Çarlık Rusyası'nda LENİN ve STALİN'in yaklaşımlarına tekrar tekrar bakılmasında fayda var: Hem de en çok üzerinde titrenilen ve ayrı örgütlenmenin, ayrı devrimin gerekçesi yapılan sömürge-sömürgeci ilişkilerine karşın LENİN ve STALİN'in ayrı örgütlenme (veya federasyon) önerisinde bulunan BUND ve Polonyalı Sosyal-Demokratlara karşı çıkmaları, bir kez daha irdelenmelidir.

İki halk için de, stratejik hedefin anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi olduğu ülkemizde, Marksist-Leninist örgütlenme anlayışı ortak örgütlenme, tek parti örgütlenmesidir. Biz Kürt-Türk işçi ve emekçilerinin yoldaşça ilişkiler üzerine kurulu birliğinden yanayız. Ortak örgütlenme anlayışı, anti-oligarşik, anti-emperyalist halk devriminin sınıf mevzilenmesine uygun olduğu gibi, ülkemiz devriminin yolu olarak savunduğumuz PASS'ne de uygun düşmektedir.

Çokuluslu devlette ortak örgütlenmeyi savunmak, ezilen ulusun varlığını görmezden gelmeyi gerektirmez. Bu tür bir anlayış, iki ulusun proletaryasının örgütlenmesini tek bir ulusun proletaryası derekesine indirger ki, bu sosyal-şovenizmin bir başka biçimde tezahür etmesidir. Nitekim ülkemizde sosyal reformizmin bayraktarlığını yapan geleneksel sol, zorunlu kaldıkça Kürt ulusunun varlığından söz etmesine rağmen örgütlenme sorununda ezilen ulusun özelliklerini, taleplerini görmezlikten gelmektedir. Ve sorunu tek bir ulus proletaryasının örgütlenme derekesine indirgemektedirler. Tarihi boyunca hakim sınıfların kuyruğundan kopamamış, şovenizmin soldan destekçisi olmuş ve bugün de burjuvaziye sadakatini ispatlamayı, temel örgütsel amaç edinmiş geleneksel soldan, başka bir şey de beklenemez. Onların Kürt ulusunun varlığından söz etmeleri ''adet yerini bulsun'' türünden yasak savma tavrıdır. Kürt ulusunun sorunlarına sahip çıkmak, ulusal baskıya karşı mücadeleyi ve kendi kaderini tayin etmesini koşulsuz savunmayı, pratikte ise buna uygun davranışı gerekli kılar. Bunun bir biçimi de ortak örgütlenme sorununda, ezilen ulus sorununu dikkate alacak bir anlayış oluşturmaktan geçiyor. Ama sosyal-şovenler için bu,''ulusal parti''ciliklerine halel getirecek bir şeydir.

Ülkemiz koşullarında ezilen ulus örgütlenmesi, bölgesel örgütlenme olarak somutlanmalıdır. Merkezi parti örgütlenmesinde, ezilen ulus örgütlenmesi merkezi partinin ezilen ulus bölgesindeki (Kürdistan'daki) bölge örgütlenmesidir. Merkezi parti örgütlenmesinin Kürdistan örgütlenmesi (komitesi) Türkiye'nin alelade herhangi bir bölge örgütlenmesiyle bir tutulamaz. Partinin Kürdistan kolu (örgütü) diyebileceğimiz bu örgütlenme, Kürt ulusunun özelliklerini, taleplerini dikkate alan, onları içeren ve mücadelenin göstereceği farklılıklara yanıt veren elverişlilikte bir esnekliğe sahip olmalıdır.

Tek parti örgütlenmesi anlayışıyla, ezilen ulus örgütlenmesini, bölge örgütlenmesi dışında başka türden kavrayışlar, hizipçilik veya ayrı örgütlenmeyi savunmak demektir ki, bu Leninist parti anlayışının dışına kaymaktır.

Ülkemizde, sömürge tespiti yapsın yapmasın, ezilen ulus milliyetçiliğine prim vererek, Kürdistan'da örgütsel olarak varlık gösterebilme anlayışında olan birçok sol yapılanma, merkezi örgütlenme içinde ezilen ulus örgütlenmesini seksiyon örgütlenme olarak kavramaktadır. Bu anlayışın özellikle,12 Eylül sonrası yenilgi koşullarında taraftar bulması tesadüfi değildir. Bu görüşlerin Kürt yurtsever hareketlerinin nispi eylemlilik gösterdikleri bir evrede -sömürgecilik tespitleriyle birlikte- ortaya atıldıklarını düşünürsek, teorinin subjektivizme nasıl kurban edildiğini anlamak zor olmayacaktır. Bu anlamda seksiyon örgütlenmenin, merkezi tek parti örgütlenme ve Türkiye'nin koşullarıyla bir ilgisi yoktur.

Seksiyon örgütlenme, merkezi parti içinde, kendi organlarına, programına sahip, gerektiğinde ayrılarak bağımsız örgüte (ulusal örgüte) dönüşebilen bir örgütlenme biçimidir. Yani ezen ve ezilen ulusun ayrı örgütlenmelerinin, merkezi bir yapı içinde bir araya getirilmesidir. Bunu federatif örgütlenme olarak da adlandırabiliriz. Bu da özünde ayrı örgütlenme, milliyetlere göre örgütlenmedir. Merkezi örgütlenme yalnızca biçimde gerçekleşmiştir ve bunun ''bütün ulusların (veya iki ulusun) proletaryasının tek bir proleter topluluk olarak kaynaşması'' şeklindeki Marksist-Leninist anlayışla hiçbir ilgisi yoktur. Lenin bu tür anlayışları cevaplarken sorunu açıklıkla ortaya koyar:

''Bu durumda, Rusya'daki tüm iktisadi ve siyasal koşullar, sosyal-demokrasinin (yani Marksistlerin-bn-) bütün ulusal toplulukların işçilerini, koşulsuz olarak, herhangi bir ayrım yapmaksızın bütün proleter örgütlerinde (siyasal örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler, eğitim örgütleri, vb.) birleştirilmesini gerektirir. Parti, federatif bir yapıda olmamalı, ulusal-sosyal-demokratik gruplar kurmamalıdır...'' (LENİN, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, s.101,-abç-)

Marksist-Leninistleri sosyal-şovenlerden ayıran bir diğer nokta da, ortak mücadelenin kazandığı biçime ilişkin olanıdır. Sosyal-şovenler örgütlenme sorununda olduğu gibi, mücadele sorununda da ezilen ulusun varlığı ve onun istemlerini bir kenara bırakırlar. Onlar için yalnızca proletaryanın (o da ekonomizmle sınırlandırılmıştır) talepleri ve mücadelesi vardır. Bu tavırlarıyla da pratikte ulusal baskıya karşı sessiz kalmakta ve ulusun kendi kaderini tayin istemini görmezden gelmektedirler. Son derece incelmiş bir oportünizm olan ve ezilen ulus üzerindeki baskılara, ulusun kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde değil, sahte burjuva hümanizmi, insancıl sorunlar vb. çerçevesinde karşı çıkmalarını, sosyal-şovenizmin ikiyüzlülüğüne sayıyoruz.

Ülkemiz geleneksel solunda, başta sosyal reformistler olmak üzere, hemen hemen hepsinde görülen bu özellik onların küçük-burjuva sınıf karakterinin bir ürünüdür. Kürt ulusu sözcüğünü ağızlarına pelesenk eden kraldan fazla kralcıların bile, sorun ulusal baskıya karşı pratik mücadeleye geldiğinde, nasıl üç maymunu oynadıkları sır değildir.

Milliyetçiliğin iki biçimi de -ezen ve ezilen ulus milliyetçileri- tek yanlılıkta birleşiyorlar. Ezen ulus milliyetçileri (sosyal-şovenler) ulusal baskıya karşı mücadeleyi bir yana bırakıp, salt sınıfsal -gerçekte ekonomist demek daha doğru olur- mücadele ile kendini sınırlarken; ezilen ulus milliyetçileri (Kürt yurtseverleri) de mücadelenin sınıfsal yanını ihmal ederek, Kürt işçi ve köylülerini Kürt egemen sınıflarının boyunduruğuna mahkum etmekte, emekçilerin bilincini burjuva ''ulus'' sloganlarıyla bulandırmaktadırlar. Tabii ki, burada sosyal-şovenlerin tavrı, milliyetçilerin tavrıyla kıyaslanamaz. Çünkü ezilen ulus milliyetçileri kendi içinde bir haklılığa sahiptirler.

İki halkın örgütlü devrimci öncüsü olma iddiasındaki bir hareket, oligarşi ile Kürt emekçileri arasında, ulusal baskıdan ileri gelen çelişmeyi görmezden gelemez. Bu çelişmenin pratikte görülmemesi, UKKTH'nı sözde bırakacağı gibi, küçük-burjuva milliyetçilerinin burjuva ulusalcı düşüncelerle, işçi ve emekçilerin bilinçlerini bulandırmalarına da zemin yaratacaktır. Emperyalizme ve oligarşiye karşı ortak mücadelenin Kürdistan'da kazandığı muhteva, ulusal sorunu da içine alan bir genişliğe sahiptir. Elbetteki tavrımız Kürt milliyetçileri gibi, mücadeleyi ulusal baskıyla sınırlama olamaz. Bizim Kürdistan'daki mücadele anlayışımızı biçimlendiren sınıfsal perspektiftir. Ulusal baskıya karşı mücadele ancak sınıfsal bir zeminde ele alınırsa bir anlam ifade eder.

Kürdistan'da ulusal baskıya karşı mücadele, asıl olarak Kürt işçi, köylü ve küçük-orta burjuva kesimlerin sorunudur. Çünkü ulusal baskı esasta bu sosyal kesimlere uygulanmaktadır. Diğer yandan bu kesimler yoğun bir sömürü altındadırlar. Köylülerin çoğunluğu topraksız olduğu gibi, tefeci-tüccar tarafından iliğine kadar soyulmaktadır. En küçük demokratik istemleri kanla bastırılmaktadır. Ve bütün bunların sorumlusu emperyalizm ve oligarşidir. Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesiyle toprak ve demokrasi talepleri tek potada kaynaşmıştır. Ulusal baskıya karşı mücadeleyi, toprak ve demokrasi mücadelesinin kendisi olarak ele alıyoruz.

''Kürdistan'daki ulusal baskıya karşı mücadele, köylülerin, emekçilerin çelişkilerini gündeme alarak yürütülmelidir. Öyle ki, ulusal baskıya karşı mücadele, aynı zamanda Kürt köylülerinin, emekçilerinin, faşist devletin ordusuna, polisine, toprak ağalarına, sermayedarlarına karşı mücadelesinin kendisi olmalıdır. Bunun dışındaki, milliyetçi yanlış hedefleri gösterenlere karşı mücadele edilmelidir.'' (Kürtlerin Tarihi Gelişimi ve Türkiye'de Kürt Meselesi, DEVRİMCİ SOL Yayınları,l979, s. 137-138)

İşte bizim perspektifimiz budur. Bu perspektifteki mücadeledir.

Kürt halkının dili, kültürü, ulusal bütünlüğü gibi, siyasal kaderini belirleme istemi üzerindeki her türlü baskıya karşı çıkmayı, Kürt halkının ulusal özelliklerini, proletarya enternasyonalizmi perspektifiyle canlı kılmayı, zorla ulusal özümlemenin karşısına dikilmeyi gerektirir. Bunlar yapılmazsa ulusal baskıya karşı mücadele ve UKKTH sözde kalır, Marksist-Leninistlerin bu noktada milliyetçilikle kopuşması, bu mücadeleyi sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak ele alıp almamakta kendini gösterir. Yoksa milliyetçiliğe düşmekten kaçınırken, sosyal-şovenizmle kucaklaşmak işten bile değil! Reformist solun tarihi bu yönüyle öğreticidir.

