Savunmamızın bu bölümünde emperyalizm açısından son derece önem taşıyan ve bu nedenle de emperyalizmin pek çok manevraya başvurmak, her türlü yolu denemek zorunda kaldığı, yaşamsal çıkarları açısından vazgeçemediği sıcak bölgelerden bir tanesi olan, çatışmasız, katliamsız, savaşsız bir günün yaşanmadığı Ortadoğu’yu değerlendireceğiz.
Neden Ortadoğu?
Her gelişmenin dünyadaki her ülkeyi şu ya da bu biçimde ilgilendirdiği ve etkilediği bir gerçek... Ama Ortadoğu, Türkiye için bundan ayrı olarak özel bir anlam ifade ediyor. Türkiye’nin yanıbaşındaki bu bölgede, emperyalizm, gelişen halk hareketlerini ve ulusal kurtuluş mücadelelerini bastırmak için daha acımasız davranıp pek çok özel yönteme başvururken, bu politikasi içinde Türkiye’ye de çeşitli roller veriyor.
Bölge ülkeleriyle tarihsel-kültürel-dini-ekonomik ve siyasi bağları olan Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeri, emperyalizmin politikası içindeki rolüyle birleşince Ortadoğu’daki her gelişme Türkiye’yi oldukça yakından ilgili kılıp etkilemektedir. Aynı şekilde Türkiye’deki her gelişme de Ortadoğu’yu yakından ilgilendiriyor ve etkiliyor.
İşte bu yüzden biz Marksist-Leninistler Türkiye’yi değerlendirirken emperyalizm ve Ortadoğu gerçeğinden ayrı ele almıyoruz. Bunun için savunmamızın bu bölümüne ayrı bir başlık açıyor ve Ortadoğu diyoruz.
''Çağımız emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır.'' Biri çöküşen, yok oluşa giden, diğeri ise giderek gelişen bir gücü yani geleceği temsil ediyor. Bu tarihsel yargının kaçınılmaz sonucu olarak karakterini; emperyalizm ile bağımlı ve ezilen halklar arasındaki mücadelenin belirlediği içinde bulunduğumuz tarihsel süreçte ulusal-sosyal kurtuluş mücadeleleri gelişiyor, güçleniyor. Gerçekleşen devrimler ve yükselen mücadeleler emperyalizmin varlık koşulu olan sömürü alanlarını her geçen gün biraz daha daraltıyor, emperyalizmin sonunu biraz daha yaklaştırıyor. Pazar kaybına daha fazla tahammülü olmayan emperyalizm ise yok oluşa gidiyor olmanın tahammülsüzlüğü ile saldırganlığını alabildiğine artırıyor. Başkaldıran halklara bunun bedelini kan, vahşet, katliam ve dizginsiz bir terörle ödettirmeye yöneliyor. Gelişen mücadeleleri bastırıp yok ederek pazarlarını elinde tutmaya çalışıyor. Varlığını biraz daha uzatacak olan çarklarını işletmeye devam etmek istiyor.
İşte, bu uzlaşmaz çatışmanın bütün boyutlarıyla yaşandığı yerlerden biri de Ortadoğu'dur. Emperyalizmin genelde pazar kaybına tahammülü yokken, Ortadoğu, kaybetmeye hiç tahammül edemediği, edemeyeceği, bu nedenle de her türlü oyuna, zorbalığa başvurduğu bir bölgedir. Çünkü Ortadoğu emperyalizm için sıradan bir pazar değildir.
Ortadoğu'nun bu özel önemi; dünya üzerinde bulunduğu coğrafi konumdan, bu konumun sağladığı jeopolitik ve stratejik avantajlardan ve bunların yanı sıra taşıdığı ekonomik potansiyelden ileri geliyor. Ki, bu durum sadece bugün değil, geçmiş dönemlerde de Ortadoğu'nun ilgi odağı olmasının, sürekli değişimlerin yaşandığı hareketli bir atmosfere sahip olmasının nedeni olmuş, bu durumu çağlar boyunca süregelmiştir.
Her şeyden önce coğrafi olarak üç kıtanın birleştiği bir merkez üzerinde bulunmaktadır. Ve dünyanın önemli ulaşım yolları bu bölgeden geçmektedir. Jeostratejik önemini arttıran bu avantajları, barındırdığı ekonomik potansiyel ve çeşitli olanaklarla birleşince, bölgenin ilk çağlardan beri yoğun nüfus hareketlerine, savaşlara, sosyal-siyasal altüst oluşlara, sık sık yer değiştiren uygarlıklara sahne olması şaşırtıcı olmuyor. Bu nedenledir ki, Doğu Akdeniz, tarihteki en önemli uygarlıkların beşiği olmuş, belli başlı tüm dinler bu bölgede ortaya çıkmış, İpek Yolu ve Hindistan-Avrupa yolunu denetlemek isteyen, dolayısıyla bölgeyi ele geçirmek ve elde tutmak isteyen, imparatorluklar arasında savaşlara sahne olmuş, sık sık işgallere uğramıştır. Aynı kaderden çok daha sonraları da kurtulamamış, Alman, Fransız, İngiliz, ABD emperyalistlerinin egemenlik çatışmalarına sahne olmuştur.
Tarihi gelişim içinde, yeni keşif ve buluşlara, bilimsel-teknolojik gelişmelere bağlı olarak, Ortadoğu'nun önemi azalmış gibi görünse de; tersine mevcut askeri-politik avantajlara bir de petrol faktörünün eklenmesiyle, jeopolitik ve stratejik önemi daha da artmıştır. Emperyalizm için hayati önem taşıyan enerji kaynağı petrol rezervlerinin büyük bir kısmı bu topraklardadır. Yine önemli bir su kanalı olan Uzak Doğu ve Avrupa arasındaki deniz ulaşımında önemli bir kolaylık sağlayan stratejik önemdeki Süveyş Kanalı buradadır.
Ayrıca sosyalizmin yayılmasını ve gelişmesini önleme hayali içindeki emperyalizm için Sovyetler'in güneyindeki bu bölge özel bir önem taşıyor. Emperyalizm ''Sovyetler'in sıcak denizlere inmesini önleme'' politikası adı altında Ortadoğu'daki gerici Arap rejimlerini besleyerek, onları ayakta tutmaya, Sovyetler'i bu gerici rejimlerle kuşatmaya çalışıyor.
Ortadoğu üzerine hesaplar bununla bitmiyor. Tersine tam da bundan sonra başlıyor. Ortadoğu'yu cehenneme çeviren emperyalizmin III. Bunalım Dönemi'yle birlikte askerileştirdiği ekonomisi daha geniş pazar, yani daha fazla çatışma, savaşlar ve katledilen insan istiyor. Bu nedenledir ki, bunlarsız günü geçmeyen Ortadoğu, bugün kanla beslenen emperyalist silah tekellerinin vazgeçilmez bir pazarıdır.
Daha da önemlisi, emperyalist ekonominin en önemli enerji kaynağı olan ve Japonya'nın tüketiminin %75'ini, Avrupa'nın yarısına yakınını, ABD' nin %20'sini buradan karşıladığı petroldür.
Ortadoğu, emperyalist finans kuruluşlarının ve bankaların doymak bilmez iştahını ve açgözlülüğünü daha da kabartan petro-dolarlarıyla yağmalanacak büyük bir birikim kaynağıdır.
Ortadoğu, geri bıraktırılmış yapısıyla, yeni-sömürge ülkeleriyle emperyalist tekellerin yağmadan pay kapmak için birbirleriyle yarıştıkları, üzerinde at oynatıp paylaşım kavgası yaptıkları önemli bir pazarlar bütünüdür.
Kısacası, dünya kamuoyunun gündeminden hiç inmeyen Ortadoğu, ulusal kurtuluş savaşları, anti-emperyalist halk hareketleri, bölgesel savaşları ve iç savaşları, petrol ve silah tekellerinin yoğun faaliyetleri, emperyalizmin ve bölgede rol oynayan çeşitli güçlerin manevralarıyla ilgi odağı olmayı sürdürüyor. Elbetteki ekonomik, siyasi, askeri önem ve avantajlarıyla emperyalist sistemin beslendiği hayat damarlarının en önemlilerinden biri olarak...
Bütün bunlar ortadayken emperyalizm can damarlarından birinin kesilmesi karşısında kayıtsız kalabilir mi? Elbetteki hayır! Emperyalizm ne pahasına olursa olsun bu bölgeyi elinde tutmaya çalışmaktadır. Buradaki en ufak gelişmeye dahi kayıtsız kalmaması, ipleri elinde tutma çabalarının ürünü olarak bölgeye yönelik ürettiği yeni yeni politikalarını devreye sokmaya çalışması, bunun göstergelerinden birkaçıdır. Emperyalizmin bu bölgeyi elinde tutmasının faturası ne kadar yüklü olursa olsun, bu bedeli ödemeye ve ödettirmeye hazırdır.
Emperyalizm kendi çıkarlarının sözkonusu olduğu her bölgede bu çıkarlarını korumanın bir gereği olarak koşullara göre farklı farklı politikalar izlemektedir. Bu politika kimi zaman halkların kendi kaderlerini tayin hakkını destekler görüntüsü ile ''özgürlük'' savunuculuğuna bürünmüş; kimi zaman ''Sovyet yayılmacılığı'' ve ''komünizme karşı'' ülkeleri ''korumak'' adına buralara doğrudan müdahaleler yapılmış, gerçekleştirilen katliamlar, vahşet ve halkların kölece sömürülmesi ''kurtarıcılık'' maskesinin ardına gizlenmeye çalışılmıştır. Çıkarları gerektirdiğinde, emperyalizmin çıkarlarına zarar veren anti-emperyalist iktidarlar CIA patentli darbeler tezgahlanarak alaşağı edilmiştir. Bölgesel dengelerin değişmesine bağlı olarak halklar arasındaki yapay düşmanlıklar körüklenmiş, yaratılan gerginlikler bilinçli çabalar sonucu bölgesel savaşlara dönüştürülmüştür. Ya da emperyalizm kimi zaman olduğu gibi, tek tek olaylarda doğrudan saldırıyı tercih etmiştir.
Bu yöntemler emperyalizmin dünya üzerinde çıkarlarını korumak, varlığını devam ettirmek için kullandığı belli başlı yöntemlerdir. Bu yöntemlerin hemen hepsinden Ortadoğu da nasibini almış, emperyalizmin manevralarına sahne olan bir bölgenin halkları olarak Ortadoğu halkları bu manevraların başlarına açtığı belaların en yakın ve en canlı tanığı olmuşlardır. Ama sadece bu politikaya tanık olmakla kalmamışlar, emperyalizmin baskı ve şiddet politikası karşısında bundan kurtulmanın yolunun boyun eğmekten değil, buna karşı mücadele etmekten geçtiğinin de yavaş yavaş bilincine vararak anti-emperyalist direniş geleneğini yaratmışlar ve emperyalizme karşı mücadelenin kıvılcımını bölgede tutuşturmuşlardır.
Ortadoğu'da bugün varlığını sürdüren devletlerin tarihi aynı zamanda emperyalizmin Ortadoğu'daki oyunlarının da tarihi olarak şekillenmiştir ve şekillenmektedir.
Yüzyılımızın başından itibaren Alman emperyalizmi, büyük çıkarların yattığını keşfettiği Ortadoğu'yu ele geçirmek için Osmanlı İmparatorluğu'na yanaşırken, Fransız ve İngiliz emperyalizmi için yapılması gereken, kendi deyişleriyle ''hasta adam'' Osmanlı Devleti'nin bölgeden tümüyle tasfiye edilmesiydi. Bunun için bölge halklarının Osmanlı'ya karşı memnuniyetsizliklerini körükleyerek ''bölge halklarının özgürlüğünün destekçisi'' pozuna bürünmüşlerdir.
1916 yılında Fransız ve İngiliz emperyalistleri bir taraftan ''özgürlük'' savunucusu pozlarla Ortadoğu'da boy gösterirken, diğer taraftan Sykes-Picot anlaşmasıyla Ortadoğu'yu aralarında paylaşarak egemenlik alanlarını belirliyorlardı.
II. Paylaşım Savaşı'ndan sonra ise emperyalistler coğrafi ve siyasi olarak parçalanmış bir Ortadoğu haritası yaratmaya yöneldiler. Klasik ''böl-parçala-yönet'' taktiğini uygulamaya koydular. Yaratılan bu siyasi coğrafya işbirlikçi ve kukla gerici yönetimler aracılığıyla emperyalistlerin çıkarlarını uzun vadeli koruyabilecek zemini oluşturacaktı. Paramparça ve elbette zayıf-güçsüz ve ''korunmaya muhtaç'' devletçiklerin, emperyalizmin yaptırım gücü büyük ekonomik-siyasi-askeri baskısına karşı direnmesi oldukça zordu. Ürdün, Lübnan, Katar, Kuveyt, Bahreyn vb. pek çok küçük ülke bu politikanın sonucu olarak ortaya çıktı.
