''Marksizmin eskidiği'', ''çağın sorunlarını açıklamaktan ve çözmekten uzak kaldığı'', ''bunalıma düştüğü'' safsataları, sabık Marksistlerin burjuvazinin sosyalizme saldırı korosuna katılmasıyla, daha yüksek perdeden haykırılmaya başlandı.
Daha da ileri gidiliyor. Marksizmin ''cenazesi'' bile kaldırılıyor.
Bazı sosyalist ülkelerde, nesnel ya da öznel nedenlerle düşülen hatalar, ortaya çıkan zaaflar burjuvazinin ve sonuçta aynı noktada buluşan Marksist döneklerin iştahını kabartıyor.
Kapitalizmde demokrasi, insan hakları, hür dünyanın barışı, birey özgürlüğü kisvesi altında, yoksul halkların katledilişine, en temel insan haklarının çiğnenişine, insan kişiliğinin aşağılanmasına bakmadan, burjuvazi ve çömezleri dönek Marksistler hep bir ağızdan Polonya'ya ''özgürlük'' istiyorlar! ''Doğu Bloku''nun, sorunlarını ''saf'', ''mükemmel'' demokrasi ile çözülebileceğini Papa'larını da işin içine sokarak vaaz ediyorlar.
Onlar ücretli kölelik düzeninin bir biçimi olmasından öte bir anlam taşımayan sözde demokrasinin çılgınca propagandasını yapıyorlar.
Bunu yapmak zorundalar! Çünkü, Marksizmin yol gösterdiği devrimler, özgürlük savaşları, onların yaşamaları için gerekli olan pazar ve hammadde kaynaklarını, sömürü alanlarını parça parça ellerinin altından koparıp alıyor.
İflas eden, çürüyen, çözülen ve bunun için de dünya halkları ve proletarya devrimlerine yol açan emperyalizmdir.
İflas eden, küçük-burjuva aydınların, yakın sınıfsız toplum ve sınırsız özgürlük ütopyalarıdır.
Onlar umutsuzlukla, çürüyüş ve bunalımlarına çare bulmak için birçok sapma akımlara sarıldıktan sonra en son, sosyalizmin hata ve zaaflarına sarılıyorlar. Yok olup gidişin hezeyanı ve hastalıklı ruh hali içinde, en son Polonya'ya ve GORBAÇOV'un açıklamalarına bakıp, Marksizmin iflas ettiğini ilan ediyorlar. Dünya halklarını bu demagojiyle oyalayıp ömürlerini biraz daha uzatmaya çalışıyorlar.
Sosyalizm çelişkili, karmaşık, kendine özgü sorunları olan bir geçiş toplumudur. Düz bir hat izlemez. Sınıfsız topluma varılana kadar, proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesi yeni biçimler altında sürecektir. Sosyalist inşa ve insanların kapitalizmin kirinden-pasından arındırılıp sosyalistleştirilmesi, uzun ve zorlu bir sürece yayılmıştır. Deney ve tecrübesizlik, bu uzun süreçte zaman zaman hatalara düşmeyi, sorunları çözmede yanlış metotlar uygulamayı da beraberinde getirmektedir.
Sosyalizmin nesnel ve tarihsel gerçeği budur. Bu gerçeği reddetmek, tarihsel materyalizmi reddetmektir. Bu hatalar olacaktır. Sosyalist ülkeler, komünist partiler ve örgütler arası ideolojik, politik ayrılıklar olacaktır. Bunları nesnelliği ve tarihselliği içinde kabul ediyoruz. Bunların ortadan kaldırılacağı umudumuzu hiçbir zaman yitirmedik, yitirmiyoruz. Marksizm-Leninizm gibi dünyayı açıklayan değiştiren zengin bir hazineye sahip olduktan sonra, bu sorunların, ayrılıkların aşılacağını çok iyi biliyoruz.
İşte, sınıfsız toplumun geçiş aşaması olan sosyalizm sürecini, bu nesnelliği ve tarihselliği içinde kavrayamayanlar ya da kavramak istemeyenlerin subjektivizmi; ''Marksizmin artık çağı açıklayamadığı ve toplumun sorunlarını çözümleyemediği'' söylemini yarattı.
Sosyalizmin bugünkü tarihsel, nesnel gerçekliği; sosyalizmden kısa sürede cennet bekleyenleri, sosyalizmin zorluklarına ve sorunlarına çözüm bulma inancı ve kararlılığıyla hareket edemeyenleri yanıltmıştır.
''Elveda proletarya'', ''Devrimi çok sevmiştik'', ''Marksizm eskidi'' deyişleri, bu yılgın ve karamsar, bunalım geçiren kafaların söylemidir.
İflas eden Marksizm değil; ekonomisiyle, politikasıyla, ideolojisiyle emperyalizmin kendisidir!
Marksizm yaşıyor, gelişiyor, güçleniyor, yükseliyor. Emperyalizm can çekişiyor, geriliyor, düşüyor. Çünkü dünya tarihsel olarak sosyalizme doğru akıyor. Sosyalizmin, kapitalizmin yerini alması kaçınılmaz bir tarihsel gerçektir. Marksizm tarihin akışını açıklıyor. Tarihin akış yönünü devrimci sınıfa gösteriyor. Marksizm akan tarihle birlikte yaşıyor.
Marksizm, emperyalizme öldürücü darbeler indiren devrimlerde, özgürlük savaşlarında yaşıyor. Milyonlarca sosyalistin yaşamını belirliyor ve mücadelesine yol gösteriyor. Marksizm bayrağı bugün tüm sosyalist ülkelerde, Salvador'da, Filistin'de, Afrika'nın güneyinde yükseklerde dalgalanıyor. Devrimler kaçınılmaz oldukça; halklar özgürlük istedikçe, sosyalizm sınıfsız topluma ilerledikçe bu bayrak daha da yükseklere çıkacak.
Polonya'daki karşı-devrimci kıpırdanmaları, sosyalist ülkelerin düştüğü hataları, kendi aralarındaki çelişkileri, ideolojik, politik ayrılıkları, biz Marksist-Leninistler, sosyalizm ailesinin iç sorunları olarak görüyoruz. Marksizm-Leninizm pusulasını elimizden yere düşürmedikçe, devrim mücadelemizde ve sosyalizm sürecinde açıklayamayacağımız ve çözümleyemeyeceğimiz bir sorunumuz olamaz. Bu sorunlara çözümler aranmasını, her Marksist-Leninist hareketin sorumluluğu ve görevi olarak görüyoruz.
Savunmamızın bu bölümünde, sınıf pusulamız olan Marksizm-Leninizmin yaşadığını göstereceğiz. Bizim de parçası olduğumuz sosyalizm ailesinin hatalarını ve zaaflarını açıklıkla ele almaya çalışacağız. Marksizm-Leninizm pusulasıyla bakarak bu hataların, zaafların, genel olarak sosyalizmin sorunlarının çözüm yollarına ilişkin düşüncelerimizi açıklayacağız. Burjuvazinin ve savcının, sosyalizme ve hareketimize yönelik karalamalarına ve demagojilerine cevap vereceğiz.
Haklılığını tarihin akışından, maddi gücünü tarihin en devrimci sınıfı proletaryadan alan, proletaryaya ideolojisini ve dinamizmini veren biricik dünya görüşü, Marksizmdir. Marksizmin özgürlük, eşitlik, kardeşlik bayrağı, MARKS ve ENGELS'in en önde yer aldığı bir avuç komünist tarafından açıldığında, proletarya kendisi için bir sınıf, örgütlü bir güç olarak sınıf kavgasına atıldığında, tarih 1847'yi gösteriyordu. İnsanlığın kutsal yürüyüşü, sömürüyü ve sınıfları yeryüzünden silme yürüyüşü başlıyordu.
Dünya emekçi sınıfları ve halkları sermayenin egemenliği altındaydı. Halklar sömürgecilikle, özgürlükler ücretli kölelikle zincirlenmişti.
Marksizm bayrağıyla proletarya, sermaye dünyasının egemenliğine son vermek, sömürgecilik ağını parçalamak, özgürlüğünü kazanmak için onyıllarca cepheden cepheye dövüştü.
1831 Fransız isyancılarının, İngiliz Çartistlerinin, burjuvaziye ve kapitalizme karşı kendi uzlaşmaz mücadele deneyimlerini ve sömürge halklarının devrimci geleneklerini, daha kararlı, inançlı ve bilinçli olarak sürdürdü. Bayrağını İktidarında dalgalandırmak için çok can verdi, kan akıttı. Nesnel koşulları yakaladığı her koşulda ayaklandı, iktidara yürüdü. Yenildi, yenilgilerden dersler çıkardı. Deney, tecrübe kazandı. Sınıf mücadelesi silahlarını zenginleştirdi. Birçok hak ve özgürlüğü burjuvaziden söküp kopardı. İktidarı alma hazırlıklarını tamamladı.
1848 devrimlerinde burjuvazinin ihanetini gördü, silahlarını bırakmanın acısını yaşadı.
Paris Komünü'nde daha radikal olamamanın, bankalara el koyamamanın, Versay üzerine yürümemenin yanlışlığını öğrendi.
1905 Şubat Devrimi'nde sınıf uzlaşmacılarıyla, Menşeviklerle tüm bağlarını kesip atamadığını, işçi-köylü bağlaşmasını ve mücadele birliğini sağlayamadığını, ''silaha daha sıkı sarılamadığını'', devrim tehlikesi karşısında, liberal burjuvazinin Çarlıkla anlaşarak devrime saldırdığını anladı.
Devrimci proletaryanın ve ezilen halkların mücadele deneylerini Çarlığa, toprak beylerine ve burjuvaziye karşı mücadelesinde zenginleştiren;1905 ve 1917 Şubat Devrim deneylerini yaşayan Rusya proletaryası ve halkları, savaşın olgunlaştırdığı koşullarda iktidara yürüdü. Emperyalist çelişkilerin keskinleştiği, yoğunlaştığı ve krizin en üst noktaya ulaştığı Rusya'da, dünya proletaryasının öğretmeni LENİN'in ve çelik gibi bir disiplinle örgütlenmiş, emekçi halkı kucaklamış, güvenini kazanmış Bolşevik Partisi'nin önderliğinde emperyalist zinciri parçaladı. Halkların hapishanesi yıkıldı, ücretli kölelik sona erdi. Rusya proletaryası ve halkları özgürlüklerine kavuştu. Marksizm bayrağı dünya üzerinde ilk kez proletaryanın iktidarında özgürce dalgalanmaya başladı.
MARKS ve ENGELS'in 1848'de ''Manifesto''da ortaya koydukları ve sınıf mücadelesinin kaçınılmaz olarak, burjuva iktidarından devrim yoluyla proletarya iktidarına gideceği bilimsel öngörüsünü, LENİN, somut koşullara uygulayıp zenginleştirdi. Proleter Büyük Ekim Devrimi, LENİN ve Bolşevikleri doğruladı. Çağımızın emperyalizm ve proleter devrimler çağı olduğunu, emperyalizmin zincirinin topyekün değil önce bir ya da birkaç ülkede, emperyalist krizin en keskinleştiği ülke ya da ülkelerde kırılacağını gösterdi.
Ekim Devrimi, Marksizmin bayrağı altında proletaryanın yıkacağı, tarihsel olarak çökmeye mahkum sermaye dünyasının ortasından, emek dünyasının doğuşunun habercisiydi.
Marksizm-Leninizmin, Ekim Devrimi'nin yolunda ilerleyen, Bolşevik Partisi'nin örgütlenme ve mücadele deneylerini taklit etmeden, ülkelerin somut koşullarına yaratıcı bir tarzda uygulayan halklar, özgürlüklerine yürüdü. Marksizm-Leninizmin ideolojik teorik cephaneliğine yeni silahları, ayaklanmanın yanına uzun süreli halk savaşlarını, proletarya diktatörlüğünün yanına halk demokrasilerini katan muzaffer halklar, emperyalist zinciri parçalayarak bir bir özgürlüklerini kazandılar.
Emek dünyası, Ekim Devrimi'yle altıda birine egemen olduğu dünyanın, II.emperyalist savaştan sonra Doğu Avrupa Halk Demokrasileriyle, Vietnam, Çin, Kore, Küba devrimleriyle, Yemen, Angola, Mozambik, Gine-Bissau, Laos, Kamboçya, Zimbabve ve Nikaragua ulusal kurtuluş savaşlarının zaferleriyle yarısına yakınına egemen oldu.
Ama emperyalist zincir kolay kırılmadı. Stratejik planda çöken emperyalizm taktik planda tek tek ülkelerde kolay yenilmedi. Devrimci proletarya ve halklar engebeli, inişli çıkışlı, acı yenilgilerle dolu uzun bir süreci, çok kan dökerek aştılar ve Marksizm bayrağını emperyalizmin burçlarına diktiler.
Faşizmin vahşetine, terör ve katliamlarına, emperyalist kuşatmalara, işgallere, gerici darbelere ve iç savaş kışkırtmalarına karşın kazanıldı zaferler. Emperyalist burjuvazi ve yerli gericilik için komünistler ve özgürlük savaşçıları köleci Roma'nın hıristiyanlarıydı!
Milyonlarca komünist ve özgürlük savaşçısı bu haklı, tarihsel, yüce dava uğruna emperyalizmin barbarca saldırılarında, faşizmin duvar diplerinde, idam sehpalarında, işkence tezgahlarında, köhnemiş zindanlarında kahramanca can verdi. Vietnam'da emperyalizmin işgaline, faşizmin zulmüne karşı özgürlük savaşı kesintisi 45 yıl sürdü. Vietnam halkı özgürlüğünü 2 milyondan fazla evladını yitirerek kazandı.
Sovyet halkı sosyalizmi korumak, yaşatmak ve faşizmi ezmek için kazandığı anavatan savaşında, 20 milyon insanını feda etmek zorunda kaldı.
Yüzyıllık sürede, Marksizmin rehberliğinde, proletarya ve ezilen halklar, dünyanın yarısını emperyalist boyunduruktan, ücretli kölelikten, geri üretim ilişkilerinden, her türlü gericilikten ve cehaletten kurtardılar.
Bugün milyonlarca işçi ve emekçi kapitalist ülkelerde sosyalizm için, sömürgelerde ülkelerinin bağımsızlığı ve özgürlükleri için dövüşüyorlar.
Dünyanın diğer yarısında tarihin tekerleğini ilerletiyorlar, emperyalizmin çürüyen diğer halkalarını parçalamak için savaşıyorlar.
Bizler de bu tarihsel kavganın, emek dünyasının, dünya devrimci güçlerinin parçası olmaktan, ülkemizin bağımsızlığı ve halkımızın kurtuluşu için mücadele etmekten, bizlere özgürlüğümüzü kazandıracak Marksizm bayrağını taşımaktan onur duyuyoruz.
Gerçekler gösteriyor ki; insanlık tarihi boyunca hiçbir ideoloji Marksizm kadar, hiçbir üretim biçimi sosyalizm kadar, din, dil, ırk; renk, milliyet, cins ayrımı gözetmeksizin insanları ve halkları kaynaştıramamış, yaratıcı güçlerini açığa çıkartamamıştır.
İşçileri, köylüleri, aydınları, Dört Kitap'tan insanları, bölünerek birbirine düşürülmüş, horlanmış halkları; kültür ve dillerini özgürce zenginleştirebilecekleri, kendi kaderlerini kendilerinin tayin ettiği koşullarda gönüllü, ortak bir toplumsal yaşam ve ideal etrafında toplayamamıştır.
Hiçbir ideoloji ve toplumsal sistem Afrika'nın kara derili kölelerini, Avrupa'nın proleter beyazlarını, Asya'nın sarı derili serflerini ve paryalarını, Amerika'nın Yankee boyunduruğu altındaki Kızılderililerini ve melezlerini; Sibirya'dan Sahra'ya, Sahra'dan Ant Dağlarına kadar beş kıtanın insanlarını; aynı ortak dava uğrunda, sömürüsüz ve ayrıcalıksız bir toplum, sınıfsız bir dünya özlemiyle birleştirememiştir.
Hiçbir sistem sosyalizm dünyasında olduğu kadar, hızlı ve kesin cehaleti, işsizliği, açlığı, sefaleti, toplumsal ve sınıfsal ayrıcalıkları ortadan kaldıramamıştır. Özgürlük getirememiştir. Sanayi ile tarımın uygun bütünlüğünü ve birbirine itici güç sağlayarak gelişimini sağlayamamıştır. Sanayide, tarımda üretim güçlerini merkezi, planlı, dengeli geliştirip, tekniğin düzeyini ve emeğin verimliliğini yükseltememiştir. İşçi ve köylülerin işbirliği ve dayanışma içinde potansiyellerini en üst noktada harekete geçirememiştir. Sosyalist kültürle, kollektif üretim bilinciyle, teknik bilgi ile donanmış, toplumsal çalışmaya her şeyini adamış, üretimi azamileştirmek için saniyeleri hesaba katan emek kahramanları yaratamamıştır. Ulusal baskı ve eşitsizliği, ulusal ayrılıkları, ayrıcalıkları ortadan kaldıramamıştır.
Sosyalizmin kapitalizme üstünlüğünü, yaratılan değerleri sürekli artan, ayrıcalıksız, emeğe göre paylaşılan bir dünya sunma gerçeğinin ipuçlarını görebilmek için, Sovyetler Birliği'nin ilk yirmi yılına bakmak gerekiyor.
Sovyetler Birliği, proletarya devrimiyle, feodal ilişkilerle iç içe geçmiş geri kapitalist bir ülkeden sosyalizme yükselmiştir. Üretim güçlerinin ve özgürleşen emeğin kollektif yaratıcılığının önü açılınca Sovyetler Birliği, II. paylaşım savaşı öncesi sanayi üretiminde Avrupa'da birinciliğe, dünyada ikinciliğe yükselmiştir. 1929-33 dünya buhranından bir tek Sovyetler Birliği etkilenmemiştir.
1929-33 dünya sanayi ve tarım buhranı, tüm dünya ülkelerini sarsar, üretim güçlerinde gerileme ve yıkım yaratırken, emek dünyasının ilk kalesi Sovyetler Birliği, sanayi üretimini iki kat arttırabilmiştir.
Ekonomik buhran emperyalizm dünyasında 24 milyon işçiyi sokağa atarken, işsizliğe ve açlığa mahkum ederken, 10 milyonun üzerinde köylüyü sefalete sürüklerken; Sovyetler Birliği geri kapitalist ilişkilerden emperyalist savaş ve iç savaşın yıkımından kalan işsizliği, açlığı yenmesini, tarımı kollektifleştirmesini, sosyalist sanayiyi kurmasını bilmiştir. Beş yıllık plan hedeflerine dört yıl üç ayda ulaşabilmiştir. Bunu, Marksist-Leninist politikasına, emekçi kitleleri, sosyalizmle bütünleştirmesine borçludur. Marksizm-Leninizm yolunda ilerleyen bütün ülkeler benzer sonuçlar elde etmişlerdir.
Yarı-sömürge ve yarı-feodal Çin'de her yıl milyonlarca Çinli açlıktan, hastalıktan, orta yaşa bile erişemeden sokakta ölüyordu. Cesetleri çöplüklerde çürüyordu. %70'i okuma yazma bilmez bir halde, çekçeklerde hayvan yerine kullanılıyordu. Bir avuç pirince gün boyu çalışırken, kadınlar ''çiçek pavyonlar''ında onurunu satıyordu. ''Çinli ve köpek giremez'' tabelalarıyla kendi ülkesinde ulusal onuru, emperyalist ''efendilerince'' eziliyordu.
Devrim, emperyalizmi kovarak Çin halkına ulusal onur ve kimliğini geri vermiştir. Feodalizmi yok ederek milyonlarca köylüye toprak kazandırmıştır. Açlığı, işsizliği, sefaleti, fuhuşu hızla kaldırmıştır. Kadın, erkek, işçi, köylü 600 milyon Çinliye mütevazı da olsa, insanca, onurlu bir yaşam getirmiştir. Kültür Devrimi'yle milyonlarca Çinli okuma yazma öğrenmiş, Marksist-Leninist ideolojiyle eğitilip, gerici, uyuşturucu, bencilliği empoze eden düşüncelerden kurtarılmıştır.
BATİSTA'nın diktatörlüğü altındaki Küba'da 6 milyonun yarım milyonu işsiz, 5 milyonu aç ve sefildi. Amerikan şirketlerine, yerli patronlara ve beylere ait plantasyonlarda Kübalı emekçiler boğaz tokluğuna şeker, kahve, tütün ekip biçiyorlardı. Her yüz Kübalıdan sadece üçü okur yazardı. 5 milyon Kübalı evinin sahibi değildi. Bir odalı izbelerde, bulaşıcı hastalıklarla iç içe yaşıyorlardı. Küba emperyalist milyonerlerin kumar, fuhuş, uyuşturucu merkezi olarak çürüyor, kokuşuyordu. Fahişe sayısı maden işçisi sayısından fazlaydı.
Devrim; şeker, kahve, tütün milyonerlerinin yerlisini de Yankeesini de kovdu. Küba'yı emperyalistlerden ve yerli işbirlikçilerinden geri aldı. Yeni-sömürgecilik altında ezilen, sömürülen Kübalılara teslim etti. Plantasyonları kaldırdı. Amerikan şirketlerini millileştirdi. Toprak reformuyla toprağı işsiz ve topraksız Kübalılara dağıttı. Kumarhaneleri, batakhaneleri kapattı. Fuhuşa son verdi. Kadınlara iş, toplumda saygınlık ve onur kazandırdı. Siyah, beyaz, melez ayrımını kaldırdı. Okuma yazma oranını üç yılda %97'ye çıkardı. Cehaleti yendi. Marksizm-Leninizmin yolu, sosyalizm, Küba'da yepyeni bir toplum yarattı.
Kölelik zincirlerini parçalayıp bağımsızlıklarını elde ettikten sonra, kendi geleceklerini kendileri belirleme hakkını elde ederek sosyalist bilinçle donandıktan sonra; proletaryanın ve emekçi halkların neler başarabileceği görülmüştür. İktidarı, sihirli çizmelerini ayaklarına geçirdiklerinde, emek güçleriyle toplumu, ekonomiden politikaya, bilimden sanata nasıl ileri götürdüklerini göstermişlerdir.
Yükselen sınıf proletarya; sosyalizmin, insanlığa tarihsel olarak ömrünü doldurmuş kapitalizmin alternatifi olduğunu göstermiştir.
Ama sosyalizm, zorunlu olarak kapitalizmden devraldığı sömürü ilişkilerinin kirini pasını, olanca radikalliğine rağmen İskender'in kılıcı gibi kesip atamazdı. Bu pisliklerin, kirlerin kafalardaki, alışkanlıklardaki, yaşamdaki ve üretimdeki kalıntılarıyla, sosyalist inşa sürecinde mücadele etmek gerekiyordu.
Sosyalizm hiçbir zaman insanların tüm sorunlarını bir çırpıda yokedecek bir cennet vaat etmemiştir. Toplumların cenneti sınıfsız topluma yönelişin anahtarını, proletaryanın ve emekçi sınıfların eline vermiştir sadece.
Sosyalizmi sorunsuz bir toplum olarak idealize etmek; onun, amacı olan ''herkesin yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre'' şiarının birkaç yılda ve emperyalizm koşullarında gerçekleşmesini beklemek, sınıf ayrıcalıklarının, kır-kent, işçi-köylü çelişkilerinin tamamen kalkacağını sanmak sınıfsız topluma mücadeleyle varacağını söyleyen proletaryanın değil, onulmaz küçük-burjuva aceleciliğinin ya da umutsuzluğunun düşleri olabilir. Karmaşık, çelişkili, uzun bir süreci içeren proletarya diktatörlüğü altında; inişli çıkışlı, geri çekilme ve atılımları barındıran bir süreci kavrayamamak; sınıf mücadelesinin yeni ve farklı biçimlerde sürdüğü sosyalist inşa sürecinden bir şey anlamamak demektir.
Ek olarak, işçi sınıfı kendinden önceki toplum biçimlerinden tamamen farklı bir toplum kurmaya yöneldiğinde, sömürücü sınıfların aksine bunu, gerekli deney ve tecrübeden yoksun olarak yapmak zorunluluğu gibi bir dezavantaja da sahiptir.
Çok açıktır ki, feodal ve yarı-feodal ilişkileri bağrında taşıyan, yaygın küçük üretimin bulunduğu kapitalist ülkelerde, sosyalizmin inşa süreci çok daha karmaşık, çelişkili ve engebeli bir süreçtir. LENİN ''bir ülke ne kadar geri olursa, kapitalizmden sosyalizme geçiş o kadar güç olur'' derken bunu anlatmaktadır.
''Proletarya diktatörlüğü, onun sınıf mücadelesinin yeni koşullar altında devamıdır. Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve kalıntılarına karşı, dıştaki kapitalist düşmanlara, ülke içindeki sömürücü sınıfların kalıntılarına karşı ve henüz aşılmamış bulunan meta üretimi toprağında gelişen yeni bir burjuvazinin filizlerine karşı sert, kanlı ve kansız, zorla ve barışçıl biçimde sürdürülen, askeri ve ekonomik, eğitsel ve yönetsel bir mücadeledir.'' (III.Enternasyonal Belgeler, Komünist Enternasyonal Programı, s.163, Belge Yayınları)
Komünist Enternasyonal Programındaki bu ifadeler, süreci ve süreçte devrimci proletaryayı bekleyen güçlükleri ve bunlara karşı mücadelenin kesintisiz zorunluluğunu anlatıyor. Çok yönlülüğünü ve karmaşıklığını; sonuçta,kendisiyle birlikte sınıfları ortadan kaldırmak için, kapitalizmi geri getirmeye çalışan gerici sınıflara karşı diktatörlüğünün zorunluluğunu ortaya koyuyor.
Sınıfların varlığı koşullarında, sınıfsız toplum hedefine yaklaşıldıkça baskı gücü sınırlansa ve azalsa da proletarya, zorunu kullanacaktır.
Sömürüyü yadsıyan sosyalizm, sömürüyü değil sömürünün biçimini değiştiren kendinden önceki toplumlardan farklıdır. Köleci, feodal, kapitalist toplumların egemen sınıfları gibi kendi sömürülerini ve ayrıcalıklarını, bazı siyasal, hukuksal değişikliklerle sürdüreceği bir altyapı devralmamıştır. Sömürüye dayalı toplumlarda sömürüyü yok edecek ilişkiler, kendisine örgütlenecek nesnel zemin bulamamıştır. Yeni toplumda sömürüyü kaldıracak üretim ilişkileri, zorunlu olarak yukarıdan aşağıya emekçi kitleler, sosyalist ruh ve bilinçle yoğrulup yeni bir kalıba dökülerek ve aktif olarak harekete geçirilerek örgütlendirilmek zorundadır. Bu dönüşümü, sosyalist kültür devrimi süreklileştirilerek proletarya diktatörlüğü organları, kitle örgütleri ve esas olarak devrimin ve sosyalist inşa sürecinin motor gücü proletarya partisi yaratmaya çalışacaktır.
Sadece, üretici güçlerin engeli durumundaki kapitalist üretim ilişkilerini kaldırıp, gelişimin önünü açmakla sosyalizmin kurulacağını söylemek, sosyalist toplumun sömürücü toplumlarla ayrımını yok saymak demektir. Sosyalizmde üretici güçlerin gelişimini ve sosyalist üretim ilişkileriyle uyumunun kendiliğinden sağlanıp, sınıfsız topluma gidileceğini söylemek, sosyalizmle diğer toplumların iç dinamiğini, alt ve üstyapı ilişkilerinin temel farklılığını kavramamak demektir.
Sosyalizmi ilerletecek, sınıfsız topluma götürecek, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasında denge ve uyumu sağlayarak bunun ilerleyişini hızlandıracak olan sosyalist bilinçle donanmış insanların gücüdür.
Yeni toplumu örgütlemek için, yeni insanların yaratılması, proletaryanın kültürel bakımdan gelişmesi ve olgunlaşması gerekmektedir. Toplumun kendisini kollektif ruhla yeniden biçimlendirmesi, bilimdeki, teknolojideki ve yönetmedeki gelişmeleri özümlemesi ve sosyalist kültür yaratması, bu kültürü dönüştürüp zenginleştirerek sınıfsız topluma kadar kesintisiz bir biçimde kitlelere aktarması gerekmektedir.
Sömürücü toplumların tersine, proletarya diktatörlüğü koşullarında sosyalist inşa tamamlanana kadar, politika, ekonomiyi, üstyapı altyapıyı, üretim ilişkileri üretim güçlerini belirler ve yönlendirir. Hepsinin üstünde ise proletarya partisi, proletarya diktatörlüğünün yönetici organlarını, kitle örgütlerini belirler ve yönlendirir.
Politikanın ve üstyapının belirleyiciliği ve yönlendiriciliği sosyalist inşa süreci tamamlandıkça, eski üretim ilişkilerinin yerini sosyalist üretim ilişkileri aldıkça azalır. Bu politikanın araçları için de geçerlidir.
Sosyalist inşanın tamamlanmasıyla, geçiş toplumunun; genel evrensel ve toplumsal yasaya (ekonominin son çözümlemede politikayı belirlemesi) ters düşen istisnalığı sona erer. Bu nokta, sınıfsız toplumun ilk aşamasına, kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin çözülme sürecine girdiği aşamaya geçiş noktasıdır.