Kürdistan'ın, ülkenin kırlık alanlarını oluşturması ve ülkemizdeki devrim yolunun PASS olması, ulusal baskıya karşı mücadeleyi temel mücadele biçimine de yansıtır. Yani Kürdistan'da silahlı propaganda temelinde, öncü savaşıyla oligarşiye karşı mücadele, aynı zamanda ulusal baskıya karşı mücadeleyi de içerecektir.

Kürdistan'da silahlı propaganda Kürt halkının ulusal ve sınıfsal çelişkisini somut olarak ifade edebilmelidir. Açıktır ki bu, Kürdistan'da milli baskının uygulayıcısı militarist güçlere ve Kürt halkının ulusal özelliklerini yok etmeye yönelik asimilasyon biçimlerine karşı bir mücadele olacağı gibi; Kürt köylülerini iliğine dek sömüren toprak ağaları ve tefeci-tüccarlara karşı da olmalıdır. Kısacası silahlı propaganda her şeyden önce köylülerin çelişkilerini hedeflemelidir. Kürdistan'da politik ajitasyonun önemi de büyüktür. Politik ajitasyon Kürdistan'daki ulusal baskıyı da içermelidir. Yalnızca sınıfsal temelde süren bir politik ajitasyon, pratikte ulusal baskının yadsınmasını doğurur.

''PASS, Kürdistan'a özgü özellikleri hesaba katarak hayata uygulanmalıdır. Şehirlerin durumu ve yeni-sömürgecilik ilişkilerinin -batıya nazaran- düzeyi, Kürdistan'da şehirlere oranla, kırlardaki mücadele ve örgütlenmeye AĞIRLIK vermemizi gerektirmektedir. Öte yandan politik hedeflerimizi saptarken, milli baskıyı ve Kürdistan'ın özelliklerini hesaba katmalıyız. Kürdistan'da silahlı propaganda, kırlarda -ve tali olarak şehirlerde- yürütülerek gerilla savaşı aracılığıyla her şeyden önce köylülerin çelişkilerini göz önüne almalı, Kürt köylülerinin ordu ve hükümet karşısındaki durumu, baskı, yaygara ve gözdağına dayanan oligarşinin propagandası yıkılmalıdır.'' (Kürtlerin Tarihi Gelişimi ve Türkiye'de Kürt Meselesi, DEVRİMCİ SOL Yayınları,1979, s.141)

İşte bizim Kürdistan'daki mücadele çizgimizin ana özellikleri bunlardır.

Bütün bunları söylerken, dikkatle üzerinde durduğumuz nokta, mekanikliğe, dar ulusçu anlayışa düşmeden, mücadeleyi bütün Türkiye sathında, emperyalizm ve oligarşiye karşı mücadelenin kendisi olarak ele almak gerektiğidir.

C- Kürt Yurtsever Hareketlerine Karşı Tavrımız

Biz Marksist-Leninistler Kürt halkının kurtuluşunun, Türk ve Kürt halklarının ortak mücadeleleriyle başarıya ulaşacak olan, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminden geçtiği düşüncesindeyiz. Bizim mücadelemiz bu doğrultuda olmasına karşın, nesnel yaşamın bizim dışımızda oluşan olgularına karşı tavırsız kalamayız. Bu noktada tavırsızlık, kendi Marksist-Leninist misyonunu yadsıma anlamına gelir. Tavırsızlık ancak ve ancak yaşamı kendinden ibaret gören ya da yaşam karşısında müdahale yeteneğini yitirmiş küçük-burjuvaların tavrı olabilir.

Bugünkü Kürt hareketleri, milliyetçilik tabanında emperyalizm ve oligarşiye karşı tavır alışlarıyla ilerici-yurtsever konumdadırlar. Temel hareket noktaları sınıfsal değil, ulusaldır. Ve bu hareketlerin sosyal tabanı Kürt küçük-burjuvazisidir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, emperyalizm ile birlikte burjuvazi, artık ulusal sorun dahil, demokratik devrime önderlik yapma yeteneğini yitirdi. Çağımızda ulusal soruna iki kesim önderlik edebilir. Bunlardan ilki; enternasyonalizm temelinde proletarya iken, ikincisi; yurtseverlik temelinde küçük-burjuvazidir.

Kürt küçük-burjuva yurtsever hareketlerin gelişimi, nesnel ve öznel olmak üzere iki temele oturmaktadır. Nesnel temeli yeni-sömürgecilik ilişkilerinin gelişimiyle birlikte, Kürdistan'da oluşan küçük-burjuva tabakalaşma iken, öznel nedenleri ise, geleneksel solun, sosyal-şoven tavırlarının yarattığı tepki ile birlikte, Devrimci Hareketin soruna pratik müdahaledeki eksiklikleri olarak belirlemek gerekiyor.

Kürdistan'da yeni-sömürgeciliğe paralel olarak kapitalizmin gelişmesi ve feodal birimlerin çözülmeye uğramasıyla birlikte, yoğun bir küçük-burjuva kesim oluştu. Küçük-burjuvazi niteliği gereği milliyetçidir. Ulusal baskı köylülerden sonra en çok küçük-burjuvazinin gelişimini engeller nitelikte olduğu için, buna karşı tepkinin gelişmesi de doğaldır. İşte Kürdistan'daki milliyetçi hareketlerin sosyal temeli bu anlamda küçük-burjuvazidir. Özellikle de büyük şehirlerde eğitim gören ve buradaki sosyal, siyasal hareketlerle tanışan Kürt küçük-burjuva aydınları, Türkiye'deki siyasal mücadelenin gelişimine paralel olarak ulusalcı düşünceler geliştirdiler. Gelişim buraya kadar normal bir hat izler. Zaten Kürdistan'da yeni-sömürgecilik ilişkilerinin gelişimi izlendiğinde, bunun milliyetçi hareketlerin gelişimiyle bir paralellik arzettiği görülecektir.

Sorunun asıl önemli yanı bundan sonrasıdır. Ezilen ulus küçük-burjuva kesimlerinin milliyetçilik temelindeki tepkilerini, doğru bir zemine çekmek, sınıf perspektifini hakim kılmak, her şeyden önce ülkedeki Marksist-Leninist hareketin önderliği ile olanaklıdır. Bu noktada Türkiye Sol Hareketi, ezilen ulus sorununda görevlerini yerine getirmekten çok uzak kalmıştır.

Türkiye soluna egemen olan reformist, sosyal-şoven tavır, Kürt küçük-burjuva aydın kesimlerin milliyetçi tepkiler geliştirmesinde önemli rol oynamıştır. Sosyal reformistlerin Kemalist dönemdeki jenosit ve asimilasyon politikasına karşı tavrı biliniyor. Sosyal reformistler, ''feodalizmi tasfiye ediyor'' gerekçesiyle, Kürt halkının katledilmesini desteklemişler, Komintern'in uyarılarına karşın, bu utanç verici tavrı terketmemişlerdir. Tanzimat geleneğinin sürdürücüsü sosyal reformistler ''devletin bekası''nı başat görev seçmişler, yeni-sömürgecilik döneminde de, Kürt halkına yönelik baskılara ya sessiz kalmışlar ya da desteklemişlerdir. Hemen hemen bütün yaşamını burjuvaziden icazet dilemekle geçiren geleneksel solun sosyal-şoven tavrının, Kürt küçük-burjuva kesimlerde güvensizlik yaratmaması, onlardaki milliyetçi önyargıları beslememesi olanaksızdı. Günümüzde ise geleneksel sosyal-şovenlerin tavrı, Kürdistan'ı adeta yok sayarak, oligarşinin asimilasyon politikasına angaje olmak biçiminde özetlenebilir.

Türkiye solundaki sosyal-şoven gelenek, 1970 THKP-C hareketiyle kesintiye uğrasa da, hareketin çok kısa bir zaman diliminde fiziki tasfiyeye uğramasıyla, etkisi devam etmiştir. THKP-C hareketi Türkiye Sol'unda ilk defa ulusal soruna doğru bir tarzda işaret etmiş ve soruna Misak-ı Milli sınırları içinde çözüm arayanlarla arasına kalın bir çizgi çekmiştir. THKP-C hareketi, sürecin kendisine yüklediği tarihsel misyonu yerine getirir ve Kürt ulusal sorununa ilişkin teorik açılımlarını sunmaya çalışırken fiziki tasfiyeye uğramıştır.

THKP-C hareketinin yenilgisinden sonra, ortalığı kaplayan ihanet, devrim kaçkınlığı, pasifizm ve kendiliğindencilik koşullarında, ulusal sorun tekrar kendi kaderine terkedilmiş, adeta yok sayılmıştır. Hareketimiz 1978 yılının sonlarında ortaya çıkışında itibaren soruna ilişkin teorik tezlerini sunmuş ve hızla pratiğe geçirmeye çalışmışsa da, bu çok geç kalmış bir müdahale olduğundan, Kürt küçük-burjuva milliyetçilerini sınıfsal zemine çekmekte yeterli olamamıştır.

Bugün Marksist-Leninistlerin görevi, sosyal-şoven sol kaynaklı tepki ve güvensizliği gidermek, Kürt halkının ulusal istemlerine sahip çıkarak, sınıf temeli üzerinde şekillenen bir mücadele örgütlemektir. Ancak ve ancak bu temelde bir mücadeleyle halklarımızın ortak mücadelesi gerçek bir olgu haline getirilebilir. Fakat bunu söylemek, bizim irademiz dışında bir olgu haline gelmiş Kürt küçük-burjuva milliyetçi hareketlerini dıştalamak, ya da onlara karşı tavırsız kalmayı getirmez.

Marksist-Leninistlerin, ulusların kendi örgütlenmelerini, kurumlarını oluşturma hakkı konusundaki tavırları biliniyor. Ezilen ulus milliyetçilerinin, bizlerin ortak örgütlenme çabalarımıza karşın yararlı ya da zararlı olsun, kendi bağımsız örgütlenmelerini oluşturmaları hakkı vardır.

Bugün nispi bir gelişmişlik gösteren Kürt küçük-burjuva milliyetçi hareketlere karşı tavrımız, ikili bir karakter gösterir. Bir yandan ayrı örgütlenmenin, halklarımızın kurtuluş mücadelesine verdiği zararları, milliyetçiliğin burjuva niteliğini, Türkiye koşullarında iki halkın kurtuluşunun (Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesi de dahil) devrimci yolunu açıklar, onların burjuva milliyetçi yanlarına karşı ideolojik mücadele verirken; diğer yandan emperyalizm ve oligarşiye karşı olma konumlarını korudukları sürece, onları eylemli olarak destekleriz.

Ezilen ulus milliyetçilerine karşı ideolojik mücadele, yapıcı ve onu sınıf zeminine çeker içerikte olmalıdır. Bu konuda üslup ve zamanlama büyük önem taşıyor. Hakim sınıfların demagojilerine, çarpıtma ve karalamalarına malzeme teşkil edecek üsluptan kaçınmak gerekir. İdeolojik mücadelede esas hedef, şovenler ve sosyal-şovenler olmalıdır. Ezilen ulus milliyetçilerine karşı ideolojik mücadele ''dostluk-mücadele'' ilkesi çerçevesinde biçimlenmelidir. Yanlış ve zararlı yanlara karşı mücadele ile, devrimci yanların desteklenmesi ve dayanışma bir arada olursa ancak bir anlam ifade edebilir. Ve ''halk güçleri içindeki çelişki'' niteliğine uygun olabilir inancındayız.