Bölgede emperyalistlerin çıkarlarına uygun olarak yaratılan bu yapay oluşumlar, günümüze kadar süregelen Ortadoğu haritasını oluşturdular. Yüzyıllardır aynı coğrafi sınırlar içinde, aynı kültürel, siyasi atmosferde yaşamış, pek çok ortak özelliğe sahip bölge halklarının bu şekilde birbirlerinden ayrılmaları; çeşitli biçimlerde körüklenen yapay sorunların anlaşmazlık ve çatışmaların da kaynağını oluşturdu. Kısacası bölgedeki tüm sorunların kaynağında yatan belirleyici güç hep emperyalizm oldu.
II. Paylaşım Savaşı sonrasında ise dünya ölçüsünde yeni güç dengeleri oluşurken, Ortadoğu'nun kaderi yine değişmiyordu. Değişen, bir başka emperyalist güç olan ABD'nin tüm dünyada olduğu gibi, bu bölgede de etkin olarak boy göstermesi idi.
ABD egemenliğinin kurulmasında ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki en sadık müttefiki ve suç ortağı; kuruluş çalışmaları İngiliz emperyalizmi tarafından yürütülen ve yine onun desteğiyle 1948 Mayıs'ında kurulan siyonist İsrail Devleti oldu. Emperyalizmin bölgedeki ''ileri karakolu'', bölge halklarının can düşmanı, emperyalist saldırganlığın Ortadoğu'daki temsilcisi siyonist İsrail Devleti'nin hangi koşullarda kurulduğuna ve bu kuruluşun nasıl kabul edildiğine kısaca da olsa değinmekte yarar var.
İngiliz emperyalizminin yoğun desteği ve siyonist Yahudilerin etkin girişimleriyle 1910'larda başlayan İsrail Devleti kurma çabaları, II. Paylaşım Savaşı sonrasında gerçekleşti. II. Paylaşım Savaşı'nda faşizmin gadrine uğrayan, milyonlarcası toplama kamplarında, gaz odalarında katledilen, kurşuna dizilen Yahudiler dünya halklarının gözünde çok çekmiş, çok acılar yaşamış bir halk görünümündeydi. Faşizme karşı duyulan nefret ve kin, faşizmin yarattığı acılardan en fazla payını alanlardan biri olan Yahudilere karşı sempatiye dönüştü. Bu hava içinde Yahudilerin Ortadoğu'da bir devlet kurmasına, topraklarından atılan Filistinliler ve Araplar dışında kimse karşı çıkmadı, çıkamadı. Emperyalizm ise bu kuruluşu canı gönülden destekledi.
Yanlış anlaşılmasın, bizler İsrail halkının düşmanı değiliz. Hiçbir halkın da düşmanı olamayız. Halkların düşmanı olmak emperyalizme ve işbirlikçilerine, onların temsilcilerine özgüdür.
Bizler halkların sözde değil, gerçek dostlarıyız. Halkların dostu gözükenlerin, Filistin katliamını protesto edenlere işkence etmesi, yargılaması henüz hatırlardadır. Siyonist İsrail'i lanetleyenlerin el altından işbirliği yapması da biliniyor...
Bizler, tüm halkların sınıfsız-sömürüsüz bir dünyada kardeşçe yaşamalarından yanayız. Bunun için de Filistin halkı olduğu kadar İsrail halkı da bizim dostumuzdur. Evet, bizler İsrail halkının düşmanı değiliz, onların yok edilmesinden yana da değiliz. Ama bizler, emperyalizmin ve siyonizmin can düşmanlarıyız; onların yok edilmesi için İsrail halkının Filistinli kardeşleriyle birlikte mücadele etmelerinden yanayız.
Tekrar İsrail'e dönersek; İsrail bölgede kabul edilmeyen varlığını bomba ile, kurşun ile, katliamlarla, işgallerle kabul ettirirken emperyalizmin bölgede halkların mücadelesini bastırmak, sömürüsünü devam ettirmek için uyguladığı terörün de temel dayanağı oldu. Bunun için her dönem ABD'nin kendi güdümündeki stratejik öneme sahip ülkelere yaptığı ekonomik ve askeri yardımlar listesinin en başında yer aldı.
II. Paylaşım Savaşı sonucunda, dünyanın yaklaşık üçte birinin emperyalizmin denetim ve sömürü ağının dışına çıkması, sosyalizmin bir güç odağı haline gelmesi ve halkların gözünde büyük bir prestije sahip olması, III. Bunalım Dönemi'yle birlikte boy vermeye başlayan ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarının yarattığı korku, emperyalistlerin ''soğuk savaş'' stratejisine (yaygın bir anti-komünist, anti-Sovyetik kampanyaya) yönelmelerine ve ''Mc Carthy''cilik rüzgarlarının estirilmesine yol açtı. Artık her şey ''anti-komünizm'' maskesinin ardında, halkları ''komünizmin saldırıları''ndan koruma bahanesiyle gerçekleştirilir olmaya başladı.
EİSENHOWER Doktrini, Ortadoğu'da çeşitli ikili özel anlaşmalarla, askeri üs ve karakol noktalarının artırılması, daha sonra CENTO adını alan Bağdat Paktı'nın kurulması bu politikanın ürünü oldu.
Emperyalizmin can düşmanı komünizm idi. Ve doğal olarak bütün saldırı oklarını, yalana dayalı kampanyalarını ve demagojilerini komünizme yöneltti. Ama emperyalizm, sadece komünizme değil, çıkarlarıyla çatışan her türlü güce saldırdı.
İran'da MUSADDIK böyle bir saldırının hedefi oldu. MUSADDIK, İran'ın ulusal çıkarlarını ön planda tutan milliyetçi bir politika güderek emperyalist tekellerin elindeki petrolü millileştirince, CIA patentli bir darbe ile iktidardan alaşağı edildi.
Bunun bir başka örneği de MUSADDIK İran'ından sonra 1956'da Mısır'da yaşandı. Mısır halkının belleğinde adı sömürgecilikle özdeşleşmiş emperyalizmin denetimindeki Süveyş Kanalı, küçük-burjuva Arap milliyetçisi bir çizgi izleyen ve anti-emperyalist radikal tavırlar alan NASIR yönetimince 1956'da millileştirildi. Bunun karşılığı ise İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin bölgedeki emperyalizmin vurucu gücü İsrail'i de kullanarak müdahale etmesi oldu. Bu durum karşısında Sovyetler'in gösterdiği sert tepkiyi dikkate alan ve aynı zamanda kendinden habersiz böyle bir işe girişilmesine kayıtsız kalamayan ABD, müdahalenin durdurulması ve müdahalecilerin geri çekilmesi yönünde tavrını koydu. Konjonktürün elverişsizliği işgalcileri geri çekilmeye zorlamıştı. Bu geri çekiliş, sadece Süveyş'in terkedilişi değil, aynı zamanda İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Ortadoğu'daki gerileyişinin ve yerlerini açıkça ABD'ye terk edişlerinin de ilanı oldu.
Aynı dönemde, Ortadoğu'daki anti-emperyalist hareketlenmenin yükselişinin emperyalistlere attırdığı bir diğer adım da EİSENHOWER Doktrini'ydi. EİSENHOWER Doktrini, gelişen halk hareketleri karşısında zayıf düşen işbirlikçileri kurtarmak ve yeni-sömürgelerin sömürü alanlarından çıkmasını engellemek için ''dolaylı saldırı'' tanımı getiriyordu. Binlerce kilometre öteden gelerek yaptığı, yapacağı müdahaleyi meşru göstermeye çalışan emperyalizm, halkların emperyalist boyunduruğa karşı haklı başkaldırılarının ezilmesi, yok edilmesi gereken hareketler olarak lanse ediyordu. Güçlü propaganda aygıtları aracılığıyla, yalan ve demagojileriyle, halk hareketlerine çamur atıp kötüleyerek, kendi müdahale ve katliamlarına meşru zemin oluşturmaya çabalıyordu.
EİSENHOWER Doktrini'nin ilk kurbanı Lübnan oldu. Lübnan'da patlak veren iç savaşta, emperyalizmin işbirlikçisi hakim sınıfların partisi falanjistlerin durumu iyi değildi. Cumhurbaşkanı Kamil ŞEMUN'un çağrısı üzerine ABD EİSENHOWER Doktrini'ni işleterek deniz piyadelerini Lübnan'a çıkardı. Aynı sıralarda İngilizler de Kıbrıs üzerinden paraşütçülerini Ürdün'e indirdi. Emperyalizm Ortadoğu'da -niteliği ne olursa olsun- anti-emperyalist bir gelişmeye tahammülü olmadığını, bunu bastırmak için her yönteme başvurmayı meşru gördüğünü, gerektiğinde tüm uluslararası yasa ve kuralları da hiçe sayarak açıkça saldırıya yöneleceğini bir kez daha gözler önüne serdi. 1960-70 döneminde emperyalizm açısından sorun oluşturan başlıca dinamikler, NASIR ve Baas yönetimlerinde odaklaşan radikal küçük-burjuva milliyetçi akımlar ve mücadelesini silahlı boyuta yükselten Filistin Direniş Hareketi idi. Bunlardan, başını Mısır ve Suriye'nin çektiği radikal Arap milliyetçiliğinin bölgedeki halk kurtuluş hareketlerini yaygınlaştırıcı rol oynamaları, emperyalizmin çıkarlarına darbeler vuran ulusallaştırmaları teşvik etmeleri, SSCB ile yakın ilişki içinde bulunmaları ve Filistin Hareketi'nin aktif destekçileri olmaları, emperyalizm için bir tehdit unsuruydu. Yaşanan süreçteki gelişmeler her yönüyle emperyalizmin aleyhineydi.
İşte bu koşullarda emperyalizm, süreci lehine çevirmek, anti-emperyalist güçlere darbe indirmek için Ortadoğu'daki vurucu gücü İsrail'e saldırı için yeşil ışık yakarak İsrail'in yanında açıktan tavır aldı ve her türlü desteği, güvenceyi sağladı. 1967 yılında İsrail Sina'yı ele geçirip Süveyş'e inerken, diğer yandan, Suriye'den Golan Tepeleri'ni, Batı Şeria'yı ve Gazze'yi işgal altına aldı.
Tarih bir kez daha emperyalizmin zulümle, zorbalıkla, işgallerle, katliamlarla Ortadoğu halklarına boyun eğdirme çabalarına tanık oluyordu.
1967 savaşı, beklentilerini tümüyle gerçekleştirmese de, genel olarak ABD ve İsrail lehine sonuçlar yarattı. Ancak ortaya çıkan tablo, emperyalizm açısından daha geniş boyutlu, çok unsurlu ve taktik esneklikleri de içeren daha ince politikalar izlenmesini gerekli kılıyordu. Elbette bu yeni yönelişte İsrail'in bölgedeki önemi değişmedi. İsrail kartı, emperyalizmin elinde sıkıştıkça oynayabileceği değişmez koz ve önemli bir tehdit aracı olarak kaldı. Ama elde edilecek yeni ''dostlar''la daha sağlam zeminde çıkarlar korunabilecek, bu politikada somut adımlar atıldığı oranda hem İsrail'in etrafındaki baskı ve tecrit çemberi zayıflatılacak, hem de Filistin Direniş Hareketi zararsız bir olgu durumuna dönüştürülebilecekti. Anti-emperyalist eğilimlerin yayılması önlenecek, SSCB'nin bölge ülkeleriyle geliştireceği ilişkilerin de önüne set oluşturulacaktı. Hesap buydu...
Bir taraftan ''barışçı'' maskesi takan, bir taraftan da ''aba altından sopa'' göstererek tehdit ve saldırılarını gündemde tutan emperyalizm, bölge ülkelerini köşeye sıkıştırıp, ''ABD ve İsrail ile uzlaşma dışında seçenek olmadığı'' düşüncesinin beyinlerde yer etmesini sağlamaya çalışıyordu. Cenevre Konferansı (1973), 1973 savaşı sonrası KİSSİNGER'in başlattığı ''mekik diplomasisi'', Sina Anlaşması (1975), Camp David (1978), görünüşte Ürdün'ün rol aldığı çeşitli anlaşma planları, REAGAN Planı (1982) ve gündeme gelebilecek benzer girişimlerin hepsi emperyalizmin bu politikasının ürünü olarak gündeme geldi.