Açıktır ki, tüm toplumlar için geçerli olan altyapı-üstyapı diyalektiği sosyalizm için de geçerlidir. Sosyalist inşanın her aşamasında ekonomi, politika, altyapı, üstyapı, üretim ilişkileri, üretim güçleri; parti ve proletarya diktatörlüğünün diğer organları arasındaki ilişkiler, statik ve birbirinden kopuk ilişkiler değildir. Bu ilişkiler belirleyici ve etkileyici konumlara yükselme diyalektiği içinde birbirini iten, dönüştüren ilişkilerdir. Bu ilişkilerde sürece denk düşen dengeler kurulamazsa, ona uygun politikalar üretilemezse, ya da biri diğerine kurban edilirse, sonuçta, sosyalizmin kuruluşunda, sağ ya da sol sapmalar ortaya çıkar.
Sosyalizmin altyapı ve üstyapıda örgütlenmesi sürecinde, doğru bir politika yön verdiği sürece, esas olarak çözülmüş olan üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişki, uzlaşmazlık kazanıp üretim güçlerinin frenlenmesine ve yıkımına yol açmaz. Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin varlığı koşullarında bu uygunluğu sürekli kılabilmenin nesnel zemini yoktur.
Üretici güçler, tarihin en dinamik ve devrimci gücüdür. Gelişiminin önünü tıkayan üretim ilişkilerini, objektif koşullara bağlı olarak subjektif koşullar oluştuğunda devrim yoluyla süpürüp atar.
Sosyalizmde, kapitalist dizginlerinden boşanan üretici güçler, özgür emeğin yaratıcı gücüyle sınırsız gelişme yolu bulur. Üretici güçlerle üretim ilişkilerinin dengeli, uyumlu, toplumun yaşam düzeyini yükselten gelişimi, özgür emek düzeninde bulur ifadesini.
Sosyalizmde sorun; zorunlu uygunluğu sürekli kılabilmek, üretici güçlerin sınırsız ve hızlı gelişiminin yolunu tıkayıp, çatışmaya dönüşmeyecek şekilde sosyalist üretim ilişkilerini geliştirebilme sorunudur.
STALİN'in altını çizerek belirttiği gibi, sosyalist toplumda bu uyumu sağlamak ve sürekli kılabilmek, proletarya partisinin doğru ve yerinde politik müdahalesinin işidir.
''Eğer yönetici kurumlar -diyor STALİN - doğru bir siyaset uygularlarsa, bu çelişkiler uzlaşmaz çelişkiler halinde soysuzlaşmazlar ve üretim ilişkileri ve toplumun üretici güçleri arasında bir çatışmaya varamazlar.'' (STALİN, Son Yazılar, s.126, Sol Yayınları)
Bu ilişkileri mekanik bir biçimde analiz edenler; politikanın, sosyalizmde belirleyiciliğini mutlaklaştıranlar, sosyalist inşanın geldiği aşamayı gözönüne almadan, proletarya partisinin Marksizm-Leninizm yolundan sapması karşısında, doğru teşhis koymaktan uzaklaşırlar. İlkel kaba ideolojik, politik teşhislere varabilirler.
Bunun bilinen ve sosyalist güçler arasındaki ilişkileri derinden yaralayan örneği; SBKP'nin başına 20. Kongre'de sağcı Kruşçev yönetiminin gelmesinin,1956'ya kadar sosyalist güçlerin kazanımlarını, sosyalist inşada alınan yolu hesaba katmadan, yeni burjuvaların iktidara gelmesi olarak görülmesidir.
Bu sağcı çizginin yer yer pragmatik ve enternasyonalizmle çelişen politika ve pratik tavırları, bu yanlış teşhisin sahiplerini sosyal-emperyalizm teorisine götürebilmiştir.
Sosyalizmin ilerlemesini, daha fazla mevzi kazanmasını, daha fazla emekçinin ideali ve mücadelesinin yolu olmasını, emperyalizmin daha hızlı çöküşünü geciktiren nedenlerden biri olarak sorgulanması gereken, en başta, SBKP 20. Kongresi'nin ideolojik, politik sonuçlarıdır. Ama sosyalist ülkeleri, emperyalizmden daha tehlikeli düşman ilan edecek kadar ''sol''a savrulmanın getirdiği ''sosyal emperyalizm'' ve bunun devamı ve sistemleşmiş ifadesi olan ''Üç Dünya Teorisi''nin pratik sonuçlarının, aynı çıkmaz sokağa açılan tespitler olduğu unutulmamalıdır.
Sosyalist güçlerin, ülkelerin bölünmüşlüğü; dünya devrimi, proletarya enternasyonalizmi ekseninde emperyalizme, sömürgeciliğe, yeni-sömürgeciliğe, faşizme ve her türlü gericiliğe karşı güçlerini ortak ideolojik, politik bir hatta birleştirememeleri, bugün reddedilemez bir gerçektir.
Bizlerin de parçası olduğumuz bu güçlerin, aralarındaki çelişkileri, birbirlerini düşman ilan edecek ve çatışacak düzeye vardırmalarının ardında; sağa sola sapmalar, bu sapmalara konulan yanlış teşhisler, subjektivizm ve tepkisellik yatmaktadır. Yine bu ayrılıklar, çelişkileri çözümlemede Marksist-Leninist eleştiri, özeleştiri, ideolojik mücadele yöntemlerinin gereğince özümlenememesinden ve sosyalizmin karşılaştığı tüm sorunları çözmede yeterli deney ve tecrübe sahibi olacak olgunluğa erişememesinden kaynaklanmaktadır.
Ama sosyalist dünya, önüne çıkan engelleri aştığı, sorunlarını büyük ölçüde çözümlediği gibi, bu iç sorununu da çözümleyecek güç ve dinamizme sahiptir. Sosyalist dünyada ayrılıklar ve çatışmalar bugün nasıl reddedilmez bir gerçek ise, yarın birliğin ve ortak hareketliliğin sağlanacağı da bir gerçektir. Biz Marksist-Leninistler bu gerçekliğin sosyalist dünya lehine dönüşeceğine inanıyoruz.
Sosyalist dünyanın objektif ve subjektif nedenlere dayanan bölünmüşlüğünü yerli yerine oturtup gidereceğine, emperyalizmin çöküşünü hızlandıracağına inanıyoruz. Marksist-Leninistler, ideolojik, politik çizgilerini ve ilkelerini koruyarak, bu ayrılıkların taraflarına angaje olmadan, ayrılıkların objektif ve subjektif nedenlerine karşı inatla ve sabırla ideolojik, politik bir mücadele yürütürlerse, bölünmüşlüğün sonunun daha da yakınlaşacağına inanıyoruz.
Tarihin akışı sosyalizmden, proletaryadan yanadır. Sosyalist dünyanın, proletaryanın birliğinden yanadır. Bu birliği hızlandırmak ve gerçekleştirmek Marksist-Leninistlerin ortak çabasıyla olacaktır.
Hiçbir şey bizleri ve tüm Marksist-Leninistleri proletarya enternasyonalizmi ekseninde, tüm sosyalist güç ve ülkelerin, parti ve örgütlerin silahlarını emperyalizme çevirmeleri isteminden ve bunu gerçekleştirmek için mücadele etmekten alıkoymamalıdır.
Biz, sosyalist güçlerin birliğini her zaman savunduk. Birliğin yolunu baştan kapadığı için, sosyalist ülkelerin sağa ya da sola sapmış olmalarına bakarak, hemen karalanmalarını baştan reddettik. Sosyalist ülkelerin düşman ilan edilmelerine, emperyalizm hâlâ varlığını korurken hedef yapılmalarına, devrimci enerjinin bu yolda harcanmasına her zaman karşı çıktık.
Sosyalist ülkelere düşmanlık temelindeki bir politikanın, sosyalist sisteme zarar verdiğini, sosyalist güçleri içten zayıflattığını ve can çekişen emperyalizmi soluklandırdığını her zaman söyledik.
Olumlusuyla, olumsuzuyla, günahıyla, sevabıyla, yanlışıyla, doğrusuyla kollektif üretim ilişkilerinin egemenliğini koruduğu ve sürdürdüğü tüm sosyalist ülkeleri sosyalist sistemin ayrılmaz parçaları olarak görüyoruz. Ve bu parçaların Marksist-Leninist temelde birliğini istiyoruz.
Eğer, yeni Grenada işgalleriyle, Libya saldırılarıyla karşılaşmak, can çekişen emperyalizme halkların kurtuluş mücadelelerine saldırma gücü vermek istemiyorsak; emperyalizmin bölge karakolları Siyonist İsrail ve Güney Afrika gibi ırkçı yönetimlerin, bölge halklarının özgürlük mücadelelerini vahşice bastırmaya çalışmalarına seyirci kalmak istemiyorsak; sosyalist güçlerin Marksist-Leninist ilkeler ve politikalar üzerinde birliği için daha fazla emek harcamak zorundayız.
İspanya halkının faşizmi yenme ve özgürlüğünü kazanma savaşında III. Enternasyonal tarafından yaratılan, bugün zedelenmiş, zayıflamış olan enternasyonal birlik ve dayanışma ruhunu yaşatmak görevimizdir.
Politikaya, sosyalizmin inşa sürecinde belirleyici ve yönlendirici fonksiyonlar yükleyince, sosyalizmden kapitalizme geri dönüş ve kapitalizmin restorasyonu olasılığını da kabul etmek zorundayız. İktidarın alınışı işin başlangıcıdır. Önemli olan iktidarı alma kadar korumak, yaşatmak ve sınıfsız toplum yolunda yürütebilmektir. Devrimler tarihi, iktidarı aldıktan sonra sosyalizmi yürütemeyenlere, karşı-devrimlere de tanık olmuştur. Devrimin başında; üretim ilişkilerinin henüz kurulmaya çalışıldığı yıllarda, belirleyiciliği ve yönlendiriciliği en üst noktada olan partinin sağa ya da sola sapması, kapitalizmin restorasyonunu, nesnel ve öznel direnme dinamiklerinin iyice zayıflaması nedeniyle kolaylaştırır.
Devrimin ilk yıllarında, kapitalizmin kalıntılarını temizlemede sağa sapan, ABD ve İngiliz emperyalizmiyle bağlarını güçlendiren Yugoslavya, ''özyönetim'' uygulamalarıyla kapitalizme dönük ilişkilerin geliştirildiği olumsuz bir örnek olmuştur.
Sosyalist inşanın tamamlanmadığı süreçte; partinin sağa ya da sola sapması ve bu sapmanın sosyalizmi aşındırarak gelişmesi, sosyalist direnme dinamiklerini zayıflatması, geriye dönüş koşullarının birikimidir. Kültür devriminin sürekli kılınamaması ve ihmal edilmesi sonucu, partiden başlayıp topluma doğru yaygınlaşan bürokratik eğilimler ve yozlaşma, kitlelerin yanlış politik hedeflere yöneltilmesi, varlığını önemli ölçüde koruyan emperyalizmin maddi ve manevi gücüyle birleşince, kapitalizme geri dönüşe yolaçabileceğini unutmamalıyız. 1956'da Macaristan'ın, 1968'de Çekoslovakya'nın kapitalizmin eşiğinden döndüğünü, ve kapitalizmin eşiğine nasıl getirildiğini unutmamak zorundayız.
Kitlelerin kiliseden ve kapitalist dünyadan esen gerici düşüncelerden etkilenmesi ve partinin sosyalizmin ve kitlelerin sorunlarını çözmede ideolojik, politik önderlik yapmamasının, kitlelerde dışa vuran tepkisini istismar ederek de olsa, Polonya'da karşı-devrimci Dayanışma'nın milyonlarca işçiyi peşinden sürüklemesi, Marksist-Leninistler için önemli bir ders olmalıdır.
Sadece iyi örneklerden değil kötü örneklerden de ders almalıyız.
Kamboçya, Vietnam'ın müdahalesine kadar dogmatik, sol sekter bir çizginin yönetiminde, halk iktidarının, nasıl halka düşman bir diktatörlüğe dönüşebileceğinin örneği olmuştur.
Partideki hizipleşmenin objektif zemini olan iki çizgi mücadelesinin, darbeciliği geliştirdiği ve bunun ideolojik, politik uygulamalarının sosyalizm dışına çıkabileceği, Pol-Pot ve Kızıl Kmer deneyi ile bir kez daha görülmüştür. ÇKP'nin sosyalizm koşullarında sınıf mücadelesini yanlış değerlendirmesinin, sınıfsız topluma kadar proletaryanın yanında burjuvazinin varlığını koruyacağı ve bunun da kaçınılmaz olarak partide sınıfsal ifadesini bulacağı yanlış anlayışının doğurduğu iki çizgi mücadelesi, Çin'de sosyalizmin inşa edilmesine sürekli engel çıkarmıştır.
Eğer ÇKP'nin tarihi parti içi darbeler, sağa sola savrulmalar, sosyalist inşada keskin zikzak çizmeler tarihi olmuşsa, bunda iki çizgi mücadelesini meşru görme anlayışı esas etken olmuştur. Leninist örgüt anlayışı iki çizgi mücadelesini, hizip özgürlüğünü ve partinin birliğine mücadelesine zarar verecek aykırı her türlü gruplaşmayı reddeder. Proletarya partisinin demir disiplininin bir gereği olarak üyelerinin irade ve hareket birliği parti içi eleştiri ve fikir tartışmasını dıştalamaz. Tersine, partide irade ve eylem birliği sağlandığı noktaya kadar canlı, aktif bir eleştiri ve tartışma ortamının sağlanması, demokrasinin parti içindeki işleyişine ve partinin disiplinine güç katar.
''Proletaryanın partisinin demir disiplinini (özellikle diktatörlüğü sırasında) azıcık da olsa zayıflatan kimse, gerçekte, proletaryaya karşı, burjuvaziye yardım etmektedir.'' (Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, s.41, Sol Yayınları)
Biz Marksist-Leninistler Pol-Pot ve Kızıl Kmer sosyalizmini, partide hizipleşmeyi süreklileştiren iki çizgi mücadelesini reddediyoruz. Halkı düşman gören ve katleden bir yönetimin her şey olabileceğine, ama asla sosyalist olamayacağına inanıyoruz. Makyavelizm sosyalizme değil, sömürücü toplumlara ait bir anlayıştır. Proletaryanın ve Marksist-Leninistlerin amaca varmak için kullandığı yöntemlerle burjuvazininkileri birbirine karıştırmamak gerekir.
Proletaryanın sarsılmaz iradesinin ve yaratıcı gücünün, Marksist-Leninist ideolojinin maddeleşmiş ifadesi olan partinin, devrim ve sosyalizmi inşa sürecinde yalpalamaması, her tarihi dönemeçte doğru politik kararlar alabilmesi gerekiyor. Sosyalizmin geleceği ve sınıfsız topluma istikrarlı bir şekilde ulaşmak öncelikle buna bağlıdır. Partinin sosyalizmde önemi büyüktür. Partinin kendi özgücüne ve yaratıcılığına güvenmesi, burjuva liberal ve küçük-burjuva sağ ve sol akımlara taviz vermemesi, kitlelerle sosyalizmi bütünleştirmesi, kitleleri sosyalist kültür ve bilinçle sürekli eğitip manevi yönden güçlendirmesi, Marksist-Leninist yolundan sapmadan kararlı adımlarla hedefine yürümesi gerekiyor. Sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü koşullarında sınıf düşmanlarına karşı parti, proletaryanın en önemli silahıdır.
Sosyalizmin 70 yıllık tarihi, Marksist-Leninist yolu izleyeni de, sağa sola yalpalayan ve hataya düşeni de, bizlere bu gerçeğin, parti gerçeğinin önemini öğretiyor!
Emperyalizmin, proletarya devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşları yoluyla zorunlu olarak, sosyalizme geçişin tarihsel-toplumsal aşaması olduğu kanıtlandı.
70 Yıllık sosyalizm deneyi, sosyalizmin, halkların kendi kaderlerini özgürce tayin ettiğini, her türlü toplumsal eşitsizliğin, ayrıcalığın, baskının kalktığını, kadının toplumsal saygınlığına kavuştuğunu gösterdi. Toplumsal ilerlemenin önünün açılması, emek güçlerinin özgürce gelişmesi, yaratılan değerlerin adilce paylaşılması tarihsel bir gerçeklik oldu.
Ve yine 70 yıllık deney, kapitalizmden komünizme proletarya diktatörlüğü altında geçişin düz bir hat izlemeyeceği, sosyalizmin sorunsuz, pürüzsüz bir toplum olmadığı gerçeğini gösterdi.
Hemen tüm sosyalist ülkeler ve yönetici komünist partiler sosyalist inşa sürecinde, sosyalizmin sorunlarını çözmede birçok zorluklar yaşadılar. Sağa ya da sola savruldular. Onarılması güç hatalar yaptılar.
Marksist-Leninistler, burjuvazi gibi tarihi ve nesnel gerçekleri, hataları,halktan ve proletaryadan gizlemezler. Proletarya ve halklar için, neler yaptıklarını, neler yapamadıklarını, başarısızlıklarını ve başarılarını, hatalarını ve eksiklerini; nedeniyle, sonucuyla, tüm yönleriyle ortaya koyarlar. Bu, onların proletaryaya ve halklara karşı sorumluluklarının, samimiyetinin ve gerçeklerden gelecek için ders çıkarma anlayışının bir ifadesidir. Marksist-Leninistler, nesnel gerçeği kavramayı zafere giden yolda önşart kabul ettiklerinden; sapmaların ve hataların ortaya çıkardığı, ama sosyalizmde olmaması gereken sorunlar karşısında, reformistler ve revizyonistler gibi hayal kırıklığına uğramamışlardır. Sosyalizmin, ideallerinde kurdukları gibi hiç de kolay ve sorunsuz olmadığını gördüklerinde, reformistler gibi ne yapacaklarını, ne diyeceklerini şaşırmamışlardır. Gerçekler olduğu gibi kabullenilip kavranmadan, dünya nesnelliği içinde yorumlanmadan, sosyalizm ve proletaryanın çıkarları yönünde değiştirilemez. Sosyalizmin hatalarını, zaaflarını ve tüm sorunlarını nesnelliği içinde kavrayamazsak bunlardan kurtulamayız.
Sosyalizm, tarih sahnesinde yerini alalı 70 yıl oldu. Toplumların yaşıyla değerlendirildiğinde sosyalizm henüz çok gençtir. Ama insanlığın kapitalizm koşullarında çözülmemiş, kangrenleşmiş, insanlığı yıkıma götüren sorunlarına sosyalizm neşter vurmuştur.
Sosyalizm, sadece işçi ve emekçi sınıfların, burjuvazinin sömürü ve baskısından kurtuluş yolu olmadı; kapitalizmin erozyona uğrattığı insani ve toplumsal değerleri de kapitalist bataklıktan çekip çıkardı. Bütün devrimler bu gerçeği doğrulamıştır. Sosyalizm 70 yılda, geri, atalet içinde, karacahilliğin kol gezdiği, uyuyan nice toplumu ayağa kaldırmış, yüzlerce yılda sağlanabilecek ilerlemeleri onyıllara sığdırmıştır. Sosyalizm bilimi, teknolojiyi, eğitim ve öğretimi, insanca ve onurlu yaşamayı, Afrika'nın balta girmemiş ormanlarına, Asya'nın cangıllarına kadar sokmuştur. Ama bu başarılar gözlerimizi boyamamalı, başımızı döndürmemelidir.
Biz Marksist-Leninistler, sosyalizmin 70 yıllık deneyimlerine karşın henüz çözümleyemediği sorunlarının olduğunu kabul ediyoruz. Sosyalist ülkelerin aralarındaki ideolojik, politik ayrılıkların temelinde bu sorunları çözmede uygulanan yöntem farklılıklarının olduğunu biliyoruz. Komünist partilerin bu sorunları çözümlerken sağa sola savrulduğunu, subjektivizme ve dogmatizme düştüğünü, hatalar yaptığını ve bu hataların sistemleşip derinleşmesi sonucu partinin dinamizmini ve yığınlarla bağını kaybettiği noktada, emperyalizmin müdahalesinin bu ülkeleri kapitalizmin sınırına getirdiğini unutmuyoruz. Bu hata ve sapmaların sınıfsal ve toplumsal köklerinin olduğunu unutmuyoruz. Bugün sosyalizmin sorunları hiç de azımsanacak boyutlarda değildir. Bu sorunların bizim devrimimizin de sorunları olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu sorunlara çözüm yolu bulmak için çaba sarfetmek görevimiz olmalıdır.
LENİN ve STALİN'li Bolşevik Partisi ve Sovyetler Birliği, dünya proletaryasının ve ezilen halklarının çekim merkezi, gurur kaynağı ve gelecek umuduydu.
Sosyalizmin emekçiler karşısındaki saygınlığı, prestiji, burjuvazinin ve gerici güçlerin yüreklerine saldığı korku doruktaydı.
Emperyalistler açık işgale başvurmuşlar, iç savaş çıkartmışlar, Sovyetler Birliği'ni abluka altına almışlar, kuşatmışlar ama devasa adımlarla gelişip güçlenmesini, kendi düzenlerinin alternatifi olmasını önleyememişlerdir. Ülkelerinin proletaryasının ve sömürgelerindeki halkların Sovyetler Birliği ile dayanışma içinde olmasını, Sovyetler Birliği'nin girdiği yoldan ilerleme kavgalarını önleyememişlerdir. LENİN ve STALİN'li Sovyetler Birliği, kapitalizme üstünlüğünü açık olarak gösteriyordu. Ezilen, sömürülen kitleler Sovyetler Birliği'nde geleceklerini görüyorlardı.
LENİN ve STALİN'li Bolşevik Partisi, sınıfsız topluma geçiş sürecinde karşılaştığı sorunları, doğru politik müdahalelerle sosyalizmin işçi ve emekçi sınıfların, insanlığın ilerlemesi yönünde çözmede başarılıydı.
Toplumu altyapısından üstyapısına kadar radikal dönüşüme uğratmak, sosyalizmi sağlam temellerde yükseltmek yolunda başarılı adımlar atıyordu.
Savaş komünizmi, NEP, sosyalist sanayileşme, tarımda sosyalizmin temelini atma, dünyada ilk kez merkezi planlamaya geçme, sosyalist kültür devrimi ile kapitalizmin çirkinliğinden, yozluğundan arınmış insanı yaratma, tekniği üst seviyeye çıkarma politikaları, organik olarak birbirini koşullandırır ve birbirini bütünler biçimde başarıyla uygulandı. Sosyalizme geçilip ''halk yığınlarının yaratıcı gücünü tam özgürlük sağlandığında'' toplumsal dönüşümün nasıl hızlanacağı, sosyalist insanın yeni toplumda çok kısa sayılabilecek bir tarihsel kesitte neler başarabileceği görüldü.
Sovyet proletaryası sömürücü sınıflarla olan çelişkisini, bu sınıfların güç ve olanaklarını adım adım yok ederek çözdü. İç savaş sırasında ortadan kaldırılan emperyalist büyük-burjuvazi ve toprak ağaları sınıfından sonra, sosyalist kuruluş yıllarında bütün sömürücü asalak sınıflar, kapitalistler, tüccarlar, kulaklar ortadan kaldırıldı.
Emperyalist kuşatma ve yükselen faşizm tehlikesiyle Sovyetler Birliği'nin nesnel koşulları arasındaki bağ kurulamazsa, 1917-1938 yılları arasında sosyalizmin kuruluşunun değeri anlaşılamaz.
1934 yılına gelindiğinde, tarihe zafer kongresi olarak geçen 17. parti kongresinde okuduğu raporda STALİN;
''ülke sanayisinin %99'u artık sosyalist sanayidir. Sosyalist tarım -kollektif çiftlikler ve devlet çiftlikleri- ülkenin bütün ekim alanlarının %99'unu içine almıştır. Ticaret alanında kapitalist öğeler tümüyle ortadan kaldırılmıştır'' (Bolşevik Parti Tarihi, s.398, Bilim ve Sosyalizm Yay. 1.baskı, Temmuz.1976) diyordu.
Parti içinde varlığını sürdüren ve kökleri devrim öncesine uzanan; LENİN'in de ideolojik mücadele yürüttüğü küçük-burjuva sağ ve sol sapmalara karşı, partinin Marksist-Leninist çizgisi, irade ve eylem birliği kararlılıkla korundu. Daha önce Rusya gibi geri bir ülkede devrimin gerçekleşmesine inanmayan muhalefet, devrim sonrası stratejisini sosyalist kuruluşun zaferine inançsızlık üzerine oturtuyordu. Sosyalist kuruluşun karşılaştığı zorluklar karşısında muhalefet, kararlı bir tutum takınamıyor, uygulanan doğru politikaları sağa sola çekmeye çalışıyordu. Ama STALİN'in başını çektiği Leninist çelik çekirdek, parti içi muhalefetin hakkından da gelmesini bilmiştir.
Partinin ideolojik, politik mücadelesini sabote etmekten başka anlama gelmeyen hizipleşmeye, bloklaşmaya, çok merkezliliğe ve yıkıcı eleştiriye kesinlikle fırsat tanımadı.
Leninizm parti içi hizipleşmeye, çok merkezliliğe olanak tanımadığı gibi, proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmi zayıflatacak, sömürücü asalak sınıfların siyasi örgütlülüğüne ve bu anlamda çok partililiğe de olanak tanımaz.
''Sosyal devrim çağında -diyor LENİN- proletaryanın birliği, ancak Marksizmin tam devrimci partisi tarafından ve ancak bütün öteki partilere karşı amansız bir savaşım yoluyla gerçekleştirilebilir.'' (age. s.446)
Proletarya diktatörlüğü koşullarında sosyalist demokrasi, proletarya ve tüm emekçi sınıfların güç ve iradesinin temsilcisi olan, onların güvenini ve saygınlığını mücadelesiyle kazanmış proletarya partisi aracılığıyla uygulanır. Sosyalist demokrasi irade ve eylem birliğine hizmet edecek ve disiplini güçlendirecek şekilde uygulanır. Parti saflarında partiyle organik ilişki ve alışveriş içinde olan, kitle örgütlerinde seçmek-seçilmek, alınan kararlarda söz sahibi olmak, eleştiri ve özeleştiriyi birliği güçlendirmek amacıyla aşağıdan yukarıya, yukardan aşağıya işletmek biçiminde gerçekleşir.
''Her şeyden önce, üretim alanında partiyi sınıfa bağlayan proletaryanın kitle örgütleri olarak sendikalar; her şeyden önce, devlet yönetimi alanında partiyi emekçilere bağlayan emekçi kitle örgütü olarak sovyetler; her şeyden önce, iktisadi alanda köylülüğün sosyalist kuruluşa katılmasını sağlayarak, partiyi köylü kitlelerine bağlayan, özellikle köylülüğün kitle örgütü olarak kooperatifler... ve son olarak bu kitle örgütlerini yönetmekle görevli olan, proletarya diktatörlüğü sisteminde temel yönetici güç olarak parti, genel olarak diktatörlüğün 'mekanizmasının' tablosu, 'proletarya diktatörlüğü sistemi'nin tablosu işte böyledir.'' (Leninizmin İlkeleri, STALİN, s.137-138, Sol Yayınları, 6.baskı)
İşte STALİN, proletarya demokrasisinin işleyiş mekanizmasını böyle çiziyor. Proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmden çıkarı olan proletarya ve diğer emekçi sınıflar için demokrasi, kapitalizmi geri getirme ve ayrıcalıklarına kavuşma peşinde koşan eski sömürücü sınıflara karşı diktatörlük olmasının anlamı budur.
Sosyalizme geçiş sürecinde devrime katılan sınıfların güç ve ittifaklarının zorunlu sonucu olarak, Marksist-Leninist partinin öncü rolünü kabul etmek, sosyalizm sınırlarında kalmak ve sosyalist ilerlemeye engel olmamak koşuluyla belli bir dönem proletarya dışındaki sınıfların siyasi örgütleri varlıklarını korurlar.
Devrimin daha geniş toplumsal tabana dayanması, kendine özgü geçiş biçimleri ortaya çıkarmıştır. Çok partililik ve işçi sınıfı partilerinin önderliğinde oluşan koalisyonlar bu özgün geçişlerin sonucudur. Hatta Çin'de devrimin ittifakları içinde ulusal burjuvazinin bulunması, sosyalizm koşullarında burjuva demokratik partilerin varolmasını getirmiştir.
Bu, sosyalist demokrasinin, Marksizmin devrimci partisi tarafından, tek başına yürütüldüğü gerçeğiyle çelişmez. Bu, gerçeği tamamlayan ve zenginleştiren bir gelişmedir. Sosyalizm yolunda ilerlendikçe, halk cepheleriyle, ulusal cephelerle geniş toplumsal tabana dayalı olarak sosyalizme geçilmiş ülkelerde de, çok partililik giderek tek partililiğe dönüşmektedir. Emekçi partileri, proletarya partisinin yörüngesinde merkezileşmektedir.
Bugün sosyalist demokrasinin işleyişindeki tıkanıklıkları tek partililiğe bağlamak ve çözüm olarak çok partililiği savunmak, proletarya demokrasisi sınırlarından, burjuva demokrasisi sınırlarına kayma anlamına gelmektedir.