Emperyalizm evresinde, Marksist-Leninistlerin ulusal hareket karşısındaki tavrı, emperyalizmi zayıflattığı, onu gerilettiği ve bu anlamda proletarya hareketini güçlendirdiği, geliştirdiği oranda desteklemektir. Kürt küçük-burjuva milliyetçi hareketleri, bugünkü konumlarıyla bu genel kıstas içindedirler. Bu konumlarını kaybettiklerinde, bizim desteğimiz artık sözkonusu olmayacaktır. Ezilen ulus milliyetçi hareketinin kendi içinde bir haklılığa sahip olması, onun sınıf mücadelesi karşısında objektif olarak aldığı konumu ve emperyalizme karşı tutumunu görmezden gelmemizi gerektirmediği gibi, sorunu bütünün çıkarlarından ayrı ele almak Marksist-Leninistlerin tavrı olamaz.

Kürt küçük-burjuva milliyetçilerine güven vermek, onları sınıf zeminine çekmek ve giderek Kürt halkını burjuva milliyetçi önyargıların etki alanı dışına çıkarmanın devrimci yolu budur. Bir yandan Kürt halkının ulusal istemlerine sınıfsal bir perspektifle sahip çıkmak, şovenizme ve sosyal-şovenizme karşı mücadeleyi yükseltmek, diğer yandan irademiz dışında oluşan küçük-burjuva milliyetçi harekete ''dostluk-mücadele'' ile yaklaşmak... İşte bizlerin güncel pratikte Kürdistan'daki tavrımızın özeti budur.

Burada PKK hareketine kısaca değinmekte yarar görüyoruz.

Belirttiğimiz gibi PKK hareketi de Kürdistan'daki küçük-burjuva tabakalaşmanın bir ürünüdür. PKK, bugün emperyalizm ve oligarşiye karşı silahlı temelde tavır geliştiren yurtsever bir harekettir. Bu niteliği ile oligarşi ve emperyalizme darbeler vurduğu için destekliyoruz. Fakat bu hareketin hatalarının, olmadığı anlamına gelmez. PKK küçük-burjuva sınıf karakteri ve milliyetçilik tabanında hareket etme özelliğinden dolayı, birçok eksik ve zaaflara sahiptir. Başta milliyetçi, pragmatik yaklaşımı olmak üzere, mücadelenin sorunlarına ve biçimlerine mekanik ve dar pratikçi yaklaşımının doğurduğu hatalar en belirgin olanlardır. Yanlış gördüğümüz bu yaklaşımları bizim eleştiri noktamızı oluşturur.

Fakat bizim PKK'ya eleştirimiz genelde belirttiğimiz ''dostluk-mücadele'' ilkesi çerçevesindedir ve halk güçleri arasında bir sorun niteliğindedir. Bu noktada oligarşinin ağzından eleştiri yapan sol'un tavrına karşıyız. Türkiye Sol'unun tamamına yakınının PKK'yı eleştirmesi ve tecrit etmeye kalkışması, onun mücadeleci yanından kaynaklanmaktadır. PKK statükoları bozan tavrıyla, geleneksel solun saldırılarına maruz kalmıştır. Bu nedenle sol'un anti-PKK temelindeki eleştirileri mücadele karşıtı niteliktedir ve bunlara karşı mücadele etmek zorunludur. Emperyalizme ve oligarşiye karşı mücadele tavrına sahip olmanın gereği, PKK'ya karşı cepheden saldırmak değil, onu desteklemektir.

D- Kürt Küçük-Burjuva Hareketi Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Halk Devriminde İttifaklarımız Arasındadır

Şovenizmle şartlanmışların bizlere yönelik bir''suç''laması var. Gerek oligarşinin resmi ve gayri-resmi sözcülerince, gerekse de resmi ideolojinin temsilciliğini yapan I. Ordu Komutanlığı II No'lu Askeri Mahkemesinde biz Marksist-Leninistler, ''bölücülük'' ve ''bölücülerle işbirliği'' yapmakla suçlanıyoruz! Irkçı-şoven kafanın ürünü olan bu ''suç''lama, Kürt sorunundaki diğer birçok ''suç''lamalar gibi, Kürt halkının mücadelesini yok etme, jenosit ve asimilasyon politikasına haklılık kazandırma, halk kitlelerinin bilincini bulandırma ve Devrimci Hareketin meşruiyet zeminini yok etme amaçlıdır. Bu demagojik ''suç''lamaların, bizim düşüncelerimizin bilinmesine karşın yapılması, konuya değinmemizi zorunlu kılmıştır. Şunu da belirtelim, biz, bu suçlamalardan alınmıyoruz. Burjuvazinin, olguların içini boşaltması, onları anlamsızlaştırması bizim için yeni bir şey değildir.

Evet, Kürt halkının varlığını reddedenler, Kürt halkının kendi kaderini tayin istemine önderlik eden, biz Marksist-Leninistleri yargılamaya kalkan savcı ve yargıçlar! Kürt küçük-burjuva milliyetçi hareketi bizim ittifakımız -sizin deyiminizle ''işbirlikçimiz''- durumundadır. Ve biz Marksist-Leninistler bu tavrımızla çok ''vahim suç''ların sahibi oluyoruz! Hem ''Kürtler, bağımsız devlet kurma da dahil, kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmalılar'' diyoruz; hem de ''bölücü'' Kürtleri ittifak görüyoruz...''Vatan haini'' olmamız için yeterli değil mi?!! Ama unutmayın ki, ''suç'' kavramı görelidir. Yasalarınız bizleri yargılıyor ve ''suçlu'' ilan ediyor!. Ya sizler?.. Sizleri TARİH ve HALK yargılıyor. Ve suçlu ilan ediyor; Kürt halkını ve onun yurtseverlerini imhaya yöneldiğiniz, baskı ve terör uyguladığınız için... Hangi suç onurlu acaba? Sizlerinki mi, bizimki mi? Seçim hakkına sahipsiniz!...

Gerek savunmamızın bu bölümünde, gerekse de daha önceki bölümlerinde, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminin temel sosyal güçlerinin işçiler, köylüler ve küçük-burjuvazi olduğunu belirtmiştik. Bu anlamda emperyalizm ve oligarşiye karşı tavır geliştiren tüm siyasal-sosyal güçler proletaryanın ittifakı durumundadırlar. Bu ittifak, sosyal temelde, proletarya hareketinin iradi müdahalesiyle bu kesimleri örgütleyerek, kendi çevresinde toplaması biçiminde, işçi-köylü bağlaşıklığı temelinde olabileceği gibi; proletarya hareketi dışında, kendi bağımsız politik örgütlenmelerine sahip küçük-burjuva kesimlerle, siyasal planda, programatik temelde bir ittifak şeklinde de olabilir.

Ülkemizde anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminin kitle güçleri arasında olan küçük-burjuva kesimlerden, milliyetçi Türk küçük-burjuvazisi, bugün politik bir hareket olarak örgütlü değildir. Fakat önceki bölümde saptadığımız nedenlerden ötürü, milliyetçilik temelinde Kürt küçük-burjuva politik hareketleri sözkonusudur. Bu noktada, anti-emperyalist, anti-oligarşik temelde Kürt yurtsever hareketleriyle ittifak, devrimci bir adımdır. Bu şekilde bir tavır, hem anti-emperyalist, anti-oligarşik güçleri bir potada toplama, hem de bu hareketleri etkileme, onlara güven verme ve giderek sınıf zeminine çekmek açısından gereklidir.

Marksist-Leninist hareketin, Kürt küçük-burjuva yurtsever hareketleriyle ittifakını, somut bir gerçeklik haline getirmesi, elbette kendi içinde güçlüklere sahiptir. Bir yandan Kürt halkını, anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadeleye çekmek, iki halkın ortak örgütlenme ve mücadelesini geliştirmek, diğer yandan halkları ulusal çitlerle bölen ve ulusal örgütlenmeyi temel alan küçük-burjuva milliyetçi hareketle politik ittifak geliştirmek kendi içinde zorluklar taşısada, üstesinden gelinemeyecek bir şey değildir. Marksist-Leninistler doğru taktiklerle, bizzat pratiğin ortaya çıkardığı görevler temelinde, bu manevra alanını kendine yaratabilir ve yaratmalıdır da.

Kürt küçük-burjuva milliyetçileriyle ittifak sorununda beliren bir zorluk da, şoven bir tavra sahip Türk küçük-burjuva kesimlerinin de bu ittifak kapsamı içinde olması ve çıkarları çelişen iki milliyetçi kesimin, bir arada ortak hedefte birleştirilmesidir. Bu konu, sol içinde Hareketimize yönelik eleştiri konusu da olabilmektedir. Şöyle denilmektedir: ''Bir kolunuzda Kemalistler, bir kolunuzda Kürt küçük-burjuva milliyetçileri olduğu halde nasıl yürüyeceksiniz?'' ''Zor'' diye, gerçekleri mi yok sayalım? Bu soruyu soranlar ''ittifak'' ve ''cephe'' olgularından bir şey anlamadıkları gibi, sosyal pratikten de bir ders çıkarmamışlardır. Kürt ve Türk küçük-burjuva milliyetçileri arasında çelişki olması doğaldır. Milliyetçiliğin temeli kendi ''ulusal pazar'' sorunu olduğuna göre, bu kesimlerin çıkarlarının çelişkiyi barındırması kaçınılmazdır. Ama bizim bahsettiğimiz alelade soyut bir ittifak değildir. Biz küçük-burjuva kesimlerle ittifak olunabileceğini söylerken, her iki kesim açısından da ortak payda oluşturan, emperyalizm ve oligarşi ile olan çelişkiyi veri alıyoruz. Çünkü emperyalizm ve oligarşi bu iki kesimin de düşmanıdır. Zaten ''ittifak'' ve ''cephe'' çelişkiye karşın kurulur.

Cephe ve aynı anlama gelmek üzere ittifak; belirli bir ortak program temeli üstünde işbirliği yapan çeşitli kesimleri içine alan bir karşıtlar birliğidir. Temelde çıkarları benzer olan sınıflar ve politik güçleri vardır; ve çıkarları ancak belirli bir ölçüde uzlaşan sınıflar ve politik güçler vardır. Her sınıf veya politik güç, kendine özgü ve ortak çıkarlar uğruna ittifak yapıp aynı cephe içinde olabilir.

Bu temelde, Kürt ve Türk küçük-burjuva milliyetçileri kendine özgü çıkarları yanında, anti-emperyalist, anti-oligarşik temelde ortak çıkarlara sahiptirler. Ve her şeyden önce kendine özgü çıkarları oligarşi ve emperyalizm tarafından yok edildiğinden, her iki kesim için de temel çelişki, emperyalizm ve oligarşidir. Bu ortak paydada biraraya gelmeleri kendine özgü çıkarlarının da bir gereğidir. Nitekim 1919 Anadolu Kurtuluş Hareketi'nde, Kürt ve Türk yurtseverleri biraraya gelebilmişlerdir. TC'nin kuruluşundan sonra Kemalistlerin şoven bir tavra girerek, Kürt halkının çıkarlarına karşı bir politikaya sahip olması, bu gerçeği gölgelemez.