Emperyalizmin bu politikasının terör ayağı İsrail olurken, kaleyi içten çökerten ayağı İran, S. Arabistan, Ürdün vb. gerici-faşist ülkelerdeki krallıklar oldular. Ama emperyalizm bu kadarla da kalmadı. Anti-emperyalist tavırlar gösterseler de, Sovyetler'le yakın ilişkiler geliştirseler de, kapitalizmden kopamayan, kararsız, küçük-burjuva diktatörlüklerini yıkma ya da onları dönüştürerek kendi saflarına kazanma çabalarını gündemden eksik etmedi. Bu çabaları sonuç da verdi. 60'lı yıllarda izlediği politikalarla Ortadoğu halklarını etkileyen, Ortadoğu'da anti-emperyalist rüzgarlar estiren Mısır, NASIR'ın ölümüyle emperyalizme yanaştı. Hatta emperyalizmin politikalarına angaje olma yolunda o kadar ileri gitti ki, kendi halkına, pek çok ülkedeki Arap halkına ve Filistinlilere kan kusturmuş, kanlarını dökmüş; kanlı katil siyonist İsrail ile anlaşma yoluna girdi. Emperyalizmle işbirliği içindeki gerici Arap rejimlerinin bile kendisine tavır almak zorunda kalacağı ve tecrit durumuna itilmesine yol açan Camp David anlaşmasını imzaladı. İsrail'in Ortadoğu'daki tecrit çemberini kırdı. Ve onu yalnızlıktan kurtardı. Kendi halkına ve tüm Ortadoğu halklarına karşı ihanetini derinleştirmesinin ödülü olarak İsrail'in 1967 yılından beri işgal altında tuttuğu Sina'yı, emperyalizmin İsrail'i zorlamasıyla geri aldı. Ayrıca bu hizmetinin karşılığı olarak emperyalizmin hizmetkarlarına her yıl dağıttığı ulufelerden de payına külliyetli miktarda askeri ve ekonomik yardımlar düştü.
70'li yıllar emperyalizmin Ortadoğu'daki politikalarının başarısına olduğu kadar, başarısızlıklarına da tanık oldu. Tutarsız da olsa, İran'da anti-emperyalist bir karakter taşıyan Mollaların önderliğindeki hareket faşist Şah rejimini devirerek emperyalizmin Ortadoğu'daki kalelerinden ve politikasını dayandırdığı temel ayaklarından birini yitirmesini sağladı. Mollaların önderliğindeki İran politik devrimi emperyalizmi bölgede önemli bir güç kaybına uğratırken, '79 sonunda Sovyetler'in Afganistan'a müdahalesi emperyalizmin prestijinin iyice sarsılmasını beraberinde getirdi. Ortadoğu'da ortaya çıkan boşluğu dolduracak, İran'ın yerini alacak, onun işlevlerini yerine getirecek ''güçlü'' bir ülke gerekliydi. Bu role en uygun ülke Türkiye idi. Öyle de oldu. 1980'li yıllar Türkiye'nin emperyalizmin Ortadoğu politikası içinde artık daha etkin yer aldığı yıllar olacaktır.
En güvendiği kalelerinden birinin bile göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede devrildiğini gören emperyalizm, artık her olasılığı hesap etmek zorunda hissediyordu kendini. Bu zorunluluk kendini ''Çevik Kuvvet'' projesi olarak ortaya koydu. Ne idi ''Çevik Kuvvet'', neyin ürünüydü? ''Çevik Kuvvet'' ABD'den kalkarak 48 saat içinde Ortadoğu'ya müdahale edebilecek gücün adıydı. Yıllardır hep ''Sovyet müdahalesi'' ve ''Sovyet yayılmacılığı'' masallarıyla halklar uyutulmaya, ''komünizm umacısı''yla korkutulmaya, bilinçleri çarpıtılmaya çalışıldı, çalışılıyor. Aynı bilinen nakarat ''Çevik Kuvvet'' olayında da gözlerimizin içine baka baka tekrarlanıyor. Oysa ''Çevik Kuvvet'', hayali ve gerçekleşmeyecek bir Sovyet müdahalesi için değildir. Bölge halklarının yükselen mücadelesi bölgedeki kuvvetlerle bastırılamadığında, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarları tehlikeye düştüğünde halkların kurtuluş hareketlerini bastırmak amacıyla, emperyalizmin doğrudan müdahalesi için oluşturulmuştur. Tüm NATO üyeleri ve gerici Arap rejimleri şu ya da bu biçimde bu planın içinde yer aldılar. Mısır, Umman vb. gibi emperyalizmin işbirlikçisi ülkeler, bu kuvvete verdikleri desteğin yanı sıra, ABD emperyalizmi ile bu çerçevede ortak tatbikatlar yaptılar. Aralarında Türkiye'nin de olduğu birçok ülkede yeni üsler kuruldu; depolara malzeme yığınağı yapıldı.
Emperyalizmin, bölgedeki işbirlikçi gerici faşist rejimlere, ''ileri karakol'' siyonist İsrail'e, Akdeniz ve Hint Okyanusu'nda dolaşarak korsanlık yapan, uluslararası hukuk kurallarını istediği an hiçe sayan filolarına rağmen doğrudan müdahale edecek ayrı bir güce, Çevik Kuvvet'e ihtiyaç duyması, Ortadoğu'nun emperyalizmin sömürü ağının içindeki yerini, bu bölgeyi kaybetmekten ve Ortadoğu halklarının mücadelesinden ne kadar korktuğunu göstermektedir.
Çevik Kuvvet oluşturma çerçevesinde iç düzenlemeler de yapıldı. İran'daki gelişmeleri dikkate alan emperyalizm ve işbirlikçileri yukarda sözünü ettiğimiz ''Çevik Kuvvet''in patenti ile ''Arap Çevik Kuvveti''ni oluşturdular.
''Çevik Kuvvet'' Ortadoğu'da gelişen her türlü anti-emperyalist harekete müdahale ederek ABD çıkarlarını koruyacak tarzda örgütlendirilmiş, gerekli yan desteklerle beslenmiş ve Ortadoğu halklarının başına Akdeniz'deki 6. Filo dışında yeni bir bela sarmıştır.
80'li yıllar emperyalizmin dünya çapında saldırıda olduğu yıllardır. Bu saldırı politikası Ortadoğu'da da yansımasını bulmakta gecikmedi. Emperyalizm gerek İsrail'i kullanarak, gerekse kendisi doğrudan saldırarak bu politikasını yaşama geçirdi.
80'li yılların politikası diplomatik manevralarla bütünleşen bir şiddet döngüsü içinde gelişti. Bu politikayla emperyalizm, halklara kendisiyle uzlaşmaktan, onun politikalarına adapte olmaktan başka yol olmadığını kabul ettirmeye çalışıyordu.
80'li yıllar pek çok açık saldırının yaşandığı yıllar oldu. 1982'de İran-Irak savaşındaki gelişmeler de göz önüne alınarak İsrail'in Lübnan işgaline yeşil ışık yakıldı. FKÖ'yü Beyrut'u terke zorlayarak onu önemli bir prestij kaybına uğrattı. Buna karşılık Lübnan'da ortaya çıkan yeni tablo ve sorunlar, hem İsrail hem de ABD'nin düşündüğü gibi olmayacak, ''Lübnan bataklığı'' sık sık başlarını ağrıtacaktır. Evdeki hesap bir kez daha çarşıya uymamıştı. Ama saldırılar her şeye rağmen durmadı.
İsrail'in Irak'taki atom santraline, Lübnan'a ve FKÖ kamplarına, Tunus'taki FKÖ karargahlarına yönelik saldırıları; ABD'nin Lübnan'a, İran'a saldırıları 80'li yıllar boyunca hiç durmadı. Ulusal kurtuluş savaşları veren halklar ve destekçilerine ölüm yağdırılarak gözdağı verilmek isteniyordu. Bunun en tipik örneği ve kurbanı Libya oldu.
''Terörizmi cezalandırma'' adına masum insanlar, çocuklar gece uykularında emperyalizmin halklara gözdağı verme politikasının kurbanı olurken, ABD emperyalizmi, Libya katliamını ''terörizmi cezalandırdım'' diye övünerek açıklıyordu.
Bütün bunlar karşısında emperyalizmin halk kurtuluş savaşçılarına vurduğu ''terörist'' damgasını kullanan işbirlikçi iktidarlar adına, bizi aynı ağızla suçlayıp yargılayanlara soruyoruz: Gerçek teröristler kimlerdir?
Ulusal kurtuluş hareketlerine destek veren, emperyalizmin zorbalığı karşısında boyun eğmeyen Libya mı teröristtir; yoksa binlerce kilometre öteden kalkıp gelerek Akdeniz'i, Ortadoğu'yu, tüm yeni-sömürge ülkeleri egemenlik alanı, kendini de buraların ''imparatoru'' ilan eden, masum insanları uykularında katleden, bunu bir devlet politikası haline getirmiş olan emperyalist devletler mi?
İşgal altındaki vatanını kurtarmak için kadınıyla, genciyle, yaşlısıyla, çocuğuyla yılmadan ve fedakarca mücadele veren Filistin savaşçıları mı teröristtir, yoksa Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını engellemek için işgal ve ilhaklara girişen, baskı-terör uygulayan, katliamlar yapan, hafızalarda hala tazeliğini koruyan Sabra ve Şatilla kamplarında çoluk-çocuk, kadın-erkek ayrımı yapmadan tam bir soykırımı Filistin halkına yaşatan siyonist İsrail mi?
Çıkarları sömürü düzeninin devam etmesinden yana olanların vereceği cevap bellidir: Emperyalizme ve işbirlikçilerine yönelen her hareket terörizmdir.
Bugün düzen orduları, gizli haber alma örgütleri, polis teşkilatı ve bütün örgütlü terör kurumlarıyla halk hareketlerine savaş açan ve halklara silaha sarılmaktan başka yol bırakmayan emperyalizm ve işbirlikçilerinin karşısında halk kurtuluş hareketlerinin başvurduğu devrimci şiddet hareketleri ve silahlı mücadelelerinin meşruluğu tartışmasızdır. Meşru olmayan ve tarihsel olarak yok olmaya mahkum olan emperyalizmdir. Terörcü olan da odur. Gözü kapalı kör bir terörle halkları yıldırmaya çalışanlar da onlardır.
Emperyalizmin sıradan ve değişmez özelliklerinden biri de ikiyüzlülüğüdür. Onun için emperyalizme karşı mücadelenin yeşerdiği, boy attığı her yerde terörizm demagojisi emperyalizmin kullandığı değişmez demagojidir. Ve emperyalizm her zaman kendi teröristliğini gizlemek için bunu kullanır. Nitekim emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren Cezayir halkının mücadelesi, bastırılması gereken ''Arap barbarlığı'' olarak lanse edilirken, sömürgecilik düzeninin devamı için gerçekleştirilen katliamlar ''uygarlığın zaferi'' olarak ilan edilmiştir. İşte halk kurtuluş hareketlerini terörist ilan edenlerin gerçek yüzü budur. Terörizm dedikleri şey kendi uyguladıkları politikanın adıdır.
Emperyalizmin Ortadoğu'daki politikasının her anında terör vardır, savaş vardır, katliam vardır. Zaman zaman diplomatik-siyasi manevralara girilse de halkların mücadelesinin bastırılmasında hiçbir uluslararası kural tanımayan, emperyalizmin dizginsiz şiddeti vardır.
Filistin hareketinin ve diğer radikal hareketlerin anti-emperyalist yanlarının törpülenerek zararsız hale getirilmesi, SSCB'nin bölgeden uzak tutulması, Marksist-Leninist hareketlerin gelişmemesi ve ezilmesi için her türlü yöntemin uygulanması, İsrail'in her şart altında desteklenerek gerektiğinde vurucu güç olarak devreye sokulması, gerici Arap rejimlerinin ve bölgedeki işbirlikçi diğer ülkelerin emperyalizmin politikaları doğrultusunda kullanılması ve bütün bunların yanında emperyalizmin doğrudan müdahaleleri, Ortadoğu'yu elde tutmada ve sömürü düzenini devam ettirmede emperyalizmin politikasının köşe taşlarını oluşturmaktadır.
Ortadoğu'nun jeopolitik ve stratejik öneminin, ekonomik, siyasi ve askeri avantajlarının bilincinde olan emperyalistler bölgede çıkarlarından vazgeçmeye hiçbir zaman yanaşmayacaklardır. Ancak tarihin akışını niyetler ve tercihler belirlemiyor. Kendi nesnel yasaları içinde hep ileriye akan tarih, sınıflar mücadelesinin sonu konusunda yargısını çoktan verdi...
Türkiye, Ortadoğu ülkelerinden ayrı yapısına karşın; bölge ülkeleriyle tarihi, sosyal, siyasal, dini, kültürel ve ekonomik bağları sonucunda oluşan, pek çok ortak özelliğe sahiptir. Bu avantajlarıyla, Ortadoğu ülkeleriyle yakın ilişkiler geliştirebilecek bir potansiyel taşımaktadır. Diğer yandan gerek stratejik konumu, gerekse güçlü ordusuyla bölgede siyasi-askeri olarak, etkin bir rol oynayabilecek durumdadır.