Bugün birçok Sosyalist ülkede, ideolojik, politik, ekonomik ve sosyal sorunların çözümsüzlüğünün Sosyalist demokrasinin işlemesindeki tıkanıklıkta odaklandığı doğrudur. Ama bunun çözümü burjuvaziyi güçlendirecek çok partililiğe dönüş değildir. Çözüm, partiyi sınıfa bağlayan volan kayışları, yani kitle örgütlerini harekete geçirerek kopukluğu gidermek, partideki bürokratik pasları temizlemektir. Bu ülkelerde sorun, partiyle sınıf ve kitleler arasında olması gereken ilişkinin ve partilerin bürokratik yöntemlere saplanarak yozlaşması ve kitlelere yabancılaşmasıyla bozulması sorunudur. Sorun, partilerin sağ politikaların egemenliğinden kurtarılması sorunudur.
Emperyalist kuşatma altında sosyalizmin tek bir ülkede kurulabileceğini kabul etmeyenlere karşı savaşıldı. Dünya devrimi beklentisi içinde, gözünü Sovyetler Birliği dışına çeviren ve devrim ihracını mutlaklaştıranlara karşı ideolojik savaş açıldı. Hızlı sanayileşme adına, proletarya diktatörlüğü koşullarındaki rolünü göz önüne almadan, köylülere, Savaş Komünizmi'ne benzer sert tedbirlerle yaklaşılmasını savunan ''sol'' Troçkistlere karşı mücadele yürütüldü. Kulaklarla uzlaşma ve işbirliğine sarılan, proletarya diktatörlüğü koşullarında sınıf mücadelesini reddeden, ''sağ'' Buharincilere karşı kavga yükseltildi. Sosyalizmi yolundan saptırmaya ve geciktirmeye, halklar arası eşitlik temelinde gelişen ilişkileri bozmaya çalışanlara; ulusal sorunu çözmede sosyal-şovenizme düşenlere, büyük Rus şovenistlerine, yerel burjuva milliyetçiliğine, ayrılmayı mutlaklaştıranlara karşı, başarıyla ideolojik mücadele yürütüldü. Partinin birliğine, mücadelesine, sosyalizmin ilerlemesine zarar veren sağ ve sol akımlar partiden tasfiye edildi.
I. Paylaşım savaşı sonrası emperyalizm-sosyalizm ve ezilen halklar cepheleşmesi nesnel koşullarında, yeni bir enternasyonal dayatıyordu. II. Enternasyonal partileri proletaryaya ihanet ederek burjuvaziyle uzlaşınca, devrimden vazgeçerek reformlar yolunu seçince, enternasyonalizm bayrağını elinden atarak sosyal-şovenizm bayrağını yükseltince, LENİN, III. Enternasyonal'i kurdu. LENİN'den sonra STALİN'in yönettiği III. Enternasyonal, I.Enternasyonalin ''Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin'' şiarını emperyalizm, proleter devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşları çağında zenginleştirdi. ''Bütün Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halkları Birleşin'' şiarı altında, komünist parti ve örgütlerin dünya proletaryası ve ezilen halklarının ideolojik, politik mücadele birliğini sağladı.
Oluştuğu tarihsel kesitte III.Enternasyonal; emperyalist saldırganlığa ve savaş kışkırtıcılığına, sosyalizmin anavatanını yok etme, proletaryanın devrimci hareketini ve demokratik güçleri ezme stratejisinin karşısına; proletarya, ezilen halklar ve tüm ilerici güçlerle birlikte, halk cephelerinden barikatlar oluşturma göreviyle yükümlüydü.
III.Enternasyonal, aynı yüce ideallere bağlı milyonlarca insanı, tek bir irade altında mücadeleye sokabilmenin, faşizmin karşısında en önde savaştırabilmenin saygın örgütüydü.
Sömürgelerde halkların özgürlük savaşları gelişip yaygınlaşıyordu. Kıta Avrupası'ndaki devrimler Sovyetler Birliği'ni soluklandıracaktı. Ancak proletaryanın Kıta Avrupası'ndaki ayaklanma ve devrim girişimlerinin, sırasıyla 1918'de Finlandiya'da, 1919'da Macaristan'da, 1919'da Almanya'da, 1920'de İtalya'da,1923'de Bulgaristan ve Almanya'da,1924'de Estonya'da, 1926'da İngiltere ve 1927'de Viyana'da bastırılması ve ezilmesi; devrimci dalganın gerilediğini gösteriyordu. Bu gelişmeler, kapitalizmin, 1918-21 döneminde savaşın yıkımı üzerine gelen ağır buhrandan sıyrıldığını, belli bir istikrar kazandığını ve saldırganlığı tekrar ele aldığını gösteriyordu.
Bu nesnel durum, III.Enternasyonal'in öncelikle Sovyetler Birliği'nde, sosyalizmi koruma ve yaşatma, savaşı önleme görevini anlaşılır kılmaktadır.
III.Enternasyonal'in İspanya iç savaşının cumhuriyetçiler cephesindeki uluslararası tugaylara; Fransa'dan Bulgaristan'a kadar, faşist işgal altındaki ülkelerde yürütülen direniş hareketlerine verdiği maddi ve manevi destek unutulmamalıdır. ÇKP'nin önderliğindeki Çin halkının, Asya'nın emperyalist canavarı Japonya'ya karşı verdiği savaşa Çin Devrimi'nin niteliğini ve gelişme rotasını yanlış değerlendirse de uzattığı yardım eli, enternasyonal dayanışma örnekleri olarak kaydedilmelidir.
Ama III.Enternasyonal'in bağlayıcı kararlarını kendi ülkelerinin devrim pratikleriyle birleştiremeyen, bu kararları körü körüne, her derde deva reçete gibi görüp uygulayan bazı komünist partilerinin, devrimi geciktirip engellediği, hatta yenilginin nedeni olduğu ve dolayısıyla kararların bağlayıcılığının dogmatizm tehlikesini içinde taşıdığı da unutulmamalıdır. Belli bir devrim stratejisine çakılıp kalan Yunan Komünist Partisi'nin, iktidarın eşiğindeyken yenilgiye uğramasında böyle bir dogmatizmin rol oynadığı gözardı edilmemelidir.
III.Enternasyonal de, I. ve II.Enternasyonal'in kuruluşu ve dağılışı gibi belli tarihsel ve nesnel koşulların sonucunda kurulup dağılmıştır.
Anavatan savaşında ''Stalingrad zaferi''nden baslayarak faşizmi yenmede, yıkılmasını kesinleştirip hızlandırmada Stalin'li Bolşevik Partisi, Sovyet halkları tayin edici güç olmuştur. Bunu sadece biz Marksist-Leninistler değil, tüm ilerici insanlık ve halklar kabul ediyor.
Kızıl Ordu'nun Orta ve Güney Avrupa'daki devrimlere enternasyonal desteği ile faşist diktatörlükler yıkılmış, dünya komünist hareketinin II. paylaşım savaşının sonunda kazandığı başarılar, sosyalist bloğun kurulmasına yol açmıştır.
Enternasyonal, bu sonuca bağlı olarak sosyalist blok çerçevesinde ifadesini buldu. Kominform, III.Enternasyonal kadar merkezi ve bağlayıcı olmasa da bu sonuçların ürünüdür. 1956 20.Kongre sonrası gündeme gelen 1957 ve 1960 Moskova Komünist ve işçi partileri toplantısı, sosyalist blokla birlikte enternasyonalin dünya çapındaki son izleridir. ÇKP-SBKP ayrılığı bu izleri de silip götürmüştür. Bu sınırlar çerçevesinde günümüzde enternasyonal birlik ve dayanışmadan söz edemiyoruz.
LENİN ve STALİN'in önderliğindeki Bolşevik Partisinin, Sovyet proletaryası ve halklarının sosyalizm deneyi, sosyalizm yolunda ilerleyen ülkelere, özgürlüğünü kazanmış halklara yol göstermiş, zengin bir devrimci miras bırakmıştır. Marksizm-Leninizmin hazinesini zenginleştiren bu devrimci miras, bizim de değer verdiğimiz ve örnek aldığımız mirastır.
Sosyalist ülkeler, komünist parti ve örgütler arasındaki ideolojik, politik ayrılıkları alevlendiren, giderek sosyalist bloğu bölüp çok merkezli duruma getiren gelişmelerin çıkış kaynağı, SBKP'nin 20.Kongre kararlarıdır.
20.Kongrede; Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kuruluşunda, anavatan savaşının kazanılmasında ve faşizmin yenilgisindeki tarihsel rolü ve önemine, düşmanlarının hayasızca yalan ve demagojilerinin gölge düşüremediği STALİN'e, ''kişi kültürünü'' yıkma adına saldırılmıştır.
Marksizm-Leninizmin, emperyalizm çökene kadar geçerliliğini koruyacak evrensel tezleri bu kongrede belirsizleştirilmiş ve değiştirilmiştir.
STALİN'i büyüten, halk nezdinde kahramanlaştıran kitlelerdir, partidir. STALİN'i Sovyet halkının ve dünya proletaryasının önderi yapan şeyler; bulunduğu önderlik misyonunun hakkını vermesi, her tarihi anda yalpalamadan doğru kararlar alabilmesi ve uygulamasıdır. Yaşamını proletarya davasına adamasıdır.
STALİN'e karşı çıkmak, özünde sosyalizmin kuruluşuna, ağır bedeller ödenerek, çok zor koşullar altında yaşatılmasına, Sovyetler Birliği'nin ve Bolşevik Partisi'nin izlediği Marksist-Leninist çizgiye karşı çıkmaktan başka bir anlama gelmiyor.
Devrimci yaşamı boyunca, Marksizm-Leninizm bayrağını Bolşevik Partisi'nin ön saflarında taşıyanlar içinde, STALİN her zaman vardı.
STALİN'le birlikte, sosyalist kuruluş yolunda yürüyen, Troçkistlere ve Buharincilere karşı mücadelede STALİN'i destekleyen, STALİN'i ülkenin sarsılmaz önderi ilan eden; ''STALİN yoldaşa saldırmak, MARKS, ENGELS ve LENİN'in öğretisine saldırmaktır'' diyecek kadar, STALİN'in ülke ve parti açısından tarihsel önemini ortaya koyan KRUŞÇEV'in 20.Kongrede Stalin'e karşı başlattığı karalama kampanyasını onaylamıyoruz. KRUŞÇEV'in ikiyüzlü tavrının onaylanacak hiçbir yanı yoktur.
GORBAÇOV'un Genel Sekreterliğe getirildiği 27.Kongre ile birlikte STALİN'e karşı yıkıcı eleştirinin ve karalamanın dozu yükseltilerek Bolşevik Partisi'nin tarihi çarpıtılıp değiştirilmeye, STALİN'in sosyalizmin kuruluşundaki tarihsel rolü azaltılmaya, hatta tamamen silinmeye çalışılıyor.
1920'li ve 30'lu yıllarda, Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin kurulmasında destansı bir yolun katedilmesine, yeni toplumun temellerinin atılmasına, inanılmaz işler başarılmasına, GORBAÇOV'un ağzından övgüler düzülüyor.
Ama bu övgüler yanında STALİN'in yerilmesine ve ''affedilmez'' suçlar işlediği biçiminde değerlendirmeler yapılmasına katılmıyoruz. STALİN'i Bolşeviklerden ve Sovyet halkının bu süreçte elde ettiği başarılardan soyutlamayı ve yargılamayı oportünist bir tavır olarak değerlendiriyoruz.
İç ve dış tarihsel ve nesnel koşullar, emperyalist kuşatma, yükselen faşizmin yoğunlaşan saldırı tehdidi, emperyalist savaş rüzgarları, kırda sosyalist kooperatifleşmeye kulakların direnişleri, küçük-burjuva sapmaların parti birliğini tahrip etme çabaları hesaba katılmadan; STALİN'i ''iktidarını kötüye kullanmak''la, ''hukuku ihlal etmek''le, ''parti ve hükümet liderliğine dayalı bir yönetim biçimi oluşturmak''la, ''kitlelere baskı yapmak''la suçlamaya karşı çıkıyoruz. Bu suçlamaların tersine, sözkonusu dönem, partinin kitlelerle bağının en canlı ve güçlü olduğu, partinin kitleleri sosyalizmle kaynaştırmasının 70 yıllık sosyalizm deneyi içinde en ileri düzeye çıkarıldığı, kitlelerin olağanüstü çalışma temposu ve fedakarlıkla STEHANOV hareketleri yarattığı, insanların sosyalistleştirildiği bir dönemdir.
Başarılarla dolu destansı bir dönemi, politikaların hayata geçirildiği yöntemlerden, bu yöntemleri parti ve partinin tarihsel önderliğinden ayrı ve karşı karşıya konulacak biçimde değerlendirmek, materyalist tarih anlayışıyla bağdaşmaz.
Nazi kurşunları altında, ''Yaşasın STALİN'' sloganlarıyla can veren binlerce partizan tarihten çıkarılmadıkça; 50 yıla sığdırılacak ekonomik ve toplumsal gelişmenin 10 yıla sığdırılabilmiş olması yadsınmadıkça; faşizmin yenilgisini hazırlayan ve aylarca sokak sokak, ev ev, oda oda savaşılarak kazanılan Stalingrad Zaferi yok sayılmadıkça; STALİN sosyalizm ve Sovyetler Birliği için tarihsel önemdeki rolünü silmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.
STALİN, Bolşevik Partisi'nin 18.Kongresinde; parti içinde, sosyalizmin ilerlemesine, partinin irade ve eylem birliğine engel olanların arındırılmasında aşırıya kaçıldığını, hatalar yapıldığını kabul etmiştir.
Sınıf mücadelesinin değişik biçimlerde de olsa partiye sıçratılması, emperyalist çelişkilerin her an savaşa yol açabilecek yoğunlukta olması, faşizmin saldırı için sınırda homurdanması gibi nedenlerle; sosyalizmi ve partiyi içte ve dışta güvenceye almak için demokrasi sınırlı tutulmuş, sosyalizm dışı unsurları güçlendirenlere karşı sert tavır alınmıştır. Bunu STALİN reddetmiyor. Ama bu olağanüstü zor koşulların aşılmasına bağlı olarak, demokrasinin partiden başlayarak bütün unsurlarıyla işletilmesini savunan da STALİN'dir.
GORBAÇOV'un STALİN için yaptığı şu saptamasına katılıyoruz; ''Ortaya koyduğu muazzam siyasi irade, azim ve dayanıklılık ve halkı örgütlemekte ve denetlemekte gösterdiği beceri.'' (Yolumuz Ekim'in Yolu, Öncülerin Yoludur, GORBAÇOV, s.25, Dönem Yayıncılık, 2.baskı) Bugün bizlere sosyalizmin 70 yıllık deney ve tecrübesini tartıştırabiliyor. Sosyalizmin, en zor koşullarda, tarihsel görevler başarılarak korunması ve yaşatılması sağlanmasaydı, ne Sovyetler Birliği'ni ne de STALİN'i tartışmanın bir anlamı kalmayacaktı.
STALİN bu olgun tavrıyla, bir kez daha; ''Bir politik partinin, hataları karşısındaki tavrı, bu partinin ciddiyet derecesi, sınıfı ve ezilen yığınlar karşısındaki yükümlülüklerini pratikte nasıl yerine getirdiği konusunda yargıya varmanın en önemli ve güvenilir yönlerinden biri...'' (LENİN'den aktaran Bolşevik Parti Tarihi, s.448, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1.baskı, Temmuz 1976) olduğunu göstermiştir.
Marksist-Leninistler başarmak, iktidarı almak ve sosyalizmi kurmak istiyorlarsa, eksikliklerini ve hatalarını ortaya koyarak ders çıkarılmasını, onları sabırla aşmasını bilmek zorundadırlar.
Her dönem partideki Marksist-Leninist çizginin başında bulunan STALİN mahkum edilirken; devrime, sosyalizme ihanet etmiş, objektif ya da subjektif olarak emperyalizmle işbirliğine girmiş, parti içi mücadeleyi çatışmaya dönüştürerek, eleştiri-özeleştiri ve ikna yolunu terketmiş Buharincilerin ve diğerlerinin, mahkeme karşısındaki cüretli itirafları ortadayken aklanmaları ve yüceltilmeleri, onaylanacak bir tutum değildir. Bu yolu, Troçkistlere de itibar iadesine kadar gidebilecek, sosyalist kazanımlar için tehlikeli bir yol olarak görüyoruz.
Biz Marksist-Leninistler, yaklaşık yirmi yıldır, 20.Kongre kararlarıyla açılan ve yeni süreçte de uygulanan politikaların, sosyalizmin ilerleyişi ile çeliştiğini, Sovyetler Birliği'nde sınıfsız topluma ulaşma rotasından sapıldığını söylüyoruz. KRUŞÇEV ve BREJNEV yönetimindeki SSCB; grup-kolhoz mülkiyetinden tüm halkın mülkiyetine küçük meta üretiminin sınıfsal, toplumsal temelinin kaldırılmasına, meta dolaşımından ürün dolaşımına doğru ilerlememiştir. Sosyalist kazanımlara yenileri katılamamıştır.
Biz Marksist-Leninistler, yirmi yıldır, sosyalist üretim güçlerinin gelişimine denk düşecek şekilde sosyalist üretim ilişkilerinin geliştirilemediğini; LENİN, STALİN döneminde sosyalizmin devasa adımlarla ilerlemesini sağlayan bu ilişkilerin optimum dengesinin bozulduğunu ve olması gereken diyalektik bütünlüğün, çatışma yönünde evrimleştiğini, parti ve yönetici mekanizmaların bunu düzeltecek politikalar bulup çıkaramadığını; ideolojik, ekonomik, sosyal sorunların çözülmeden biriktiğini; parti ve kitleler arasındaki ilişkilerin, parti ve kitlelerin arasındaki bağı güçlendirecek, proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştıracak şekilde işlemediğini; sosyalizm için hayati olan bağlardaki zayıflamanın kitleleri sosyalizme yabancılaşma sürecine ittiğini, sosyalizm dışı düşünce ve alışkanlıkların yaygınlık kazandığını söylüyoruz. Bunları söylerken, bizim için Marksizm-Leninizmin teori ve taktikleri, LENİN ve STALİN'li Bolşevik Partisi'nin sosyalizm deneyi dünya proletaryasına ve halklarına yol gösteren başarıları değişmez ölçüydü.
Biz Marksist-Leninistler; ''tartışma, eleştiri ve özeleştiri yöntemini her yerde uygulayıp kitleleri partinin politikasına katmak, demokrasiyi en iyi şekilde işleterek kitlelere yön vermek yerine, bürokratik yöntemlerin, kitleleri tepeden buyruklarla yönetme alışkanlıklarının geliştiğini'' söylerken de; ''kitlelerin sosyalist eğitiminin, sosyalizmle bütünleşmeleri doğrultusunda ve sosyalizmde karşılaştıkları sorunları çözümleyecek şekilde yapılmadığını, onların manevi yönden güçlendirilmesinin ihmal edildiğini'' söylerken de; proleter kültür devrimini sürekli kılarak kitleleri sosyalizmin kuruluşu için seferber eden LENİN ve STALİN'in Bolşevik Partisi'ni kendimize örnek alıyorduk.
İşte GORBAÇOV'un söyledikleri; partide bürokratik eğilimlerin gelişmesi, partiden ve yönetim kademelerinden başlayan ve topluma yayılan yozlaşma, Sovyetler Birliği'nin bu nesnel gerçeğinin kendisidir. Bu gerçek, Sovyetler Birliği'nde, ''kırtasiyeciliğin'', ''rüşvetin'', ''maddi refah, zenginleşme ve tüketim istemlerinin'', ''yasalara karşı saygısızlığın'', ''milliyetçiliğin'' yayılması; ''plan hedeflerine ulaşamama'' (STALİN döneminde kitlelerin kollektif emek gücüyle planlamada hedeflenenden daha kısa sürede başarı kazanıldığı hatırlardadır), ''ekonomik hantallaşma'', ''ulusal gelirin artış hızında yarı yarıya düşüş'', ''sosyalist demokrasinin işleyişindeki tıkanıklık'', ''ideolojik, politik yetersizlik'' vb. sosyalizmin LENİN ve STALİN dönemindeki maddi ve manevi kazanımlarının ''sinsice'' yıpratılması gerçeğidir.
GORBAÇOV'un hiç de iç açıcı olmayan açıklamaları, 20 yıldır eleştirilerimizde ne kadar haklı olduğumuzu gösteriyor. Ama ne yazık ki, böyle bir durumda haklı çıkmak bizlere gurur vermiyor. Biz Marksist-Leninistler, sosyalist ülkelerde ortaya çıkan sosyalizme aykırı gelişmelerden, sosyalizmin hata ve zaaflarından, sosyalizmin genel çıkarları acısından, sadece üzüntü duyarız.
Ama devrime ve halkımıza karşı sorumluluğumuz, ne kadar üzüntü duyarsak duyalım, bu nesnel gerçeği ortaya koymamızı ve eleştirmemizi zorunlu kılıyor. Bu yanlış ve zaaflardan kendi devrim pratiğimiz için dersler çıkarmak istiyorsak bunu yapmalı, pragmatik ve idare-i maslahatçı bir tavır takınmamalıyız.
GORBAÇOV'un açıklamalarından sonra, dünyaya ve ülkemize kendi gözleriyle değil SBKP'nin gözlükleriyle bakan, SBKP'ye her şeyiyle bağlılığı, Sovyetler Birliği'ndeki sosyalizmi idealleştirmeyi, devrim tezlerini, politikalarını eleştiri süzgecinden geçirmeden olduğu gibi savunmayı, komünist olmakla özdeşleştiren tüm reformist ve revizyonistlerin, ne ölçüde haksız oldukları ortaya çıktı.
GORBAÇOV'un ortaya koyduğu nesnel gerçekler, başları Kremlin'e çevrili tüm sağ, pasifist çizgilerin tozpembe düş dünyalarını yıktı.
Ama kendi özgücüne, ideolojisine, politik taktiklerine güvensizlik, kolayca etkilenip değişebilirlik, reformist ve revizyonistlerin genel sınıfsal karakteridir.
Onlar bir yerlerden hazır reçeteler almaya ve ülkelerinin gerçeklerine uymadığı halde, ''uydurmaya'' alışmışlardır.
Onlar, dışta her zaman SBKP'nin ideolojik, politik desteğine ihtiyaç duyarlarken, içte de tüm cumhuriyet tarihi boyunca, her zaman burjuvazinin ''liberal'', ''demokrat'', ''sol'' görünümlü partilerinin peşine takılarak onların gölgesinde, onlardan güç alarak siyaset yapmaya alışmışlardır.
Reformist ve revizyonistlerde ilke istikrarı yoktur. Onlar için devrim ve iktidar sorunundan önce günlük pratiğin akışına ayak uydurmak gelir. Bu pasifist çizgilerin özünde proletarya devrimine inançsızlıkları vardır. Yoksa bu kadar zikzaklı ve dengesiz, kaygan politika izlemek mümkün değildir.
Dün BREJNEV'li SBKP'ye söz söyletmeyen, söyleyeni sosyalizm düşmanı ilan edecek kadar fanatikleşen reformist ve revizyonistler özeleştiri gereği bile duymadan, bugün BREJNEV'i ve politikalarını sosyalizm yolunu tıkamakla eleştiren GORBAÇOV'a hemen angaje oldular. Bu yüzseksen derece ters tavırlarıyla kendi özgüçleriyle hareket etmediklerini, kendi politikalarını kendilerinin çizmediğini, ilkeli olmak diye bir sorunlarının olmadığını gösterdiler.
Dün BREJNEV'i övenler bugün GORBAÇOV'un yanına geçip, birlikte eleştirirken SBKP'nin politikasına ve ideolojisine körü körüne bağlı olduklarını gösterdiler.
Bu; ''dün dündür, bugün bugündür'' oportünist mantığının tutsağı olmak demektir.
Bu tür bir anlayışı kesin bir şekilde reddetmek Marksist-Leninistlerin görevidir.
Biz Marksist-Leninistler 20 yıldır, Sovyetler Birliği'nde sağ politikaların egemenliğiyle ilgili eleştirilerimizi; reformistlerin iddia ettiği gibi, Sovyetler Birliği'ni ve sosyalizmi yıpratmak, küçük düşürmek, burjuvaziye sosyalizme saldırıda demagoji malzemesi vermek için yapmadık. Biz hatalarıyla sevaplarıyla kollektif üretim ilişkilerinin egemen olduğu Sovyetler Birliği'ne ve diğer sosyalist ülkeleri burjuvazinin saldırılarına karşı her yerde, en zor koşullarda dahi savunduk, savunuyoruz. Bizi, burjuvaziye karşı sosyalizmi ve sosyalist ülkeleri savunmaktan hiçbir güç alıkoyamaz, alıkoyamamalıdır.
Biz eleştirilerimizi sosyalizmin hata ve zaaflarını, sorunlarını halkımıza göstermek, yanlış politikaları kavratmak ve doğrusunu öğretmek için yapıyoruz. Çin'in sosyal emperyalizm teorisini, Arnavutluk'un kendisini sosyalizmin merkezine oturtup, tüm sosyalist güçleri yadsımasını, aynı nedenlerle eleştiriyoruz.
Biz Marksist-Leninistler, sosyalizmi değil, sosyalist ülkelerin politikalarındaki yanlışlığı eleştiriyoruz. Bundan sonra da, aynı yöntemle hareket edeceğiz. Sosyalist ülke ve partilerin, birlik-eleştiri-birlik platformundan ayrılmadan, sosyalist kazanımlarına leke düşürmeden, başarılarının onurunu paylaşarak, hata ve zaaflarını kaynaklarıyla birlikte görebildiğimiz ölçüde, doğrularını da koyarak eleştirmeye devam edeceğiz. Hiçbir sosyalist ülke ve parti, sadece kendi yaptıklarının ve savunduklarının her şeyiyle doğru olduğu, diğerlerinin yanlış olduğu saplantısı içine girmemelidir. Hata yapabileceklerini, zaafa düşeceklerini, çözmekte zorluk çekecekleri sorunlarla karşılaşabileceklerini kabul etmelidirler. Diğerlerinin deneyimlerinden, eleştiri ve önerilerinden yararlanmayı küçümsememelidirler. Sosyalizmin genel çıkarları, sınıfsız topluma hatalardan ve zaaflardan arınarak daha emin adımlarla ilerleme isteği, tüm Marksist-Leninistlere bunu yapmayı dayatıyor.
Sovyetler Birliği için, biz Marksist-Leninistlerin eleştirilerinden daha karamsar bir tablo çizen GORBAÇOV'un, sosyalizmin birikmiş sorunlarına getirdiği çözüm yolları, Marksist-Leninist çözüm yolları değildir.
Sorunu sadece nesnel gerçeği görmek ve anlama sorunu olarak ele alamayız. Sorun, kavranan gerçeği Marksist-Leninist politikalarla dönüştürebilme, sosyalizmin hata, zaaf ve eksikliklerini giderebilme sorunudur. Sosyalizmin çarklarındaki bürokrasi paslarını, yozlaşma kirlerini, sosyalizm dışı unsurları temizleme ve sosyalizmi daha iyiye götürme ve yüceltme sorunudur.
Sorun, Sovyetler Birliği'nde ortaya çıkan, partiden başlayıp topluma yayılan, sosyalizmi kemiren değişimlerin çıkış kaynağı olan 20.Kongre kararlarına ve bu kararların mimarı KRUŞÇEV'in yolundan mı yoksa Marksizm-Leninizmi yücelten, sosyalizmi maddi ve manevi güce dönüştüren, dünya proletaryası ve ezilen halkların umudu durumuna getiren LENİN ve STALİN'li Bolşevik Partisi'nin yolundan mı ilerleneceği sorunudur.
GORBAÇOV ve SBKP; ''50'lerin ortasında, özellikle de Komünist Partisi 20. Kongresinden sonra tüm ülkede bir değişiklik rüzgarı esti, insanların moralleri yükseldi, daha cesur ve daha güvenli oldular. Kişiye tapmayı ve sonuçlarını eleştirmek ve sosyalist adaleti yeniden yerleştirmek için Nikita KRUŞÇEV tarafından başı çekilen Partinin ve önder kadrosunun cesur bir çıkışları gerekti.'' (Yolumuz Ekimin Yolu, Öncülerin Yoludur, GORBAÇOV, s.27, Dönem Yayıncılık, 2.baskı) diyerek yanlış yola açılan 20.Kongre kararlarının yolundan ilerlemiştir. Seçimini otuz yıldır uygulanan, Marksizm-Leninizmden uzaklaşmaya yol açan yanlış çizgiden yana yapmıştır.
Sosyalizme aykırı düşen uygulamalarda ve işlenen suçlarda, STALİN'li Bolşevik Partisi'ni sanık sandalyesine, gerçek suçlu KURUŞÇEV'i yargıç koltuğuna oturtan bir anlayıştan başka türlüsü beklenemezdi.
KRUŞÇEV'in başarısızlığının sırrı, GORBAÇOV'a göre ekonomik reformları politik reformlarla tamamlayamaması, demokratikleşmeye açılım yapamamasıdır.
GORBAÇOV'un, sosyalizmin biriken sorunlarına açılım getirecek, toplumu ilerletip geliştirecek ''perestroika''sının çıkış noktası, köklü ekonomik reformların, toplumsal yaşamın demokratikleştirilmesiyle, kitlelerin katılımının artırılmasıyla tamamlanmasıdır.