Ayrıca şunu da unutmamak gerekiyor; bu ittifak iki kesimin kendi başına yaptığı bir ittifak değildir. Elbette bu da olabilir. Ama bizim sözünü ettiğimiz ittifak; proletaryanın önderliğindeki bir ittifaktır. Proletaryanın önderliği, 1923'deki gibi bir sonucu önleyecek temel unsur olduğu gibi, şovenizme karşı mücadelesiyle de, ezilen ulus milliyetçilerine güven ortamının da sağlayıcısıdır. Ezen-ezilen ulus ayrımında proletaryanın tavrı, ezilen ulus milliyetçilerini desteklemek olacaktır. Dolayısıyla ezilen ve ezen ulus milliyetçileri arasındaki çelişkiden paniğe kapılıp, bunların ortak çıkarları temelinde bir araya getirilemeyeceğini söylemek, kendi gücüne güvensizliğin itiraf edilmesinden başka bir anlama gelmez. Biz, sosyal pratiğin tanıklığında, her iki ulustan milliyetçilik tabanında gelişecek anti-emperyalist sol kesimlerin bir cephe içinde mücadeleye sokulabileceğini söylüyoruz. Kaldı ki, bugün Türk küçük-burjuva milliyetçilerinin sol kesimi, politik bir örgütlülüğe sahip değildir. Bu temelde bugünkü süreçte ittifak sorunu, Türkiye halklarının devrimci hareketiyle, Kürt küçük-burjuva milliyetçileri arasında olacaktır. Ama ileriki süreçlerde anti-emperyalist temelde bir Türk küçük-burjuva hareketinin şekillenmesi, proletaryanın Kürt küçük-burjuva milliyetçileriyle ittifak yapmasını engellemez. Tercih durumunda proletarya hareketi, Kürt küçük-burjuva milliyetçilerinden yana tavır belirleyecektir. Ki bu durumda anti-emperyalist Türk küçük-burjuva kesimleri, zaten şovenizme kurban gitmiş ve anti-emperyalist konumdan uzaklaşmaya başlamış demektir.

Özetle, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi mücadelesinde Kürt küçük-burjuva yurtsever hareketleri, milliyetçilik tabanında emperyalizm ve oligarşiye karşı tavır aldıklarından, objektif olarak Türkiye Devrimci Hareketi'nin ittifakı durumundadırlar. Marksist-Leninistlerin görevi bu ittifakı somut bir gerçek haline getirmektir.

Kürt ulusu gerçeğine karşı çıkan siz Savcı ve Yargıçlar;

Savunmamızın ''Kürt Sorunu''na ilişkin bölümünün sonuna geldik. Soruna girişte, onyıllardır bir ''bölücülük'' yaygarasının tutturulup gidildiğinden ve bu yaygara ile unutturulmak istenen bir gerçeğin varlığından söz ettik: Kürt gerçeği!

Evet, yıllardır vurguladığımız ve uğrunda savaştığımız bu gerçeği, bir kere daha uzun uzun anlattık. Adeta ''demoklesin kılıcı''ydı, yıllardır sözünü edenin kafasına düşmeye hazır bekleyen. Yok edilmeye, yok sayılmaya çalışılan Kürt ulusunu kimse ağzına almaya cesaret edememeliydi... Egemenler böyle istiyordu ve isteklerini yerine getiren çok oldu. Ama biz Marksist-Leninistler, kafamızın üzerinde sallamaya çalıştıkları bu kılıca aldırmıyoruz... Bu silah sahibine dönüp, onu vuracaktır... Bunu biliyor ve oligarşiyi vuracak silahı, kan ve ateş ortasında tarihin şaşmaz hükmü olarak elimize alıp sahibine doğrultuyoruz. Savunmamız, bu savaşın bir parçasıdır. Ve çekinmeden gereğini yerine getirmeye çalıştık.

Bedelinin ağır ödeneceğini biliyorduk, ama gerçekleri savunmanın bedeli egemenlerle savaşımda hep ağır olmamış mıdır zaten? Bizler, tarih boyunca her türlü sömürü ve baskıya karşı çıktığımız için sömürücü egemenlerce hep ''lanetli'' ilan edildik. İşkence tezgahlarında, sokaklarda, dağlarda ve darağaçlarında katledilen bizim insanlarımızdı... Bizdik, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin elinden ateşi çalmaya cüret ettiğimiz için, tüm kötülüklerin kaynağı ilan edilen, üzerinde şimşekler çaktırılıp, yıldırımlar yağdırılan... Aldırmadık, çünkü tarihin derinliklerinden süzülüp gelen bilinçle hareket etmenin, haklı bir davaya sahip çıkmanın onurunu taşıyoruz.

Tankları, topları, tüfekleri olan zorbaların karşısında, haklı olmak ve halka dayanmak yetiyor da artıyor bizlere. Tarihin hep ileriye dönen tekerleğini geriye çevirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunu biliyor ve tarihin tekerleğini ileriye döndürmeye çalışanların bir parçası olmaktan gurur duyuyoruz.

Kürt gerçeğini savcı ve mahkemeler yok edemez.

''İstiklal Mahkemeleri''nin engizisyonu andıran idam kararları, infazları, İstiklal Mahkemesi savcısının Kürt ulusal düşüncesinin öldürülmesi gerektiğini belirten ''fetvası'' Kürt gerçeğini yok edemedi, bu gerçeği dile getirenleri susturamadı. Önderlerini yok etti. Ama halkın haklı mücadelesi yeni önderlerini doğurmakta gecikmedi.

Dersim'i kana bulayanlar, Seyit RIZA'yı onun deyimiyle ''riyakarca'' asanlar, mücadele arkadaşlarını katledenler de bu gerçeği unutturamadılar.

Türkiye'de her siyasal iktidarın terörünü ilk yönelttiği kesim, Kürt gerçeğini dile getirenler olmuştur. 1950-60'ların BAYAR ve MENDERES'i de, birtakım haklarda ilerici bir tutum içine girebilen 27 Mayıs iktidarı da Kürt sorununda ırkçı ve şoven tavrını sürdürdü. Ve mahkemeler, savcılar, yargıçlar her zaman bu baskının bir ayağı oldular. 1971 12 Mart faşizminin darağaçlarında, sokaklarda, Kızıldere'de katlettiği devrimcilerin suçlarından(!) biri de Kürt gerçeğini dile getirmek, onun özgürlük mücadelesine önderlik etmekti. Her türden hukuk dışı yöntemle onlarca yıl ağır cezalara çarptırılan ilerici ve demokratların yargılanmaları sırasında, içlerinden bir yurtseverin dediği gibi 300 kişi 3 bin oldu. Bugün daha da çoğalıyor.

12 Eylül hukukunun uygulayıcısı sizler de bu gerçeği yok edemezsiniz, bu mücadeleyi yürütenlerin seslerini kısamazsınız. Akıbetiniz, devraldığınız mirasta yazılıdır. Sınıf mücadelesi nasıl ''kışkırtıcı''ların işi değilse, bir ulusun kendi kaderine sahip çıkma istemi de ''bölücü''lerin işi değildir. Felsefi idealizmin çukurunda debelenen egemen güçler, ırkçı-şoven-faşist yüzlerini bu tür demagojilerle gizleyemezler.

Biz diyoruz ki, Kürt halkı, tıpkı Türk halkı gibi nesnel bir olgudur. Biz, burada, O'nun varlığına işaret etmesek de, kendi kaderini özgürce belirleme istemini dile getirmesek de, Kürt ulusu vardır. Nesnel gerçekler insan iradesinden, bilincinden bağımsızdır. İnsan bilinci gerçeği yaratmaz, ancak kavrar ve yine nesnel yasalar doğrultusunda ona etkide bulunur. Kürt halkı yaşayan bir gerçektir. Kürt halkı üzerinde yürütülen asimilasyon politikası da... Bizim yaptığımız, Kürt gerçeğine işaret etmek, görmezden gelenlere göstermeye çalışmak ve ulusal baskı politikasını ortadan kaldırmak için mücadele etmektir. Ne Kürtler, bizler ''var'' dediğimiz için vardırlar, ne de egemenler ''yok'' dediği için ortadan kalkacaklardır. Kimsenin böylesi bir ''tanrısal'' gücü yoktur...

Bizler, tarihin öznesi olma bilinciyle Kürt ulusal sorununu bilimsel bir yöntemle ortaya koyduk, sorunun devrimci çözüm biçimlerini sergiledik. Yıkılması gereken ''tabu''lara bir darbe de biz vuralım diye değil, devrimci sorumluluğumuz, Marksist-Leninist olma niteliğimiz ve her koşulda görüşlerimizi, ödünsüzce ortaya koyma anlayışımız gereği belirttik tüm bunları.

V-ÜLKEMİZDE AZINLIKLAR SORUNU VE ÖZELDE ERMENİ SORUNU

Ülkemizde ulusal sorun yalnızca Kürt sorunu değildir. Uygarlıklar mozaiği olan Anadolu'da, bugün çözüm bekleyen sorunlardan biri de azınlıklar sorunudur. Ulusal sorunun çözülmediği bir ülkede, azınlıklar sorununun olmaması eşyanın doğasına aykırıdır. Ülkemizde, kendi içinde farklı biçimler taşısa da azınlıklar üzerinde baskılar hiçbir zaman eksilmedi. Özellikle ''gayri müslim'' olarak adlandırılan Ermeni, Rum ve Musevilerin varlıkları kabul görmesine, dilleri ve kültürel etkinlikleri hukuki yasallığa sahip olmasına karşın, bütünüyle bir düşmanlık politikasıyla karşı karşıyadırlar. Bunları geniş olarak anlatacağız. Görülecektir ki, Türkiye hakim sınıfları, bütünüyle halklara düşman bir tavır sergilemektedir. Irkçı-faşist bir zeminde çok yönlü olarak uygulanan bu politika geniş bir boyuta sahiptir.

Çok yönlü çıkar ilişkilerinin biçimlendirdiği halkları ezme siyasetinin temelinde kuşkusuz ki, burjuvazinin sömürü politikası yatar. Özellikle de Türkiye egemen sınıflarının kafatasçı düşünce biçimleri ve yayılmacı emelleri düşünüldüğünde bunun boyutlarının çok daha geniş olduğu görülecektir. Nedir azınlıklar sorunu?

Azınlık sorunu, ulusal sorunun bir parçasıdır. Belli bir toprak parçası üzerinde toplu olarak yaşama ve ulusal bir yoğunluk teşkil etme durumundan uzak, ama kendine özgü dilleri, kültür, gelenek ve alışkanlık biçimleri ve tarih birliğine sahip olan halk grupları olarak tanımlanabilir, azınlıklar. Azınlıkların varlığı, uluslaşma süreci ve öncesinde halkların altüst oluş süreçlerinde çözülmeye uğramalarına ve bu nedenle ulusal topluluk olma konumlarını yitirmelerine karşın, belirttiğimiz özellikleri şu ya da bu oranda koruyan, bütün dış etkenlere karşın özelliklerini koruma direnci gösterebilen ve bugüne taşıyabilen halk gruplarının varlığı demektir. Bu noktada Marksist-Leninistler, azınlıkların ulusal topluluk oluşturmadıkları gerekçesiyle bu halk gruplarını görmezlikten gelemezler. Kendi dillerini konuşan, kültürel etkinliklerini devam ettiren bu halk gruplarının özgürce gelişimi için, her şeyden önce bütün baskı biçimlerinin yok edilmesi zorunludur.

Azınlıkların sorunları, kendi dilini özgürce kullanması, kendi ana dilinde eğitim yapması, kendi etkinliklerini özgürce sergilemesi, ulusal aşağılanmanın yok edilmesidir.

Azınlıklar, eşitlik ilkesi temelinde kendi dillerini mutlak biçimde koruma ve geliştirme hakkına sahiptirler. Tersi bir durum azınlıkların kendine yabancı okullarda eğitilmesi, devlet kurumlarında ve toplumsal örgütlenmelerde inisiyatiflerinin engellenmesi, gelişmelerinin dumura uğratılması anlamına gelir ki; bu, Marksist-Leninistlerin bütün ulusların ve azınlıkların eşitliği politikasıyla çelişir.

Ülkemizde azınlık konumunda bulunan, Çerkezler, Araplar, Ermeniler vb. halklar üzerindeki baskı ve asimilasyon politikası, ırkçı-faşist ideoloji ve politikanın temelini halklara düşmanlığın oluşturduğunun göstergesidir. Halklar (veya uluslar) sorunu rejimin insanlık dışı yüzünü sergilediği gibi, ona karşı çıkmanın bir insanlık görevi olduğunu da kanıtlıyor. Ülkemizde demokrat ve ilerici olarak ortaya çıkıp, Kürt ulusu ve azınlıklar üzerindeki baskıları görmezden gelen, kimi zaman dolaylı ve dolaysız onay ve destek verenler şunu iyi bilmelidirler ki; ulusal baskı siyaseti, burjuva anlamda bile demokrasinin varlığını dıştalar. Halkları ezme siyasetine karşı çıkmadan, sömürüden, baskıdan, demokrasi ve insan haklarından bahsetmek en hafif deyimiyle ikiyüzlülüktür.