İşte bu durumu çok iyi değerlendiren emperyalizm, bölgeye yönelik kısa-uzun vadeli çıkar hesaplarına uygun olarak Türkiye'ye çeşitli roller veriyor. Türkiye ise, bağımlı oluşuna yaraşır sadakatle kendisine verilen rolü oynuyor.
Anadolu toprakları üzerinde tarihi olarak pek çok uygarlıklar kurulmuş ve yine pek çok uygarlıklar yıkılmıştır. Bu uygarlıkların şu ya da bu biçimde -savaş, ticaret vb. yollarla- Ortadoğu'da kurulup yıkılmış uygarlıklarla ilişkileri olmuştur. Esas olarak Türkiye'nin Ortadoğu halklarıyla ilişkileri Osmanlı döneminde yağma ve talana dayalı fetih politikası sonucu Ortadoğu'ya girilmesi ve burada pek çok ülkenin işgaliyle başlamıştır. Osmanlı'nın yarı-sömürgeleşmesi ve Ortadoğu'nun emperyalizmin ilgi odağı haline gelmesiyle yarı-sömürge Osmanlı Devleti de Ortadoğu'daki emperyalist oyunların bir tarafı haline geldi.
I. Paylaşım Savaşı, Osmanlı dönemine ve onun Ortadoğu'yla ilişkilerine de son verirken, siyasal bağımsızlığını kazanan TC Devleti'nin dış politikası, tutarsız da olsa varolan anti-emperyalizminin ve siyasal bağımsızlığının bir sonucu olarak emperyalizmin oyunları içinde yer almayan bir politika olmuştur.
Türkiye'nin emperyalizmin Ortadoğu üzerinde oynadığı oyunların içinde rol alması siyasal bağımsızlığın yitirildiği yeni-sömürgeleşme süreciyle gerçekleşmiştir. Bu noktadan sonra Türkiye'nin Ortadoğu politikasında, emperyalizmin tercihleri belirleyici olmaya ve onu şekillendirmeye başlamıştır.
Marshall Planı, Truman Doktrini, ikili anlaşmalar, üslerin kurulması, bölgesel paktlar ve NATO; bütün bunlar Türkiye hakim sınıflarının emperyalizmle bütünleşme çabalarının ve emperyalizmin de bu doğrultudaki politikalarının bir sonucu olarak gündeme gelirken yeni-sömürge Türkiye, emperyalizmin denetimine girerek onun politikalarına angaje oldu. Bu dönüşün ana halkası 1950'de DP'nin iktidara gelmesiydi.
DP iktidarı, NATO'ya girdiği taktirde üzerine düşecek askeri yükümlülükleri yerine getireceğine dair güvence verme gayreti ile sadakat gösterilerine başladı.
20 Temmuz 1951'de DP iktidarının Dışişleri Bakanı Fuat KÖPRÜLÜ Meclis kürsüsünden emperyalistlere şöyle sesleniyordu:
''Ortadoğu savunmasının gerek stratejik, gerek ekonomik bakımlardan Avrupa'nın korunması için zorunlu olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle Türkiye Atlantik Paktına katılınca Ortadoğu'da bize düşen rolü etkin biçimde yerine getirmek ve gerekli tedbirleri almak için derhal müzakereye girmeye hazır olacaktır.'' (D. AVCIOĞLU, ''Milli Kurtuluş Tarihi IV'', s.1615)
Türkiye artık Ortadoğu'da emperyalizmin jandarması, gelişen anti-emperyalist halk hareketlerinin karşı koyucularından biri oldu. ''Küçük Amerika'' olma düşleri ve demagojileri ile gönüllü olarak emperyalizmin bölgedeki ileri karakolu olma misyonu üstlenildi. MENDERES Türkiyesi bu misyonu öylesine benimsedi ve özümsedi ki yerine göre kraldan fazla kralcı tavırlarıyla emperyalizme uşaklık politikasının tipik bir örneğini sergiledi.
Emperyalizmin bölgeyi sağlama alma politikalarından biri Ortadoğu'da Sovyetler'i güneyden çevirecek ve anti-emperyalist gelişmeleri engelleyecek bir askeri pakt oluşturmaktı. Irak monarşisi ve faşist TC bu paktın çekirdeğini oluşturdular. Bağdat Pakdı 1955 yılında kuruldu. Daha sonra İran ve Pakistan'ın katıldığı bu pakta bölge dışından iki emperyalist güç ABD ve İngiltere de katılarak bu paktın emperyalizmle işbirliğini ve ilişkilerini açıkça ortaya koydular.
Türkiye Bağdat Paktına Ortadoğu'daki diğer Arap ülkelerini de dahil etmek için çok çaba sarfetti. Hatta bu ülkeleri tehdit etmekten de geri kalmadı. Pakta girmeye yanaşmayan Suriye'nin büyükelçisine MENDERES; ''bu kafa da giderseniz fena olacak... Efendilerine söyle, iki tümenle Suriye'ye girer altını üstüne getiririm...'' diyordu.
Yine Bağdat Paktı'na girmeyen Mısır'ın, emperyalist-siyonist müdahale ile karşı karşıya gelmesini Fatih Rüştü ZORLU; ''Bağdat Paktına katılmış olsalardı bugünkü durum başlarına gelmezdi.'' diyerek dile getiriyordu.
Emperyalizm bölgede her gelişmeye uygun politikalar tespit ederken Türkiye de buna uygun politikalar geliştirdi. 1957 yazında emperyalizm Suriye'nin ''uluslararası komünizm''in denetimine girdiğini ilan edince, Türkiye'nin ilk işi tehdit aracı olarak Suriye sınırına asker yığmak oldu. 1958 yazında Bağdat Paktı üyesi Irak'ta işbirlikçi Kral FAYSAL'ın devrilmesi sonucu kraldan fazla kralcı Türkiye, ZORLU'nun önerisi, MENDERES ve BAYAR'ın onayıyla işi müdahale hazırlıkları yapmaya kadar götürdü.
Marksist-Leninistlerin ''Bağımsız Türkiye'' şiarları karşısında ''Türkiye bağımlı mı ki?'' gibi ucuz demagojiler yapan oligarşinin siyasi temsilcilerinin literatüründe ''bağımsızlık''ın ne anlama geldiği, 1958 yılında Eisenhower Doktrini'nin kurbanı olan Lübnan'a emperyalizmin müdahalesi sırasında bir kez daha görüldü. ABD emperyalizmi bu ülkedeki ilerici güçlerin hareketini bastırmak için müdahale ederken NATO'da görevli Almanya'daki askerlerini de devreye soktu. Onların Lübnan'a aktarımını ise emperyalizm İncirlik Üssü'nü kullanarak gerçekleştirdi. TC hükümetine haber vermeye, formalite gereği de olsa izin almaya gerek bile duymadı. 12 Eylül generallerinin önce uygulamayı yapıp ardından yasa çıkarmaları gibi ABD'nin Lübnan'a müdahalesinde İncirlik'i kullanması için izin sonradan verildi.
Daha sıralanabilecek pek çok örnek var bu döneme ilişkin. Ama bu örnekler Türkiye'nin Ortadoğu'ya yönelik politikasını ve emperyalizmin nasıl aleti durumuna geldiğini göstermek için yeterlidir. Gelecek yıllarda belli dengeler, ülke içindeki sınıf mücadelesinin etkileri bu politikayı şu ya da bu yönde etkilese de Türkiye'nin emperyalizm tarafından belirlenen rolünün özü değişmeden kalmaya devam edecek, Türkiye hükümetleri Ortadoğu halklarının baş düşmanlarından biri olarak varlığını sürdürecektir.
1980'lere kadar bölge ülkelerinin ''İslam karakteri'' ile kendi ''laik'' ve ''Batılı'' karakteri arasında uygun dengeleri sağlayarak kendi farklılığını gösterme çabaları, ''Sovyet faktörü''nü, Sovyetler'in tepkilerini de dikkate alan, bölge halklarının tepkileriyle emperyalizmin istekleri arasında bir denge tutturmaya çalışan bir politika izlendi. Tüm bunlarla birlikte Ortadoğu ülkeleriyle olan tarihi, kültürel vb. bağlarını, coğrafi yakınlığını kullanarak Ortadoğu ülkelerini emperyalizmin politikaları doğrultusunda yönlendirme görevini yerine getirmeye çabaladı. Bu, onun 1950'lerden bu yana koşullara göre biçimlenen değişmez görevidir.
Ama 1980'lere gelindiğinde, Ortadoğu'da rüzgarlar farklı esmeye başladı. İran Devrimi emperyalizmin Ortadoğu'daki kalelerinden birini devirirken, hemen Ortadoğu'nun yanı başında bulunan Afganistan'a Sovyet müdahalesi gerçekleşmişti. Emperyalizmin politikalarında ortaya çıkan bu boşluk doldurulmalı, yarattığı güç ve prestij kaybı telafi edilmeliydi. Buna aday ülke elbette emperyalizmin sadık müttefiki Türkiye idi.
Türkiye, Ortadoğu'da, ''Truva atı'' gibi, emperyalizmin kaleyi içten çökertmesine yarayacak bir alet olacaktı.
Bu görevin ilk adımı öncelikle Ortadoğu ülkeleriyle sıcak ilişki geliştirmekten geçiyordu. Bunun için laiklik gösterileri bir kenara atılarak İslam Konferanslarına en üst düzeyde katılındı. Laiklik gösterilerine son verilirken, ''Truva atı'' olmanın, yakın ilişkiler geliştirmenin bir parçası olarak, Türkiye emperyalist tekellerden kalan kırıntıların yağmasına, görevlerini yerine getirmenin bir ödülü olarak katıldı.
Türkiye ''Truva atı'' olmanın bir gereği olarak ''güçlü'', ''tarafsız'' bir ülke görünümü yaratarak, herkesin dostluğunu ve desteğini kazanmak isteyeceği bir ülke pozlarına bürünmeyi hedefliyordu. Böylece etki altına aldığı ülkeleri emperyalizmin politikaları doğrultusunda ''dost'' bir ülke olarak yönlendirecekti. Ama Türkiye, bu politikayla her zaman gerici, emperyalizmin işbirlikçisi Arap ülkelerinin yanında oldu. ''Tarafsız'' görünümlü politikayla aynı zamanda Türkiye kamuoyuna, ''Biz milli çıkarlarımızı düşünüyoruz ve bu yüzden tarafsız bir politika izliyoruz'' mesajı verilmeye ve halkımız uyutulmaya, kandırılmaya çalışıldı.
Aynı rol İran ve Irak arasındaki savaşta da sürdürülmeye çalışıldı ve sürekli bu yönde propaganda yoğunlaştırıldı. Oysa TC'nin tarafsız olabilmesi mümkün müydü? Savaşanlardan bir tanesi radikal İslamcılardı. Ve ''İslam Devrimini yayma'' anlayışları Türkiye'yi de etkiliyor, sürekli Türkiye'yi hedef alan yayınlar yapıyorlardı. Bugün İran'ın bu nitelikleri tartışılsa da İran'da anti-ABD bir yönetim vardı. Ve izlediği politika emperyalizmin ve Türkiye oligarşisinin çıkarlarına aykırıydı. Savaşta İran'ın galip gelmesi ve Ortadoğu'da etkinliğinin artması oligarşinin de işine gelmiyordu. O zaman tarafsız kalmak yerine İran'ın savaşta galip gelmemesinin gereklerini yerine getirmekle yükümlüydüler. Ve ''tarafsız'' pozlara rağmen sık sık İran'ı tehdit etmekten geri kalmadılar. Türkiye'ye yönelik aleyhte propagandalarını durdurmalarını istediler. Petrol boru hattında bizim de çıkarlarımız var, çıkarlarımıza dokunulması karşısında sessiz kalamayız; Körfez'de bizim gemilerimize saldırmayın diyerek atacağı adımlarda daha dikkatli olmasını sık sık hatırlattılar. Musul ve Kerkük'e müdahale tartışmaları hep bunun sonucu olarak gündeme geldi. Diğer yandan iki ülke de bize güveniyor diyerek iki ülkenin de hamisi pozlarına büründüler. Gerçekte ise Türkiye'nin yeri S. Arabistan'ın başını çektiği ve Irak'ın da gittikçe daha sağlam biçimde yerini aldığı işbirlikçi gerici Arap ülkelerinin kampı oldu.
Ortadoğu'da emperyalizmin çıkarlarının korunmasının en önemli ayağı, gelişen anti-emperyalist hareketlere tavır almaktan geçiyordu. Bugün için emperyalizmin çıkarlarını birinci dereceden tehdit eden hareketler bunlardır. Yanı başımızda gelişen bu haklı mücadeleler emperyalizmi olduğu kadar oligarşiyi de rahatsız etmektedir. Böyle bir hareketin başarıya ulaşması Türkiye'deki sınıf mücadelesini de etkileyebilir, Türkiye halklarına kötü bir örnek olarak oligarşiyi güç durumda bırakabilirdi. O halde, sömürü ve talan düzeninin devam etmesi mevcut düzenin selameti için Ortadoğu'daki halk hareketleri bedeli ne olursa olsun, bastırılarak tüm Ortadoğu halklarına böyle bir çabaya girmemeleri için gereken mesaj iletilmeliydi.