Kitlelerin sosyalizmin kuruluşuna katılımını sağlamak, sosyalist inşanın yönetici gücü proletarya partisiyle kitlelerin bağlarını kopmaz bağlarla bağlamak, ilişki ve iletişim kanallarını genişletmek, canlı ve yaratıcı biçimde demokrasiyi işletmek sosyalizmde temel sorundur.
Bu dinamik ilişkilerin statikleşmesi, karşılıklı bağların gevşemesi, partinin kitleler üzerindeki yönlendirici inisiyatifinin azalması, onların sosyalizmin örgütlenmesine katılımını sağlayan kanalların daralması, sosyalizmi zayıflatma, sosyalizm dışı unsurları canlandırma anlamı taşır.
Çekoslovakya ve Polonya'da karşı-devrim son tahlilde, parti ve kitleler arasındaki volan kayışlarının zaafa uğramasından dolayı kendisine geçit noktası bulmuştur.
Sosyalist demokrasi, partiden kitlelere, kitlelerden partiye denetim ağı kurularak işletilemiyorsa, kitlelerin sosyalizmin güçlendirilmesine katılımı artırılıp yaygınlaştırılamıyorsa, bunun sorumlusu doğrudan partidir. Partinin bunları gerektiği gibi idare edemeyen, dengeleyemeyen politikasıdır.
Sovyetler Birliği'nde sosyalizmin gelişiminde ortaya çıkan hataların gelip dayandığı nokta burasıdır.
Sorun, partinin demokrasiden ne anladığında, demokrasiyi sınıfsız toplum hedefinden şaşmadan nasıl işlettiği, her aşamada nasıl işleteceği sorununda düğümlenmektedir.
Sorun, sosyalizmin her aşamasında sosyalist demokrasinin sınıfsal içeriğine göre hareket edebilme, sınıfsal içeriği muğlaklaştırıp dejenere etmeme ve yanlış yola, ''saf'', ''mükemmel'' demokrasi anlayışına sapmama sorunudur.
Şöyle de söyleyebiliriz: Kitlelerin canlı ve yaratıcı katılımı, partiyi, proletarya diktatörlüğünü, sosyalizmi güçlendiriyorsa, sosyalizmin sorunlarının çözümünü kolaylaştırıyorsa sosyalist demokrasi işliyor demektir.
Ama GORBAÇOV sorunun çözümünü tersten alıyor ve daha çelişkili ve karmaşık hale dönüştürüyor. ''Yığınların canlı yaratıcılığına dayanmak'', ''demokrasiyi işletmek'' adına, ''sosyalist özyönetimlerin'', ''özerk örgütlenmelerin'' inisiyatif ve etkinliğini teşvik ediyor. ''Aşırı merkeziyetçiliği'' reddetme, bu ölçüde uç noktaya götürüldü mü, merkeziyetçilikle demokrasi karşı karşıya getirilmiş ve proletarya diktatörlüğü yozlaştırılmış, sosyalizm dışı unsurların gelişimine ortam hazırlanmış oluyor.
Proletarya demokrasisi sömürülen çoğunluğun, sömüren azınlık üzerindeki diktatörlüğüdür. Sonuçta STALİN, LENİN'den aktararak şunları yazıyor:
''Proletarya diktatörlüğü, 'tam' demokrasi, zengin olsun, yoksul olsun herkes için demokrasi olamaz; proletarya diktatörlüğü, yeni bir biçimde -proleterler ve genel olarak yoksullar için- demokratik, yeni bir biçimde -burjuvaziye karşı- diktatörce bir devlet olmalıdır.'' (STALİN, Leninizmin İlkeleri, s.48, Sol Yayınları, 6.baskı)
''Saf'', ''mükemmel'' demokrasi, LENİN'in proletarya diktatörlüğü anlayışına karşıdır ve demokrasinin sınıfsallığının unutulmasıdır. Demokrasi (diktatörlük) egemen sınıfların elinde, sınıf düşmanlarının direncini ezmede kullandığı bir aygıttır; ya azınlık burjuvazi içindir ya da çoğunluk proletarya ve emekçi sınıflar için. İki uzlaşmaz sınıfı birden içine alacak demokrasi olamaz.
GORBAÇOV'un demokratikleşme reformları ''saf'' demokrasiye açık kapı bırakır, demokrasinin sınıfsal özünü belirsizleştirir niteliktedir.
Burjuvazi sınıf olarak yok edilmiş olsa da, düşünce ve alışkanlıklarını küçük üretim içinde ya da değişik toplum kesimlerinde şu ya da bu ölçüde yaşıyor olması ve partinin bürokratik yöntemlere saplanmasına bağlı bir toplumda, yozlaşma eğilimlerinin gelişmesi koşullarında, demokrasiyi ''saf''laştırmak objektif olarak proletarya diktatörlüğünü, sosyalizm dışı unsurlar karşısında yıpratmak ve zayıflatmak anlamına gelir.
Bu bir yana, ''toplumsal yaşamın demokratikleştirilmesinde partisiz unsurları yönetici görevlere yükseltmeyi'' ilke sorunu haline getirmek, işi daha da ileri götürmektir.
Sovyetler Birliği'nin, içinde bulunduğu sıkıntı ve zorlukların çözümünü öncelikle kitlelerde değil, partide aramak gerekiyor.
Partide ''merkez komitesi plenumlarının genellikle kısa ve biçimsel olması'', ''merkez komite toplantılarında tartışmalara katılma ve önerilerde bulunmanın hemen hemen olmaması'' gibi bürokratik eğilimlerin gelişimi ortada iken, partide bu pasları temizleyecek yöntemler geliştirilmeden, sonuçta Marksist-Leninist ideolojik, politik işleyiş egemen kılınmadan doğrudan kitlelere açılmak, inisiyatif kantarının topuzunu kitlelerden yana kaydırmak, sorunların çözümünü daha da çıkmaza sokacaktır. ''Kitleler ne yaparsa yapsın sonuçta doğrudur'' anlayışı, kitlelerin peşine takılan sağ ekonomist bir anlayıştır.
GORBAÇOV'un kapitalist dünyaya hoş görünme ilişkileri geliştirme, barışı koruma adına demokrasiyi bu anlayışla işletmeye kalkması, sosyalizm düşmanlarının iştahını kabartmaktadır.
Bugün ''demokrasi'', ''özgürlük'', ''insan hakları'' istemiyle karşı-devrimciler Kızıl Meydan'da gösteri yapabiliyor, sosyalizme karşı parti kurmak için harekete geçebiliyor.
Karabağ, Estonya sorunu, halklar arasındaki birliği ve kardeşliği zedeleyecek ve milliyetçi eğilimleri güçlendirecek şekilde çatışmalara kadar varıyor.
Milliyetçilik, enternasyonal ruh ve dayanışmayı zayıflatarak güçleniyor. Baltık halkları merkezi devlete karşı daha fazla özerklik istiyor. Daha da ileri gidip bağımsızlık isteyenler bile çıkabiliyor.
Bu türden, sosyalizmle yan yana bulunmaması gereken gelişmelerin köklerini, 20.Kongre kararlarına kadar götürmek ne kadar doğruysa; bunların kendilerini açığa vuracak cesareti bulmalarını da, GORBAÇOV'un yanlış demokratikleşme anlayışında ve gereksiz hoşgörüsünde aramamız da o ölçüde doğrudur.
GORBAÇOV'da daha net açığa çıkan demokrasi anlayışının temelleri, KRUŞÇEV döneminde atılmıştır.
KRUŞÇEV'le birlikte proletarya devleti halkın devletine, proletarya partisi halkın partisine dönüştürülerek, sınıfsal içeriğinden kopartılmıştır. Daha sonra, BREJNEV döneminde bu değişiklik anayasaya geçirilmiştir. Bu, Marksist-Leninist devlet anlayışıyla çelişmektedir. Devlet, sınıfların, sınıf çatışmalarının belli bir aşamasının zorunlu bir ürünüdür ve her devlet, ezilen sınıflara karşı yöneltilmiş bir özel baskı gücüdür. ENGELS'in deyişiyle ''...hiçbir devlet, ne özgürdür, ne de halk devleti''dir. (LENİN, Devlet ve İhtilal, s.31, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 5. baskı)
Sovyetler Birliği'nde uzlaşır nitelikte de olsa, sınıfların varlığını koruduğu koşullarda, proletaryanın kendisiyle birlikte diğer sınıfları ortadan kaldırmadığı süreçte, proletarya devleti var olacak ve diktatörlüğünü sürdürecektir.
Biz Marksist-Leninistler, üretim güçlerinin gelişiminin, burjuva düşünce ve alışkanlıklarını kendiliğinden sosyalist ideoloji ve bilince dönüştüreceğini savunanların, proletarya diktatörlüğü teorisinden hiçbir şey anlamadığını söylüyoruz. Sosyalizmin üstyapıda egemenliğini kurup pekiştirmesi bu kadar hafife alınamaz. Çünkü yüzyılların birikimiyle kapitalizm üstyapıda düşünce ve alışkanlıklarıyla etkisini uzun süre devam ettirir.
''... proletarya diktatörlüğü altında, milyonlarca köylüyü, küçük patronu, yüzbinlerce memur ve müstahdemi, burjuva aydını eğitmek, bunların hepsini proletarya devletine ve proleter yönetimine bağlı kılmak, onların burjuva alışkanlık ve geleneklerinin üstesinden gelmek gibi muazzam görevler olacaktır.'' (LENİN, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı'ndan aktaran STALİN, Leninizm İlkeleri, s.46, Sol Yayınları, 6.baskı)
Proletarya diktatörlüğünün dönüşümdeki iradiliğini LENİN böyle ortaya koyuyor. Ayrıca proletarya yalnızca devraldığı bu ilişkileri değil, kendini de değiştirmek, bu alışkanlıkların etkisinden kurtarmak, yeni bir kalıba dökmek zorundadır. Bu da proletarya diktatörlüğünün vazgeçilmez diğer bir görevidir.
GORBAÇOV'un ekonomik reformları da demokratikleşmeye altyapı olacak şekilde, merkezileşmeye karşı merkezden kaçma anlayışına göre ele alınmıştır.
Merkezi planlamanın etkinliğinin sınırlandırılması, işletme bazında özerkliğin ve inisiyatifin artırılması, fiyatların piyasada işletmeler arası rekabet koşullarında oluşması ve belki de en önemlisi hizmet sektöründe özel girişimciliğin yasallaştırılması bu mantık silsilesinin ürünleridir.
Bu mantık,1957'de merkezi planlamayı gevşetip, bölgesel özerkliği güçlendiren ''kâr ve kârlılığın önemini yükseltmeliyiz'' diyen KRUŞÇEV'in ekonomik reformlarının sürdürücüsü olan mantıktır.
Varolan potansiyelin daha rasyonel kullanılması, kalitenin yükseltilmesi, teknolojinin gelişimi ve toplumsal refahın ve kârlılık oranının arttırılması adına; piyasa ekonomisi kurallarının ve bireysel çıkarların sosyalist üretim ilişkilerini, değer yargılarını kemirmesine yol açmaktadır. Toplumsal refah ve kârlılığı artırma karşılığı sosyalizmin kazanımlarından tavizler vermek, NEP'in bazı meziyetlerinden yararlanılması, bireysel girişimciliği geliştirme karşılığı sosyalist girişimcilik ve çalışma alışkanlıklarından tavizler vermek, biz Marksist-Leninistlerce kabul edilemez.
Bu ekonomik reformların sosyal ve siyasal sonuçları, sosyalizm dışı unsurları, kapitalizme özgü düşünce ve alışkanlıkları geliştirecek, sosyalizm aleyhine sonuçlar doğuracaktır.
Kapitalist yöntemleri üretim sürecine ve piyasaya sokmak, sonuçta, ister istemez bu yönde alışkanlık ve düşünceleri getirecektir. Özel girişimciliğin ve piyasa ekonomisi kurallarının, bireyci çıkar ilişkilerinin ve alışkanlıklarının potansiyel gücü olduğu unutulmamalıdır. Bu, sosyalist toplumun manevi atmosferini kirletecek gelişmelere yeşil ışık yakmaktır. Siyasi olarak da, sosyalizmin geldiği aşamayla bağdaşmayan bu ilişkilerin; karşı-devrimci güçlerin ve bölgesel, yöresel milliyetçiliğin sosyalizme başkaldıracağı ortamın oluşmasına yol açabileceği gözardı edilmemelidir.
Sonuçta işletmeler arası rekabetin öne çıkarılması, kâr dürtüsünü çeşitli maddi teşvik ve özendirmelerle kamçılama, kollektif ruh ve bilincin, sosyalist üretim ilişkilerinin gelişmesini engelleyebilecektir.
Sorun, her dönem kitlelerin sosyalist bilinç ve ruhunu ayakta tutabilecek politikalar geliştirme ve sosyalizmin değerlerini, ilke ve yöntemlerini ve toplumun üzerinde manevi otorite kurmasını sağlamak, insanları sosyalizmin kopmaz parçası haline dönüştürüp sürekli yenileyebilmek sorunudur.
Sovyetler Birliği'nin biriken sorunlarının çözümü LENİN ve STALİN'li Bolşevik Partisi'nin, Marksist-Leninist ilke ve yöntemlerini gerektiriyor. Bunun için öncelikle partide 20.Kongre sonrası oluşmaya başlayan bürokratik paslar temizlenmelidir. Sağ çizgi ve sosyalist ruhu zaafa uğramış, bürokratlaşmış ve yozlaşmış kadrolar tasfiye edilmeli, sosyalizme karşı işlenen suçların hesabı sorulmalıdır.
Bunlar gerçekleştirildikten, partiye Marksist-Leninist çizgi egemen kılındıktan sonra; parti ve kitleler arasında 1930'lu yılların canlı yaratıcı ilişkileri kurulabilir. Kitlelerin sosyalizmin sorunlarının çözümüne aktif ve fedakarca katılımı sağlanabilir. Kitlelerin dinamizminin, sosyalizmin ilerletilmesinin itici gücü olması ancak sosyalist bilinç ve inançların diri ve sağlam tutulmasıyla gerçekleşecektir.
Her şeyi üretici güçlerin gelişimine ve toplumsal refahın yükseltilmesine bağlamakla, sınıfsız toplumun önündeki engeller aşılamaz. Sorunlar bireysel, grupsal çıkarlara yönelik yöntemlerle aşılamaz. Merkeziliğin ve kollektifliğin yerine demokratikliğin ve bireysel çıkarların geçirilmesiyle sosyalist üretim ilişkileri geliştirilemez.
Bu sorunları aşmanın yolu, kitleleri üretim seferberliğine itecek, moralini yükseltecek, güçlü bir atılıma sevkedecek kültür devriminin sürekliliğini sağlamaktan geçer.
Proletarya diktatörlüğünü ve partiyi kitlelerin nabzını elinde tutacak şekilde güçlendirmekten geçer.
Biz Marksist-Leninistlerin, Sovyetler Birliği'nde 1956'dan sonraki süreçte sosyalizm değil, sosyalizm dışı unsurların güçlendiğini, bunun diğer sosyalist ülkeleri de aynı yönde etkileyebileceğini söylerken, ne derece haklı olduğumuzu Çekoslovakya`dan sonra, Polonya olayları da gösterdi.
Sınırsız özgürlüğe tapınan küçük-burjuva aydın çevrelerin dışında, Çekoslovakya halkından destek bulamayan Dubçek kliğini, parti ve yönetim kademelerinden temizlemek zor olmadı.
Ama aynı şeyleri 1980'lerdeki Polonya için söylemek mümkün değildir. Emperyalizm, ''Dayanışma''sıyla, ''KOR''uyla, Papa'sıyla, kilisesiyle, ''Hür Avrupa'' radyosuyla, CIA'sıyla, IMF ve Dünya Bankası'yla, saflarına kattığı dönek Marksistleriyle Polonya'da, sosyalizme karşı ''kutsal savaş'' açtı. Bütün güç ve olanaklarıyla Polonya'ya yükleniyor. Çekoslovakya'da kaçırdığı restorasyon trenini Polonya'da yakalamaya çalışıyor.
1980 Ağustos'unda karşı-devrim tehlikesiyle yüz yüze gelen Polonya'da, sosyalizm çok kritik zorlu aylar, yıllar yaşadı, hâlâ bu tehlikeli süreçten bütünüyle çıkabilmiş değildir.
Polonya'da karşı-devrim tehlikesinin kısa sürede alt edilememesinin nedeni; işçi sınıfının devlet ve partiye karşı, sosyalizme aykırı düşen direniş ve eylem biçimlerine yönelmiş olması ve bunu karşı-devrimin ustaca sömürmesidir. İşçi sınıfı sosyalizme yabancılaşmış, partiye olan güveni ağır yara almıştır. Öyle ki, işçi sınıfı karşı-devrime altyapı olacak kadar parti politikasıyla uyuşmazlık içindedir.
Yıllarca ihmal edilen, sosyalist bilinç ve ruhla eğitimi yükseltilmeyen, ideolojik ve ekonomik, sosyal ve kültürel sorunları çözümlenemeyen işçi sınıfı; partisinden ve devletinden uzaklaştı, İşte bu yabancılaşmayla birlikte, birikmeye başlayan işçi sınıfı içindeki tepkiyi patlatmada, karşı-devrimin açık, yeraltı faaliyetleri katalizör rolü oynamıştır. Tehlike buradadır. Tehlikeli olan; karşı-devrimin işçi sınıfının çözüm bekleyen sorunlarına sahte sloganlarla, özgürlük, demokrasi istemleriyle sahip çıkması ve bunda, milyonlarca insanı peşinden sürükleyecek kadar başarılı olmasıdır.
İşçi sınıfı sosyalizmden, partiden yeterince alamadığı ideolojik eğitimi ''KOR''da mevzilenmiş küçük-burjuva aydınlarından, kiliseden, emperyalizmin yoğun propagandasından, ''Dayanışma''dan almıştır. İşçi sınıfına sosyalizmin veremediği kültürel, ideolojik eğitimi, sosyalizm dışı güçler verdiği için, işçi sınıfı karşı-devrimin peşine takılıp kendi elleriyle kurduğu sosyalizmin kapılarına dayanmıştır.
Sonuçta bugün gelinen noktadan bakıldığında, kültür devriminin Polonya'da süreklilik kazanmadığı, kitlelerin sosyalist eğitiminin, sosyalizm dışı gelişmelere karşı bağışıklık kazanacak düzeyde yapılmadığı görülüyor.
Yoksa, işçi sınıfının kendi iktidarından ve düzeninden özgürlük istemesi başka ne anlama geliyor?
İşçi sınıfının sosyalizmin yanlışlarını düzeltmeye çalışacağı yerde, kendisi için biçimsel ve göstermelik olmaktan öte anlam taşımayan burjuva özgürlüklere özlem duyması, başka nasıl açıklanabilir? Polonya'da burjuva düşünce ve alışkanlıklara kaynaklık edebilecek köylülük, yaygın örgütlülüğünü hâlâ korumaktadır.
LENİN, kırda küçük üretimi ikna temelinde, kollektif ilişkiler içine çekemeyen ülkelerde, burjuvazinin besleneceği toplumsal temelin sürdüğüne dikkat çekmiştir.
Devrilen burjuvazi sosyalist kuruluşun ileri aşamalarında gücünü uluslararası sermayenin gücünden ve kendi maddi gücünden, örgütlenme ve yönetme alışkanlıklarından çok; ''... alışkanlık kuvvetinden, küçük üretimin gücünden alır...(çünkü) ne yazık ki, küçük üretim hâlâ dünyada yaygın haldedir ve küçük üretim, sürekli olarak her gün, her saat, kendiliğinden ve yığın halinde kapitalizmi ve burjuvaziyi doğurmaktadır.'' (LENİN, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, s.12)
İşte görüldüğü gibi, Polonya'da sosyalizm için tehlike oluşturabilecek, karşı-devrimin kullanacağı geniş bir potansiyel de kırda bulunmaktadır. Polonya'da parti, kırsal kesimde sosyalizmin temellerini atamadıktan sonra, bu tehlike varlığını sürdürecektir.
Partinin politikaları, sosyalizmin ve kendilerinin sorunlarını çözmekte başarılı olmasa da, işçi sınıfının, öfkesini ve tepkisini sosyalizm dışı yollara başvurarak dile getirmesi kabul edilemez. Kendi düzenini kendi silahlarıyla kendisinin yıkmaya çalışması kabul edilemez. Sosyalizmin temellerini sarsan yollarla, karşı-devrimi güçlendirmesi ve sosyalizme daha sert darbeler vurması için cesaretlendirmesi hiç kabul edilemez. İşçiler kendilerini ücretli köleliğe mahkum edecek, sermayenin özgürlüğüne eylemleriyle davetiye çıkarmamalıdır.
Kapitalizmin sömürüsünü gizleyen, kitlelerin gözünden kaçırmaya çalışan soyut özgürlükler, bağımsız sendikalaşma, fabrika işgallerine ve üretimin uzun süre durmasına neden olan grevler sosyalizme aykırıdır.
İşçi sınıfı ne olursa olsun, hatalarıyla da olsa, sosyalizm varlığını koruyorsa, alternatif doğru politikalarını partiye, karşı-devrime prim verecek yollarla kabul ettirmeye çalışmamalıdır.
Partinin politikalarını düzeltme yöntemleri ve kanalları sosyalizme, sosyalist ilkelere bağlı kalınarak seçilmelidir. Polonya'da işçi sınıfı öncelikle sosyalizmi korumalıdır. Emperyalizmin Polonya sosyalizmine açtığı ''kutsal savaş''ı durdurmaya çalışmalıdır.
LENİN, iç savaştan sonra, en yüksek örgüt biçimi olarak sendikaları kabul eden ve partinin rolünü sıfıra indiren, proletarya diktatörlüğünün gerekliliğini yadsıyan anarko-sendikalist ''İşçilerin Muhalefeti'' grubunu şiddetle eleştirmiştir. Sosyalizm koşullarında grevlere, işçinin kendi devletine karşı çıkması olarak gördüğünden, karşı çıkmıştır.
Bunlar zaman aşımına uğramamış, bugün de geçerliliğini koruyan derslerdir.
Bürokrasi ve yozlaşma kadar, karşı-devrimin iştahını kabartan grevler de, direnişler de sosyalizme ters düşüyor. Marksist-Leninistler sosyalizmi değil, Polonya'da sosyalizmin saygınlığına gölge düşüren bu yanlışları eleştiriyorlar. Bunların düzeltilmesi için mücadele edilmesini istiyorlar.
Biz; 20 yıllık sosyalist deneye sahip Çekoslovakya'da ''işçi konseyleri'', ''güler yüzlü sosyalizm'' kılıfı altına kapitalizmi restore etmeye çalışan DUBÇEK kliğinin partiyi ele geçirmesini, Sovyetler Birliği'nin yanlış politikalarının yansımasına bağlarken haklıydık.
Çünkü, Sovyetler Birliği'nin, sosyalist ülkeler ve komünist partiler üzerindeki ideolojik ve politik etkisini ve ağırlığını gözardı etmek mümkün değildir.
Eğer SBKP'de 20.Kongre kararları sonucu, kapitalist ilişkilere geri dönmekten yana güçler, emperyalizme yaslanarak ÇKP'deki gibi etkin olamadıysa, bu LENİN ve STALİN döneminde sosyalist kuruluşun sağlam temellere oturtulmuş olmasındandır.
Bu örneklerden şu sonucu çıkartıyoruz: SBKP ve çevresindeki komünist partileri, ellerindeki revizyonizm bayrağını atıp, LENİN ve STALİN'in Bolşevik Partisi'yle yükseklerde dalgalandırılan Marksizm-Leninizm bayrağını almazlarsa, sosyalist ülkeler boyutları değişik olmakla birlikte, karşı-devrimci girişimlere sahne olacaklardır.
Hangi nedenlerin sonucu olursa olsun Marksist-Leninistler, sosyalist bir ülkenin karşı-devrimin ağlarına düşmesine göz yumamazlar. Sosyalizmin genel çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmak zorundadırlar. Hiçbir Marksist-Leninist parti ve örgüt bu görevini erteleyemez.
Biçimsel yönden ve uluslararası hukuk çerçevesinde bakıldığında, bir ülkenin egemenlik haklarına ve iç ilişkilerine müdahale olarak görünse de, sosyalist güçler; karşı-devrimle çatışmaya girmiş ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olan sosyalist bir ülkeyi, kendi kaderiyle başbaşa bırakamazlar. Sosyalistler için olayların biçimsel yanlarından çok içerikleri önemlidir. Marksist-Leninistler için, özgür bir halkın yeniden eski ilişkilere döndürülerek köleleştirilmesini önlemek, uluslararası hukuk kurallarına aykırı düşmekten çok daha önemlidir. İşçi sınıfının ve halkların özgürlüğü, emperyalist sömürü ve işgali gizleyen biçimsel bağımsızlıklardan daha önemlidir.
Emperyalizmin ve iç gericiliğin sosyalizmi yıkmasına izin vermek, sosyalizmin genel çıkarlarını, enternasyonal dayanışma ve yardımlaşmayı yaralamak demektir. İçe kapanmak, milliyetçiliğe saplanmak demektir.
Hiçbir Marksist-Leninist göz göre göre olanaklar ve güçler birleştirildiğinde korunacak ve karşı-devrimi sindirebilecek sosyalist bir ülkenin, emperyalizmin kölelik zincirinin yeni bir halkası olmasına rıza gösteremez.
Karşı-devrim ilk olarak Ekim 1956'da Macaristan'ın kapılarını zorlamıştır.
Bir yanıyla Macar burjuvazisine, diğer yanıyla Amerikan emperyalizminin başını çektiği uluslararası sermayeye dayanan İmre NAGY kliğinin karşı-devrimci darbesi, Macaristan'ı sosyalist sistemin dışına çıkarmaya çalışmıştır. Sosyalist ülke ve komünist partilerin, sosyalizmin genel çıkarlarını korumadaki kararlılıklarını Macaristan'a maddi, manevi destek vererek göstermeleri, enternasyonal dayanışmanın bir örneğidir. Macaristan'ın emperyalizm ve karşı-devrim karşısında korunmasında sosyalist güçler, haklı ve yerinde olarak, Kızıl Ordu kalkanını kullanmışlardır. Marksist-Leninistler burada dikkatlerini, sosyalizmin genel çıkarlarını korumadaki kararlı tutum yanında; Macaristan Komünist Partisi'nin, karşı-devrimin iktidara yürüyecek güce ulaşmasındaki hatalarının sorgulanması ve açığa çıkarılması üzerinde yoğunlaştırmalıdırlar.
Karşı-devrimci İmre NAGY kliğinin, partinin yanlış politikalarının kitlelerde haklı olarak uyandırdığı tepkileri, akılcı taktiklerle karşı-devrim potansiyeline dönüştürmesi ve sosyalizme karşı kullanabilmesinin nedenlerini çözümleyebilmelidirler.
Karşı-devrimin ezilmesindeki başarı, hataları ve zaafları unutturmamalıdır!
Benzer gelişmeler 1968'de Çekoslovakya'nın başına gelmiştir. Daha sinsice ve ince taktiklerle ''güler yüzlü sosyalizm'' aldatmacalarıyla başlayan karşı-devrim, adım adım partinin kilit noktalarını ele geçirmiştir. Yetkileri eline geçirir geçirmez karşı-devrim, yukarıdan aşağıya Yugoslavya benzeri bir yolla, üretim birimlerinden başlayarak kapitalizmin restorasyonuna girişmiştir.
Partiye yerleşmiş karşı-devrimin, sosyalizmin kazanımlarını eritip yitirmesine, sosyalist Çekoslovakya'nın kapitalist Çekoslovakya'ya dönüşmesine, sosyalizmin genel çıkarları açısından izin verilemezdi. Kızıl Ordu ve diğer sosyalist ülke ordularının Çekoslovakya'ya müdahalesine, sosyalizmin genel çıkarları açısından bakıldığında karşı çıkılamaz. Hukuki ve biçimsel kaygılarla 'bağımsızlığa, egemenliğe saygısızlık yapıldığı' gibi sonuçta milliyetçiliğe varan duygularla hareket etmek, Marksist-Leninistlerin tavrı olamaz.
Sonuçta; Çekoslovakya'ya müdahale doğru muydu, değil miydi tartışması, sosyalistler açısından artık aşılmalı ve karşı-devrimin neden ve nasıl doğduğu ve palazlandığı üzerinde durulmalıdır. Öncelikle Çekoslovakya'yı karşı-devrimin eşiğine getiren, müdahaleyi zorunlu kılan nedenler; ideolojik gıdasını SBKP'den alan Çekoslovakya Komünist Partisi'nin bürokratlaşma ve yozlaşmaya açık çizgisi sorgulanmalıdır. Biz Marksist-Leninistler geleceğe yönelik dersleri buralarda aramalıyız, aramak zorundayız. GORBAÇOV'un düşüncelerinin kökleri de buralara kadar uzanıyor.
Çekoslovakya müdahalesi, emperyalist burjuvazinin soldan yeni müttefikler kazanarak, sosyalizme saldırısını yoğunlaştırmasındaki bir dönüm noktasıdır. Marksizmin bunalıma düştüğü, iflas ettiği demagojilerinin kökleri, Çekoslovakya olaylarına kadar uzanır.
Çekoslovakya müdahalesi üzerine emperyalizm sosyalizme karşı bir haçlı seferi başlattı. Egemen bir ülkenin içişlerine müdahale edildiği, bağımsızlık haklarının çiğnendiği yaygarasını kopardı. Emperyalizm soğuk savaştan sonra Afganistan müdahalesine kadar, sosyalizme saldırıda başvurduğu demagojilerin odağına Çekoslovakya müdahalesini oturttu.