Bu nedenle, bu ülkede yaşayan ve bir nebze olsun tarihe ve insanlığa karşı sorumluluk duyan, kendisine saygısı olan, ruhunu sermayeye satmamış herkes halkları ezme siyasetine karşı çıkmalı, lanetlemelidir. Tekrar hatırlatmakta yarar görüyoruz; bir ülkenin az çok demokratik (burjuva anlamda da olsa) olması, ulusal baskının yok edilmesiyle doğrudan ilgilidir. Her kim ki, kendini aldatmak istemiyorsa burjuvazinin ırkçı-şoven yaklaşımına karşı çıkmalıdır.

A-Türkiye'de Azınlık Mensubu Olmak ''Suçtur''

Ülkemizdeki azınlıklara yönelik baskı, asimilasyon ve jenosit politikasının özde aynı olmak üzere biçimde farklı iki özellik içerdiğini belirtmiştik. Birincisi, Müslüman (Araplar, Çerkezler vb.) azınlıklardır. Egemen sınıfların bu azınlıklara yaklaşımı, tamamen yok sayma biçimindedir. Varlıkları kökten yadsındığı için ulusal özelliklerini yansıtacak hiçbir kurum ve örgütlenmeye izin verilmemektedir. Dilleri yok sayılmış, kültür ve geleneksel alışkanlıkları baskı altına alınmıştır. Kısacası her yönüyle bir eritme politikası uygulanmaktadır.

İkincileri ise; gayri müslim olarak adlandırılan Rum, Ermeni, Süryani vb. azınlıklardır. Bunlar Lozan Anlaşmasında emperyalistlerin dayatmalarıyla kendi ''ulusal'' kurumlarına sahiptirler. Örneğin dillerini serbestçe konuşabilir, okullarında eğitim görebilir, dini (kilise) ve folklorik kurumlarını muhafaza edebilirler. Ama bu haklar hukuki olarak var olmasına karşın, pratik bir geçerliliği yoktur. Belki açıktan açığa bu azınlıkların kurumları kapatılmıyor veya saldırıya uğramıyor ama çok yönlü bir demagoji ve propaganda ile bu halklar adeta tecrit edilmiş durumdadırlar. Dizginlenmemiş bir şovenizmle bu halklara baskı uygulanmaktadır. Bunun en somut örneği Ermenilerdir...

Türkiye'de Ermeni olmak adeta suçlu olmak gibidir. Başta Tercüman gazetesi olmak üzere bütün burjuva basın-yayın kuruluşlarının yaptıkları yayın bunun en açık göstergesidir. Ermenilere yaşam hakkı yoktur; Ermenilerle ilişki kurmak, dost olmak ise beterin beteri bir suçtur.

TV dizilerine (Duvardaki Kan gibi) bile konu olan Ermeni düşmanlığının işlediği ana tema şudur: ''Ermeni dünyanın en aşağılık insanıdır, insanlığın tüm değerlerine yabancıdır, en aşağılık suçların işleyicisidir, her şeyden önce de yeminli Türk düşmanıdırlar!...'' Bu öyle bir boyutta işleniyor ki; nerede bir Ermeni etkinliği varsa; orası ''Türk düşmanları''nın karargahıdır! Bu pervasız demagojik saldırı ''bütün Ermenilerin imhası'' fetvalarını andırır.

Örneğin 12 Eylül cuntası döneminde bir devrimciyi yargılamaya kalkan Adana Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı hazırladığı iddianamede bu devrimciye hakaret olarak ''Ermeni oğlu Ermeni'' demektedir. ''Ermeni''liğin en aşağılatıcı küfür sayılabilmesi kendini bilmez bir savcının zırvalamasıyla sınırlı değildir. Devlet politikasının yansımasıdır ve yaygın olarak işlenmektedir.

Türlü yalanlarla Ermeni düşmanlığı körüklenir. ''Ermeniler tarih boyunca Türkleri katletmişlerdir!'' Örneğin 1987 yılı içinde Erzurum'da toplu olarak bulunan insan iskeletleri, Ermenilerin I.Emperyalist Paylaşım Savaşında yap-tıkları(!) katliam olarak sunulmuş ve TV, radyo, basın-yayın aylarca Ermenilerin ''canavarlığı'', ''Türk düşmanlığı'' üzerinde vaazlar vermişlerdir!

Ermeniler konusunda objektif olmak ya da küfür etmeden konuşmak veya kalem oynatmak aforoz edilmek için yeter de artar. Örneğin yakın zamanda ''Ana Biritannica'' adlı ansiklopedide Ermenilerle ilgili bir bölümün yer alması üzerine sorumlu müdür hakkında ''Ermenileri övmek'' gerekçesiyle dava açılmıştır.

Kısacası Ermeni düşmanlığının sınırı yoktur. Ermeni olmak veya Ermenilerin tarihi ve güncel haklarından söz etmek, cezalandırılması gereken bir suçtur. Bunun bir de halka ve devrimcilere yönelik yanı vardır.

Ermeni Düşmanlığı Halka ve Devrimcilere Yönelik Saldırının Ayrılmaz Parçası Olmuştur

Başta Ermeniler olmak üzere azınlıklara yönelik düşmanca politikanın birinci yönü doğal olarak, halklar arasında düşmanlıklar yaratmak, milliyetçi önyargıları canlı tutmak, böylece mücadelelerini bölmek, parçalamaktır. Bununla beraber; ulusları ve azınlıkları ezme, asimilasyon ve jenoside tabi tutma politikalarına meşruiyet kazandırmakta; milliyetçiliği körükleyerek faşizme kitle tabanı yaratmakta, halk kitlelerinin sınıf bilincini bulanıklaştırmakta ve depolitizasyonun sağlanması, tepkilerin nötralize edilmesinde de etkili bir araç olarak biçimlenmektedir.

Bir de bunun pratik biçimlenişi vardır. Sınıflar mücadelesinin ivme kazanmasına paralel olarak güncelleşen Ermeni düşmanlığının bu yeni kullanılışı, devrimcileri karalamak ve işkence, katliam politikasını haklı göstermektir.

Her saldırı öncesi kin ve nefretle örülü şovenizm örnekleri sergilenmiş, Hareketimize yönelik çarpıtma ve karalama kampanyalarının bir yanını, mutlaka Ermeni düşmanlığının işlenmesi oluşturmuştur.

''DEVRİMCİ SOL Ermenilerle işbirliği yapıyor''

''Ermeni militanlar sol örgütlerde barınıyor''

''Hain ittifak; Ermeni-DEVRİMCİ SOL eylem birliği kararı aldı''

''Şer örgütleri birleşti; Asala, DEVRİMCİ SOL ve Kürt örgütleri Türkiye'yi parçalamakta anlaştı''

''Kutsal ittifak; Ermeni-Rum ve komünistler Türkiye'ye karşı birleşti''

...........

...........vb. vb.

Yalan ve demagoji furyası bununla da kalmadı, geri zekalılara özgü fantastik yorumlar yapıldı. Örneğin Ermeni milliyetinden birinin mücadeleye katılışı, hemen büyük puntolarla ''Sol-Ermeni İttifakı'' denilerek lanse edildi. Halklar arasında kesin sınır çizgileri çeken bu kafatasçı düşünüşe göre çeşitli halklardan unsurlar, belli amaçlar doğrultusunda bir araya gelemezlerdi.

Başlıkları hemen hemen böyle olan ve içerikleri Ermeni ve devrimci düşmanlığının oluşturduğu çeşitli yayınlarla, hayali olduğu kadar, bizleri ve mücadelemizi karalayan, ''bütün amacı Türkiye'yi yok etmek olan'' örgüt imajını yaratma ve böylece sınıf mücadelesi gerçeğinin üstünü örtüp milliyetçi duyguları geliştirmek hedeflendi.

Bu tür yalan, çarpıtma ve demagojiler egemen sınıfların klasik yöntemleri olduğu kadar, çıkmazlarının da ifadesidir. Hareketimizi bu tür yöntemlerle karalamaya çalışmak sahibini vuran bir silaha dönüşecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Devrimci Hareketimiz, Türkiye halklarının sınıfsal ve ulusal mücadelesinin ortaya çıkardığı bir güçtür. Onun mücadelesinin nesnel temeli; emekçilerin iliklerine kadar sömürülmesi, faşist, gerici ve anti-demokratik baskılar, Kürt ulusu ve ulusal azınlıklara yönelik ulusal baskı, asimilasyon ve jenosittir. Egemen sınıflar, bilim ve teknikteki olağanüstü gelişmelere karşın sınıf mücadelesinin ''kışkırtıcıların işi'' olduğu yalanını geçerli kılamadılar ve ''kışkırtıcılar'' ezilen ve sömürülen yığınların kendileri olarak bir türlü yok edilemediler. Burjuvazinin dünyadaki kalelerinin 1/3'ünün proletarya tarafından fethedilmesi, buna en anlamlı cevaptır.

Evet, onlar tarihten ders alamamayı alın yazısı durumuna getirmişlerdir. Halklar arası düşmanlıkları, bölgesel, dinsel ve etnik ayrılıkları kullanarak. Devrimci Hareketin tarihsel ve siyasal meşruiyetini gölgelemek ve haklılığını yok etmek istiyorlar. Bir taşla iki kuş vurmak isteniyor. Bir yandan halklar arasında düşmanlık yaratmak, milliyetçi önyargılarla bilinçleri çarpıtmak; diğer yandan bu düşmanlığın doğurduğu tepkiye yaslanarak Devrimci Hareketin prestijini ve mücadele haklılığını gölgelemek... Ama bu saldırılar hiçbir şekilde halkların mücadelesini sindiremeyeceği, yok edemeyeceği gibi halkların kardeşliğini hedefleyen devrimci mücadeleyi de durduramayacaktır.

Kısaca, faşizmin Ermeni düşmanlığı politikası, aynı zamanda devrimcilere yönelik ideolojik-politik saldırının da bir parçası haline getirilmiştir. Bu nedenle Ermeni sorununu tarihsel bir perspektifle -kısa da olsa- incelemek ve yaklaşımımızı sunmak kaçınılmaz oluyor. Bu aynı zamanda burjuva şovenizminin gözler önüne serilmesi olacağı gibi demagoji ve kara çalmalarının da yanıtlanması olacaktır.

B-Ermeni Tarihi Bir Yönüyle Soykırıma Uğrama Tarihidir

Anadolu, ticaret yolları nedeniyle sürekli el değiştiren, göç dalgalarının gelip geçtiği, istilalara uğrayan, uygarlıkların kurulup, yıkıldığı bir yer olmuştur. Anadolu'nun bu zengin mozaiği içinde yer alan ve bu zenginliğe kendilerinden de bir şeyler katan halklardan biri de Ermenilerdir.

Doğu Hıristiyanlığının bir parçası olan Ermenilerin, bugünkü Sovyetler Birliği sınırının güneylerinde yerleşikliğe (ya da yarı-yerleşikliğe) geçişleri M.Ö. II. yüzyıla kadar uzanır. Bu dönem Urartu ve Armen kabileleri ve bölgeye gelen yeni kabilelerin kaynaşmasıyla M.Ö. II. yüzyılda Ermeni Krallığı kurulduğunu saptayabiliyoruz. Fakat bundan sonra birçok uygarlığa katkıda bulunsalar da geniş devletler olarak örgütlenmeleri çok sınırlı kalır.