Ortadoğu denince ilk akla gelen, adı Ortadoğu'yla özdeşleşmiş, kurtuluş hareketleri içinde simgeleşmiş olan Filistin halkının kararlı, başeğmez, onurlu ve fedakarca mücadelesidir. Filistin mücadelesi verdiği şehitlerin omuzlarında yükselerek tüm dünyaya Filistin gerçeğini kabul ettirmiştir. Tüm dünya ve Türkiye kamuoyunun desteğini almış böyle bir ulusal kurtuluş hareketine Türkiye, emperyalizmin ve siyonizmin yanında doğrudan tavır alamazdı ve almadı da. Zaten bu, bölgedeki misyonuna da uygun düşmezdi. O yüzden her zaman destekliyor göründü.
Filistin hareketini her zaman destekliyor görünen oligarşi ve onun siyasi temsilcileri Filistin halkının yanında olduklarını gösteren ne yapmışlardır? Öncelikle bunun hesabını vermek zorundadırlar.
İşte yaptıkları: FKÖ'ye ülkede büro açtırmak ve İsrail katliamları karşısında kuru birkaç protesto göndermek. Göz boyamaya dayanan kuru bir propagandanın ötesinde Filistin halkının çıkarına tek bir davranışta bulunmadıkları gibi Filistin ve Ortadoğu halklarına karşı işledikleri, gerçek yüzlerini açığa çıkaran pek çok suçları vardı.
Filistin halkını emperyalizmin planlarına adapte etmeye ve kendileri gibi emperyalizmin bölgedeki bir aleti durumuna getirmeye, radikal yönlerini törpülemeye çalışan, bu konuda gerici Arap rejimleriyle ilişkiye girenler onlardır.
Filistin halkının mücadelesini destekliyor görünerek tüm dünya halklarına şirin gözükmeye çalışırken siyonist İsrail Devleti'ni tanımaya ve ilişkilerini sürdürmeye devam ederek ikiyüzlü politika izleyen onlardır.
Filistin halkının mücadelesine destek vermek, mücadelelerini mücadeleleri bilip güç katmak, İsrail'in katliamlarını lanetlemek isteyen ilerici-devrimci güçlere İsrail yöntemleri ile saldırarak Filistin halkının ne kadar ''yanında'' olduklarını gösterenler onlardır.
Filistinli halk savaşçılarının emperyalizme ve siyonizme karşı eylemlerini terörizm ilan ederek, terörizme karşı önlemler almaktan söz edenler onlardır.
Ortadoğu'da gelişen halk hareketlerini ezmek için MOSSAD'la işbirliği yapanlar, İsrail'le sıkı fıkı olanlar onlardır.
Ama bütün bunlara rağmen hala, utanmazca Filistin halkının mücadelesini desteklediklerinden dem vurmaktan geri kalmazlar; böylesine ikiyüzlüdür izledikleri politika. Emperyalizmin ve ileri karakolu İsrail'in dostu, halkların düşmanı Türkiye oligarşisi hiçbir zaman ezilen halkların yanında olmamıştır, olmayacaktır. Onların varlık koşulu baskı, terör, sömürü ve talandır. Halkların ezilmesi, sessiz köleler haline getirilmesidir. Asıl politika budur; hep bunun için çaba harcarlar.
Ortadoğu'da Filistin hareketinden sonra yeni bir ''tehlike'' daha başgösterdi. Bu, Kürt ulusal kurtuluş hareketi idi. Ve Türkiye oligarşisi için Filistin hareketinden çok daha tehlikeliydi. Çünkü kendisini doğrudan ilgilendiriyordu.
Önceleri ülke içinde ciddi bir tehlike oluşturmayan bu hareket, 1984 yılında Türkiye Kürdistanı'nda da oligarşiyi uğraştıran bir unsur haline geldi. İran ve Irak'taki Kürt hareketlerinin yıllardır sürdürdükleri mücadele ve savaşın yarattığı boşlukla, bu konjonktürde bu hareketlerin gelişmeleri oligarşi için korkutucu, tahammül edilmez bir durum ortaya çıkarırken, aynı zamanda İran, Irak ve Suriye ile ilişkilerini de etkileyen bir etmen oldu.
Türkiye'nin hedefi ülke içinde olduğu kadar ülke dışında da Kürt hareketini ezmekti. Ve bunun için elinden gelen çabayı sarfediyordu. Irak'la anlaşan Türkiye, Irak topraklarına operasyon düzenleyerek Kürt hareketlerine saldırdı. Kürt köyleri bombalandı, Kürt köylüleri katledildi. Böylece Kürt hareketlerine karşı tavır geliştiremeyen Irak'ı da belli ölçülerde rahatlatan bu müdahale ile Kürt hareketlerine gözdağı verildi. Ancak bu harekette belirleyici olan, gelişen Kürt hareketine yönelik operasyon olmasıdır. Irak'ı rahatlatma yönü talidir. Eğer aynı koşulları İran da kabul etseydi, Kürt hareketini ezmek için Türkiye hakim sınıfları, aynı operasyonu orada da yapacaklardı. Ama İran buna yanaşmayınca sık sık sınır sızmalarına karşı uyarıldı, önlem alması istendi. Suriye ise Kürt hareketine yardım etmemesi için, Fırat'ın suyunun kesilmesiyle tehdit edildi.
Oligarşi Ortadoğu halklarının mücadelesinin yanı sıra Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesine düşmanlığını bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Oligarşinin Ortadoğu'da bir Kürt ulusal kurtuluş hareketine tahammülü yoktur. Bunun için içerde düzenlediği operasyonlarla, baskı-terör ve işkence politikasını yaygınlaştırdı; tüm Kürt köylülerini köy meydanlarında işkenceden geçirip Kürt yurtseverlerine karşı katliamlara girişti; dışarıya yönelik sınır ötesi operasyonlarla bölgedeki Kürt hareketlerine tahammülsüzlüğünü ilan etti. Bölgedeki jandarmalık ve müdahale rolünün provalarını yaptı bu operasyonlarla. ABD emperyalizminin kendine yeni bir manevra alanı açmak için Kürt ulusal hareketinin sağcı unsurlarıyla kurmaya çalıştığı ilişkilere bile tahammül gösteremedi.
Kürt ulusal hareketi hem emperyalizm hem de oligarşi için gelişmeye aday potansiyel bir tehlikedir.
Ortadoğu'nun tarihi, emperyalizmin manevralarının tarihi olduğu kadar emperyalizme karşı gelişen anti-emperyalist hareketlerin de tarihidir. Ortadoğu halkları emperyalizmin manevralarına ve oyunlarına tepkilerini çeşitli örgütlenmeler altında dile getirmişlerdir ve hala da getiriyorlar.
Halkların gerçek kurtuluşunu sağlayacak olan, onların emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı Marksist-Leninistler önderliğinde gelişen ve zafere ulaşan mücadeleleridir. Dünya tarihi bu bilimsel gerçeğin somut örnekleriyle doludur. Aynı çözüm Ortadoğu halkları için de geçerlidir elbette. Ama bu açıdan baktığımızda Ortadoğu ülkelerinin Marksist-Leninist Hareketlerin gelişip güçlenmesi açısından pek başarılı örnekler sergilemediği görülmektedir. Komünist partilerin hepsi SBKP yanlısı revizyonist-reformist uzlaşmacı partiler olup halkların somut çelişkilerini yakalayarak somut çözümler üretmekten uzaktırlar. Bu halleriyle elbetteki halkların mücadelesine önderlik edemezler. Marksizm-Leninizmden etkilenmiş hareketler olmakla birlikte tutarlı bir Marksist-Leninist önderliğe, teoriye ve pratiğe sahip olamamışlardır. Bu durum, ortaya çıkan boşluğun çeşitli küçük-burjuva hareketler tarafından doldurulmasının nedeni olmuş, Ortadoğu'da emperyalizme karşı esen rüzgarların odağına küçük-burjuva milliyetçi hareketlerin oturmasını getirmiştir.
70'li yıllara kadar Ortadoğu'da Filistin hareketi dışında küçük-burjuva Baas iktidarları ve NASIR hareketi anti-emperyalist güç odakları olmuşlar, pek çok ülkeyi ve hareketi etkilemişlerdir. Ancak yaşanan pratik, küçük-burjuvazinin tutarsızlığını açığa çıkarıp bunları bir kenara attı. Ve bugün bu ülkelerden geriye, Sovyetler'e yakın politikası ve tutarsızlığı ile zaman zaman emperyalizme göz kırpan ve uzlaşma manevralarıyla varlığını devam ettiren, bölge dengelerinde ve özellikle Lübnan'da etkin rol oynayabilen Suriye kaldı.
Bölgede anti-emperyalist hareketlerin olduğu bir ülke de Lübnan'dır. Ancak tek tek ele alındığında Ortadoğu çapında etkin ve dengeleri değiştirebilecek güçlü bir hareket yoktur. Burada ilerici, anti-emperyalist güçlerin oluşturduğu cephesel bir örgütlenme olarak Lübnan Ulusal Hareketi vardır. Cephesel anlamda da olsa kendi içinde tutarlı bir birliği ve programı olmayan bu örgütlenmenin iktidarı almaya yaklaştığı dönemler olmuştur. Ama bugün Lübnan, anti-emperyalist güçlerin de kendi içinde çatışabildiği bir görünüm sergilemektedir.
Bugün Ortadoğu'da emperyalizme karşı gelişen ve ona darbe vuran hareketler dendiğinde ilk akla gelen ve tüm dünya kamuoyunda tanınan üç önemli güç odağı vardır. Bunların birincisi, adı her dönemde Ortadoğu'yla özdeşleşmiş Filistin Kurtuluş Hareketi, diğer ikisi ise özellikle 70'li yıllarda güç odağı olarak arenada yerini alan Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Güney Yemen, Cezayir, Libya ve radikal İslamcı hareketlerdir.
Anti-emperyalist temeldeki İslam radikalizminin temel dinamiği Şiilerdir. Tarihsel ve sosyal temelleriyle birlikte ele alınması gereken bu hareket, bir sınıf hareketi olmaktan çok, dinsel motifin yönlendirici olduğu sosyal hareket özelliği taşımaktadır. Bu yanıyla daha geniş halk kitlelerine ulaşabilmekte; ezilen kitleler için bir siyasal silaha dönüştürülebildiği noktada, sınıfsal taleplerin örtülü ifadesi olmaktadır.
İran politik devrimiyle doruğa çıkan İslam radikalizminin temel dinamiği olan Şiilik tarihsel olarak dini-siyasal otoritenin uzağında kalan ve baskı altında tutulan kesimleri çatısı altında toplamıştır. İkinci sınıf görülen ve sürekli baskı altında tutulan bu kesimler için Şiilik bir çeşit sığınak ve toplumsal muhalefet zeminidir. Sürekli baskı altında tutulma ve ezilmişlik konumu Şiilere radikal bir düzen muhalifi özelliği ve militan bir gelenek kazandırırken, inançlarına göre ''Allahtan başka hiçbir otorite tanımayışı'', dolayısıyla da, kendilerine hükmetmek isteyen her türlü siyasal otoriteye başkaldırı geleneği de bunu tamamlayan önemli bir etken olmuştur.
Ayrıca doğu toplumlarının kendine özgü geleneksel yapıları ve kapitalizme doğru evrimi daha geç yaşamaları; feodalizme özgü üstyapı kurumlarının (din vb.) daha fazla etkin olmaları sonucuna yol açmaktadır. Hıristiyanlıktan farklı olarak toplumsal yaşama müdahale eden İslamın da etkisiyle çeşitli toplumsal-siyasal gelişmelerde din faktörü daha fazla ağırlık kazanmaktadır.
Diğer yandan, emperyalizmin yeni-sömürgecilik ilişkileri ile dünyanın her köşesine dal budak salması ve geliştirdiği çarpık kapitalist ilişkilerle, geleneksel yapıları parçalaması kapitalizm öncesi kurum ve değerleri sarsmasının sonuçları da, İslami hareketlerin gelişmesinde rol oynamaktadır. Kırsal kesimden ve feodal bağlarından belli ölçülerde kopan geniş yarı-proleter ve küçük-burjuva yığınlar geneldeki sınıfsal muhalefet potansiyeliyle de kaynaşarak, sosyal patlamalara gebe toplumsal yapıları ortaya çıkarmışlardır. Yoksul kitlelerin gittikçe biriken sorunlarına çözüm arayışı ve daha iyi bir yaşam beklentisine girmeleri Marksist-Leninist bir önderliğin bulunmadığı belli özel koşullarda, küçük-burjuva karakterdeki dinci hareketler alternatif olma ve gelişme zemini bulmuşlardır. Geleneksel yapılardaki çözülmenin bizzat emperyalist-kapitalist ''Batı''dan kaynaklandığının farkına varılması; gerici-tutucu politik güçler arasında tepkisellik temelinde anti-emperyalist yanı da olan fanatik dinci grupları ve sosyal yapıları ortaya çıkarmıştır.