Emperyalizmin bu yoğun propaganda bombardımanının, küçük-burjuva aydınları etkilemedeki başarısı yadsınamaz. Basın-yayın, TV, radyo, tüm iletişim araçları harekete geçirilerek yürütülen, beyin yıkamaya yönelik saldırı kampanyası solu bile etkiledi.
Küçük-burjuva sosyalistlerinin ''bağımsız sosyalizm'', ''ulusal sosyalizm'', ''güler yüzlü sosyalizm'' gibi teorik ''keşif''leri, onların Çekoslovakya olaylarıyla yıkılan ''ideal sosyalizm'' anlayışlarının sonuçlarıdır. Emperyalizmin Çekoslovakya özgülünde, Sovyetler Birliği'ni hedef alan ideolojik ve politik saldırıları, dünyaları yıkılan, sağa sola savrulan bunalım içindeki bu küçük-burjuva sosyalistlerin düşüncelerinde önemli deformasyonlar yaratabilmiştir. Proletarya enternasyonalizminden sapılmış, burjuva milliyetçiliği ve liberalizmine çarkedilmiştir.
''Rus tankları altında ezilen Çekoslovakya'ya özgürlük'' isteyen koroya, soldan katılanların, emperyalizm kaynaklı propagandayla büyülendikleri ve objektif olarak emperyalist ve gerici güçlere, sosyalizmi yıpratmada yardımcı oldukları açıktır.
Bugün Polonya'ya aynı anlayışla ''özgürlük'' istemeye kalkmak, sosyalizm karşıtı ''Dayanışma''yı güçlendirmekten, emperyalizmin Polonya ve diğer sosyalist ülkeler üzerinde oynadığı oyunlarda rol almaktan başka bir şey değildir.
Çekoslovakya'da, Polonya'da ve diğer sosyalist ülkelerde ortaya çıkan hata ve zaafları eleştirmek, sosyalizmi savunmak başka, eleştiri adına emperyalizmin sosyalizmi yıkmaya yönelik ideolojik, politik saldırılarına ortak olmak, sosyalizme zarar vermek başka şeylerdir...
Marksist-Leninistler Çekoslovakya'da sosyalizmin yanlışlarını eleştirirken, DUBÇEK kliğini; Polonya'daki sosyalizmin yanlışlarını eleştirirken, ''Dayanışma''nın tasfiyesi için, alınan politik kararları desteklemişlerdir.
Sosyalizmden etkilenmiş küçük-burjuva asker, sivil aydınlar darbeyle iktidarı aldıktan sonra ''kapitalist olmayan yol''dan sosyalizme geçiş teorilerine sarılmıştır. Marksist-Leninist devlet ve devrim teorileriyle bağdaşmadığı halde, bunun bir örneği, Sovyetler'in Afganistan hükümetinin çağrısına uyarak Kızıl Ordu'yu Afganistan'a göndermesidir. Biz Sovyetler'in bu tavrını proletarya enternasyonalizmi olarak görmedik. Afganistan Nisan ''Devrimi'' ilerici bir atılımdır, o kadar!
Bu anlamda, Afganistan'ın Macaristan ve Çekoslovakya'dan kategorik ayrımı vardır.
Sovyetler'in Afganistan'a müdahalesini emperyalizme ve gericiliğe karşı cüretli bir çıkış olarak görmek gerekiyor. Ama sınırlarına kadar dayanmış emperyalizmin, Sovyetler Birliği'nin güvenliğini tehdit etmesi, Afganistan'daki gericiliği ezmeye zorlayan önemli bir başka nedendir. Müdahalenin bu yanı üzerinde durulmalıdır. Sovyetler Birliği'nin kendi güvenliğini alması ve düşünmesinde, olağandışı bir durum yoktur. Eleştirilmesi gereken nokta; bu güvenliğin başka bir ülkeye, o ülkenin meşru iktidarının çağrısıyla da olsa müdahale edilerek alınmaya çalışılmasıdır. Bir sosyalist ülke, güvenliğini başka bir ülkenin sınırında aramamalıdır.
Gelinen aşamada, Afganistan'da devrim olduğundan, sosyalizmin kurulmaya çalışıldığından söz etmek bir anlam ifade etmiyor. Devrim ve sosyalizmin örgütlenmesi bir yana, Afgan yönetimi gerici güçlerle hükümeti paylaşmayı çoktan kabullenmiştir. Bugün Afganistan'da gerileyen iktidar, mevzi kazanan gerici güçlerdir. Ülkenin büyük bir bölümü gerici güçlerin denetimi altındadır. İç savaşın geçmişe göre hızı kesilse de, iç savaş sürmektedir. Savaşta gerici güçlerin ağırlığı vardır. Sovyetler Birliği'nin geri çekilmesinin tamamlanmasıyla, gerici güçlerin ve emperyalizmin savaşta inisiyatifinin artacağını söylemek için kahin olmak gerekmiyor. Bu gerçekleri, görmemek için gözlerini kapatanlara anlatmak zorundayız.
Sosyalist Afganistan hayaliyle yaşayanları bu tatlı rüyalarından uyandırmak zorundayız.
Yanlışlığını, iktidarı ele geçirmesinden başlayarak eleştirmiş olsak da, Afganistan'da gerici güçlerin egemenlik kurmasına sonuna kadar karşı çıkarız. Afganistan özgülünde ilerici-gerici çatışmasında bu anlamda tarafız.
Afganistan'ın gericiliğin kalesi, emperyalizmin bölge halklarının kurtuluş savaşlarına ve sosyalizme saldırı üssü olması, sosyalist ve ilerici güçlerin aleyhine bir gelişme olacaktır.
Afganistan'da gericiliğin ve emperyalizmin bayrağının dalgalanması, biz Marksist-Leninistleri rahatsız edecek, dünya çapında ilerici güçlere mevzi kaybettirecektir.
Ama Afganistan bu duruma gelirse, bunun doğrudan sorumlusu SBKP'nin ''kapitalist olmaya yoldan'' sosyalizme geçiş teorisi ve bu teoriyi Afganistan'da uygulamaya kalkanlar olacaktır. Bu nedenle de sonuçta halkları yenilgiye götüren bu yanlış devrim teorisi her zaman eleştiri oklarımızın hedefi olacaktır.
Sovyetler Birliği'nin ''Afganistan yönetiminin çağrısıyla sosyalizme karşı ayaklanmış, emperyalizmin kışkırttığı ve silahlandırdığı gerici güçlere karşı, enternasyonal dayanışmanın bir gereği olarak, Afganistan halkının yardımına koştuk'' demesi, nesnel gerçekleri değiştirmiyor. Sovyetler Birliği'nin gerçeği, Afganistan'daki nesnel gerçeğe uymuyor.
Halk devrime kazanılmadan, halkın devrimci girişimiyle aşağıdan yukarıya burjuva devlet mekanizması parçalanmadan, ''gerçek bir halk devrimi'' gerçekleştirilmeden, iktidar ele geçirilse de korunamayacağını ve sosyalizme açılamayacağını Afganistan deneyi trajik sonuçlarıyla gösteriyor.
Barışçıl yoldan ya da aynı kapıya çıkan ''kapitalist olmayan yoldan'' sosyalizme geçiş teorisinin iflası, bu kez Afganistan'da yaşanıyor.
Biz Marksist-Leninistler, Sovyetler Birliği'nin Afganistan'da halka rağmen ''devrim''i sürdüremeyeceğini; yanlış rota izlenerek, nesnel koşullar zorlanarak iktidar olmanın sonuca götürmeyeceğini, bu işe girişmenin bedelinin ağır olacağını, daha Kızıl Ordu, Afganistan'a yeni ayak basmışken söyledik, yazdık. Aradan sekiz yıl geçtikten sonra söylediklerimizi ve yazdıklarımızı tarih doğruluyor. Sovyetler Birliği sekiz yıl sonra 15 bin kayıpla, ''devrim'' ve halk lehine önemli bir şey çözümlemeden, zoraki bir barışla, ardında iç savaş ve körüklenmiş milliyetçi duygular bırakarak çekiliyor.
Afganistan'da henüz her şey kaybedilmiş değil. Yönetim kendi gücüyle gericiliğe karşı direnmeye çalışıyor. Ama sonuçta trajik bir yenilginin yaşanması hiç de bir sürpriz olmamalıdır. Çünkü sürecin diyalektiğinde yenilgi tarafı ağır basıyor. Sosyalist Afganistan düşüyle yaşayanlar sonradan şok geçirmek, karamsarlığa kapılmak ve yıkılmak istemiyorlarsa, gerçeğin bu yanını da görmeliler artık.
Bugün sosyalist güçlerin, Sovyetler Birliği'nin yanlış devrim anlayışının sonucu, Afganistan'da zedelenen saygınlığını ve prestijini onarmak, Afganistan gerçeğinin olumsuzluklarını halkların kafasından silip atmak hiç de kolay olmayacaktır. Marksist-Leninistler burjuvazinin Afganistan, Polonya, Çekoslovakya gibi ''kötü örnekleri'' öne sürerek yalan ve demagoji üretmesini, halkların kafasını karıştırmasını, sosyalizme saldırmasını önlemek için, sadece emperyalizmin halklara düşman çirkin yüzünü açığa çıkarmakla yetinemez.
Bunun yanında, reformizme ve her türlü sağ ve sol sapmaya karşı, ideolojik, politik mücadeleye de hız vermeliyiz. Yanlış devrim teorilerini her vesileyle, bıkmadan usanmadan eleştirmeliyiz.
Bu görevi yerine getirdiğimiz ölçüde halklarımızın kafası aydınlanacak, emperyalizmin yalan ve demagojilerine karşı bağışıklık kazanacak, Polonya, Afganistan, Çekoslovakya gerçeğini bütün yönleriyle neden-sonuç ilişkisi içinde kavrayacaklardır.
Emperyalizm, çürümesi ve kokuşması ilerledikçe, sosyalizme saldırmak, sosyalizmden bir şeyler koparmak için yeni demagoji ve yalan malzemeleri arıyor.
Bu malzemeyi açıklık adına da olsa, emperyalizme biz kendi ellerimizle hediye etmemeliyiz. Eleştiri ve özeleştiriyi hatalardan ders çıkarma ve yenilenme sınırlarının dışına çıkarıp dejenere etmemeli, günah çıkarmaya ya da birilerini suçlamaya, karalamaya dönüştürmemeliyiz.
GORBAÇOV'un, SBKP'nin tarihini eleştiri süzgecinden geçirip, hatalarını ve eksikliklerini, yaptıklarını ya da yapamadıklarını ortaya koyarken, geçmişte yokmuş gibi ''demokrasi'', ''insan hakları'' ve ''açıklık''tan söz etmesi, bu sınırı zorladığını, yer yer aştığını gösteriyor.
Aynı yanlışa MAO ve Kültür Devrimi'ni eleştirirken Deng Siao PİNG de düşüyor. Eleştiri ve özeleştiri yapmak, hataları ve eksiklikleri içtenlikle ortaya koymak, hatalardan bugün ve gelecek için dersler çıkarmak, halklara karşı açık olmak; bu olmasa gerek.
LENİN ve STALİN de, tüm Marksist-Leninistler de açıklıktan yana olmuşlar, hatalarını ve eksikliklerini örtbas etmemişler, ciddiyetle ve samimiyetle kitlelere aktarmayı görev bilmişlerdir.
1936 Anayasasının hazırlanışı başlıbaşına sosyalist demokrasi ve açıklığın ne olması gerektiğini bize öğretiyor.
Ülkeyi baştan başa, fabrikalardan kolhozlara kadar tartışma kürsüsüne dönüştürmek, kitleleri kendi yazgılarını çizmeleri için harekete geçirebilmek, halktan 154 bin öneri toplayabilmek, demokrasi ve açıklıktan başka ne ile açıklanabilir?
İnsanlık tarihi süresince hangi ülke, sistem ve yönetim, halkına kendi yazgısını çizmede bu ölçüde inisiyatif tanıyabilmiştir?
Sosyalist demokrasi, açıklık, kitleleri sosyalizmle bütünleştirmek bu değilse nedir?
GORBAÇOV'un dilinden düşürmediği bu sloganları; burjuvazi, yıllardır sosyalizme ve Sovyetler Birliği'ne yönelik ''sosyalizmde demokrasi yok, insan haklarına saygı gösterilmiyor. İnsanlar baskı rejimi altındalar'' demagojilerinin onaylanması olarak görüyor. Burjuvazi bundan en iyi şekilde yararlanıyor.
Burjuvazi, GORBAÇOV'un güncelleştirdiği bu sloganları, Sovyetler Birliği'nde sosyalizm dışı unsurları harekete geçirmek, ''demokrasi ve insan hakları''nı öne sürüp, karşı-devrimci güçlere mesaj vermek için kullanıyor.
Halklar arasındaki birliği bozmak için şovenizmi körüklüyor. Halkları ''bağımsız'' olmaya çağırabiliyor.
REAGAN'ın Sovyetler Birliği ziyareti sırasında, karşı-devrimcilerle görüşme istemi ve onları ''demokrasi, insan hakları'' istemeye kışkırtması başka nasıl açıklanabilir?
Sosyalistlerin, düşmanlarına hoş görünmek, onların da övgülerini kazanmak diye bir sorunu olamaz. Marksist-Leninistlerin, halkların ve emekçi sınıfların saygılarına gereksinmeleri vardır. Marksist-Leninistler için değerin mihenk taşı halktır, düşmanları burjuvazi ve yandaşları değil!
Marksist-Leninistler, düşmanlarından övgü aldıklarında ne olursa olsun, politikalarında, sloganlarında, devrime, sosyalizme ve halklarına zarar veren bir yan olduğunu düşünmek zorundadırlar.
Burjuvazi, Marksist-Leninistleri hiçbir zaman nesnel bir tutum takınarak övmemiş, ''barış havarisi'', ''yenilikçi'', ''dost'' olarak anmamıştır. Tersine, yerin dibine batırmak, kötülemek, halklar karşısında saygınlığına gölge düşürmek için olmadık yalanlara, demagojilere başvurmuştur. Burjuvazi, LENİN'i ve STALİN'i bir kez olsun övmemiş, kitaplarının telif hakkını almak ve basmak için sıraya girmemiştir.
Biz Marksist-Leninistler, dikkatlerimizi bu nokta üzerinde de topluyoruz. Bunlardan da gerekli dersleri almayı unutmuyoruz.
Çağımızın ikinci büyük devrimi sayılan Çin Devrimi, kendi özgünlüğü içinde, Marksist-Leninistlerin kendi devrim pratikleri için önemli dersler çıkartacağı bir deneydir.
Çin Devrimi'nin tarihsel önemi, köylü nüfusun ağırlıkta olduğu yarı-feodal, yarı-sömürge bir ülkede, uzun süreli bir halk savaşıyla gerçekleştirilmiş olmasından gelmektedir.
600 milyon ezilen ve sömürülen insanın devrimci potansiyelini devrime kanalize ederek, iktidarı almaya yöneltebilmek, Çin Devrimi'nin önemini ortaya koyuyor.
Ne Çin Devrimi'ni küçük-burjuva devrimine, MAO'yu küçük-burjuva köylü devrimciliğine indirgemeye çalışmak; ne de kendi şemaları içinde düşünen dogmatik kafaların Çin Devrimi'ni görmezden gelmeleri, bu tarihsel ve nesnel gerçeği değiştiremez.
Çin Devrimi'nin ve MAO'nun, Marksizm-Leninizm hazinesine katkılarını, bu subjektif yaklaşımlar silip atamazlar. Bu subjektif yaklaşımların sahiplerine en iyi cevabı, yine Çin Devrimi'nin yaşayan başarıları, dünya devrim pratiğine katkıları vermektedir.
Ne söylenirse söylensin, hata ve başarılarıyla 1 milyara yaklaşan insanı sosyalizm koşulları altında yaşatabilmek, kolay bir iş olmasa gerek.
Marksizm-Leninizmin evrensel hazinesine, Çin Devrimi'nin ve MAO'nun katkıları olan Halk Savaşı ve Milli Demokratik Devrim Teorisi, Proleter Kültür Devrimi bugün de yaşayan, halkların mücadelesine yol gösteren gerçeklerdir.
Milli Demokratik Devrim ya da Demokratik Devrim ve Halk Savaşı stratejisi, emperyalizmin kıskacı altındaki tüm sömürge ve yeni-sömürge ülkeler için geçerli devrim stratejisidir. Bu evrensel gerçeğin kendi orijinalitesi içinde ülkemiz devrimine de yol gösterdiğini unutmuyoruz.
İnsanlık tarihinde hiçbir devrim hareketi, 600 milyon insanı, geçmişten miras kalan düşünce ve alışkanlıkları, radikal bir biçimde süpürüp atmak için, harekete geçirememiştir.
Çıkışındaki deneysel eksiklikleri, belli bir aşamasında amacından saptırılması ve beklenen sonuçlara ulaşamamış olması eleştirilebilir, eleştirilmelidir. Ama bu eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen, Çin Devrimi'nin ''Proleter Kültür Devrimi'' deneyi, sosyalizmi inşa eden ve edecek olan ülkelerin Marksist-Leninistlerine, sosyalizmi kitlelere mal etmelerinde önemli perspektifler sunmuştur.
Biz Marksist-Leninistler, Proleter Kültür Devrimi'nin 1 milyara yaklaşan insanı, aynı duygu ve düşüncelerle partideki bürokratlaşma, toplumdaki yozlaşma eğilimlerine ve sosyalizmin zayıflamaya başlamasına karşı; kollektif bir irade ile sosyalizmi ileri sıçratmak için harekete geçirmesinden, önemli dersler çıkarıyoruz.
Sovyetler Birliği'nde, sosyalizmin sorunlarını aşmak için, kitlelerde böyle bir dinamizm yaratacak politikalar gerekmektedir. Eğer sosyalizmin kitlelerin eseri olacağına, karşılaşılan her sorunun kitleler harekete geçirilerek, aşılacağına inanıyorsak; proletarya partisi sosyalizmin her aşamasında, kitlelerin sosyalizme sahip çıkacak dinamizm içinde bulunmasını sağlamak zorundadır.
Çin Devrimi'nin örnek alınacak, sosyalizmi kitlelere mal etme anlayışı, en somut ve gelişkin ifadesini Proleter Kültür Devrimi'nde bulunmuştur. Çin'de sosyalizmin gerçekleşmesinin araçları olan komünler, sosyalizmi kitlelere mal etme anlayışının nüveleri olarak görülmelidir. Komünler, merkezi bir bütünün organik parçaları olarak, sadece ekonomik, sosyal gelişmenin değil, kitlelerin sosyalist ideolojik, politik eğitimlerinin de araçlarıdır.
Çin deneyinin başarılarını dünya proletaryasının ve ezilen halkların ortak hazinesine yazıyoruz. Marksizm-Leninizme katkılarını ise nesnel gerçekler olarak kabul ediyoruz. Ama bu, Çin Devrimi'nin hatalarını ve eksikliklerini görmemize perde olmamalıdır. En azından bugün, sosyalizmin kazanımlarını aşındıran, sosyalizm dışı unsurların gelişimine yol açan politikalar ve bu politikaların dayandığı ideolojik temeller eleştirilmelidir. Sosyalist güçlerin birliğine, ''sosyal emperyalizm'' teorisiyle verdiği zararları eleştirmeliyiz. Sınıfsal olmaktan çok milliyetçiliğe dayanan ve ÇKP'yi çok zaman halkların mücadelesi karşısında, emperyalizmin yedeğine düşüren, gerici bir çizgiye iten ''Üç Dünya Teorisi''ni eleştirmeliyiz.
Çin'in sorunlarının aşılmasında zorlanılması, hatalara düşülmesi, sağa-sola sapılmasının nedeni, nesnel durumun önemi bir yana, öncelikle ÇKP'nin örgüt anlayışında aranmalıdır. ÇKP'nin proletaryanın çelik disiplinini sağlamaya, irade ve eylem birliğini sürekli kılmaya elverişli olmadığı gerçeğinde aranmalıdır.
ÇKP'nin Bolşevik örgüt anlayışıyla çelişen, partide iki çizginin mücadelesini meşru gören anlayışı; bu tarihsel öneme sahip devrimin hedefinden sapmasına da doğrudan etkide bulundu. Eğer bugün ÇKP'nin tarihi, belli sınırlar içinde hiziplerin çatışması, darbeler, karşı darbeler tarihi olmuşsa, buna yol açan iki çizgi mücadelesinin meşru görülmesidir.
Proleter Kültür Devrimi, bir yanıyla parti içindeki iki çizginin hesaplaşmasına kitlelerin katılımı olarak görülebilir.
MAO'nun partinin yönetimini ele geçiren sağ ekonomist Deng Siao PİNG, Liu ŞAO-Çİ yönetimini tasfiye etmek için kitleleri harekete geçirecek bir perspektifle harekete geçmesinin, Proleter Kültür Devrimi'yle çakışmış olması doğrudur. Ama Kültür Devrimi'ni sadece, partideki sağ çizgiyi tasfiye etmeye indirgemek, devrimin çapını ve amaçlarını daraltmak olur. Proleter Kültür Devrimi, bütünlüğü içinde, proletarya diktatörlüğünün pekiştirilmesi, sosyalist inşa için kitlesel bir atılımın yapılması olarak görülmelidir.
Ama sosyalist üretim ilişkilerini, iradi güçle bu ölçüde ileri götürürken, üretim güçlerini bu ilişkilerin seviyesine çıkaramamak, Çin Devrimi'nin açmazlarından biridir. Bu ölçüde hızlı gelişen sosyalist üretim ilişkileri, üzerine oturacağı güçlü bir sosyalist sanayi bulamamıştır. Çin Devrimi'nin sola savrulması, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki dengenin tutturulamamasıyla atbaşı gitmiştir. Kollektif ruh ve bilinçle donanmış sosyalist insanların, grup mülkiyeti ve küçük köylü ekonomisi içinde sıkışıp kalması, çelişkinin kaynağını oluşturmuştur.
Bugün Çin Devrimi'nin ''sol''dan, ''sağ''a dönmesi, Proleter Kültür Devrimi kazanımlarını giderek yadsıması ve üretici güçler teorisine saplanmasında Çin toplumunun nesnel koşulları ve özelde köylü ekonomisi rol oynamışsa da, bu dönüşümün temelinde esas olarak, iki çizgi mücadelesi vardır.
Bu kez, toplumun refahı, üretici güçlerin gelişimi, sosyalizmin ilerlemesi için her şey görülünce; Kültür Devrimi'nin sürekli kılınması, sosyalist üretim ilişkilerinin sağlanması ihmal edilmekte, Çin Devrimi'nin bir yanı yine eksik bırakılmaktadır.
Çin'de sosyalist üretim ilişkilerinin yanında, sosyalizmi baltalayacak ilişki ve alışkanlıklar gelişiyorsa, bunun nedeni üretici güçleri geliştirmek adına kapitalist yöntemlere başvurmaya, meta ekonomisi kurallarının geliştirilmeye başlanmasındandır.
Çin Devrimi ve Sovyet Devrimi, sosyalist inşa sürecinde farklı aşamalardan geçtikten sonra, düzeyleri farklı olmakla birlikte bugün aynı eksen üzerinde birleşiyorlar. Sosyalizmde üretici güçler ve toplumsal refah her şeyi belirler anlayışı, onları birbirine yaklaştıran anlayıştır.
GORBAÇOV'un reformlarıyla Deng Siao PİNG'in reformları, özde, hatta uygulama yöntemlerinde, birbirlerinden pek farklı değildir ve farklı sonuçlar yaratmayacaktır. Ama sosyalist ekonomik temeline Çin'de daha zayıf ve oturmamış olması, Çin ekonomik ve siyasi reformlarının sosyalizm için daha tehlike ve risk taşıdığını belirtmeliyiz.
Sonuçta iki devrimin de çözümsüzlüğü; üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki, proletarya partilerinin ve yönetici organların emekçi sınıflarla arasındaki bağ sorununda yatmaktadır. Sosyalizmin gelişimi içinde, her tarihi dönemeçte, toplum ileriye bütün nitelikleriyle birlikte, dengeli biçimde sıçratacak politikalar yaratamamış olmakta düğümlenmektedir.
Geri, feodal ilişkilerden çıkarak, sosyalizmi kurmanın belki de devrimi gerçekleştirmekten daha güç olduğu nesnel gerçeği, ÇKP'nin yanlış parti anlayışını besleyen kaynak olarak kabul edilebilir.
Darbecilik, partide hiziplerin birbirinin altını oymak için çeşitli oyunlara başvurması, partinin enerjisinin önemli bir bölümünün bu işlerde harcanmasına yol açmıştır.
Bu, çatışmaya varan iç çelişkiler, partinin sosyalist kuruluşa önderlik etmek görevini sekteye uğratmış, Çin'de sosyalizmin zikzaklar çizerek sağlam bir temele oturmasına engel olmuştur.
ÇKP'de darbecilik geleneği öyle boyutlar kazanmıştır ki, MAO'nun halefi bir gecede hain, karşı-devrimci ilan edilebilmiştir. Kültür Devrimi sırasında hain olarak partiden çıkarılan Deng Siao PİNG, Kültür Devrimi'nden 10 yıl kadar sonra partinin genel sekreterliğine yükselebilmiştir.
Dünün ''hainleri''nin, bugünün kahramanı, bugünün ''hainlerinin'' de dünün ''kahramanları'' olmasını, ÇKP'nin iki çizgi mücadelesi ve darbecilik geleneğiyle açıklamak mümkün olabilir ancak.
ÇKP'nin iki çizgi mücadelesinin, hizip çatışmaları ve parti içi darbeci geleneğinin en kaba ve ilkel yansıması, Kamboçya'da Pol-Pot yönetimi altında görülmüştür.
ÇKP'nin örgüt anlayışının, Kamboçya'da milyonlarca can alacak kadar, insanlık dışı bir uygulamaya dayanak olabilecek tehlikeleri içinde barındırdığı unutulmamalıdır.
Ülkemizde ÇKP'nin örgüt anlayışını, Bolşevik örgüt anlayışına tercih eden siyasetler de, örgüt içi hizip çatışması, darbeler ve tasfiyelerden kendilerini kurtaramamışlardır.
15 yıllık tarihleri bölünmeler, darbeler, çatışmalar, revizyonistleşen merkez komiteleri tasfiye etme tarihi olmaktan öte gitmemiştir.
20.Kongre Kararları sosyalist dünyaya, ideolojik-politik ayrılıkların tohumlarını atmıştır.
20.Kongre Kararlarının sağcı özüne karşı, 1963'lere kadar ÇKP'nin Marksist-Leninist açıdan getirdiği eleştirileri ciddiye almak gerekiyor.
Bu süreçte revizyonizme karşı, Marksizm-Leninizm bayrağını ÇKP taşıyordu. ÇKP Merkez Komitesi'nin 1963 tarihli, SBKP'ye yolladığı mektupta yer yer tepkiselliğin ve mekanikliğin izleri görülse de esas olarak, nesnelliği içinde revizyonist tezler mahkum edilmiştir. Bu mektubun tarihsel önemi, sosyalist ülke ve komünist partiler arası ideolojik-politik ayrılıkların, sosyalist blokun parçalanmasının dönüm noktası olmasındandır.
ÇKP, SBKP'nin ''putları yıkma'' adına STALİN'e saldırmasını Marksizm-Leninizme saldırı olarak gördü. Buna LENİN'in önderler, parti, sınıf ve kitleler arasındaki ilişkiye ilişkin tezlerine aykırı olduğu ve demokratik merkeziyetçilik ilkesini sekteye uğrattığı için karşı çıktı.
SBKP'nin, Leninist ''Barış İçinde Bir Arada Yaşama'' ilkesinin özünü değiştirmesini ve bu ilkeyi dış siyasetinin temel ilkesi düzeyine çıkarmasını eleştirdi. Barışı koruma temel görevine bağlı olarak, bu ilkeyi dejenere edip, farklı toplumsal sistemlere sahip ülkeler arasındaki ilişkilerden; sınıf mücadelelerine, devrimlere kadar genişletmesine karşı çıktı.
ÇKP'ye göre, barış içinde yarışı sosyalist ülkelerle, kapitalist ülkeler arasındaki ekonomik yarış ilişkisine indirgemek, emperyalizmden kaynaklanan çelişkileri tek bir çelişkide toplamak ve gözardı etmekti. Halbuki yaşanan dönemde devrimlerin fırtına merkezleri sömürgelere, yeni-sömürgelere kaymıştı. Emperyalizmle, bağımlı halklar arasındaki çelişki, diğerlerine bağlı olarak öne çıkmıştı.
ÇKP; SBKP'nin barışçıl yoldan sosyalizme geçişi, devrimci geçişin önüne koyuşunu Marksist-Leninist devlet ve devrim tezlerine aykırı buldu. Burjuva devletin ''gerçek halk devrimleriyle'' parçalanarak sosyalizme geçileceğini savundu.
Nükleer savaşı önleme, evrensel barışı koruma adına, haklı savaşlara ve devrimlere soğuk yaklaşılmasını eleştirdi. Tersine savaş, emperyalizmin devrimlerle geriletilip, zayıflatılması ve barış cephesinin güçlendirilmesiyle önlenecekti.