İslamiyetin yayılış yılları (M.S. X. yüzyıl) Ermeni Hıristiyan uygarlığının duraklama yıllarıdır. Her ne kadar bu dönem Anadolu üzerinde Bizans egemenliği sonucu, tekrar bir canlanma gösterirlerse de XII. ve XIII. yüzyıllarda kimi kesimler Azerbaycan ve Anadolu'da Türk prenslerinin egemenliğinde yaşarken, kimi kesimler de Gürcü Krallığıyla bütünleşirler. Bu bütünleşme Aras'ın yukarı havzasında bulunan manastırların çevresinde zengin bir Ermeni kültürünün doğmasını sağlar. Zaten öteki Ermeniler, Küçük Asya'nın (Anadolu'nun) Türkler tarafından fethedilmesiyle buradan kovulur ve Klikya'-ya çekilirler. Orada XII. yüzyılda küçük bir devlet kurarlar. Bu devlet XIII. yüzyılda en gelişmiş haline ulaşır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulmasına kadar süren bu durum, bundan sonra dağınık topluluklar halinde Osmanlı egemenliği altında yaşamalarıyla son bulur. Ermeniler, ağırlıkla Anadolu'nun doğusunda yaşamaktadırlar. En yoğun yaşadıkları altı il; Sivas, Elazığ, Erzurum, Bitlis, Diyarbakır ve Van'dır. Tabii ki bunlar başlıca yerleşim yerleridir. Ayrıca diğer illere dağılmışlıkları da sözkonusudur.

Osmanlı Döneminde Ermeniler

Osmanlı döneminde Ermeniler, kendi etnik özelliklerini, kültür ve geleneklerini sürdürmeye devam ederler. Bunun başlıca nedeni, Ermenilerin daha ileri bir uygarlığa sahip olmaları, dolayısıyla daha geri bir uygarlık düzeyinde bulunan Osmanlılar tarafından özümlenmelerinin tarihsel olarak mümkün olmamasıdır. Sürekli baskıya karşın, Ermeniler varlıklarını korumayı başarabilmişlerdir. Osmanlı egemenliği; vergi alma ve idari denetimi kurmaktan ibaret kalmış, toplumun iç yapısını bozamamıştır.

Bu noktada şovenizmin gülünç, gülünç olduğu kadar akıl dışı bir iddiasını yanıtlamak istiyoruz. Şovenizm, Osmanlı yönetimi altındaki halkların kendi kültür ve geleneklerini, sosyal yapılarını muhafaza etmelerini Osmanlı yönetiminin demokratik(!) karakterine bağlıyor! Osmanlı devletinde ''demok-rasi'' aramanın boşuna bir çaba olduğunu belirtelim.

''Daha kaba bir halk tarafından her fetih, açıkça ekonomik gelişmeyi sarsar ve birçok üretici gücü ortadan kaldırır. Ama sürekli fetih olaylarının büyük bir çoğunluğunda, daha kaba olan fetih, fetihten çıktığı biçimiyle, daha yüksek ekonomik duruma uymaya zorlanır; fethedilen halk tarafından özümlenir ve çoğu kez onun dilini bile benimsemek zorunda kalır. Ama bir ülkede -fetih olayları bir yana bırakılırsa- devletin iç zorunun, şimdiye değin hemen her siyasal erklik bakımından belirli bir aşamada olduğu gibi, ülkenin ekonomik evrimi ile çatışma durumuna girdiği her yerde, savaşım her zaman siyasal erkliğin yıkılması ile sonuçlanır.'' (Anti-Dühring, ENGELS, s. 300)

Osmanlılar güçlü merkezi bürokratik örgütlenmeleriyle, fethedilen halk tarafından özümlenmemişler ama bu halkların iç yapısını dağıtıp özümlemeyi de başaramamışlardır. Bunun nedeni, daha geri bir uygarlık düzeyinde bulunuyor olmasıdır. Ermenilerin daha ileri bir uygarlığa sahip olmaları, ticarette oynadıkları rol, Batı Avrupa Hıristiyan uygarlığı ile olan ilişkileri vb. nedenlerden ileri gelir.

Ermenilerin, Osmanlı dönemindeki ekonomik ve sosyal yapıları kendine özgü özelliklere sahiptir. İlk dönemler, büyük şehirlerde ticaretle uğraşan bir kesimle birlikte, Doğu'da çiftçilik yapan aileler şeklinde biçimlenen ekonomik ve sosyal yapı, XIX. yüzyıldan itibaren daha da belirginleşir. Ermenilerin ticaretle ilişkileri Osmanlılardan önceye kadar uzanır. Bu etkinlik, Osmanlı toplumsal yapısında daha da ön plana çıkar. Osmanlı Devleti, kendi tebası içinde yine kendine karşı ekonomik bir gücün oluşumunu engellemek için ticareti gayri-müslim halklara bırakmıştı. Bundan ötürü Ermeniler ticarette Rumlarla birlikte önemli bir güç durumundadırlar. Nitekim Osmanlı yönetiminde, İstanbul ve İzmir'de Ermeni ve Rum kolonileri oluşmuş, Ermeni ve Rum sermayesi demiryolları güzergahlarında ekonomik güç oluşturmuşlardır.

Kısaca iki biçimde bir özellik gösterirler. Büyük şehirlerde, Avrupa sermayesinin desteğinde palazlanan ticaretle uğraşan bir kesim ve Anadolu'da çiftçilik ve küçük işler yaparak yaşayanlar. Anadolu'da Ermeniler arasında eşraf veya toprak ağalarına rastlansa da bunların sayıları çok azdır. Genel olarak şöyle söylenebilir;

''Azınlıklar, tabakalaşmanın iki ucunu da ele geçirmek için mücadele ederek, Türk eşrafıyla Avrupalı büyük ithalat ihracat firması arasında yer alan ekonomik ve toplumsal alanı kaplayacaklardır.'' (Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Stefanos YERASİMOS, Cilt 2, s.498)

Bu özelliklerden kaynaklanan bir diğer özellik ise, kapitalist gelişmeyi ilk olarak azınlıkların yaşamasıdır. Ticarette biriktirilen sermaye giderek sanayide ilk birikimi oluşturur. Örneğin 1914'de Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yatırılan sermayenin %85'i azınlıklara aitken, Türklere ancak %15'i aittir.

Ermenilerin Uluslaşma Süreci, Ermeni Ulusal Hareketi ve Ermeni Soykırımı

Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ticarette etkinlikleri ve ilk kapitalist gelişmeye ulaşmalarıyla uluslaşma sürecine ilk giren halklar arasındadırlar. Zaten tersi toplumsal gelişme yasalarına aykırı düşer. Bu nedenle en yoğun olarak bulundukları 6 ilde azınlıkta olmalarına karşın sosyal örgütlenmeleri en gelişmiş halk durumundadırlar. Ermeni okullar, Ermeni diliyle eğitim, Osmanlı Devleti sınırları içindeki halklar arasında, en gelişmiş düzeye sahiptir. Ayrıca Ermeni kilisesinin tarihsel özellikleri (kendi içine kapalı olması ve sosyal hiyerarşinin çekirdeğini oluşturmasıyla) uluslaşma sürecinde önemli bir faktör olmuştur. Din, Osmanlı sınırları içindeki diğer halkların ulusal devletlerini kurmalarında da birleştirici bir öğedir. Ayrıca Hıristiyanlığın oluşturduğu ilişki ve Avrupa devletlerinin sömürgeci emelleri de ezilen halkların uluslaşma sürecini hızlandıran etkenler arasındadır. Her ne kadar hakim sınıflarca, halkların ayrılıp kendi devletini kurma istemleri Rusya, İngiltere vb. devletlerin kışkırtmalarıyla açıklanıyorsa da bu doğru olmadığı gibi, toplumsal gelişme yasalarına aykırıdır. Bu devletlerin etkisi elbette olmuştur, ama ulus olgusunu biçimlendiren dışarıdan yapılan müdahaleler değil, kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı burjuvazinin ''ulusal pazar'' istemi ve ulusal baskı siyasetinin yarattığı tepkilerdir. Bunları Kürt ulusal sorunu kapsamında genişçe anlattığımız için tekrarlamıyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan halklarda ulus düşüncelerinin gelişimi özellikle Fransız Devrimi'nden sonra boyutlanır. Çokuluslu Osmanlı İmparatorluğu'nda, devlet içi bir sorun (pazar sorunu) olan ulusal mücadele, ezilen halkların burjuvazilerinin kendi ulusal pazarlarına sahip çıkmaları, ulusal devletlerini kurmaları şeklinde biçimlenmiş, önce Yunanlılar, sonra da Bulgarların ulusal bağımsızlıklarına ulaşmalarının da etkisiyle Ermenilerde de kendi devletini kurma düşünceleri gelişmiştir.

Ermeni ulusal hareketinin ilk oluşumu, her harekette görülebileceği gibi, önce Ermeni aydınlar çerçevesinde başlar. İlk ulusal şekillenme 1850'lerde başlasa da, Ermeni ulusal hareketinin çekirdeğini Avrupa'daki Ermeni aydınlarının 1887 yılında çıkardıkları ''Hınçak'' gazetesi çevresindeki gruplaşma oluşturur. Bu aydın hareketi; ''sosyalist Ermenistan'' hedeflemesine karşın, hareketin niteliği, burjuva ulusaldır. Hareketin sosyalizm kavrayışı çok yüzeysel olduğu gibi materyalist bakış açısından da oldukça uzaktır. Hınçak grubu dışında 1890 yılında Tiflis'te kurulan ''Taşnakzutyun''da 1892'de yayınladığı programında ''sosyalist'' bir Ermenistan hedeflediğini belirtiyordu. Fakat Taşnakzutyun'un sosyalizm kavrayışı da Hınçak gibi yüzeysel ve bulanıktır. Tek fark olarak Taşnakzutyun, Ermenistan'ın kurtuluşu için silahlı mücadele öneriyordu. Aynı dönemde Londra'da etkinlik gösteren başka Ermeni gruplarına da rastlamak mümkündü. Hınçak'ın 1894'de merkezini Londra'ya taşımasıyla Ermeni ulusal hareketi esas olarak Londra'da yoğunlaşmış oldu.

Avrupa'da başlayan ulusal hareketlenmeler, ister istemez ülkeye de kısa zamanda yansıdı ve 1893'te ilk Ermeni ayaklanması patlak verdi. Esas olarak Kayseri, Amasya ve Merzifon'da yoğunlaşan ayaklanma ulusal bir temelde gelişmesine karşın, bütün ulusu kucaklayacak bir boyuttan yoksundur ve sosyal etkenler önemli rol oynamıştır. I. Mahmut'un feodal birimleri dağıtma ve yüksek vergi politikası, 1890-98 arasındaki kuraklık vb. etkenler memnuniyetsizliğin kaynağını oluşturur. Nitekim ilk ayaklanmanın, Ermenilerin yoğun olduğu 6 ilde çok kısmi yansıması ve genelde birbirinden kopuk gelişmesi bunu somut olarak gösteriyor.

İlk ayaklanma kanlı bastırılmasına karşın ayaklanmalar 1893-96 yılları arasında sürer. 1895'de ise İstanbul'da olaylar başgösterir. İstanbul'daki olaylar, Avrupa kamuoyunun dikkatlerini çekmek amacıyla bir gösterinin örgütlenmesi üzerine patlak verir ve ayaklanmaya dönüşür. Bu ayaklanma Ermeni katliamlarının da başlangıcı olur. 5 Ekim 1895'de Trabzon'da tümen komutanına suikast düzenlenmesi ve Erzurum'da hükümet konağına yapılan saldırıya misilleme olarak 300 Ermeni katledilir. Kasım ayında Sivas-Malatya'da; Aralık'da Diyarbakır'da; Ocak 1896'da Urfa'da katliamlar yaşanır. Şubat 1896'da yabancı elçiliklerce tutulan hesaplara göre 400 bin Ermeni katledilmiş, yüzbinlercesi sürülmüştür. Ermeni komitacılarının umdukları yabancı müdahalelerin önlenmiş olması, katliamlara elverişli ortam yaratır.