Emperyalist-kapitalist sisteme ve onun kültürel değerlerine tepki duyan, Marksist-Leninist dünya görüşünü ve sosyalist sistemi de kendisine yabancı hisseden bu kitleler için; İslam düşüncesi -yürütülen iradi çabalarla birlikte- kendi durumlarına uygun düşen ''yeni bir kurtuluş yolu'' gibi görünmeye ve umut bağlanılmaya başlandı. Tüm bu etkenlerin bileşimi, tarihsel-siyasal birikime dayalı Şii inançlarının, politik-dinsel bir güç olarak sahneye çıkmasına yol açmış; bu hareketin İran'daki başarısı, benzer diğer ülkelerdeki radikal İslamcı güçlere dinamizm kazandırmış, prestij ve etkinliklerini arttırmıştır.
İslam radikalizmi gücünün ve etkinliğinin doruğuna İran Devrimi'yle ulaştı. Tarihsel-nesnel özellikler ve özgün koşullarda yükselen bu oluşum '79 İran Devrimi'ne damgasını vurarak kendi devletine sahip bir siyasal güç durumuna dönüştü. Şahlık rejimine karşı olan tüm güçlerin, geniş bir yelpaze içinde mücadeleye katıldığı ve kendiliğindenciliğin ağır bastığı silahlı bir halk ayaklanması ile gerçekleşen İran Devrimi'nin avantajlarını iyi değerlendiren Mollalar, önderliği ele geçirerek süreç içinde iktidarı alıştaki ortaklarını tek tek tasfiye etmeyi başardılar. Genelde küçük-burjuvazinin ve orta sınıfların başını çektiği, Şah yönetimi ile çelişkisi olan egemen sınıf kesimlerinin de desteğini alan Mollalar yönetimi, eski düzenin kurumlarını ve ilişkilerini büyük ölçüde tasfiye etti. Daha sağlam zeminde hareket etmek için de, İslam Cumhuriyet Partisi çatısı altında örgütlendi. Ancak dünya görüşünün doğal sonucu olarak kapitalist ilişkilere karşı çıkarak tasfiye edebilecek ve ortaya alternatif koyabilecek bir durumu yoktu. Devam eden ve tasfiye etme gücüne sahip olmadığı kapitalist ilişkiler, Molla rejiminin her zaman emperyalizmle tekrar bütünleşmesinin zeminini yaratmaktadır.
Mollalar yönetiminin izlediği politik çizginin en çok rahatsız ettiği kesimler ise emperyalizm ve yerli işbirlikçisi gerici güçler olmuştur. ABD'nin Şah iktidarı ile bütünleşmiş çıkarlarının tasfiye edilmesi ve izlenen anti-emperyalist çizgi, ek olarak da gerici Arap ülkeleri için tehlike oluşturan ''İran İslam Devrimi'ni ihraç etme'' politikası İran'ın şimşekleri üstüne çekmesine yol açmakta, bu yönüyle bölgede dengeleri sarsıcı etkili bir faktör olmaktadır.
İran İslam Devrimi'nin etkilediği Lübnan'daki Şiilerin Fransız ve ABD emperyalizmi ile, onların ileri karakolu İsrail siyonizmine nasıl geri adım attırdığına ve kendisi açısından nasıl bir tehlike oluşturduğuna bir kez daha tanık olan emperyalizm için bu hareket tamamiyle ortadan kaldırılmalı ya da etkileri sınırlanarak emperyalizmle uzlaşmaya zorlanmalı, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda anti-komünist yönü kullanılmalı idi.
İran-Irak savaşı Mollaların etkinliğinin kırılması için önemli bir avantaj sağladı. Savaşın ekonomik-siyasi ve askeri olarak iyice yıprattığı Mollalar iktidarı, savaşın kazanılmaması sonucu güç ve prestij kaybına uğrayarak ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı.
Yaşanan süreç Mollaların anti-emperyalizmlerinin tutarsızlığını iyice su yüzüne çıkardı. Daha çok, anti-ABD olan tavrı savaş içinde ABD'den silah alması, son zamanlarda ABD ile uzlaşma yolları aramasıyla etkisini bir ölçüde yitirdi. Gücünün doruğuna ulaştığı 1979 Devrimi'nden bu yana düşüşe geçti. İslam radikalizminin İran'da güç kaybetmesi ve emperyalizmle uzlaşmaya yanaşması İran'ı örnek alarak güçlenen diğer radikal İslamcı hareketlere yönelişi engelleyecektir. Savaşın sona ermesi hem İran'da hem de Ortadoğu'da bu düşüşü hızlandıracak, İslam radikalizminin gücünü ve etkinliğini sınırlayacaktır.
Kapitalizm ve sosyalizmden ayrı bir yol olarak ortaya çıkan, fakat kapitalizmden kopamayan ve sonuçta yine emperyalizmin sömürü ağına girmeye mahkum bu hareketler varlıklarını devam ettirseler de gelişme şansları zayıftır. Onlar kapitalist ilişkilerin girdiği Ortadoğu'daki yeni-sömürgelerde, belli bir konjonktürün ürünü olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Dayandığı ara sınıflar çarpık kapitalizmin gelişmesi ile birlikte çözülürken, ona kaynaklık eden feodal üstyapı kurumları da çözülmeye mahkumdur. Bu çözülme onlara uzak gelecekte yaşam şansı tanımamaktadır. Varlıklarının temelini oluşturan ilişkiler sisteminin gelişmesi onların yok oluşlarının koşullarını da hazırlamaktadır. Kapitalizmi alt edecek insanlık tarihinin yarattığı güç proletaryadır. Gelişen ve güçlenen bu tür akımlar ve onların dünya görüşleri değil, proletaryanın ve ezilen halkların sınıf hareketleridir. Süreç, emperyalizmi ve işbirlikçisi gerici güçleri yenilgiye uğratan, Marksist-Leninist önderlik altındaki halk kurtuluş hareketlerinin, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin zaferi yönünde bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ilerlemeye devam edecektir.
Ortadoğu'da uluslaşmasını tamamlayamamış, kendi devletini kuramamış halklardan biri de Kürtlerdir. İçinde bulundukları geri toplumsal yapı sonucu ulusal bilincin uyanmamış olması, aşiret yapıları biçimindeki toplulukların birbirleriyle çelişkileri ve düşmanlıkları uluslaşmalarını engellemiş ve çoğu kez birbirlerine karşı kışkırtılmışlardır.
Ortadoğu'nun sınırlarının çizildiği I. Paylaşım Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler, Kürtlerin yaşadığı toprakların dört parçaya ayrılmasını ve Kürt halkının dört devletin sınırları içinde varlığını sürdürmesini beraberinde getirdi. Bu parçalardan biri, Kurtuluş Savaşı sonrası çizilen Misak-ı Milli sınırları içinde TC'de kalırken, diğer bölümleri sınırların çizilmesinde emperyalizmin büyük rol oynadığı Ortadoğu devletlerinden İran, Irak ve Suriye sınırları içinde kaldılar. Emperyalizmin Ortadoğu''daki manevraları, parçalanmış bir Kürdistan haritasını ortaya çıkardı.
Bu devletlerin çatısı altında süren ve her ezilen ulusun hakkı olan kendi kaderini tayin etme hakkı mücadelesi çok kısa süren bir istisna dışında henüz hedefine ulaşamamıştır. Kürtler II. Paylaşım Savaşı bitiminde mevcut dengelerin de etkisiyle İran'da Mahabat Cumhuriyeti'ni kurarak ilk ulusal devletlerine sahip oldular. Ancak varlığı emperyalizmi rahatsız eden ve tepkileri üzerine çeken bu devlet İran ve emperyalizmin çabaları karşısında kısa sürede ezildi ve yaşayamadı. Tarih sahnesinde yerini alan ilk Kürt devletinin ömrü çok kısa sürdü.
Kürtlerin etkin olarak Ortadoğu sahnesinde tekrar belirmeleri ve dikkatleri üzerlerine çekmeye başlamaları 70'li yıllarda oldu. 1980'de başlayan İran-Irak savaşının yarattığı elverişli konjonktürün de etkisiyle sıçrama yaparak bu iki ülkedeki Kürt halkının ulusal mücadelesi gelişti. Ve etkinliğini arttırdı. Özellikle Irak'taki mücadele, Irak yönetimine karşı önemli başarılar elde ederek güç anlar yaşattı.
Diğer ülkelere baktığımızda; küçük-burjuva diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Suriye'de Kürt hareketinin bir etkinliği ve gelişmiş bir mücadelesi sözkonusu değildir. TC sınırları içinde ise 1960'ların sonlarında uyanmaya başlayan ulusal bilinç, 70'lerin ikinci yarısından sonra özellikle 1984'lere kadar fazla bir etkinliği olmayan küçük-burjuva milliyetçisi Kürt örgütlerini yarattı. 84'ten sonra PKK'nın yürütmeye başladığı silahlı mücadele sonucu TC'yi etkileyen bir güce dönüşmüştür.
Kürdistan topraklarının dört parçasında da genel olarak kapitalizm öncesi ilişkilerin güçlü ve yaygın bir alanı kaplaması ve ''köylü ulus'' karakterlerinin ağır basması, önderliğin niteliğine de damgasını vurmuştur. Geçmişten beri Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketine yön veren küçük-burjuva, burjuva-feodal karakterli önderlik -etkisi veya gücü tamamen kırılmasa da- bugün etkilerini yitirerek yerlerini Marksizm-Leninizmden de etkilenen küçük-burjuva milliyetçi önderliğe terk etmişlerdir.
Önderliğin sınıfsal niteliğindeki tutarsızlık başta olmak üzere, tarihsel-nesnel nedenlerin üzerinde yükselen çeşitli olumsuzluk ve dezavantajlar Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin sorunlarını ve açmazlarını artırmaktadır. Güçlerin siyasal bölünmüşlüğü ve ortak hedef yönünde seferber edilememesi bir yana, tutarsız önderlikleri ve doğru bir program ve perspektife sahip olamayışları, mücadelenin sınıfsal temelden uzak şekillenişi, hareketin en önemli zaaflarını oluşturmaktadır. Sınıfsal perspektifi olmayan, tamamiyle ulusal temelde gelişen hareketlerin her parçadaki pragmatist davranış ve yaklaşımları sonucu çoğu zaman bölge devletlerinin ve emperyalizmin aleti durumuna düşmekte ve zaman zaman birbirlerine karşı savaşacak noktaya gelmektedirler.
İran ve Irak'taki Kürt hareketinin tarihi bunun örneklerini içinde taşıyor. Sürekli birbirleriyle mücadele içinde olan Irak ve İran, diğer ülkelerdeki Kürt hareketini destekleyerek rakibini zayıf düşürmeye çalışmakta, bu noktada Kürt hareketini kullanmaktadırlar. Oysa, her iki ülke de kendi ülkesindeki Kürt hareketine karşı her türlü yöntemi uygulayarak yok etmeye ve Kürt halkının kendi parçasındaki haklı mücadelesini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Pragmatizmi ön plana çıkararak kendi halkının bir parçasına karşı baskı, soykırım, asimilasyon gibi düşmanca faaliyetler yürüten ülke ile işbirliğine giren Kürt hareketleri birbirleriyle çatışır duruma düşmektedirler.
Diğer yandan iki ülkenin anlaştığı dönemlerde karşıt ülkeden gelen yardım kesilmekte, politikasını bunun üzerine oturtan Kürt hareketleri, bu durumda büyük darbe yemektedirler. Kürt hareketleri pragmatizmi bir politika olmaktan çıkarmadıkları, diğer Kürt hareketleriyle dayanışma içine girmedikleri ve kendi özgüçlerine güvenmeyip kendi dışındaki güçlere bel bağladıkları sürece, bu her zaman eşikteki tehlike olmaya devam edecektir.