SBKP'nin savunduğu ''halkın devleti'' tezi, Marksist devlet teorisini yadsımak anlamına geliyordu. ÇKP sınıfsız ya da sınıflar üstü devletin olamayacağının altını çizdi.
ÇKP ile SBKP arasındaki politik ayrılıklar temelde bu noktalarda toplanıyordu. Bu ideolojik-politik ayrılıklar üzerine; kapitalizmin boy verdiği Yugoslavya'yla Sovyetler Birliği'nin yeniden ilişkiye geçmesi, Arnavutluk Emek Partisi'nin komünist partileri toplantısına katılmasının engellenmesi ve Sovyet teknisyenlerinin Çin'den topluca çekilmesi, projelerin yüzüstü bırakılması, SBKP ile ÇKP arasındaki ipleri kopardı.
SBKP ve ÇKP arasındaki ideolojik-politik ayrılıklar giderek derinleşti. 20.Kongre Kararlarının yön verdiği SBKP'nin sağ çizgisine karşı Marksizm-Leninizm cephesinden devrimci bir muhalefet yürüten ÇKP, bu düzlemde kalamadı. İçe kapanma, tamamen kendi kendine yetme ve özgüce güvenme giderek milliyetçiliğin, tepkiselliğin ağır bastığı bir rotaya dönüştü. ÇKP, SBKP karşısında haklı platformdan uzaklaştı.
ÇKP'nin, sosyal emperyalizmi keşfetmesinden başlayarak, dış politikada gericilik ve emperyalizmle birlikte Sovyetler Birliği'ne karşı tavır almaya iten, Üç Dünya Teorisi'ne evrilmesinde Kızıl Ordu'nun Çekoslovakya'ya müdahalesi çıkış noktası olmuştur. Çekoslovakya müdahalesi, sosyalizmin genel çıkarları korunurken, sosyalist güçler arası ayrılıkları düşmanlık noktasına sıçratan olumsuzluğu da içinde taşımıştır.
ÇKP, tarihinin en büyük hatasını, Sovyetler Birliği'ni kapitalist ve sosyal emperyalist bir ülke ilan etmekle yapmıştır. Bu noktadan sonra, sosyalist ülke ve partiler arasındaki ideolojik-politik ayrılıkları çatışma noktasına vardırmanın, uzlaşma köprülerini tamamen atmanın sorumluluğu ÇKP'ye aittir. Çağımızda sosyalist dünyanın birliğini bu ölçüde yaralayan başka bir olay daha yaşanmamıştır.
Bu karşılıklı kamplaşmayı doğuran ideolojik-politik ayrılıkların, ideolojik-politik, örgütsel mayalanma aşamasında olan ülkemiz devrimci mücadelesinde yarattığı tahribat çok daha büyük olmuştur. Solu suni olarak bölen ve birbirine düşmanlaştıran ''sosyal emperyalizm'' teorisine bağlı gelişmeleri kimsenin unuttuğunu sanmıyoruz.
''Sosyal emperyalizm'' teorisinin, ülkemiz devrimine, solda birliği baltalayarak en büyük zararı verdiği için, teori olarak kabul edilecek hiçbir yanı yoktur.
''Sosyal emperyalizm'' teorisi sosyalist dünyayı derinden etkilemiş, birbirini düşman gören iki ayrı kampa bölmüştür. Bu ayrılık ve çatışma, bütün ülkelerin komünist hareketlerinde sarsıntı yarattı, suni bölünmelere ve düşmanlıklara neden oldu. Ama en önemlisi 20.Kongre Kararlarıyla erozyona uğrayan enternasyonal dayanışma daha da zayıflarken, tepkisellik ve milliyetçi politikalar güçlendi.
Sovyetler Birliği'nin ve sosyalist ülkelerin, hata ve zaaflarından dolayı, bir çırpıda karalanıp düşman kampa itilmesinin onaylanacak bir yanı yoktur. Bu, halkımıza ve dünya halklarına yanlış hedef göstermek, devrim mücadelelerini bölmek ve zayıflatmak anlamına gelir. Emperyalizmi geri plana iterek Sovyetler Birliği'ne saldırmak dünya emperyalizmine objektif olarak güç katmak olur.
Dostluk sınırları içinde, Marksist-Leninist temelde birliği hedefleyerek Sovyetler Birliği'ni hata ve zaaflarıyla eleştirmek başka, sosyalist bir ülkeyi sosyal emperyalist ilan ederek düşman kampta görmek başka şeydir. Biri Marksist-Leninist politik bir tavır olurken, diğeri nesnel bir gerçeği subjektif yorumlar katıp değiştirerek, tepkici, sekter, milliyetçi bir tutum almaktır.
ÇKP cephesinden SBKP'ye bakıştaki bu tepkicilik ve mekanikliğe karşı, SBKP'nin de zaman zaman ÇKP'ye karşı-devrimci, gerici suçlamaları yapmasının onaylanacak bir yanı yoktur. ÇKP'yi ve MAO'yu karşı-devrimci saydığımız noktada, Çin'de sosyalist üretim ilişkilerinin varlığını da yadsımış oluruz. Parti; karşı-devrimin sosyalizme saldırı üssü haline geldiği noktada, sosyalist inşa ne düzeye ulaşmış olursa olsun, o ülkede sosyalizm uzun süre yaşayamaz.
''Sosyal-emperyalizm'' teorisinin evrimleşmiş ve sistemleşmiş ifadesi ''Üç Dünya Teorisi''dir. ''Üç Dünya Teorisi''yle Sovyetler Birliği'ni baş düşman ilan etmek ve dünya sosyalist ülkeleri arasındaki düşmanlığı daha ileri götürmek, MAO ve ÇKP'nin ikinci bir tarihsel hatasıdır.
Bu milliyetçi teori, düşman hedef olarak, birinci dünya kategorisine giren ABD emperyalizmini ve Sovyetler Birliği'ni seçmiştir ama ''Üç Dünya''nın, yani bu milliyetçi teorinin temel güç gördüğü ülkelerin baş düşmanı ABD emperyalizminden daha çok Sovyetler Birliği'dir.
Üçüncü dünya faşist ya da sosyalist ayrımı yapılmadan; birinci ve ikinci dünya kategorisine girmeyen tüm ülkeleri içine almaktadır.
Faşist PİNOCHET yönetiminden, Çin Halk Cumhuriyeti'ne kadar birbirleriyle uzlaşamayacak olan ülkeleri üçüncü dünya bayrağı altında toplamıştır. Faşist PİNOCHET yönetiminin, Suudi gericiliğinin, ABD emperyalizminin desteğiyle ayakta duran bütün gerici-faşist, yeni-sömürge ülke yönetimlerinin, ABD emperyalizmine karşı çıkacağını düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
''Üç Dünya Teorisi'', dünyadaki çelişkileri tersyüz etmiştir.
''Üç Dünya Teorisi'', birinci dünyaya karşı, gerici-faşist yeni-sömürge yönetimlerinin desteklenmesi teorisidir.
''Üç Dünya Teorisi'', herşeye birinci dünyaya karşı olma noktasından baktığı için, yeni-sömürge ülkelerde iş çelişkileri görmezden gelmenin, gerici-faşist yönetimleri devrimlere ve halkların mücadelesine tercih etmenin teorisidir.
''Üç Dünya Teorisi'', baş düşman Sovyetler Birliği'ne karşı ikinci dünya ülkeleri ve ABD emperyalizmiyle, üçüncü dünya ülkeleri arasında işbirliği oluşturma teorisidir.
''Üç Dünya Teorisi'' ABD emperyalizmi dışında ikinci dünya kategorisine giren tüm emperyalist ve kapitalist ülkelerde burjuvazi, proletarya arasındaki çelişkinin yadsınması teorisidir.
Çin'in '70 sonrası baş düşman ilan ettiği Sovyetler Birliği'ne karşı olma anlayışıyla, ABD emperyalizmi ve diğer emperyalist ülkelerle sıcak ilişkilere girmesi, işbirliği yapması, bu teorinin pratik sonuçlarından başka bir şey değildir.
''Üç Dünya Teorisi''nin bayraktarı ÇKP, dış politikada, genellikle halkların mücadelesine ve devrimlere karşı emperyalizmin yedeğine düşmüş, gerici güçlerle birlikte hareket etmek zorunda kalmıştır.
Sovyetler Birliği'ne karşı olma üzerine kurulmuş, sınıfsal temeli olmayan bu teoriye göre, pratik bir tavır belirlemeye kalkılırsa, sonuçta emperyalist ve gerici güçlerle aynı safa gelmeyi olağan karşılamak gerekiyor.
Ne denirse densin, milliyetçi politikalar sonuçta, emperyalizme ve gerici güçlere hizmet eder. ''Üç Dünya Teorisi''nin dünya devrim pratiğinde izlediği yol da bundan farklı olmamıştır.
''Üç Dünya Teorisi'', ülkemizdeki dogmatiklere burjuva milliyetçi bir misyon biçmiştir.
Her şeye Sovyetler'e karşı olma noktasından bakan burjuva milliyetçilerinin oligarşinin akıl hocalığına soyunup, 4. Ordunun Sovyet sınırına yerleştirilmesi için nasıl çaba sarfettiğini; ülkemiz sınıf mücadelesi diyalektiğine göre politika belirleme yerine, Sovyetler'e düşmanlık saplantısı içinde politika belirleyerek burjuva partilerine nasıl milli koalisyon önerileri götürüldüğü unutulmuş değildir.
''Ne Amerika, Ne Rusya'' sloganını temel slogan haline getirip kitleleri yanlış hedefe yönlendirerek, oligarşinin, gericiliğin yedeğine düştükleri unutulmuş değildir.
ÇKP'nin hataları ve zaafları sonucu gelinen aşamada, sosyalizmin kazanımları, adım adım meta ekonomisi ve sınırlı da olsa özel mülkiyet teşvik edilerek aşındırılmaktadır. Ama gelişmelere mekanik ve tepkici olarak değil, diyalektik materyalist açıdan bakarsak sosyalizmin kazanımlarının sessiz sedasız bir anda yok edilemeyeceğini görürüz.
ÇKP'nin meta ekonomisine ağırlık veren politikalarına bakarak, kapitalizmin geri döndüğü, egemen olduğu yanlışına düşmemeliyiz. Çin'de sosyalist üretim ilişkileri egemenliğini sürdürmektedir. Çin sosyalizminin iç dinamikleri bu tür uygulamalarla kolayca dağılacak kadar zayıf değildir.
Subjektif bir yaklaşımla ak-kara mantığı içinde sıkışıp kalmanın sosyalist ülke ve komünist partiler arasındaki ilişkileri nasıl ayrılığa ve düşmanlığa dönüştürdüğünü unutmamalıyız. Ekonomi politikasını üretici güçler teorisine oturtan ÇKP'yi eleştirirken, ÇKP'nin Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerle ilgili düştüğü yanlışa düşmemek gerekiyor.
Bir milyara yaklaşan nüfusuyla, kollektif üretim ilişkileri içinde yaşayan Çin, sosyalist dünyanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Arnavutluk, sosyalizmin kuruluşuna ilişkin kendi sınırları içinde olumlu deneyler yaratabilmiştir. Ama Arnavutluk, daha çok bu yanıyla değil, sosyalist ülke ve komünist partilerin ideolojik ve politik ayrılıkları ve çatışmalarında taraf olmasıyla ilgili olarak dikkatimizi çekmiştir.
AEP birçok Marksist-Leninist ilkeyi Arnavutluk toplumuna benimsetmeyi başarmışsa da, özellikle diğer sosyalist ülkelerle ilişkilerinde ve genelde dünya devrimci hareketini değerlendirmede dogmatizme düşmüştür.
Kendi kendine yetme, kendi özgücüyle kalkınma anlayışıyla hareket eden sosyalist Arnavutluk, bir halkın neler başarabileceğini göstermiştir. Genelde kendi özgücüne bağlı olarak sosyalizmi kurma anlayışı doğru bir anlayıştır. Ama Arnavutluk, bu işi kendi kabuğuna kapanarak yapmaya kalkmış, kendi dışındaki sosyalist ülkelerle dayanışma ve yardımlaşma açısından eksik ve yanlış bir tutum takınmıştır.
Sosyalist ülkelerdeki sınıf mücadelesine, ulusal kurtuluş savaşlarına yaklaşımı ve ''sosyal emperyalizm'' gibi konulardaki tutumu ile AEP, Marksist-Leninistlerin eleştirilerine hedef olmuştur.
Sosyalist ülkelerdeki sınıf mücadelesini yanlış değerlendiren AEP, her türlü yanlış anlayışı ve sapmayı, sosyalist inşanın geldiği aşamaya bakmadan karşı-devrimin iktidara gelmesiyle özdeşleştirmiştir. Bu doğru bir yaklaşım değildir.
Proletaryanın iktidar mücadelesi verdiği, uzlaşmaz sınıflar arasında mücadelenin sürdüğü durumlarla, proletaryanın iktidar olduğu ve sınıf çelişkilerinin uzlaşır olduğu durumlardaki sınıf mücadelesini aynılaştırmak doğru değildir. Başka deyişle, sınıf mücadelesinin sınıfsız topluma geçene kadar uzlaşmaz sınıflar arasında süreceğini söylemek, daha büyük bir yanlışa düşmek demektir. AEP bu yaklaşımının sonucu olarak, sosyalist ülkelerde ortaya çıkan sapmalara hemen karşı-devrimci damgasını vurmuştur. Bu yanlış anlayış, ÇKP'de olduğu gibi AEP'de de öyle bir hal almıştır ki, kendi parti işleyişi içinde bile en küçük muhalif gruplaşmalar karşı-devrimci ilan edilmiştir. Bunun bir örneği, Mehmet ŞEHU ile ilgili olanıdır. Arnavutluk'un kurtuluş mücadelesinde Enver HOCA'dan sonra gelen, Enver HOCA'nın halefi Mehmet ŞEHU, bir anda hem Sovyet; hem ABD, hem de Yugoslav ajanı ilan edilip tasfiye edilebilmiştir. Bunun biz Marksist-Leninistlerce anlaşılır bir yanı yoktur.
Bu mekanik ve dogmatik çizgi, bugün öyle bir noktaya gelmiştir ki, kendisinden başka dünyada sosyalist ülkenin kalmadığını ilan edebilmektedir.
ÇKP'nin, SBKP'yi sosyal emperyalistlikle suçlamasının arkasından AEP de bu görüşe katılmıştır. Uzun süre ÇKP ile AEP'in dünya ölçüsünde politikaları bir ayrım göstermemiştir. Ama ÇKP'nin ''Üç Dünya Teorisi'' ile Sovyetler Birliği'ni baş düşman ilan etmesinin ardından, ÇKP ile AEP arasındaki ilişkiler gerginleşmiş ve ayrılığa dönüşmüştür.
AEP, ÇKP'den farklı olarak, baş düşman tespitini her ülkenin somut koşullarına göre değerlendirmektedir.
ÇKP ile bu noktada başlayan ideolojik-politik ayrılık AEP'i ''Üç Dünya Teorisi''ni toptan reddetmeye götürmüştür.
MAO'nun ölümüne kadar AEP ile ÇKP ilişkilerinde önemli bir olumsuzluk görülmezken, MAO'nun ölümünden sonra AEP'in ÇKP'ye ağır suçlamalar yöneltmesi, AEP'in ilkeli ve istikrarlı bir politik hat izlemediğini göstermektedir. Yoksa yıllarca birlikte hareket ettiği, Marksist-Leninistliğine toz kondurmadığı ÇKP'yi suçlaması başka türlü açıklanamaz. ÇKP için şöyle yazıyor Enver HOCA:
''ÇKP içinde düşünce ve eylemde gerçek Marksist-Leninist birlik yoktu ve yoktur. ÇKP'nin kuruluşundan beri varolan hizipler mücadelesi bu parti içinde doğru bir Marksist-Leninist çizgi oluşturulmasını, Marksist-Leninist düşüncenin önderliğini engelledi...'' (Emperyalizm ve Devrim, Enver HOCA, Yıldız Yayınları)
ÇKP'nin Marksist-Leninist ilkelerle bağdaşmayan görüşlerinin olduğu doğrudur. Ama bunlardan yola çıkarak MAO'yu küçük-burjuva devrimcisi olarak görmek ve Çin Devrimi'ni küçük-burjuva devrimine indirgemek Marksist-Leninist bir yaklaşım olamaz. Bu tespitler objektif olmaktan çok, tepkisel ve subjektif bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Diğer yandan Arnavutluk, Küba ve diğer zafer kazanmış devrimleri de sosyalist devrim olarak görmemekte, küçümsemekte ve bu devrimleri dar sınırlar içerisinde halk devrimlerine indirgemektedir. Bu yanlış bakış açısı AEP'i, SBKP ve ÇKP gibi benmerkezci bir tavıra itmiştir.
AEP dünya üzerindeki çelişkileri değerlendirirken, ben merkezci bir tutum içerisindedir. Dünyada emek cephesini kendi odağında ele almaktadır. Bu anlamda SBKP ve ÇKP gibi Arnavutluk da sosyalizmin merkezini kendi yönüne çekmektedir. ''İçinde yaşadığımız tarihsel çağda temel çelişki sosyalizmle kapitalizm arasındadır. Bu çelişki kendisini sosyalist ülkelerde, sosyalist yol ile kapitalist yol arasındaki mücadele olarak; kapitalist revizyonist ülkelerde proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadele olarak, dünya çapında sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadele olarak gösterir'' derken AEP bu yaklaşımını açıkça ortaya koymaktadır. AEP'in sınıflar mücadelesine yaklaşımının yanlışlığı burada da ortaya çıkmaktadır. AEP'e göre, ABD'deki proletarya-burjuvazi çelişmesiyle Sovyetler Birliği'ndeki proletarya-burjuvazi çelişkisi arasında fark yoktur. İkisinde de temel çelişme aynıdır. Diğer yandan dünyadaki baş çelişkiyi, sosyalizm ile kapitalizm arasında gören AEP, tek sosyalist ülke olarak Arnavutluk'u, yani kendisini gördüğünden bu çelişkiyi Arnavutluk'la emperyalist sistem arasındaki çelişkiye indirgemektedir. Bu, objektif olmaktan çok uzak bir değerlendirmedir.
Sonuçta bugün Arnavutluk, sosyalist bir ülke olmasına rağmen, sosyalist ülkelerdeki sınıf mücadelesine, SBKP ve ÇKP'ye, çelişkilere, halk kurtuluş savaşlarına Marksist-Leninist bir perspektifle bakamamaktadır.
Uluslararası komünist hareket içinde kendisine ayrı bir misyon yükleyen, kendisini sosyalizmin merkezine oturtan Arnavutluk, biz Marksist-Leninistler için her yönüyle örnek alınabilecek durumda değildir. Ama Arnavutluk, hatalarıyla ve zaaflarıyla da olsa sosyalist dünyanın ayrılmaz bir parçasıdır.
Marksist-Leninistler, kendi özgüçlerine, halklarının devrimci potansiyeline güvenirler. Hiçbir sosyalist ülkenin, partinin politik taktiklerini, devrim stratejilerini körü körüne izlemezler. Başkalarının talimatlarına ve hazır reçetelerine göre hareket etmezler.
Türkiye başkadır, Çin ve Sovyetler Birliği daha başkadır. Marksizm-Leninizmin evrensel gerçeğinin her ülkenin devrim yolunu biçimlendirişi başkadır. Marksizm-Leninizm ölümsüzlüğünü, yaratıcılığını, zenginliğini devrim pratiklerinin farklılığından ve yeniden üretilmesinden alır. Devrimler farklı yollar izleyerek gerçekleşir. Sosyalist ülke ve partiler, çeşitli konularda, devrim sürecinde, sosyalist inşa sürecinde karşılaştıkları bir soruna müdahalede farklı politikalara sahip olabilirler. Ama sonuçta hepsine yol gösteren Marksizm-Leninizmin evrensel gerçeği olmak zorundadır.
Her sosyalist güç ve hareket, Marksizm-Leninizmin, evrensel ilke ve tezlerinden taviz vermeden kendi kişiliğini ve etkinliğini kendisi tanımlamalıdır. Biz, Pravda'da, Zeri Populat'ta, Renmin Ribao'da yazılanları tekrar ederek politik rotamızı çizmeyi, ülkemizi ve devrimimizi tanımlamayı, Marksist-Leninist kimliğimizle ve kişiliğimizle bağdaştıramayız.
Marksist-Leninistler devrim stratejisini ve taktiklerini, kitleleri devrim yolunda örgütleme ve iktidara yürütme politikalarını, Marksizm-Leninizmin genel teorisini kendi ülkelerinin sosyo-ekonomik gerçeklerine yaratıcı bir tarzda uygulayarak, kendileri çizerler.
Marksist-Leninistler, yirmi yıldır hiçbir sosyalist ülke ve partiye adapte olmadan, onların seksiyonu gibi davranmadan, onların politika ve ideolojilerini olduğu gibi doğru kabul edip uygulamadan ilerliyorlar. Bu nedenle ''Biz daima, değişmez Marksist-Leninist sandalyemizde oturacağız.'' (Kim İl SUNG)
Biz Marksist-Leninistler, doğru olan her politik taktiği, ideolojik perspektifi, deney ve tecrübeyi Moskova'da, Tiran'da ya da Pekin'de olduğuna bakmadan kendi mücadele silahlarımız arasına koyduk, koyuyoruz. Çin'in de, Sovyetler Birliği'nin de devrim tarihinin, doğrusuyla yanlışıyla, eksiklikleriyle ve zaaflarıyla biz Marksist-Leninistlerin de tarihi olduğunu unutmuyoruz.
Sovyet, Çin, Küba devriminden de, Arnavutluk'tan da öğreneceğimiz, devrim yolunda karşılaşacağımız engelleri aşmak için alacağımız çok ders var. Devrim ve sosyalizm deneylerinin milyonlarca emekçinin ve komünistin emeklerinin ve özverilerinin birleştirilmesiyle elde edildiğini biliyoruz.
Bizim de mirasımız olan devrim ve sosyalizm tarihinin, milyonlarca emekçinin ve komünistin kanıyla yazıldığını unutmuyoruz.
Bütün devrim ve sosyalizm deneyleri, tüm Marksist-Leninistlerin deney ve tecrübesidir. Dogmatik olmadan, birini, mutlaka doğru kabul edip her şeyi savunmadan, diğerlerini kolay ve ucuz yollarla bir kenara itmeden hepsinin deneyimlerinden yararlanıyoruz. Marksist-Leninistler sosyalist ülkelerin başarılarından sevinç ve onur, yanlışlarından, eksik ve zaaflarından acı ve üzüntü duyarlar.
Marksist-Leninistler BREJNEV'i ve döneminin uygulamalarını her şeyiyle savunmak ve kendilerini inkar edercesine GORBAÇOV'a destek vererek en sert dille eleştirmek zorunda kalmadılarsa, reformist değil devrimci olduklarından ve kendi devrimlerini gerçekleştirmek için başka güçlere bel bağlamadıklarındandır.
Marksist-Leninistler, MAO'yu Marksizm-Leninizmin beşinci ustası, proleter kültür devrimini çağın en büyük devrimi olarak kabul eden, politikalarını buna göre çizenler gibi, sonradan, bütün bu değerleri yadsıyarak, MAO'yu küçük-burjuva devrimcisi, karşı-devrimci ilan edecek kadar değişmedilerse, dünyaya başkalarının gözlükleriyle değil kendi gözleriyle baktıkları, Marksizm-Leninizmi bir dogma değil, eylem kılavuzu olarak görüp uyguladıkları içindir.
Marksist-Leninistler, ''Üç Dünya Teorisi''ni çağı açıklayan biricik devrimci teori ilan edip, daha sonra karşı-devrimci teori olarak mahkum etmek zorunda kalmadılarsa, teori ve pratiklerinde sağa-sola sapmadan kendi bağımsız Marksist-Leninist çizgilerine göre hareket ettiklerindendir.
Marksist-Leninistler, kendi gerçeklerinden çıkardıkları ideolojik-politik çizgilerinin bağımsızlığını korumayı, tüm kardeş partiler ve örgütler arasında eşitlik temelinde, sosyalist ilkelere bağlı ilişkiler geliştirmeyi savunurlar. Kardeş parti ve örgütler arasındaki ilişkilerin ataerkil aile ya da tarikat ilişkileriyle birbirine karıştırılmasına izin vermezler.
Büyük parti, küçük parti ayrımı yaratarak birbirlerine üstünlük kurmaya çalışmalarını hiçbir şekilde onaylamazlar.
Anlatılanlar, savcının iddialarındaki biz Marksist-Leninistleri ve hemen tüm solu TKP aracılığıyla Kremlin'e bağlayan skolastik mantığını, toptancı anlayışını mahkum ediyor.
Savcının; sosyalist Sovyetler Birliği'ni, Çarlık Rusyası gibi gösterip ''Moskof düşmanlığı''nın sosyalizm düşmanlığına dönüştürülmesiyle oluşturulan soğuk savaş döneminden kalma iddiaları, çok ucuz, ilkel, modası geçmiş demagojilerdir.
Biz kendi Marksist-Leninist sandalyemizde oturuyoruz, oturmaya devam edeceğiz. Başkalarının sandalyesine oturmak Marksist-Leninist kişiliğimizi zedeleyeceği gibi, bizi devrim yolundan da sağa-sola saptıracaktır.
Tarih, emperyalizmin ölüm ilanını çoktan imzaladı. Emperyalizm çözülüyor, çöküyor, devrimler ve özgürlük savaşları sonucu tarih sahnesinden adım adım çekiliyor.
Yaşayan, gelişip güçlenen, geleceğe akan tarihin toplumlar sahnesine getirdiği, yaşayan sosyalizmin biricik ideolojisi Marksizm-Leninizmdir.
Nesnel ve tarihsel gelişim, proletarya devrimlerinden yana oldukça, sosyalizm sınıfsız topluma doğru evrildikçe yaşayacak olan Marksizm-Leninizmdir.
Emperyalizm ömrünü uzatmak için son bir dayanak bulamayacaktır!
Emperyalizm, sosyalizm ailesi içindeki ayrılıklara, küskünlüklere bakarak, bunlardan yararlanıp yeni yalan ve demagojiler üreterek yitip gidişini engelleyemeyecektir.
Sosyalizm ailesi iç sorunlarını kendisi çözümleyecek, emperyalizmin çöküşünü hızlandıracaktır. Polonya da emperyalizme can simidi olamayacaktır. Buna inanıyoruz.
Paris Komünü'nden, Paskalya Ayaklanması'ndan Ekim Devrimi'ne; 1923 anti-faşist ayaklanmasından, Uzun Yürüyüş'ten, Dien Bien Phu'ya, Moncado'dan Pancasan'a devrimci orduların Havana'ya ve Managua'ya gidişine kadar yenilgileriyle, yengileriyle milyonlarca emekçinin ve komünistin kanıyla yazılmış tarih, Marksizm-Leninizm tarihidir, bizim tarihimizdir.
SBKP'nin tarihi de, ÇKP'nin tarihi de, Çekoslavakya'sı da, Polonya'sı da hatasıyla, sevabıyla, eksiklikleri, zaafları, başarılarıyla milyonlarca emekçinin ve komünistin kanıyla yazılmış Marksizm-Leninizm tarihidir, bizim tarihimiz.
Bu tarihi acıları, üzüntüleri, sevinçleri ve onurlarıyla, her şeyiyle paylaşıyoruz.
20.Kongre Kararlarının izinden yürüyen Fransız Komünist Partisi, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında, ''Fransa'nın birliği'' adına Fransız emperyalizminin sömürgecilik politikasının yedeğine girmiş, sosyal şovenizme düşmüştür. FKP'ne bu tutumunda proletarya enternasyonalizmi, kayıtsız şartsız ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını savunma ve emperyalist sömürgeciliğe, yeni-sömürgeciliğe karşı olma politikası değil, pragmatizm ve milliyetçilik yön vermiştir.
Faşist ordulara karşı savaşan İspanya halkına enternasyonal tugaylar yollayan, 3 bine yakın üyesini bu savaşta kaybeden, Vietnam'daki sömürgeci savaşa karşı aktif politika ve eylem çizgisi sürdüren, enternasyonal dayanışmanın gurur duyulacak örneklerini yaratan FKP'nin mirasıyla, Cezayir Ulusal Kurtuluş Savaşı'na karşı takındığı tavır arasındaki çelişki, doğrudan 20.Kongrenin ideolojik, politik sonuçlarına bağlıdır.
FKP'nin ''Avrupa Komünizmi''nin yörüngesine girip, burjuva demokrasisinin denge unsuru ve statü kurumu olmasının köklerini, genel olarak benimsediği barış tezlerinde aramak gerekiyor. 1968 olaylarında, devrimci durumun olgunlaşmaya başladığı koşullarda, FKP, kapitalizmin istikrarından, statünün korunmasından, olayların işçi sınıfını harekete geçirdiği halde yatıştırılmasından yana, statükocu bir tavır belirlemiştir.