Ermeni ulusal hareketinin acımasızca ezilmesinin başlıca faktörlerini şöyle sıralayabiliriz:

Birincisi, ulusal hareket, burjuva ulusal hareket döneminde şekillenmekle beraber, Ermeni büyük-burjuvazisi harekete önderlik edecek nitelikte değildir. Her ne kadar ''büyük Ermenistan'' olarak biçimlenen kendi ''ulusal pazar''ının yaratılmasından yana olsa da Osmanlı Devleti'nde ticaret ve sermaye kanallarına sahip olması dolayısıyla doğacak bir çatışmada bu etkinliklerini kaybetme olasılığı ve Avrupa kapitalizmiyle ilişkilerin yeni statüden çok daha büyük engellerle karşılaşacağı vb. nedenlerden ötürü ileri fırlayacak cesareti gösterememiş, kendi devletine daha çok statükoyu bozmayacak ve Rusya, İngiltere, Almanya gibi kapitalist devletlerin de desteğiyle barışçıl biçimde ulaşmayı hedeflemiştir.

Bundan dolayı Ermeni ulusal hareketi, ulusal burjuvazinin desteğini almakla birlikte, burjuvazinin etkin önderliğinden yoksun biçimlendi.

İlk oluşumu kilise hiyerarşisi içinde sağlamakla birlikte, esas olarak bir radikal küçük-burjuva milliyetçi hareketi olarak şekillendi. Hareketin belli belirsiz sosyalist öğeler taşıması büyük-burjuvazinin desteğini tamamen çekmesine yol açarken, kiliseyi de arkasına alamadı ve Batı kapitalist devletlerince de mesafeli karşılandı. Ayrıca kendi içinde parçalanmış olması ve ulusal örgütlenmeyi, tam sağlayamamış olması da yenilgide önemli rol oynar. Özellikle uluslaşmada önemli bir birleştirici öğe olan kilisenin desteğini tam alamamış olması, hareketi ulusun bütün kesimlerini yüksek düzeyde bir araya getirmesinde önemli bir dayanaktan yoksun bıraktı.

İkincisi, ulusal hareketin, büyük Ermeni burjuvazisi gibi Batı kapitalist devletlerine önemli oranda bel bağlamasıdır. Hareket böyle bir düşünce temelinde şekillenirken, hareketin radikal ve ''sosyalist'' öğeleri itici olmuş ve sonuçta umulan desteği bulamamış, dolayısıyla boşlukta kalmıştır. 26 Ağustos1896'da İstanbul Osmanlı Bankası'nın Genel Merkezine yapılan saldırı ve işgal eylemi karşısında Avrupa devletlerinin gösterdikleri memnuniyetsizlik bunun en açık örneğidir. Kaldı ki, bir hareketin burjuva ulusal nitelikte de olsa büyük oranda kapitalist Batı devletlerinin desteği üzerinde hareket etmesi başlı başına bir yanlıştır. Kapitalist Avrupa'nın sömürge amaçlı desteğinin sınırlı olacağı ve her an tersine dönüşebileceği baştan bilinmelidir.

Üçüncüsü, Ermeni ulusal hareketi, Osmanlı Devleti egemenliğindeki diğer ulusların destek ve dayanışmasından yoksun kaldığı gibi, özellikle Hamidiye Alayları (1892) şeklinde örgütlendirilen Kürt aşiret milislerinin saldırısıyla karşılaşmıştır. Ermeni katliamlarında Hamidiye Alaylarının rolü büyük olmuştur. Ermeni hareketinin genel olarak Anadolu halkından destek yerine saldırı bulmuş olmasına, yerel egemen çevrelerin mülkiyet çelişkileri yanında yıllarca süren düşmanca propagandanın da rolü büyük olmuştur. İlk çatışmalar giderek birbirini beslemiş ve daha sonraki katliamlara zemin hazırlamıştır. Halklar arası düşmanlığın derinleşmesinde Ermeni misillemelerinin payını da belirtmek gerekir.

Ulusal talepli Ermeni hareketi, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde tekrar canlılık kazanır. Bu biraz da meşrutiyet ilanının doğurduğu havanın etkisiyle olur. 3 Ekim 1913'de İstanbul'da Ermeniler bir toplantı düzenleyerek seçimlerde bir bütün olarak ulusal hakların savunulması kararını alırlar. Bu karar gereği Ermeni Patriği, Adliye Nezaretine gönderdiği bir heyetle, Ermenilerin Meclis'te nüfusa orantılı olarak temsil edilmesini (2 milyon Ermeninin 20 milletvekiliyle temsil edilmesini) ister. Bu teklif pek ciddiye alınmasa da İttihat ve Terakki kapıları tam olarak kapatmaz ve Ermeni temsilcileriyle görüşmeleri sürdürür, kendi uluslarını savunmaları ve cemiyetin düşüncelerine, politikasına bağlı kalmaları şartıyla öneriyi kabul eder. Nitekim sırayla 1908 Meclisi'nde 14, 1912'de 13, 1914'deki Meclis'te ise 13 milletvekili Ermenidir. (Kaynak: İttihat ve Terakki, Feroz AHMED, s.255)

Buna karşın İttihat ve Terakki'nin Ermenilerin ulusal haklarını tanımayacağı belli olmuştur. Bu Ermeni örgütlerince de tespit edilebilmektedir. 1910 yılında Taşnakzutyun Komitesi Kopenhag'da yaptığı kongrede Ermenilerin silahlandırılmasını kararlaştırırken, 1913'de Hınçak Komitesi de Köstence'de yaptığı kongrede, İttihat ve Terakki'nin Ermeni düşmanı politikasına işaret ediyordu. (Talat Paşa'nın Anıları, s. 72) Bu dönemdeki bir diğer değişme ise, Rusya'nın artık Osmanlı Devleti'nin parçalanmasına karşı bir politika benimsemiş olmasıdır. I.Emperyalist Paylaşım Savaşı, kendi gücüne güvenmek ve iç dinamikleri temel almaktan çok, dış güçlere (Avrupa devletlerine) bel bağlayan Ermeniler için büyük bir fırsat olarak değerlendirilir. Savaşın Osmanlı Devleti'ni güçten düşürdüğü tespitlerinden hareketle Ermeni ayaklanmaları tekrar baş gösterir ve 1915-20 yılları arasında Ermenilerin yaşadığı topraklar, Ermeniler ve Türkler arasında dört defa el değiştirir.

Ermeni soykırımı olarak adlandırılan katliam ve sürgünler de esas olarak bu döneme denk düşer. Ermeni sorununun, kendisi için bir güçsüzlük ortamı yarattığının bilincinde olan İttihat ve Terakki paşaları sorunu kökten çözme kararı alırlar.

''Bunun üzerine genel karargahta 'Ermenilerin göç ettirilmesi' hakkında bir kanun hazırlanarak nazırlar kuruluna sunuldu'' (Talat Paşa'nın Anıları, s. 81 )

1915'deki ''tehcir'' kanunu ile Ermeniler yurtlarından sürülür ve 1-1,5 milyon Ermeni katledilir. Tarihe büyük Ermeni soykırımı olarak geçen bu olay, bugün Türk şovenizmince reddedilse de bir gerçektir.

Kurtuluş Savaşında Ermeniler Gerici Bir Konumdadırlar

Osmanlı dönemi boyunca Ermeni ulusal hareketi haklı bir temeldeydi. Fakat, açıkladığımız nedenlerden ötürü başarıya ulaşamadı ve emperyalistlerin aracı durumuna geldi. Bütün hata ve eksikliklerine karşın bu hareket Marksist-Leninistler tarafından desteklenir nitelikte idi. Talepleri haklıydı. Ne adına olursa olsun, kendi devletini kurma istemlerine karşı tavır almak, Osmanlı paşalarının kanlı politikalarına ortak olmaktı. Sosyal-şovenist bir yaklaşımdan kaynaklanan bu tür değerlendirmelere sahip olmak, bugünkü şovenizmi de desteklemeye götürür ki, proletarya davasına ihanet etmek demektir bu tavrın anlamı.

Fakat Kurtuluş Savaşı sırasındaki tavırlarında haklılık payı bulunduğunu söylemek çok zordur...

Ermeni ulusal hareketi; kendi içinde, kaderini serbestçe tayin etme istemiyle haklı bir temele sahip olmakla beraber, yaşanan konjonktürde emperyalizmin işbirlikçisi durumundadır. Bu durum, emperyalistlerin ''böl-yönet'' politikalarının bir yansıması olmakla beraber esas olarak Ermeni ulusal hareketlerinin ilk şekillenmeden itibaren Avrupa devletlerine dayanarak başarıya ulaşacakları gibi bir düşünceye ve bu yönde bir tutuma sahip olmalarından kaynaklanıyor. Yaşanan katliamlara karşın Ermeni ulusal hareketleri gerekli dersleri çıkaramamış ve emperyalizmin güdümünde bağımsız devlet olmayı hareket noktası yapmışlardır.

Anadolu'nun işgale uğramasında Ermeniler adeta öncü kuvvet rolü oynamışlardır. Özellikle İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin yönlendirmesinden kurtulamamışlar, birçok yerde (Örneğin, Maraş'ta) Fransız üniformalarıyla savaşmışlardır. Bu tavır Sovyet Ermenistanı'nda İngiliz işbirliği şeklinde kendini tekrarlar.

Bu tavrın tarihsel anlamı bellidir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, emperyalizmi güçlendiren, dolayısıyla proletarya hareketini zayıflatan hareketler kendi içinde ne kadar haklı bir temele dayanırsa dayansın, objektif olarak gerici bir konumdadırlar. Ermenilerin durumu da farklı değildir. Kaldı ki bu tavır yalnızca, Kemalist hareketin mevcut konjonktürde taşıdığı içeriğin ilerici olmasından dolayı değil, emperyalizmle işbirliği yapması ile Sovyet Devrimi'ne karşı bir konum alması, emperyalizmin ulusal baskının yeni sosyal temeli olması olgusunu görememesi yanıyla da gerici bir konumdadır. Ve Marksist-Leninistler tarafından desteklenmeleri sözkonusu olamaz.

C- Ülkemizde Azınlıklar Sorununun Çözümü Anti-Emperyalist Anti-Oligarşik Devrimdedir

Ermenilerin yurtlarından sürülmesi ve katliama uğramaları Kurtuluş Savaşı döneminde de sürer. Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nde Ermeniler artık ulusal bir topluluk olmaktan uzaktırlar. ''Tehcir" ve katliam politikaları sonucu ulusal topluluk olma özelliklerini kaybetmiş, parçalanarak dünyanın çeşitli yerlerine dağılmışlardır. Büyük bölümü de Sovyet Ermenistanı'na göç etmiştir. Ülkemizde başta da belirttiğimiz gibi bütün azınlıkları kapsayan ve özel olarak da, Ermeniler üzerinde yaşanılan baskı ve asimilasyona karşın Ermeni sorunu 1970'lerin ilk yarısına kadar güncellikten uzaktır. Daha açık bir deyişle unutulmaya yüz tutmuştur. Ancak 1970'lerin ilk yarısında Avrupa ülkeleri ve ABD başta olmak üzere Türkiye dışında, Türkiye'ye yönelik Ermeni hareketleri görülmeye başlandı. Daha çok Türkiye'nin yurtdışındaki temsilcilik mensuplarını hedefleyerek güncelleşen Ermeni sorunu, beraberinde burjuvazinin Ermeni düşmanlığını körükleyen demagoji ve propagandasını da getirdi.