Kürt hareketlerinin bugünkü durumuna gelince;
İran-Irak savaşının sona ermesi, aynı zamanda bölgede yeni güç dengelerinin oluşması demektir. İran'ın savaşı kazanamaması, Irak'ın üstünlüğü ele geçirmesi sonucu İran'ın ateşkesi kabul etmek zorunda kalışı, İran'ın Ortadoğu'daki prestijini ve etkinliğini sınırlayan bir gelişme niteliğindedir. İslam radikalizminin artık Ortadoğu'daki gücünün azalacağını ve düşüşe geçeceğini söylemek yanlış olmaz. İran'ın bundan sonra ''İslam devrimi ihraç etme'' yerine daha çok kendi iç sorunlarıyla uğraşması gerekecektir. Kısaca, önümüzdeki süreçte iki ülkenin iç sorunlarının ön plana çıkacağını söylemek mümkün. Savaşın sona ermesi, iki ülkenin savaştan yıpranmış olarak çıkmaları ve emperyalizme daha fazla yanaşmaları sonucu Basra Körfezi'ndeki dengeler savaş öncesine göre emperyalizmin lehine değişmiştir.
Savaşın sona ermesi ilk sonuçlarından birini Kürt ulusal hareketleri üzerinde gösterdi. İran-Irak savaşının ortaya çıkardığı konjonktür bu ülkelerdeki Kürt hareketinin bir sıçrama yapmasına neden olurken, savaştan ve Kürt halkının mücadelesinden dolayı bu ülkelerin Türkiye sınırlarındaki Kürdistan bölgelerinde doğan denetim boşluğu Türkiye'de 1984'te silahlı mücadeleye girişen PKK'ya cephe gerisi görevi görerek önemli bir avanaj sağladı. Ancak savaşın bitişi, savaşın ortaya çıkardığı avantajları ortadan kaldıracak, Kürt hareketlerini güç duruma düşürecekti. Nitekim ateşkesin kabul edilmesinden sonra Irak birliklerinin Kürt hareketlerine karşı saldırıya geçişi bunun önemli bir göstergesidir.
Ateşkesin sağlanması ile birlikte gerici Baas rejimi, savaş sırasında üzerine gidemediği Kürt ulusal hareketine karşı soykırım hareketi başlattı. Savaş sırasında önemli başarılar kazanan ama özgüce dayalı bir politika yerine Kürt ulusal hareketini kendi dışındaki güçlerin kanatları altına sokan burjuva-feodal önderliğin, sorunu, tarihsel ve siyasal olarak yanlış kavraması sonucu kalıcı ve ileri adımlar atamadı.
Tanklarla, toplarla, kimyasal silahlarla Kürt halkını soykırıma tabi tutan Baas rejimi yaşlı, genç, çoluk-çocuk demeden yediden yetmişe tüm Kürt halkını katliamın hedefi yaptı. Irak'ın amacı Kürt ulusal hareketine önemli darbeler vurup güçlerini zayıflattıktan sonra, kendi çizdiği sınırlar içinde, insiyatifi ele alarak kendi çözümlerini dayatmaktır. Irak rejimi karşısında pazarlık kozları büyük ölçüde elinden alınan Kürt hareketinin mevcut konumundan daha geri konuma düşmesi olasıdır.
Irak'ın bu soykırım girişimi karşısında, kimyasal silahların yerinden ettiği Kürt halkı İran ve Türkiye sınırına yığılarak bu ülkelere sığınmıştır.
Bu gelişmeler karşısında Türkiye, sınırlarını açtıktan sonra ''insancıl bir yaklaşım'' olduğunu, ''katliama sessiz kalamayacaklarını'' açıklamıştır. Bu söylenenler tamamiyle demagoji ve yalandan ibarettir. İkiyüzlü bir politikanın sonucudur.
Kendi ülkesindeki Kürt yurtseverlerinin mücadelesini kanla boğan, Kürt köylerinde jandarma ve polis baskısını sürekli kılan, sınır ötesinde Kürt halkına yönelik operasyonlar düzenleyen Kürt halkının düşmanları insancıllıktan söz edemezler. Onlar atacakları her adımda emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarını düşünürler.
TC'nin kendi sınırları içine kabul ettiği Kürtlere karşı aldığı ilk tavır onları yörede yaşayan halktan tecrit etmek, silahsızlandırmak ve kamplarda toplamak olmuştur. Böylece SADDAM rejiminin katliamından kurtulan Kürtler Türkiye'deki toplama kamplarında tutsak edilmişlerdir.
Bütün bunlar insancıllıktan dolayı mı yapılıyor? Elbetteki hayır. Emperyalizmin ve oligarşinin çıkarları bunu gerektirdiği için yapılıyor. Türkiye oligarşisi nasıl tavır alırsa alsın, kendisi açısından kısa ve uzun vadede yararlı bir sonuç elde edeceğinin hesaplarını yapmış, emperyalist çevrelerle yapılan görüş alışverişlerinin sonuçlarını da değerlendirerek bu politikaya başvurmuştur. Bu politika ABD'nin bölgedeki çıkarlarına karşı değil, aksine onunla uyum içindedir.
TC, katliamdan kaçan bu insanlara-kapılarını açmakla ülkedeki Kürt yurtsever hareketine karşı kullanabileceği bir koz elde etme düşüncesindedir. Bu politikasını ülkede gelişen Kürt yurtsever hareketine karşı kullanacaktır. Ayrıca TC, Irak'taki Kürtlerin konumuna hep Türkiye'deki Kürtlerin cephe gerisi gözüyle baktığından, Irak'taki Kürtlere yönelik operasyonları bizzat kendisi düzenlediği gibi, Baas rejiminin Kürtleri katletmesi ve güçlerine darbe vurmasından yanadır. Özünde Irak'ın politikasına karşı değildir. Öte yandan elinde tuttuğu Kürt rehineleri gerektiğinde Irak'taki Kürt hareketine karşı Türkiye'deki Kürt yurtsever hareketlerine yardım etmemeleri için bir koz, bir tehdit aracı olarak kullanmaları da mümkündür.
TC hükümetinin, Iraklı Kürtlere sınırları açmasındaki bir diğer amacı da baskı, terör, işkence ve katliamlarıyla teşhir olan askeri ve sivil cuntanın yüzünü gizlemek için bu tür ''insancıllık'' maskelerine gereksinme duymasıdır. Nitekim geçiş izninden hemen sonra Başbakanın yaptığı konuşmada ''insancıl mülahazalar''dan söz etmesi de bunu göstermektedir.
Son gelişmeler karşısında İran'ın politikası da özünde TC'nin politikasından farklı değildir. Irak'ı zayıf düşürmek için Irak'taki Kürt hareketini savaş boyunca destekleyen bu ülke, savaşın bitişiyle birlikte bu politikasına son vermiştir. Ve Kürt hareketi, tarihinde bunun örneklerini pek çok kez yaşamış ama küçük burjuva önderlikler bundan ders çıkaramamış, milliyetçi politikalarının bir sonucu olarak kendi dışında bir güce yaslanma politikalarını sürdürmüşler ve her zaman da bunun acı sonuçlarıyla yüzyüze gelmişlerdir.
İran'ın, Irak soykırım saldırılarından kaçan Kürtlere sınırlarını açması, Türkiye'ye sığınanlardan da İran'a geçmek isteyenleri kabul edeceğini açıklaması ne Kürtleri düşündüğü içindir, ne de insancıl yaklaşımlarından ötürüdür. İran da öteden beri Kürt ulusal hareketini kendi siyasal çıkarları için kullanmak istemiş, zaman zaman da bunu başarmıştır. İran, Kürt mültecileri kabul ederek hem dünya kamuoyunda puan toplamanın, böylece Irak'la yapılacak görüşmeler sırasındaki konumunu güçlendirmenin, tecrit olmuşluk çemberinden kurtulmanın, hem de ülkesine kabul ettiği mülteci Kürtleri, Irak ve İran Kürtleri arasındaki çelişkiyi kullanarak İran'daki Kürt ulusal hareketine karşı kullanmanın hesaplarını yapmaktadır.
İlgili bölge ülkelerinin çıkarlarının kesiştiği noktayı Kürt ulusal hareketinin engellenmesi oluşturmaktadır. Birbirleriyle düşmanlıkları olsa bile tarihsel olarak İran, Irak ve Türkiye hep Kürt hareketini boğmak için çıkar birliği yapmışlardır. Bu yüzden bu hareketi bastırmak için her türlü yönteme başvurmaktadırlar. Kürt köyleri bombalanmakta, bombalarla, kurşunlarla yıldırılamayan Kürt halkına karşı kimyasal silahlarla saldırılarak Halepçe'de olduğu gibi toptan imha yoluna gidilmektedir. Ayrıca Türkiye-Irak arasında olduğu gibi Kürt hareketinin engellenmesi için ortak anlaşmalarla sınır ötesi operasyonlar gündeme getirilmektedir.
Anti-emperyalist radikal çizgideki bir Kürt ulusal hareketinin zaferi ve bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulması ise, ilgili ülkeler için olduğu kadar, bölgedeki tüm gerici-faşist yönetimlerin emperyalizmin çıkarlarını tehdit edecek, bölge haritasını ve dengeleri altüst edebilecek bir gelişme olacaktır. Bugün için potansiyel bir tehlike durumundaki bu olasılık karşısında, tüm gerici güçlerin ve emperyalizmin ortak bir tavır içine girmesi ve her türlü karşı önlemi alması kaçınılmazdır. Ama Kürt ulusal hareketi henüz bu boyutta ciddi bir tehlike olmaktan uzaktır. Özellikle İran ve Irak'taki hareketler önderliklerinin niteliğinden dolayı ve konumları itibariyle bugün emperyalizm açısından çok fazla tehlikeli görülmemektedir. Bu yüzden şimdilik radikal tavır almayıp, hatta bazılarıyla temasa geçmekte, İran ve Irak yönetimlerine karşı bunların gücünü kırmak için Kürt hareketlerini gerektiğinde kullanmanın hesabını yapmaktadır. Ulusal temeldeki pragmatik yaklaşımları ve milliyetçi politikaları ile küçük burjuva-feodal önderlikli Kürt hareketleri buna açıktır.
Kısaca emperyalizmin Ortadoğu globalında Kürt sorununa yaklaşımı onu tamamiyle dışlayan bir politika değildir. Emperyalizm Kürt hareketini kendi denetimi altında tutmaya, bölgedeki dengeler içinde kullanabileceği güç odaklarından biri haline getirmeye uğraşmaktadır. Kürt ulusal hareketi önderlikleri, nitelikleriyle buna uygun bir zemin oluşturmaktadırlar. Kürt ulusal hareketi sınıf rotasına oturmadığı sürece emperyalizm, bu hareketi denetimi altına almaya, kullanmaya, çalışmaya devam edecektir.
Kürt ulusal kurtuluş hareketi birbirinden farklı özellikleri barındıran dört ayrı parçada, farklı politik zeminlerde ulusal bir temelde sürmektedir. Bu anlayışın kurtuluşu sağlaması mümkün değildir.
Bugün Kürt halkının kurtuluş yolu bellidir. Bu yol, ezen ve ezilen ulus halklarının birlikte mücadelesinden geçmektedir. Böylesi bir perspektiften uzak küçük-burjuva milliyetçi önderliklerin yürüttüğü Kürt ulusal mücadelesi ulusal ve sınıfsal kurtuluşu sağlayamazlar.
Kürt halkının sorunları bölge halkının sorunlarıyla bütünleşmiş-kaynaşmış durumdadır. Düşmanlar ortaktır. Kürt halkının kurtuluş mücadelesini Arap, Acem ya da Türk halkının baskı ve sömürüye karşı verdiği mücadeleden ayrı düşünemeyiz.
Bu yüzden çözüm; ezilen halk ve sınıflarla ortak örgütlenmeye dayanan ortak mücadeledir.
Bulunulan ülkenin ve Kürt Marksist-Leninistlerinin görevi de bu bilinçle hareket etmek, ortak mücadele platformunu yaratmak ve Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini sınıfsal mücadeleye tabi kılmaktır. Ancak böylesi bir perspektifle emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını engelleyen yönetimlere karşı, ortak örgütlenme temelinde verilecek silahlı mücadele ile yerli işbirlikçiler alaşağı edilebilir. Ve emperyalizm kovularak Kürt halkının ve o ülkede yaşayan halkların gerçek kurtuluşu sağlanabilir. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin gücü Kürt halkının özgürlük mücadelesini önleyemeyecek, Marksist-Leninist önderlikler altında Kürt halkının mücadelesi er veya geç her parçada, her türlü engele rağmen başarıya ulaşacaktır.
Bugün Ortadoğu'da bir mücadele sürüyor. Bu mücadelede ''Zafere Kadar Devrim!'' şiarı Filistin halkının dilinde mücadelenin geleceğine, başarısına olan inancın, mücadelenin mutlaka zaferle taçlanacağının bir simgesi olarak 7'den 70'e herkesin haykırdığı bir slogana dönüşmüştür. 10 yıllara varan tarihiyle, üzerinde oynanan pek çok oyuna, gerçekleştirilen onca katliama ve ihanete rağmen süren, gelişen ve varlığını tüm dünyaya kabul ettiren, sayfalara sığması ve böyle kısa bir yazıda tüm yönleriyle anlatılması mümkün olmayan bu mücadele, Filistin halkının kurtuluş mücadelesidir.