Sosyalist ülke ve komünist partiler arasındaki ideolojik, politik ayrılıkların belli bir aşamasının sonucu olan ve II.paylaşım savaşı sonrası kapitalizmin yaralarını sarması, bilim ve teknikteki gelişime paralel olarak sınırlı çapta üretici güçleri yenilemesi ve bunun sonucu ortaya çıkan refahı belli ölçülerde topluma yayması, Avrupa komünist partilerinin başını döndürmüştür. ''Marksizm-Leninizm yeni gelişmelere çözüm bulamıyor, yeni teoriler gerek'' denilerek Marksizm-Leninizmin evrensel tezlerinin terkedilmesi, sınıf mücadelesinin mahkum ettiği II.Enternasyonal teorilerinin piyasaya sürülmesi, bu nesnel gelişimin sonucudur. Ama bu, nesnel gelişmelere göre doğru politik taktik üretmeyi getirmemiş, tersine, bu partileri bürokratlaştırarak sınıfla bağlarını zayıflatmış ve devrime öncülük etme misyonunun kaybedilmesine neden olmuştur. Düzene alternatif olmaktan, düzenden kaynaklanan her türlü soruna çözüm bulmaktan öte; düzenle kurumlaşmaları, düzeni koruma örgütlerine dönüşmeleri, bu partileri kitlelerin gözünde umut olmaktan çıkardı. Tümüne ''alternatif hareket'' adı verilen Avrupa komünizminin yan ürünleri Yeşiller, Barışçılar, Çevreciler; Avrupa komünist partilerinin, kapitalizmin yeni şartlarına ayak uyduracak politika üretememesine, değişimin gerisinde kalmasına, kitlelerin sorunlarına çözüm bulamamasına tepki olarak doğmuşlardır.
II.Enternasyonal partileri de, I.paylaşım savaşı öncesi kapitalizmin nispeten barışçıl ve istikrarlı gelişiminden, sınıf çelişkilerinin görece yumuşamasından etkilenerek Marksizmden sapmışlar, ünlü ''üretici güçler teorisini'' keşfetmişlerdi. Günümüzde aynı teoriyi cilalayıp parlatarak, Avrupa komünist partileri ve türevleri ''toplumsal ilerleme teorisi'' olarak önümüze sürüyorlar. Toplumsal ilerlemenin kendiliğinden, reformlar yoluyla, burjuva devlet dönüştürülerek, parlamenter yoldan sosyalizme gidileceğini savunuyorlar.
Avrupa komünizmi; proletarya enternasyonalizmi yerine sosyal-şovenizmin ve milliyetçiliğin geçirilmesidir.
Avrupa komünizmi; devrim yerine evrimin, sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmacılığının (burjuvaziyle tarihsel uzlaşmaya kadar vardırmanın), burjuva devletin parçalanması yerine, burjuva parlamentosu aracılığıyla sosyalizme barışçıl geçişin konulmasıdır.
Bu sapmanın etkileri ''göçmen solcular''ımız kanalıyla, 12 Eylül sonrası solda ortaya çıkan yenilgi süreciyle birlikte, ülkemize de yansımakta gecikmedi. Gericilik yıllarının ve yenilginin ortaya çıkardığı yılgınlık ve karamsarlık, depolitizasyon ortamında pasifist uzlaşıcı görüşler boy attı, ortalığı kapladı. Bunların başında, Avrupa komünizmi ve ondan türeyen orijinal akımlar gelmektedir.
12 Eylül yenilgisi solda daha sağa savrulmayı, devrimci radikal düşünceleri törpülemeyi, burjuvaziyle uzlaşan yeni teori arayışlarını getirdi.
İşte, yenilgi sonrası Avrupa komünizminden devşirilen ve ''yeni teori'' olarak siyaset sahnesine çıkarılan siyasi akımlardan biri de ''sivil toplumculuk''tur.
Sivil toplumculuk, Avrupa komünizmi fideliğinde yetişmiş; Marksist-Leninist devlet ve devrim, sınıf mücadelesi teorisinin reddi ve buna karşılık sınıf uzlaşmacılığı, sınıflardan bağımsız sivil toplum yaratma teorileri üzerine inşa edilmiştir.
Sivil toplumculuğun, Marksist-Leninist devrim teorilerini ''koşullar değişti'' diyerek inkar eden, Avrupa komünizminin yan ürünü olması tesadüf değildir. Sivil toplumculuğu siyasi bir akım olarak tanımlayan ve teorisini geliştiren İtalyan komünisti GRAMSCİ'dir. Uzun yıllar tarihin sayfalarında gömülü kalan GRAMSCİ ile birlikte, sivil toplumculuğun bir anda Avrupa solunda rağbet bulması, Avrupa komünist partilerinin çıkmazı ve sınıf mücadelesine, toplumsal gelişime müdahale edecek politika üretememesidir.
Burjuva ve küçük-burjuva aydınlarının, bazı sosyalist geçinen ''teorisyen''lerin ve sabık Marksistlerin ve yeni arayışlar peşinde koşanların iddia ettiği gibi; iflas eden, bunalıma giren Marksizm-Leninizm değil, Avrupa komünizmi ve tüm pasifist sağ çizgilerdir. Avrupa komünist partilerinin ve varyantlarının adına bakarak, Marksizm-Leninizmi iflas ettirmeye kalkmak boş bir çabadır. Marksizm-Leninizm, bürokratlaşmış, hantallaşmış, düzenle uyuşmuş bu tip parti ve örgütlerde değil, kitleleri sömürüsüz ve özgür bir dünyaya götüren devrimlerde yaşıyor. Marksizm-Leninizm, dogmalar, her olayı çözümleyen hazır formüller yığını değildir. Marksizm-Leninizm, somut koşullara yaratıcı bir tarzda uygulandığı zaman her soruna çözüm getirilebilir. Marksizm-Leninizm yaşamın içinde gelişir, zenginleşir. Bilimlerdeki, toplumsal olaylardaki her gelişme, devrimler, Marksizm-Leninizm hazinesini zenginleştirir. Marksizm-Leninizmi uygulamak ve devrim sürecinde karşılaşılan sorunlara çözüm bulabilmek için, reformcu değil devrimci olmak gerekiyor. Marksizm-Leninizmin yaşayan ruhu diyalektiği, devrimci bir inisiyatifle uygulamak gerekiyor. Marksizm-Leninizm bayrağı, onu her somut koşula yaratıcı bir tarzda uygulamasını bilen, devrim yapmak için yola çıkan Marksist-Leninistlerin elinde, her sorunu çözen bir güç olarak dalgalanıyor.
Tüm güçlerini parlamenter mücadeleye vakfeden Avrupa komünist partileri, savaş sonrası, oylarını %30'un üzerine çıkarırken, günümüzde neredeyse parlamentoların marjinal partileri haline geldiler. İtalyan Komünist Partisi eski gücünü büyük oranda koruyor olmakla birlikte, diğer partilerin oy oranları %10'un altına düşmüştür. (Portekiz ve Yunan Komünist Partileri ''ortodoks'' komünist partileri olarak değerlendirilmelidir ve yönleri Moskova'ya dönüktür.)
70'lere doğru kitlelerin artan istek ve tepkilerini yönlendirecek alternatif politika üretememesi Marcusculuk ve benzeri akımlara popülarite kazandırmıştır. Yine aynı dönem resmi çizgide Althussercilik Avrupa solunun gözdesiydi. GRAMSCİ'nin ve sivil toplumculuğun Avrupa solunun sorunlarını çözemediği noktada, Avrupa solu yeni arayışlara yönelecektir. Bu, Avrupa solunun çıkmazı ve kısır döngüsüdür. Kızıl Ordu, Kızıl Tugaylar, Doğrudan Eylem gibi hareketler, komünist partilerin sağa sapmasına, hantallaşmasına ve bürokratlaşmasına, burjuvaziyle uzlaşmasına tepkinin ''sol''da ifadesini bulmasıdır.
Toplumsal gelişmeyi, sınıflardan, sınıf mücadelelerinden bağımsız olarak, sivil-toplum devlet ikilemi içinde açıklayan sivil toplumculuk, devleti altyapıdan bağımsız, sınıflarüstü bir baskı kurumu olarak görmektedir.
Devleti, toplumu ve bireyi ezen sınıflarüstü bir baskı kurumu olarak görmesi, sivil toplumculuğu her türlü otoriteye karşı olma, sınırsız birey özgürlüğünü savunma yönüyle anarşizme yaklaştırırken, devletin işlevini sınırlayıp toplumun ve bireyin özgürlüğünü genişletmeyi benimsemesi ve burjuva liberallerine kadar her sınıftan uzlaşmayı savunması da onu Avrupa komünizmi ne yaklaştırmaktadır.
Avrupa komünist partilerinin ''tarihsel uzlaşma'' formülü adına burjuvaziyle uzlaşması sivil toplumculuğun beslendiği ortam olmuştur.
Sivil toplumculuk her zaman, her yerde örgütlü mücadeleye, örgütlü olan her şeye karşı çıkmış, yerine birey özgürlüğünü kurmaya çalışmıştır. Bu akım örgütlü güçlerden; sınıf mücadelesinin örgütlü, belli bir disiplin altında yürütülmesinden, bireysel özgürlüklerini kaybetme korkusuyla vebadan kaçarcasına kaçan, bireyci aydınları birleştiren bir akımdır. ''Disiplin gereğini seçkin kafalar için değil, yalnızca yığınlar için kabul eden'' (KAUTSKY) aydınların günümüzde, sivil toplumculuk, ideal bir buluşma yeri olmuştur.
Ülkemizde sivil toplumculuk daha çok bu yanıyla kendisini açığa vurmuştur. Bu yanıyla geçerlilik kazanmıştır. 12 Eylül'le birlikte örgütlü yapıların hedef seçilmesi, faşizmin sol örgütlere saldırması, yenilgiyle birlikte örgütten kaçışı, bireyleşmeyi getirdi. Örgütle birey, tam da 12 Eylül'ün yapmak istediği gibi karşı karşıya kondu. Örgütlü mücadele rizikosu, karamsar küçük-burjuva aydınlar için sivil toplumcu birey özgürlüğünün çekim alanı oldu.
Ülkemizde solun yenilgisinin etkileri inkarcılığa, işçi sınıfının davasından dönmeye kadar varmış, kafalarda, inançlarda ağır tahribat yapmış ve oluşan bu bataklık ortamında, sivil toplumculuk canlanmıştır. Sömürgelerden akan kârların sınıf çelişkilerini nispeten yumuşattığı, emekçi sınıfların uzun yıllar süren mücadeleleri sonucu demokratik hak ve özgürlüklerin ileri boyutlar kazandığı burjuva demokrasilerinde sivil toplumculuk gelişip güçlenebilir. Kapitalist ülkelerde sivil toplumculuğun nesnel zemini vardır. Ama krizi süreklilik arzeden, sınıf çelişkilerinin derin olduğu, demokrasinin değil faşizmin sürekli uygulandığı, emperyalizmin zayıf halkaları bizim gibi ülkelerde, bu elitist ideolojinin nesnel zemini yoktur. Sivil toplumculuk, 12 Eylül gericiliğinin sınıf mücadelesini geçici olarak bastırdığı koşullarda, ancak geçici olarak, kendisine yer bulabilmiş bir akımdır.
Ama devrimci düşünce ve inançlarını solun yenilgisine rağmen her koşul altında savunan, örgütsel yaralarını saran devrimci güçler ve Marksist-Leninistler sınıf mücadelesinin ivmesini yükselttikçe, sınıf mücadelesine daha örgütlü müdahale edip, bu akıma geçit veren ortam kalktıkça, sivil toplumculuğun geçici parlaması sönüp gidecektir. Bugün sınıf mücadelesi ve bu mücadeleye örgütlü müdahale, depolitizasyonu kırma yönünde gelişmektedir. Sivil toplumcular, yenilginin etkileri yok oldukça, giderek dergi sayfalarından da silinmeye, toplumu etkilemekten uzak bir akım haline gelmeye başlamışlardır.
Oligarşi cephesinde, düzene soldan destek verecek, demokrasi vitrininin görüntüsünü düzeltecek komünist patentli partilere yasallık, tartışma gündemine girdi.
İç ve dış konjonktür oligarşiyi buna zorluyor.
Oligarşi, devletle uzlaşacak, düzen içinde kurumlaşacak, sınıf mücadelesini değil sınıf barışını savunacak, kitlelerin tepkilerini papaz vaazlarıyla yatıştırıp düzen potasında eritecek partiler arıyor. İşte Avrupa komünizmi ve sivil toplumculuk gibi varyantlar oligarşi için biçilmiş kaftandır.
12 Eylülcülerin ağzından H.KUTLU'ların gelişine karşı, ''Avrupa komünist partileri gibi olsalar...'' denilerek, yasallaşmanın şimdiki sınırları çizilmiştir.
H.KUTLU'lardan yasallaşmanın diyeti olarak oligarşi, SBKP yörüngesinden ayrılmalarını ve klasik ortodoks kalıplarından çıkmalarını, Avrupa komünizmi yörüngesine oturmalarını, ''ulusallaşma''larını ve daha da uysallaşmalarını istiyor.
Sivil toplumculuğa, ülkemizde de meyleden aydın tipini yine KAUTSKY'nin devrimci olduğu dönemdeki şu anlatımı çok güzel ifade etmektedir:
''Nietsche'nin, kendi öz bireyciliğinin gereğini yapmayı her şey sayan ve bu bireyciliğin büyük bir toplumsal amaca, şu ya da bu biçimde bağımlılığını, aşağılık, bayağı bir şey gören üstün insan felsefesi, gerçek bir aydın felsefesidir; ve bu felsefe, proletaryanın sınıf savaşımına o aydının katılmasını tümden olanaksızlaştırır.'' (Aktaran LENİN, Bir Adım İleri İki Adım Geri, s.158, Sol Yayınları, 4. baskı)
Toparlarsak, devleti sınıflardan bağımsız, otoritesini sivil toplum lehine kendiliğinden devrimci şiddete gerek duyulmadan yok edilmesi gereken bir kurum olarak gören sivil toplumculuk, Marksist-Leninist devlet teorisinin inkarıdır.
Toplumu, devlete rağmen sınıf uzlaşmasıyla sivilleştirme adına, sınıf mücadelesinin inkarıdır.
''Taban demokrasisi'', ''özyönetim'', ''katılımcılık'' kisvesi altında bireyin örgüte, bireysel özgürlüklerin örgütlü mücadeleye tercih edilmesidir. Birey özgürlüğü öne sürülerek aydın bireyciliğinin savunulması ve toplumsal çıkarların bireysel çıkarlara feda edilmesidir.
Ütopik olduğu gibi gelişip güçlenmesinin nesnel zemini olmadığı ve geçiciliği düşünüldüğünde, sivil toplumculukla ideolojik planda mücadele etmek, biz Marksist-Leninistler için fazla önem taşımıyor. Zaten bugün sivil toplumculuk, dergi sayfalarında bile kendisini tartıştıracak yer bulamayacak kadar, sınıf mücadelesinin gündeminin dışına düşmüştür.
Emperyalist burjuvazi hangi hakla, Çekoslovakya, Polonya ve diğer sosyalist ülkelerin hatalarını ve zaaflarını, yüzüne insan hakları, demokrasi maskesi geçirerek eleştiriyor?
Dikkatleri sosyalizmin sorunları üzerinde toplayarak kendi çözülüşünü, tükenişini unutturmak, geciktirmek istiyor. Kendi iflasını, pisliklerini ve kötülüklerini gizlemek için, kurtarıcı olarak sosyalizmin hatalarına ve zaaflarına sarılıyor.
Emperyalizmin ezdiği halklara karşı işlediği suçların dosyası çok kabarıktır.
Çekoslovakya'da ve Polonya'da ve diğer sosyalist ülkelerdeki hata ve eksikliklerin sonuçlarını; sosyalizme karşı saldırı silahı haline dönüştürmesi, emperyalist burjuvazinin insanlığa ve halklara karşı işlediği suçları gizleyemez.
Medeniyet götürme adına, halklara kan, gözyaşı ve acı, gerikalmışlık ve cehaletten başka bir şey bırakmayan emperyalizm; hangi yüzle, halkları bütün bu kötülüklerden kurtaracak olan sosyalizme karşı, hata ve eksikliklerini fırsat bilip, karalama kampanyaları açabiliyor?
Ne emperyalizmin karalama kampanyaları, ne sosyalist ülkelerin hata ve eksiklikleri; sosyalizmin, sömüren azınlığın değil sömürülen çoğunluğun demokrasisi olduğunu, dolayısıyla, en ileri burjuva demokratik cumhuriyetten daha özgür ve demokratik olduğu gerçeğini unutturamaz!
İşçi ve emekçi sınıfların ücretli kölelik zincirlerini parçalayarak, her alanda yaratıcılıklarını sınırsız geliştirebilme özgürlüğünü kazandığını, milyonlarca insanın yeteneklerini açığa çıkardığını halkların gözünden gizleyemez.
Paranın krallığının hüküm sürdüğü, en yüce değer, şeref sayıldığı; en ahlaksız, zalim, çıkar düşkününün iyi gösterilebildiği; demokratik hak ve özgürlüğün alınıp satıldığı ücretli kölelik sisteminin sözcüleri hangi yüzle; paranın krallığının yıkıldığı, emeğin özgürlüğünün ilan edildiği sosyalist ülkelere demokrasi ve özgürlük dersi veriyor?
Aç ve açıkta, işsiz ve dilenen, gecekondu ve teneke mahallelerinde pislik ve sefalet içinde, onuru ve kişiliği aşağılanan milyonlarca insan yaşarken, kapitalizmin demagogları hangi hümanizmden, insan hak ve özgürlüklerinden söz ediyorlar?
İnsani değerlerin, özgürlüklerin bedenlerle birlikte alınıp satıldığı, toplumsal değerlerin çürüyüp kokuştuğu, Kopenhang pornografi merkezleriyle, New York batakhaneleriyle, Monte Carlo kumarhaneleriyle, Hamburg genelevleriyle, Parizyen kulüpleriyle, Harlem'iyle, Hollywood'uyla, Mafya'sıyla hangi insanca yaşamdan, insan haklarından söz ediyorlar.
Burjuva propaganda makinelerinin, birey özgürlüklerinin saltanatı, adalet demagojileriyle halklara yutturmaya çalıştığı kapitalist demokrasi ve özgürlüklerin gerçek yüzü, bu ahlaksızlıklar, bayağılıklar ve çirkinliklerdir.
Halkları kendi ülkelerinde boyunduruk altına alan, yaşama özgürlüklerine, kendi ülkelerinde dolaşma özgürlüklerine bile tahammül gösteremeyen, özgürlük istemlerine bomba yağdırarak, katliamlarla cevap veren emperyalizm; Çekoslovakya, Polonya ve tüm sosyalist halklar için özgürlük ve demokrasi isteyemez!
Yerli Kızılderilileri zorla topraklarından sürüp çıkaran, düne kadar ''aşağı ırktan'' karaderilileri ''üstün'' beyazlardan ayıran, beyazlarla yan yana bulunmasını yasaklayan ABD burjuvazisi, sosyalistlere insan hakları ve demokrasi dersi veremez!
Halkların emeğiyle, ekmeğiyle, kanıyla beslenen, ülkelerinde demokrasi, özgürlük sözcüklerinin kullanılmasını yasaklayan BATİSTA, ŞAH, SOMOZA tiranlıklarını, ezilen halklar özgürlük savaşlarıyla yıkana kadar destekleyen emperyalizm, hangi hakla sosyalist ülkelerde insan haklarının takipçisi oluyor?
Sicili Nagazaki, Hiroşima katliamlarıyla, Dachau, Austwitch soykırımlarıyla kirlenmiş emperyalizmin insan haklarından, insanlıktan söz etmeye hakkı yoktur!
Filistinlileri kendi topraklarında, toplama kamplarında yaşatan siyonist İsrail'i; 3,5 milyon beyazın 20 milyon karaderili üzerindeki ırkçı yönetimini sürdüren Güney Afrika'yı; şeriatın kılıcı Suudi gericiliğini destekleyen emperyalizmin, sosyalist ülkelerdeki özgür halklar için isteyeceği bir şey yoktur.
Panama'da işkence okullarında, işkenceci, komplocu, darbeci uzmanlar yetiştiren, yetiştirdiği uzmanlarla yeni-sömürge ülkelerde komplolar ve darbeler tezgahlayan, işkence merkezleri kuran emperyalizm, sosyalist ülkelerdeki insan haklarını sorgulayamaz!
Özgürlük savaşlarının sürdüğü ülkeleri işgal ederek cehenneme çeviren emperyalizmin, halklara yaptığı unutulamaz!
Sadece Vietkonglu yurtseverleri ve sivil halkı değil, bitki örtüsünü de yakıp kavuran ABD napalmlarını, fosfor bombalarını, Cezayirli yurtseverleri topluca katlederek mezarlara dolduran Fransız mitralyözlerini insanlık nasıl olur da unutur!?
Emperyalizm, sosyalizmin hatalarına ve zaaflarına ''demokrasi'', ''insan hakları'' kalkanıyla saldırsa da, halklara karşı işlediği suçları unutturamayacaktır! Sosyalizmin, hata ve zaaflarına rağmen bunları düzelterek ve aşarak ilerleyişini engelleyemeyecektir!
Nükleer bir savaşı önleme ve ''evrensel barış''ı koruma amacını; sınıf mücadelesinin kaçınılmaz sonucu devrimci iç savaşların, emperyalizmi zayıflatan halk kurtuluş savaşlarının, haklı savaşların önüne geçirmek; proletaryanın sınıf rotasından sapmak ve emperyalizme karşı sosyalizm mücadelesinden, ulusal kurtuluş savaşlarının desteklenmesinden vazgeçerek, bugünkü uluslararası statükoları savunmaktır.
Sınıfsal zeminden ayrılmak ve soyut ''evrensel barış'' zeminine, sınıfların ve sistemlerin uzlaştırılacağı bir zemine kaymaktır.
İşte, 20.Kongre Kararlarıyla SBKP, proletaryanın dünya devrimi perspektifinden sapmış ve ''evrensel barış''ı korumayı başat görev kabul etmiştir.
Çağımızda gericiliğin ve sömürünün merkezi emperyalizme darbe indiren, emperyalizmi gerileten tüm savaşlar haklı savaşlardır.
Savaşın çağımızdaki kaynağı emperyalizm olduğuna göre, emperyalizm çökene kadar savaşlar sürecektir. Başka deyişle; savaş, sınıf çelişkilerinin bir biçimidir ve sınıflar ortadan kaldırılmadan savaşlar sona erdirilemez. Sınıfların ortadan kaldırılmasının, çağımızdaki aşılması gereken engeli ise emperyalizmdir. Eğer dünyamızda savaşların sona ermesini, gerçek evrensel barışın kurulmasını istiyorsak, emperyalizmi yok etmek zorundayız. Bunu LENİN şöyle dile getiriyor:
''Ancak, biz, tek ülkede değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve onları mülksüzleştirirsek, savaşlar olanaksız duruma gelir.'' (LENİN, Sosyalizm ve Savaş, s.62, Sol Yayınları, 5.baskı)
Açıktır ki, emperyalizmi yok etmede ve savaşları ortadan kaldırmada devrimlerden başka yol yoktur. Marksist-Leninistler, düşmanları emperyalizmi zayıflatan ve çöküşünü hazırlayan tüm haklı savaşlardan yanadırlar. Proletaryanın, sömürüsüz ve sınıfların kalktığı dünya ideali, bu hedefin önündeki emperyalizm engelini kaldıran bütün savaşları haklı bulur.
Ama Marksist-Leninistler emperyalizmin sömürü alanlarını ve pazarlarını genişletme ve yeniden paylaşma siyasetinin devamı olarak başlayan, proletaryaya ve halklara kan, gözyaşı ve ölüm getiren, halkları birbirine kırdıran emperyalist savaşlara her zaman karşı olmuşlardır.
III.Enternasyonal'in önüne koyduğu görevlerin başında, halklara ve ülkelere yıkım getirecek, sosyalist anavatanı tehlikeye sokacak, proletarya hareketini ve demokratik güçlerin ezilmesini getirecek savaşı önlemek geliyordu.
Ama I.paylaşım savaşı arifesinde kapitalizmin, nispeten barışçıl gelişmeye açık koşullarını abartarak, emperyalizmin barış dönemini açtığını vaaz eden II.Enternasyonal partileri; emperyalist savaş patladığında, ilk şoku atlattıktan sonra, kendi burjuvazileriyle uzlaştılar. Proletarya devrimine ihanet ettiler. Emperyalist burjuvazilerin kendi aralarındaki çelişkileri çözme, halkları soyma, ülkeleri yağma savaşının basit birer aleti oldular.
Emperyalist savaşla, evrensel barış hayalleri yıkılan, emperyalizmin, kapitalizmin barış içinde sömürme ve rekabet politikasından ibaret olduğu tahlilleri iflas eden II.Enternasyonal partileri, ihanetlerini derinleştirdiler. ''Anavatan'' savunması demagojisine sarılarak, utanmazca emperyalist burjuvazinin yağma ve talan savaşını, kredi musluklarının açılmasını onayladılar. Proletaryaya ve halklara ihanet anlamına gelen ''sosyal-şoven'', ''sosyal emperyalist'' yaftası, en çok II. Enternasyonal partilerine yakışmıştır.
Buna karşılık LENİN ve Bolşeviklerin devrimci politikasını izleyen proletarya partileri, emperyalist savaşı kendi burjuvazilerini devirmek ve iktidarı alıp, emperyalist savaş siyasetine son vermek için haklı savaşa dönüştürdüler. Devrimci proletarya, silahlarını kendi burjuvazisine çevirdi ve iç savaşlar başladı.
1917 Şubat Burjuva Demokratik Devrimi'nden Ekim Sosyalist Devrimi'ne uzanan, Bolşevikleri iktidara taşıyan yolu, emperyalist savaşa karşı, devrimci iç savaş politikası açmıştır.
Bolşeviklerin sosyalist devrimden hemen sonra aldıkları ilk politik kararlar içinde, emperyalistlerle imzalanmış gizli anlaşmaları halka açıklamak ve barış ilanı yapmak, hemen tüm ülkelere ve halklara barış talebini sunmak vardı. Bu tavırla Bolşevikler, haklı ve haksız savaşlara karşı nasıl bir tutum takınılması gerektiğini dünya proletaryasına ve halklara göstermişlerdir.
Sınıfsal konumlarına, önderliklerinin niteliklerine bakmadan LENİN, emperyalist İngiltere'ye karşı olması ve onu zayıflatması nedeniyle, Afganistan Hanı Emrullah'ın ve Mısırlı tüccarların mücadelesini desteklemiştir.
Emperyalist açık işgale karşı, Kemalist önderlik altındaki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'na ilk destek verenler LENİN ve Bolşeviklerdir.
Ama LENİN ve Bolşevikler, bir emperyalist güce yaslanıp, diğerine karşı savaş veren ulusların mücadelesine taraf olmamışlardır.
20.Kongre Kararlarına bağlı olarak; devrimlere ve boyunduruk altındaki halkların emperyalizmden kurtuluşunun tek yolu olan halk kurtuluş savaşlarına soğuk yaklaşmak ve emperyalizmi yıkacak olan bu özgürlük ateşlerini söndürmeye çalışmak gerçek barışın yolu olan devrimlerden, haklı savaşlardan vazgeçmek demektir.
''Biz Marksistler, -diyor LENİN- her türlü savaşın gözü kapalı karşıtı olanların sınıfına dahil değiliz. Diyoruz ki: Bizim amacımız, sosyalist bir toplum sistemine ulaşmaktır; bu sistem, insanlığın sınıflara ayrılmasını, insanın insan, ulusun ulus tarafından sömürülmesini yok ederek, eninde sonunda savaş olanağını ve olasılığını da ortadan kaldıracaktır.'' (Sosyalizm ve Savaş, LENİN, s.128, Sol Yayınları 5.baskı)
II.Paylaşım savaşı sonrası, devrimin fırtına merkezi, emperyalist krizin en keskin ve öldürücü düzeyde yaşandığı, emperyalist zincirin zayıf halkalarına dönüşen sömürge ve yeni-sömürge ülkelere doğru kaydı. Bu, kapitalizmi, emperyalizm aşamasında can çekişir hale getiren belli başlı çelişkiler içinde; bir avuç egemen ''uygar'' devlet ile, dünyanın yüz milyonlarca sömürülen bağımlı halkları arasındaki çelişkinin, öne çıkması demektir. Dünyadaki bu baş çelişkinin çözümü, diğer evrensel çelişkilerin çözümünü kolaylaştıracak ve hızlandıracağı için öncelikle bu çelişkinin çözülmesinin zorunlu hale gelmesi demekti.
Kapitalizmin bağrından doğan çelişkiler, emperyalizm aşamasına vardığında uzlaşmazlık kazandı ve kapitalizmden sosyalizme geçişin nesnel koşullarını oluşturdu. Bu çelişkiler içinde üçü, devrimlerle, sosyalizme geçişle doğrudan bağlantılı olan çelişkilerdir. Bu çelişkilerin birincisi emperyalizmle ezilen halklar arasındaki; ikincisi, metropollerde burjuvazi ile proletarya arasındaki; üçüncüsü, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkidir.
Sosyalist Ekim Devrimi'nden sonra emperyalist sistemle sosyalist sistem arasındaki çelişkiler de eklenmiştir bu çelişkilere.
Emperyalizmin I. ve II.bunalım dönemi olarak tanımladığımız dönemlerde devrimler; emperyalistlerin pazar ve hammaddeleri yeniden paylaşmak için savaşa başvurmaları ve bu çelişkilerin emperyalistlerin karşılıklı zayıflamasından yararlanan proletaryanın ve müttefiki sınıfların devrimci iç savaşı ve ulusal savaşı sonucu gerçekleşti.