Son bir-iki yılda şiddete dayalı miücadele biçimlerinde genel bir duraklama yaşanmakla beraber, Ermenilerin Türkiye'ye yönelik istemleri çeşitli biçimlerde dile getiriliyor. Ermeni milliyetçi örgütlerin istemleri ve mücadele hedefleri, Türkiye'deki Ermeni azınlığın üzerinde varolan baskı ve aşağılama siyasetine son vermek, uluslar arasındaki düşmanlık politikasının karşısına ulusların ve ulusal azınlıkların tam eşitliğini koymak değildir. Daha çok burjuva milliyetçiliğinin biçimlendirdiği, Anadolu'da bir Ermeni devletinin kuruluşu hedeflenmektedir. Bunlar birbirinden ayrı ayrı şeylerdir ve çözüm platformu da farklıdır.

Ermeni milliyetçiliğinin istemlerini genel olarak şöyle sıralayabiliriz:

- 1915 soykırımı başta olmak üzere Ermenilere yönelik katliamların sorumluluğunun TC devletince kabul edilmesi ve tazminat ödenmesi

- Yurtdışındaki Ermenilerin topraklarına geri dönmelerine engel olunmaması

- Anadolu'nun doğusunda bir Ermeni devletinin kurulması vb.

Bizim bu istemlere yaklaşımımız, tarihi materyalizmin ışığında olacaktır. Tarihsel olarak oluşmuş nesnel gerçeği değiştirme olarak biçimlenen Ermeni milliyetçiliğine karşı olduğumuz gibi, koyu bir şovenizmle tarihte yaşananları yok sayma tavrına da karşıyız.

Ermenilerin Osmanlı döneminde katliamlara uğradıkları, yurtlarından sürüldükleri doğrudur. Katliamlar insanlık dışıdır ve lanetlenmelidir. Bu katliamların sorumlusu Osmanlı imparatorluğu olduğu kadar, politikanın sürdürücüsü Türkiye Cumhuriyeti'dir de. Bunu söylemek, bu yönde davranmak her şeyden önce halklar arasındaki düşmanlığın ortadan kaldırılması ve gerekli güvenin sağlanması için de gereklidir. Egemen sınıfların suçlarını örtbas etmek, hiçbir zaman Marksist-Leninistlerin işi olmamıştır. Tersini ileri süren koyu bir sosyal-şovendir. Diğer yandan Ermenilerin topraklarına dönme hakları vardır. İstedikleri taktirde geri dönebilirler; fakat bu hiçbir zaman Anadolu'da suni bir Ermeni ulusal topluluğu yaratma amaçlı olamaz. Geri dönecek olan Ermeniler, tam eşitlik koşullarında Türkiye halklarıyla bir arada yaşayacaklardır, kardeşce.

Bunu, Anadolu'da bir "Ermeni Devleti" kurmaya kadar vardırmak, gerçekçi olmadığı gibi, tarihi yeniden yapmaya kalkışmak olur ki, Marksist-Leninistlerın işi tarihi haksızlıkları düzeltmek değildir. Tarihsel haksızlığı belirtmek ve bin kez lanetlemek gerekir, ama bu, tarihsel olarak oluşmuş gerçekliği yeni baştan yaratmaya çalışmak anlamına gelmez. Ayrıca tarihi haksızlıkları düzeltmeye kalkmak, yeni haksızlıklar yaratmayacak mıdır? Bugün Ermenilerin "yurt" olarak ileri sürdükleri yerlerde artık başka bir ulus (Kürtler) yaşıyor. Bu topraklarda bir Ermeni Devleti yaratmak bu kez Kürtlerin topraksız kalmalarına yol açmayacak mıdır? Marksist-Leninistlerin amacı yeni ulusal çatışmalar yaratmak değildir, ulusal çatışmaları yok etmektir. Kaldı ki Ermeniler yaşadıkları ülkelerdeki ekonomik ve sosyal yapıyla kaynaşmışlardır. Bunların Anadolu'ya gelmelerini istemek ne ölçüde gerçekçi olacaktır?,

Kısacası bugün Marksist-Leninistler için, Ermenilerin tarihte karşılaştıkları haksızlıkları düzeltmek diye bir sorun olamaz. Böyle bir istem tarihsel gelişime ters düşeceği gibi, aynı zamanda milliyetçilikten kaynaklanan gerici bir istemdir. Bu nedenle bugün Türkiye'de Ermeni sorunu Ermenilerin yüzyıl önce yaşadıkları topraklara geri dönmeleri ve burada bir Ermeni Devleti kurmaları değil, Türkiye'deki Ermeni azınlığin üzerindeki baskıların yok edilmesidir.

Bugün Marksist-Leninistler için mücadele edilmesi gereken sorun azınlıklar üzerindeki her türlü baskıya son vermek, özel olarak sürdürülen Ermeni düşmaniığını kökünden kazımak, halklar arasında tam bir eşitlik koşullarını yaratmaktır. Bu ise, ancak her türden ulusal baskının uygulayıcısı emperyalizm ve oligarşinin alaşağı edilmesiyle gerçekleşecek ve devrimci halk iktidarında gerçeklik kazanacaktır. Anti-Emperyalist, Anti-Oligarşik Halk Devrimi, Kürt ulusal sorununda olduğu gibi azınlıklar sorununda da çözüm platformudur. Halklarımızın ortak mücadelesiyle zafere ulaşacak olan halk devrimi dışındaki çözüm biçimleri nesnel gerçeklikle bağdaşmadığı gibi mücadeleye de zarar verici niteliktedir. Şunu hep belirttik ve belirtiyoruz; Marksist-Leninistler milliyetçi değil, enternasyonalisttirler. Ermeni milliyetçilerinin tavırları, milliyetçiliğin, tarihi silbaştan yapmaya kadar varan ırkçı bir anlayışa gidebileceğinin somut bir örneğidir. Şovenizme, sosyal-şovenizme karşı mücadele edenler için alınması gereken derslerle doludur bu tavır.

Sorunu ele alırken de belirttik, azınlıkların istemleri kendi dillerini serbestçe konuşmaları, kendi dillerinde eğitim yapmaları, folklorik özelliklerini koruma ve toplumsal etkinliklere özgürce katılmadır. Ulusal baskının sosyal -temellerinin ortadan kalkmasıyla, bu koşullar kendiliğinden doğacaktır. Bugün Türkiye'de yaşayan 60-70 bin (kesin sayıyı kestirebilmek mümkün değildir. Çünkü, Ermeni düşmanlığından ötürü birçok Ermeni, etnik kimliğini saklayabilmektedir) Ermeni için, bu haklar görünüşte var olmakla birlikte, Ermeni düşmanlığı sonucu, bu haklarını kullanamamakta, aşağılanmakta, toplumdan dışlanmakta, ulusal özelliklerini geliştirememektedirler. Bu durum Rumlar için de sözkonusudur. Müslüman azınlıkların sorunları ise daha kapsamlıdır. Belirttiğimiz gibi, bunların etnik varlıkları tamamen yadsınmakta, dolayısıyla baskı o denli artmaktadır.

Bunlardan Çerkezler, Rus Çarlığının Kafkasya'ya karşı giriştiği "Ruslaştırma" politikası sonucu 1864 yılında zorla ülkelerinden çıkartılarak Osmanlı topraklarına sürülmüşlerdir. Çeşitli araştırmalara göre, sürülen Çerkezlerin sayısı 1 milyon civarındadır. Osmanlı yönetimi kendi topraklarına sığınan Çerkezleri küçük gruplar halinde imparatorluğun çeşftli bölgelerine dağıtıp bu şekilde parçalayarak asimile etmeye çalışmıştır. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Cumhuriyet döneminde de Anadolu topraklarında kalan Çerkezlere karşı asimilasyon polltikası devam ettirilmiş, ancak tüm bunlara karşın Çerkezler ulusal bir topluluk olarak bugüne kadar varlıklarını büyük ölçüde koruyabilmişlerdir. Çerkezler ülkemizdeki azınlık uluslar içerisinde, ulusal değerlerini koruyup yaşatabilen ve kültürel alanda çeşitli örgütlülüklere sahip durumda olan bir ulusal topluluktur, Anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi, diğer ulusal azınlıklarla birlikte Çerkezlerin de ulusal haklarını en geniş şekilde kullanabilmeleri ve kültürel özelliklerini geliştirebilmeleri için bütün olanakları sağlayacak, Çerkez halkının ilerici ve olumlu değerlerini, geleneklerini, Türkiye halklarının ortak kültürel zenginliğinin bir parçası olarak değerlendirecektir.

Sorunun anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimiyle çözüme ulaşacağı gerçeğini belirtmek, bugün özelde Ermeniler, genelde ise bütün azınlıklar üzerindeki baskıları, düşmanlığı görmezden gelmeyi gerektirmez. Biz Marksist-Leninistler azınlıklar üzerindeki baskılara, özelde Ermeni düşmanlığına karşı çıkmayı bir görev biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, geleceğin Türkiye'sinde Ermeniler ve diğer azınlıklar kardeşçe, tam bir güven ve birlik zemininde bir arada, insanlığın geleceğinin yaratılması kavgasına katılacaklardır.

Burada devrimci-yurtsever hareketleri ve Hareketimizi karalama, halkın nezdinde prestijini yok etme amacıyla kullanılan ASALA demagojisine de değinmek istiyoruz. Siyasi polis ve MİT kaynaklı "ASALA - DEV-SOL İŞBİRLĞİ" demagojilerinin amacı ortadadır: Şovenizmin yarattığı önyargıları ve Ermeni örgütlerinin hatalarını dayanak yaparak, devrimcilerin halk nezdindeki meşruiyetini yok etmektir.

ASALA ile "ittifak" ya da "eylem birliği"miz sözkonusu olamaz. ASALA'nın mücadele biçimi, perspektifi ve hedefleri bizim anlayışımız dışındadır ve Türkiye halklarının mücadelesine yarardan çok zarar verir niteliktedir. Siyasal hedefleri gerici bir yaklaşımın ürünüdür. Kaldı ki egemen sınıfların göstermeye çalıştığı gibi Ermeni ulusu ile ASALA özdeş değildir. Bizler ASALA ile ilişkiyi red ederken Ermeni ulusunun sorunlarını sahipleniyoruz. Açıktır ki ASALA ile ittifak yapmayı reddedişimizin nedeni oligarşinin ilkel demagojileri değil, ASALA'nın anlayışımızla bağdaşmayan ideolojik, politik niteliğidir.

Lafı daha fazla uzatmak istemiyoruz. Bizler bağımsız ve demokratik bir Türkiye için mücadele ediyoruz. Bu ise her şeyden önce ulusal baskının her türünün ortadan kaldırılmasını şart koşar. Halklara (özelde Ermenilere) yönelik düşmanca politikaya karşı çıkıyoruz ve bu mücadelemizin değişmez ilkesidir. Ama bunun yanında, milliyetçlikten kaynaklanan, yanlış hedeflere yönelen, mücadeleye zarar veren hareketlere de karşıyız.

Tekrarlıyoruz: Bizler proletaryanın kurtuluşu için savaşıyoruz, halkların birliğinden yanayız. Bunun gerçekleşme yolu halklar üzerindeki milli baskının son bulmasıdır. Ermeni düşmanlığına dayanarak Hareketimizin sınıf nitelıgini gölgelemeye yeltenenler, hüsrana uğrayacaklardır. Bizler her türden kara çalmaya karşın, azınlıkların haklı istemlerine sahip çıkacağız.


(*)Kürtlerin tarihi gelişimini anlatırken Yavuz Selim zamanında oluşturulan ilişkiler, bunların nedenleri ve sonuçlarına değineceğiz. Aynı şeyi ''Hamidiye Alayları'' için de yapacağız. Gerçeğin hiç de resmi ideolojinin zırvalarına benzemediği görülecektir.