Devrimlerin gerçekleştiği yerler, emperyalizmin krizinin yoğunlaştığı ve öldürücü hale dönüştüğü, proletaryanın subjektif durumunun ise en yüksek olduğu yerlerdi.
Ekim Devrimi, I.paylaşım savaşının emperyalist güçleri karşılıklı olarak en zayıflattığı anda, LENİN ve Bolşeviklerin yerinde ve zamanında müdahalesiyle gerçekleşti.
Doğu Avrupa devrimleri, II. paylaşım savaşını başlatan emperyalist kampın faşist iktidarlarının yıkılması ve proletaryanın önderliğindeki halk cephelerinin iktidarı ele geçirmesiyle gerçekleşti.
Emperyalizmin III.bunalım evresinde, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişki baş çelişki oldu. İşte bu baş çelişkinin yörüngesini, evrensel barışı koruma yörüngesine kaydırmak; evrensel barışı koruma odağında, tüm çelişkileri sosyalizm ile emperyalizm arasındaki çelişkiye indirgemek demektir.
''Evrensel barış'' için dünya çapında sosyalizme barışçıl geçişi savunmak, emperyalizmle mücadeleyi ''barış içinde ekonomik yarış'' olarak almak ve herşeyi bu yarışa göre düşünmek, devrimleri, özgürlük savaşlarını kendi kaderleriyle başbaşa bırakmak, emperyalizmin ulusal kurtuluş savaşlarına saldırısını cesaretlendirmek demektir.
20. Kongre Kararları, devrimlerin fırtına merkezlerinin sömürge ve yeni-sömürge ülkelere kaydığı gerçeği yerine, Sovyetler Birliği'nin belirleyiciliği altında, barışı korumak ve kapitalizmle ekonomik yarışı koyuyor.
Oysa, gerçek barışa giden yolu, sömürge ve yeni-sömürge ülke Marksist-Leninistleri devrimlerle açmış ve açmaktadırlar.
Devrimci savaşlar, emperyalist zinciri parçalayıp zayıflattı. Ve nükleer çapta bir dünya savaşı getirmediği gibi, barışı savunan güçler cephesine yeni güçler kattı.
Emperyalizmle bağımlı halklar arasındaki çelişkiyi baş çelişki olarak tespit etmek, sosyalist ülkelerin, metropol kapitalist ülkelerdeki proletarya hareketinin, emperyalizm karşısındaki gücünü küçümsemek ve görmezden gelmek anlamını taşımıyor. Tersine, bu güçlere, devrimlerin ve özgürlük savaşlarının gelişmesinde ve gerçek barışa emperyalizmin parça parça çökertilerek ilerlenilmesinde, enternasyonal dayanışma ve emperyalizmin saldırılarını ve savaş kışkırtıcılığını caydırmada büyük görevler düşüyor. Ama bu güçlerin enternasyonal görevlerini bugün için hakkıyla yerine getirdiklerini ve emperyalizmi caydıracak konum aldıklarını söylemek güç. Enerjilerinin çoğunu, sınıfsal zemini belirsizleşmiş ''barış'' mücadelesine harcamaları ve savaş fobisine kapılmış olmaları, enternasyonal destek vermelerini önlüyor. Dünyanın daha yarısına yakını emperyalist hegemonya altındayken, emperyalizm halk savaşlarına azgınca saldırırken, evrensel barışı koruma mücadelesini mutlaklaştırmayı anlamakta güçlük çekiyoruz. Gerçek barış, uzlaşmaz sınıfların uzlaştırılması üzerine kurulamaz. Şimdiye kadar kurulmuş hiçbir örneği de görülmemiştir.
Biz, Marksist-Leninistler, halkımızın emperyalizm ve oligarşi tarafından sömürülmesi, ülkemizin zenginliklerinin yağma ve talan edilmesi, ulusal onurunun ayaklar altına alınması, toplumumuzu çökerten yozlaşma, çürüme üzerine faşizmin baskı ve terörüyle kurulmak istenen barışı reddediyoruz. Bizler, ülkemizi emperyalizm ve bir avuç sömürücü asalaktan kurtaracak, halkımıza gerçek barışı getirecek anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimi için savaşıyoruz.
Gerçek barış için, kadın-erkek, yaşlı-genç ve gelecek kuşaklar özgürlük türküleri söyleyerek, kardeşçe ve insana yakışır şekilde yaşayabilsinler diye savaşıyoruz.
Barışa kavuşmak istiyoruz ve LENİN'in
''barışa çabuk kavuşup kavuşmamak devrimin gelişmesine bağlıdır. Ne kadar duygusal şeyler söylense, haydi savaşı bitirelim diye ne kadar çok yinelense, bu, devrim gelişmedikçe yapılamaz.'' (LENİN, Sosyalizm ve Savaş, s.153, Sol Yayınları, 5.baskı)
sözlerini yüksek sesle bir kez daha haykırıyoruz.
20.Kongre'nin estirdiği barış rüzgarları, GORBAÇOV'la daha hızlı esmeye başladı. Haklı-haksız ayrımı yapılmadan, savaşın sınıfsal karakteri, çıkışına neden olan politikalar analiz edilmeden, devrimci savaşlar, emperyalizmin sömürü ağında gedikler açan özgürlük savaşları geriletilmeye, soğutulmaya çalışılıyor.
GORBAÇOV, dünyadaki kamplaşmayı, mevcut statükoyu yeterli görüyor. Ekonomik yarışı hızlandırmaya, emperyalizmi bu yolla alt etmeye çalışıyor. GORBAÇOV, dünya ölçeğinde mevcut statükoları dondurarak evrensel barışı korumaya kararlı olduğu kadar, devrimlerin, halk savaşlarının derinleşmesinde, gerici iktidarları zorlamasında kararsız görülüyor. Barış için tehlike sinyallerini devrimlerden, halk savaşlarından alıyor. Ve bunu şöyle dile getiriyor:
''Asya'da ve öteki kıtalarda savaş tehlikesi yaratan odaklar tükenmemiş olduğundan, bu son derece acilleşmektedir. Ortadoğu, Orta Amerika, Güney Afrika ve gezegenimizin bütün hassas noktalarındaki çatışmalı durumları kaldırmak yollarının ortaklaşa araştırılmasını yoğunlaştırmak görüşündeyiz.'' (SBKP 27. Kongre Siyasi Raporu, GORBAÇOV, s.114, Sorun Yayınları, 1.baskı, Eylül 1987)
GORBAÇOV, çelişkiler ibresini biraz daha barış yönüne döndürüyor. Sonuçta evrensel barışı, emperyalistlerle barışmayı ve barış içinde ekonomik düzeyde yarışmayı, devrimlere tercih ediyor. Daha da ileri gidiyor, üç kıtada halkların gerçek barış için yaktıkları ateşleri, başlattıkları, belli aşamaya getirdikleri savaşları söndürmeye, geriye çekmeye çalışıyor.
Buna bakarak Salvador'dan, Güney Afrika'ya ve Filistin'e kadar özgürlük savaşlarının ve devrimlerin evrensel barışa, emperyalistlerle barışmaya feda edilmesi kuşkusunu haklı olarak taşıyoruz.
Elbette biz Marksist-Leninistlerin dünyayı ve insanlığı yok edecek nükleer bir savaşı önlemek, bu çerçevede dünyada barışı korumak için, barıştan yana tüm güçleri birleştirmekten, barışçı güçlerle birlikte mücadele etmekten yana görevlerimizin olduğunu unutmuyoruz.
Hiroşima ve Nagazaki'yi yaşadıktan sonra, nükleer silahlara karşı mücadele etmenin insanlık adına onurlu bir görev olduğunu kabul ediyoruz. Bu çapta düşünüldüğünde stratejik silahların tamamen yok edilmesi çabalarını destekliyoruz. Nükleer silahların yok edilmesinin insanlığın, dünyamızın ve sosyalizmin çıkarlarına olduğunu çok iyi biliyoruz.
Ama bu görevimizi; gerçek barışın yolu olan, savaşın kaynağı faşizmi yok etmek, emperyalizmi ülkemizden kovarak halkımıza özgürlük getirmek görevimizin önüne koymuyoruz.
Açlığın, yoksulluğun, sefaletin, halkımızın başındaki tüm felaketlerin gerçek sorumlusu olan sömürü düzeninin, halkın iktidarıyla değiştirilmesi görevimizin, devrim yapma, ülkemize ve halkımıza gerçek barışı getirme görevimizin önüne koymuyoruz.
Barışı koruma görevimiz, stratejik devrim ve gerçek barışa ulaşma görevimize bağlı taktik bir görevdir.
Ayrıca nükleer silahların iki sistemin elinde de bulunmasını ve denge oluşturmasını, nükleer bir savaşı caydırıcı ve önleyici bir etken olarak görüyoruz. Karayibler ve Küba sorununda nükleer savaşın eşiğine gelinmiş olduğu söylense de, karşılıklı nükleer silah dengesinin böyle bir savaşı caydırdığı ve önlediği de, somut olarak görülmüştür.
20.Kongre sonrası, sınıfsal çatışmalardan kaynaklanan ve emperyalizmi rahatsız eden hemen her olaya, gelişmeye barış penceresinden bakan Sovyetler Birliği ve 20.Kongre Kararlarına bağlı sosyalist ülkelerin komünist partileri; devrimler ve ulusal kurtuluş savaşlarına karşı pasif ve çekingen bir tutum takınmışlardır. Kendi kabuklarına çekilmişler, her şeyin merkezine kendilerini, kendileriyle emperyalizmin barış içinde ekonomik yarışını oturtmuşlar, enternasyonal görev ve sorumluluklarını günlük politik çıkarlara feda etmişlerdir.
Sovyetler Birliği, Küba Devrimi'nin ''farkına'', Küba'da, Amerikan şirketlerinin millileştirilmesinden ve karşı-devrimcilerin Domuzlar Körfezi Çıkarmasından sonra varabilmiştir. Devrimi sürdüren ''26 Temmuz Hareketi'' sosyalist ülkelerden enternasyonalist dayanışma, maddi ve manevi destek görmek bir yana, SBKP çizgisindeki komünist parti tarafından; toplumun huzurunu bozan, BATİSTA'yı saldırganlaştıran bir avuç başıbozuk, anarşist olarak suçlanıyordu.
Devrim yapmak ve iktidarı almak diye bir hedefi olmayan, reformizme saplanmış; devrime, zorunlu kaldığı için iktidarın alınması arifesinde katılmış komünist partiyi bu ideolojik-politik çizgiye, BATİSTA ile işbirliğine kadar varan uzlaşmacılığı getirmiştir.
Sovyetler Birliği, Küba Devrimi'ni anlayamadığı gibi Nikaragua'da devrimin olacağına da inanmamıştır. Bunu sadece biz değil Nikaragua Devrimi'nin önderlerinden Thomas BORGE de söylüyor.
Sovyetler Birliği sadece Küba ve Nikaragua'da değil, Latin Amerika'nın tümünde kendi çizgisine bağlı, barışçıl geçişi fetişleştiren, silahlı devrim yoluna burjuvazinin ağzıyla saldıran, bürokratlaşmış klasik komünist partileri desteklemiştir. Bu yanlış destek Sovyetler Birliği'nin enternasyonal görev ve sorumluluklarını yerine getirmesini aksattığı gibi, devrimlerin nabzını tutabilmesini de engellemiştir.
Sovyetler Birliği'nin barışçıl yoldan geçişe ne ölçüde saplanıp kaldığını, devrimleri ve enternasyonal görevlerini unuttuğunu, Thomas BORGE'nin ''Sovyetler ve Sovyet devrimcileri Nikaragua'da devrim olabileceğine inanmamışlardı ki, bize nasıl yardım edeceklerdi!'' sözlerinden başka, hiçbir şey daha iyi anlatamaz.
Ne yazık ki, Sovyetler Birliği, ülkemiz devrimine de farklı yaklaşmıyor, bizim ülkemizde de devrim ve iktidar sorununu bir kenara atmış, burjuvazinin icazetine sığınan, düzende kurumlaşmaya çalışan reformist partileri destekliyor.
Sovyetler Birliği'nin savunduğunun tersine, II. paylaşım savaşı içindeki devrimler gibi, sonrasında gerçekleşen devrimler de, burjuva devlet mekanizmasının parçalanmasıyla gerçekleşmişlerdir. Dünyadaki tüm devrimler '''her gerçek halk devriminin ilk koşulu', (...) 'hazır devlet makinesini' parçalamak, yıkmak...'' (LENİN, Devlet ve İhtilal, s.54, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 5.baskı, Aralık 1978) olan, Marksist-Leninist devlet ve devrim teorisinin doğrulanmasının birer örneği olurken 20.Kongrenin yanlış devlet ve devrim teorisinin mahkum edilmesinin de birer örneği olmuşlardır.
Öyle ki, bu yanlış devrim tezlerinin cazibesine kapılan Endonezya Komünist Partisi'nin, barışçıl geçiş deneyi binlerce militanının katledilmesiyle sonuçlanmıştır.
Burjuva devlet mekanizmasına rağmen barışçıl-parlamenter yoldan iktidar olmanın faturasını, ALLENDE ve Şili halkı çok pahalı ödemiştir.
Burjuvazi halka ne zaman açıktan savaş açtıysa, bağımsız bir ülkeye, özgürlük isteyen bir halkın mücadelesine saldırdıysa, ya da saldırıya destek olduysa, yüzüne barış maskesi takmayı unutmamıştır.
Resmi açıklamalarda büyük harflerle yazılmış ''yurtta barış dünyada barış'' sözcükleri, oligarşinin militarist politikalarını gizlemenin aracıdır.
Oligarşinin ülkemiz nüfusuna oranla en büyük orduyu beslemesi, bütçenin yaklaşık 1/3'ünü silahlanmaya ayırması, barış için değildir. Türkiye'nin Mısır ve İsrail'den sonra dünyada ABD emperyalizminden en çok askeri ''yardım'' alan üçüncü ülke olması barış için değildir.
Ülkemizde bulunan ABD ve NATO'ya bağlı 100'ün üzerindeki üs ve tesis, silah deposu, ikmal tesisi, sosyalist güçlere ve bölge halklarının özgürlük mücadelesine karşı kullanılmak içindir.
Hangi nedene dayandırılırsa dayandırılsın oligarşinin, Türk ve Rum halkları arasındaki kardeşliği, barış içinde yaşamı tahrip eden, şovenizmi körükleyen, Kıbrıs'ın bağımsızlığını ortadan kaldıran, Kıbrıs işgalinin adını ''barış harekatı'' koyması, ikiyüzlülük değil de nedir?
Irak Kürdistanı'na iki kez girerek, İsrail ve Güney Afrika benzeri askeri operasyonlarla Kürt halkını katletmesini bile oligarşi bölgeye barış ve huzur getirme olarak savunabilmiştir.
Oligarşi halkların kardeşçe birliğinin sağlandığı barışı değil, halkların özgürlük savaşlarının emperyalizm tarafından bastırılması üzerine kurulu emperyalist ''barış''ı savunuyor!
Oligarşi, Cezayir'de özgürlük savaşını değil, Fransız emperyalizminin katliam ve soykırımlarla, halkın kanını akıtarak kurmaya çalıştığı sömürge yönetimini savunmuştur.
Bu, ''hür dünyanın barışı'' adına emperyalizmin halkları köleleştirmesiyle, baskı ve terörle kurduğu barışı savunmaktır.
Evet, Türkiye oligarşisi, ABD emperyalizmine Lübnan'a askeri müdahalesinde, İncirlik Üssü'nü atlama tahtası olarak kullanma olanağı sağlarken; halkların mücadelesinin ezilmesini, bölgede emperyalist çıkarların korunmasını ve emperyalist ''barış''ı savunmuştur.
ABD emperyalizminin Vietnam halkının barış ve özgürlük savaşına karşı giriştiği saldırıda, II. paylaşım savaşında kullanılan bombanın 10 katından fazlasını ateşlemesini savunmuştur. Vietnam halkının 7.filoların, B-52 uçaklarının napalmlarıyla, fosfor bombalarıyla, zehirli gazlarla katledilmesini alkışlamıştır.
Kore halkının barış ve özgürlük savaşını boğmak için, kendi özgürlüğü de zincire vurulmuş halkımızın 5 bin evladını ABD emperyalizminin hizmetine veren oligarşi, ülkemizi özgürlük ve barış düşmanı ABD emperyalizminin yedek gücü, asker deposu yapmıştır.
Ülkemizi, halkımızdan gizli atom başlıklı Jüpiter füzeleriyle donatıp, patlamaya hazır barut fıçısına dönüştüren de oligarşidir. Küba sorununa bağlı çıkabilecek nükleer bir savaşta, ilk hedef haline gelmesinin sorumlusu da oligarşiydi.
Osmanlı'nın ülkeleri yağma ve talanını, halkları haraca bağlamasını, bu ülkelere ve halklara barış ve huzur götürme olarak gösteren, Türk-İslam sentezine dayalı faşist, ırkçı ideolojiyi kendisine rehber edinen oligarşiden başka ne beklenebilir ki?
Ülkemiz topraklarının,100'ün üzerinde emperyalist saldırı üs ve tesisiyle dolaylı işgal edilmesi yetmezmiş gibi, 12 Eylül, Muş ve Batman hava üslerini açarak bunlara yenilerini eklemiştir. İncirlik Üssü'nün, bölgenin en büyük üssü olacak şekilde genişletilmesini onaylamıştır.
Karaman Üssü'ne özel donatımlı erken uyarı Awacs uçaklarının yerleştirilmesini, İncirlik ve bazı üslerin nükleer başlıklı füzelerle donatılmasını, uzayın silahlandırılmasını, ABD çevik kuvvetlerine geçiş ve yerleşim sağlamayı onaylamıştır.
12 Eylül faşizmine yüklenen bir görev de, ülkemizdeki emperyalist savaş makinesini tahkim etmek, İran'dan boşalan yerin hızla doldurulmasını sağlamaktır.
ABD emperyalizmiyle halkımızdan gizli imzalanan anlaşmalar, kölece bağımlılığı fazlasıyla pekiştirmiştir. Gün gelecek, biz Marksist-Leninistler, oligarşinin ihanetini belgeleyen bu kölelik anlaşmalarını halkımızın gözleri önüne sereceğiz. Ulusal onurumuzun kölelik anlaşmalarıyla çiğnenmesine ve oligarşinin ihanetine son vermek, ülkemizi bağımsız ve özgür kılmak ve halklara barış çağrısı yapmak, biz Marksist-Leninistlerin onurla yüklendiğimiz görevimizdir.
Savaşın kaynağı, emperyalizmin işbirlikçisi burjuvazinin barışçı olması mümkün değildir.
Emperyalizm bölgedeki sömürü ve nüfuz alanlarını zayıflatmaya yönelik halk kurtuluş savaşlarına karşı, ülkemizi bir saldırı üssü olarak hazır hale getirmişken, oligarşi hangi barıştan söz ediyor?!
Emperyalizme bu koşulları hazırlayan oligarşinin, Irak-İran savaşında görüldüğü gibi bölgede barış havarisi kesilmesi, aldatmacadan başka bir şey değildir.
Burjuvazi amacına ulaşmak için, gizli, açık, ahlaksızca her türlü hile ve aldatmacaya başvurmaktan çekinmemiştir.
İkiyüzlülüğü, yalan ve demagojiyi, olayları kendi amacına göre çarpıtarak yansıtmayı alışkanlık haline getirmiştir.
Emperyalizmle çıkar ortaklığına girişip halkımızı daha yoğun sömürmek, ülkemizin zenginliklerini daha fazla yağmalamak için; emperyalizmin bölge karakolu ve savaş makinesi olmak için oligarşinin, halkımızın duygularını sömürerek başvurduğu demagoji ve yalanlar unutulmamalıdır!
Çünkü halkımızın bilinci, bu yalan ve demagojilerle çarpıtılarak, emperyalizme kölece bağlanmaya karşı çıkması nötralize edilmiştir. Sosyalizme, Sovyetler Birliği'ne düşman edilmeye çalışılmış, gerçek barış, özgürlük kavgasından uzaklaştırılmış, köleliği pekiştiren en koyu anti-komünist ideolojilerin tutsağı edilmiştir.
Ekim Devrimi'yle, dünya halklarına barış çağrısı yapılarak son verilmiş olan ve tarihsel kökleri Çarlık Rusyası'nın katliam ve soykırımlarıyla dolu, yayılmacı, saldırgan politikasına dayanan, tarihi ''Moskof düşmanlığı''nı, halkımızın bilincinde canlandırmak için oligarşi olmadık yalanlara başvurmuştur.
Kurtuluş Savaşı'na karşılıksız destek ve yardım elini uzatan, halkların gerçek dostu Sovyetler Birliği'ni düşman ilan etmek için alçalmıştır. Oligarşi buna benzer demagojilere sarılmasaydı, halkımızın bilincinde kurtuluş savaşının yarattığı anti-emperyalist duyarlılık canlılığını korurken, ABD emperyalizmine ülkemizin kapılarını ardına kadar açamazdı.
Ülkemizi halkların emperyalizme karşı gelişen özgürlük savaşlarına karşı kullanılacak bir ileri karakol yapamazdı.
İşte, egemen sınıflar ülkemizin ABD emperyalizminin yeni-sömürgesi, saldırı üssü olmasını gizli ikili anlaşmalarla onaylarken, ''Sovyetler Birliği ülkemizden toprak ve üs istedi'' yalanını yaymıştır. Oligarşi, soğuk savaş stratejisinin bütün taktiklerine başvurarak, Sovyetler Birliği'ne yönelik düşmanlığı körüklemiş ve halkın dikkatini bu yöne çekerek kendi ihanetini ve emperyalizme kölece bağımlılığını gözlerden gizlemiştir.
Ülkemizi emperyalizme her alanda bağımlılaştırma, emperyalist saldırgan güçlerle donatma, tarihi ''Moskof düşmanlığı'', sosyalizm ve Sovyetler Birliği düşmanlığına dönüştürülerek yapılmıştır.
Bu yalana yenileri eklenerek, emperyalizm barışın koruyucusu, sosyalizm saldırgan olarak gösterilmiş, yıllarca halkımıza sosyalizm düşmanlığı aşılanmıştır.
Halkımız emperyalizm ve yerli işbirlikçileri tarafından iliklerine kadar sömürülürken, bilinci, özgürlüğünü ve kurtuluşunu getirecek sosyalizme karşı düşmanca yalan ve demagojilerle doldurulmuştur.
Soğuk savaş dönemi boyunca halkımız, ''demirperde'' ardındaki ''komünizm canavarıyla'' korkutularak, garip, akıl almaz yalanlarla bezenmiş ve aşağılık ''şapka bırakma'' vb. hikayeleriyle şartlandırılarak, yasak, baskı ve cezalarla eli-kolu bağlanmış, Marksist-Leninist ideolojiden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Oligarşi ''komünizm hayaleti'', ''Moskof düşmanlığı'' propagandasını işçi ve emekçi sınıfları sindirmek ve daha kolay sömürmek için basınıyla, yayınıyla sürekli kullanmıştır. Gazeteler komünizm üzerine akıl almaz tefrikalarla doldurulmuş, radyo komünizmi kötülemek için özel programlar hazırlamıştır.
McCarthyzmin ''küçük Amerika''daki yansıması, anti-komünist kampanyaya ivme kazandırmıştır. Demokratlar, ilericiler, komünistler üzerinde cadı kazanları kaynatılmıştır.
Emperyalist bağımlılığı, yeni-sömürgeleşmeyi gizlemek için ABD emperyalizmi saldırı üsleriyle, silah depolarıyla, atom başlıklı füzeleriyle, ''barış gönüllüleri''yle, bire on alan ''yardımları''yla gelmiş, kendini ''hür dünyanın barış meleği'' ülkemizi, ''komünizm canavarından koruyan, kollayan'', ''dost'', ''müttefik'' olarak göstermeye çalışmıştır. Resmi propaganda araçları, ABD emperyalizminin ülkemizdeki varlığına övgüler düzen, Amerikanın sesi haline dönüştürülmüştür.
Sonuçta ülkemiz her alanda olduğu gibi, askeri politikasıyla da bölgedeki ''küçük Amerika'' olmuştur.
Ülkemizi Amerikan emperyalizminin bölgedeki savaş politikasının dama taşlarından biri yapan oligarşi, hangi barışı, kimin barışını savunuyor?
Oligarşinin ''Yurtta Barış Dünyada Barış'' sloganı, ''hür dünyanın barışı''nın emperyalist barışın savunulmasından başka bir şey değildir.
Biz Marksist-Leninistler, halkları kölece emperyalizme bağlayan emperyalist barışı reddediyoruz! Halkların birliği, kardeşliği, eşitliği üzerine kurulacak gerçek barışı savunuyoruz.
Burjuvazi barışı, kendi sınıf çıkarlarının en iyi korunduğu koşullar olarak ele almıştır.
Burjuvazi için barış, işçi ve emekçi sınıfların köleleştirilmesi, ülkenin emperyalist sermaye için ucuz emek cennetine dönüştürülmesidir.
Burjuvazi barışı her zaman halka savaş açarak, işçi ve emekçi sınıfların hak ve özgürlüklerine zincir vurarak, emeğinden, ekmeğinden daha fazla çalarak kurmuştur, korumaya çalışmıştır.
Oligarşinin ülkemizdeki en kanlı ve barbar diktatörlüğü olan 12 Eylül faşizminin, ''kardeş kavgasını önleme'', ''iç barışı sağlama'', ''bozulan huzur ve istikrarı yeniden tesis etme'' demagojileriyle, barış havarisi kesilmesinin altında, halka açılan ekonomik, politik savaş, halkın teslim alınması ve sermayeye istikrar ve huzur sağlama vardır.
12 Eylül faşizmi, savaş aleti ordusuyla, tankıyla, süngüsüyle, copuyla, terörü, baskısı ve yasaklarıyla, yalan ve demagojileriyle, halkı sindirip korku ve panik içinde huzursuz ve güvensiz bir yaşama sürüklemiştir.
Sermaye de; tüm hak ve özgürlükleri zorla alınmış, sindirilmiş, susturulmuş, korku ve yılgınlık içindeki halkı, daha ağır koşullarda çalıştırmış, daha yoğun sömürmüştür.
Burjuvazinin ve faşizmin ''iç barış''tan, ''kardeş kavgasına son vermek''ten anladığı budur.
12 Eylül faşizminin ülkemize ve halkımıza getirdiği barış budur! Sermayenin, sömürü, huzur ve istikrarını en iyi biçimde güvenceye almak; işte faşizmin ve burjuvazinin barışı!
Yüzbinlerce insanın işkenceden geçirilmesi, onbinlerce Marksist-Leninist devrimci ve yurtseverin 12 Eylül toplama kamplarına atılması, yıllarca işkence altında teslim alınmaya, düzen için tehlike olmaktan çıkarılmaya çalışılması burjuvazinin barışı içindir.
Binlerce yurtseverin, devrimcinin gözaltı süresi sonsuzlaştırılarak işkence tezgahlarında, ''asmayıp da besleyecek miyiz?'' denilerek darağaçlarında, sorgusuz sualsiz vur emirleriyle kalleş pusularda kanını akıtmak, canını almak; binlerce insanı, demokratı, yurtseveri, devrimciyi bilimi, özgürlüğü, demokrasiyi savundukları için 12 Eylül mahkemelerinde savaş hükümlerine göre yargılayıp ağır cezalara çarptırmak; işçi ve emekçi sınıflara gözdağı vermek burjuvazinin barışı içindir.
Kentleri kasabaları çevirmek, caddeleri meydanları işgal etmek, fabrikaları, üniversiteleri kuşatmak, sokağa çıkma yasaklarıyla sıkıyönetim ve olağanüstü hal yasalarıyla, halkın hak ve özgürlüklerine kilit vurmak, işçi ve emekçi sınıfları süngü zoruyla çalıştırmak, sermayenin sömürü, istikrar ve huzurunu güvenceye almak içindir.
Burjuvazinin barışı halka, halkın insanca yaşam, demokrasi, bağımsızlık, sosyalizm istemine her cephede çeşitli biçimlerde açılmış savaştan başka bir şey değildir.
Egemen sınıflar için barış;
İşçi ve emekçi sınıfların insanca bir yaşam, iş güvenliği, ekmek ve özgürlük istemlerinin kanla bastırılması demektir.
Köylülerin toprak istemlerini jandarma dipçiğiyle engellemek demektir.
Gençliğin demokratik ve özerk eğitim talebinin kurşunla, copla cevaplanması, gençliğin kanının akıtılması demektir.
Kürt halkının kendi kaderini tayin etme istemini, süngü ve copla karşılayan, yetmediği yerde tankla topla saldıran oligarşi, barışı bu istemlerin bastırılmasında arıyor.
Gelişenin, güçlenenin, tarihsel olarak bu düzenin mezarını kazan ilerici sınıfların haklı mücadelesinin durdurulmasında arıyor.
Burjuvazinin aradığı barış, halkımızın kurtuluş ve özgürlük mücadelesinin terör ve katliamlarla, baskı ve yasaklarla önlenmeye çalışıldığı bir barıştır.
Halkların birliğine ve kardeşliğine, insanca yaşama, işçi ve emekçi sınıflara düşman rezilce bir barıştır.
Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin olduğu yerde barış olsa olsa, ancak böyle kurulabilir!