Bu mücadelenin tarihi emperyalizmin Ortadoğu'daki oyunlarının tarihi ile birlikte başladı ve gelişti.
Filistin halkının mücadelesi siyonizmin bir Yahudi devleti kurmak için harekete geçtiği, emperyalizmin desteği ile Filistin topraklarına Yahudi göçünü başlattığı andan itibaren; yaşadığı topraklardan atılma çabalarına ve onları destekleyen İngiliz emperyalizmine Filistin halkının kendiliğinden tepkisi biçiminde başladı. Ve zaman zaman ayaklanmalara dönüşerek gelişti. Binlerce yıldır üzerinde yaşadığı topraklar ellerinden alınmaya, tüm yaşamlarını kurdukları, her şeyleriyle bağlı oldukları vatanlarından kovulmaya çalışılıyorlardı. Başlangıçta dağınık ve bir önderliğe sahip olmayan Filistin ve Arap direnişine yön veren ana motif, doğal haklarını koruma ve milliyetçilik düşüncesi oldu.
Filistin halkının bu mücadelesi bir yandan İngilizler tarafından bastırılmaya, diğer yandan İrgun-Stern gibi siyonist çetelerin saldırı ve katliamlarıyla engellenmeye, Filistinliler topraklarından göç ettirilmeye çalışıldı. İsrail Devleti'nin kuruluşunun hemen öncesinde bu çetelerce planlı bir biçimde gerçekleştirilen Der Yasin katliamının yarattığı dehşet pek çok Filistinlinin diğer Arap devletlerinin topraklarına göç etmesine yol açtı.
Bugün vatanlarını kurtarmak için verdikleri mücadele emperyalizm ve siyonizm tarafından ''terörizm'' ilan edilen Filistinliler, terörizmin gerçek uygulayıcıları tarafından işte böyle vatanlarından kovuldular. Terörizm, örgütsüz Filistin halkı karşısında geçici de olsa zafer kazandı. Zafer çığlıkları katledilen Filistinlilerin cesetleri üzerinde tepinilerek atıldı.
1950'li yılların ikinci yarısı ve 60'lı yıllar Filistin direniş örgütlerinin ortaya çıktığı yıllar oldu. Ve mücadele siyonizmin arkasında emperyalizmin olduğunun somut olarak görülmesiyle anti-emperyalist ve anti-siyonist bir karaktere büründü.
Filistin halkının direniş mücadelesi emperyalizme ve onun ileri karakolu siyonist İsrail Devleti'ne karşı daha çok çevre ülkelerde örgütlenmeye başladı. İsrail'in işgal ettiği topraklarda gelişecek her türlü başkaldırı doğrudan İsrail'in ''kutsal terörü''nü karşısında buldu. Katliamlar, sürgünler, mallarına el konulması, evlerin havaya uçurulması, toplama kamplarına atılma vb. gibi yöntemler bu başkaldırının bedeli olarak Filistinlilere sunuldu. Ama Filistin mücadelesi tüm bunlara rağmen her türlü bedeli ödemeyi göze alarak gelişti ve bugünlere ulaştı.
1964, tek tek mücadele eden Filistin örgütlerinin mücadelelerini FKÖ çatısı altında birleştirdiği yıl oldu. Gelişen mücadele Filistin örgütlerinin merkezi bir yapı altında toplanmalarını dayatmaya başlamıştı. Bu dönemde Arap dünyasının liderliğine soyunmuş olan küçük-burjuva milliyetçisi NASIR yönetiminin özel çabaları da bu süreci hızlandırdı. Ocak 1964'te Kahire'de ilk Arap Zirve Konferansı toplandı. Bu çabalarda, genelde, gerici ve küçük-burjuva milliyetçisi tüm Arap rejimlerinin Filistin direnişinin radikalleşmesinden endişe duymaları ve bu nedenle denetim altında tutma amacı gütmeleri yönlendirici etken olurken, ilk Arap Zirve Konferansı'nda, Filistin halkının kurtuluşu için sorumluluk alınmasının kararlaştırılmasıyla FKÖ'nün kuruluş temelleri atılmış oldu. 28 Mayıs 1964'te Doğu Kudüs'te toplanan Filistin Ulusal Konseyi, FKÖ'nün örgütlenme ilkelerini, tüzük ve programını ortaya koyarak somut adım attı. Ayrıca FKÖ'ye bağlı bir Filistin Kurtuluş Ordusu oluşturulması kararı alınarak, askeri örgütlenme ve güçlenme çabaları hızlandırıldı. İşte Filistin halkının direnişinin yasal temsilcisi olan FKÖ bu koşullarda ortaya çıktı. Ve belli bir süre daha ortaya çıkış koşullarının etkisiyle Arap ülkelerinin denetimi altında kaldı.
Bu yıllar aynı zamanda, Filistin örgütlerinin silahlı mücadelenin gerekliliğini kavradıkları, kurtuluşun silahlı mücadele temelinde uzun bir halk savaşından geçtiğinin bilincine vardıkları yıllar oldu. Bu durum çok geçmeden ürünlerini de vermekte gecikmedi. En eski ve en etkin Filistin direniş örgütü olan, küçük-burjuva milliyetçi önderliğe ve heterojen bir yapıya sahip, radikal ve Marksist-Leninist güçler karşısında gerici Arap ülkelerinin ehven-i şer olarak tercih ettiği El-Fetih, kurtuluşun Filistin halkının örgütlü-silahlı savaşından geçtiğinin bilinci ile 1965 yılında İsrail'e karşı silahlı mücadeleyi başlatarak Filistin direniş mücadelesini yeni bir aşamaya sıçrattı.
Gelişen mücadele içinde Marksizm-Leninizmden etkilenen güçler de ortaya çıkmaya başladı. 1967 yılında Filistin direniş hareketinde El-Fetih'den sonra en güçlü hareket olan, Marksizm-Leninizmi savunduğunu söyleyen Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kuruldu. O da Filistin halkını kurtuluşa götürecek olan uzun süreli silahlı halk savaşı yolunu savundu.
1969 yılı FKÖ için dönüm noktası oldu. FKÖ'nün önderliğini El-Fetih grubu ve ARAFAT ele geçirerek NASIR yanlıları tasfiye edildi. Bu tarihten sonra Filistin hareketi Arap ülkelerinden daha bağımsız ve Filistin halkının çıkarlarını ön plana alan bir politika izlemeye başladı.
Filistin halkının sesi ve haklı mücadelesi etkin bir mücadele sonucu tüm dünya kamuoyuna duyurularak emperyalizm ve siyonizm teşhir edildi. Dünya kamuoyunun desteği ve sempatisi Filistin halkından yana kazanıldı. 1974 yılında FKÖ'ye Birleşmiş Milletler'de gözlemcilik statüsü tanınırken, FKÖ'yü 100'den fazla ülke tanıdı ve pek çok ülkede büro açma izni verildi; gerici Arap ülkeleri tarafından ''tek meşru temsilci'' olarak tanınmaya başlandı.
Ancak Arap ülkelerinin FKÖ'den yana gözüken tavırları yanıltıçı olmamalıdır. Suudi Arabistan'ın başını çektiği emperyalizmin işbirlikçisi gerici Arap rejimleri, her zaman için anti-emperyalist bir Filistin direniş hareketini, ilerici-devrimci hareketleri kendi varlıkları açısından tehlikeli görmüşlerdir. Suudi Arabistan, Kuveyt gibi ülkelerin FKÖ'ye sağladıkları maddi ve diplomatik desteklerin hepsi bölge konjonktürünün ortaya çıkardığı dengelerde manevra yapabilme ihtiyacı, kendi halklarını aldatma ve esas belirleyici olarak da Filistin hareketinin anti-emperyalist ve radikal yanlarını törpüleyerek, kendileri için zararsız hale getirme çabalarının sonucudur. Bu ülkeler, tehlike kendi varlıklarına yöneldiğinde en sert tavrı almaktan, dostluk maskesinin arkasındaki hain yüzlerini sergilemekten çekinmemişler, Filistin hareketini ezmek, yok etmek için katliamlara başvurmuşlardır.
Filistin tarihi bunun örnekleriyle doludur. Filistin tarihi aynı zamanda diğer Arap ülkelerinin Filistin mücadelesine ihanetlerinin de tarihidir. Bu ihanetler Filistin halkının belleğine çıkmamacasına kazınmıştır.
Filistin halkı bu ihanetlerin en büyüklerinden birini 1970 Eylül'ünde yaşadı. Halkının büyük bir bölümü Filistinli olan ve işgal altındaki topraklardan göç etmiş çok sayıda Filistinlinin yaşadığı Ürdün'de Filistin hareketine sempatinin ve desteğin artması, emperyalizmin işbirlikçisi, sadık uşağı Kral Hüseyin'in gözünü korkuttu. Filistin hareketine bir çıban başı gözüyle bakan bu işbirlikçi, Filistin hareketine karşı saldırıya geçerek, Filistin tarihine ''Kara Eylül'' olarak geçecek katliamı yaşattı. ''Kara Eylül''ün ardından Filistinlilerin büyük bölümü Lübnan'a göç etti.
Filistin halkına böyle bir katliamı yaşatan, bu dost görünen düşman, gerçek yüzünü ortaya koydu. Emperyalizmin Filistin hareketini etkisiz hale getirmek için ileri sürdüğü her planda (Camp David, REAGAN Planı vb.) kendisine aktif bir rol verilen ve bu rolleri gönüllü kabul eden bu işbirlikçi hain, bugün hala utanmazca Filistin direnişini desteklediğinden, FKÖ'nün Filistin halkının tek temsilcisi olduğundan bahsediyorsa, bunun nedeni Filistin direnişinin başarıya ulaşmasını istediğinden değil, mücadelesiyle kendini tüm dünyaya kabul ettirmiş bir ulusal kurtuluş hareketini yok sayamadığından ve sayamayacağından, kendi halkının tepkisinden korktuğu içindir. Filistin halkının başeğmez, kararlı ve onurlu mücadelesi düşmanlarına bile Filistin gerçeğini kabul ettirmiştir.
Aynı durum küçük-burjuva diktatörlüklerinin hakim olduğu ülkeler için de geçerlidir. Özellikle 1960'lı yıllarda Ortadoğu'da anti-emperyalizm rüzgarları estiren ve Filistin hareketi üzerinde önemli etkileri olan bu ülkeler de, Filistin hareketini kendi denetimleri altında tutmak, kendilerine zarar verecek bir konuma ulaşmalarını engellemek istiyorlardı. Çünkü Ortadoğu'da devrimci bir Filistin onların varlık bulduğu zemini de ayaklarının altından kaydıracak, bu ülkelerin halklarına da ''olumsuz'' bir örnek olacaktı. Filistin halkına ve Lübnan'da gelişen ilerici hareketlere pek çok darbe vuran Suriye işte bu mantıkla hareket etmektedir.
1975 yılında başlayan Lübnan İç Savaşı'nda ilerici güçlerin ittifakı olan Lübnan Ulusal Hareketi ve FKÖ, emperyalizmin işbirlikçisi hakim sınıfların örgütü Falanjistleri yenilgiye uğratmak üzereyken, yanı başında ilerici devrimci bir Lübnan ve kendinden bağımsız güçlenmiş bir Filistin hareketi istemeyen Suriye, kendi çıkarları için Falanjistlerin yanında iç savaşa müdahale ederek ilerici güçlerin iktidarı almasını önledi. Lübnan İç Savaşı'nda Tel Zaatar kampını 52 gün kuşatan Falanjistler, binlerce Filistinliyi kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden katleder, Filistinli genç kızların ırzna geçerken, kampın çevresini tutarak Falanjistlerin güvenliğini sağlayan Suriye, Filistin güçlerinin yardıma gitmesini engelledi. Filistinlilerin Tel Zaatar'da katledilmesinin gerçek sorumlusu Suriye idi. Küçük-burjuvazinin tutarsızlığı ve pragmatizmi emperyalizmin ekmeğine yağ sürecek, anti-emperyalist güçlerin gücüne darbe vuracak politikaları da çoğu zaman beraberinde getirdi. Bu tavırları '80 sonrasında İsrail'in Lübnan'ı işgali ve Beyrut Kuşatması'nda Filistin hareketine indirilen darbelere ses çıkarmamasında; Ebu MUSA ayrılığı sonrası çıkan çatışmalarda Ebu MUSA güçleri yanında çatışmalara müdahale edişiyle birçok kez tekrarlanacaktır.
Filistin hareketinin 70'lerin başında, direnişiyle yarattığı elverişli koşullar Filistin direniş hareketince yeterince değerlendirilemedi. Bu koşullar silahlı mücadele temelinde geliştirilip güçlendirilerek Filistin halkının kurtuluşa giden yolunda önemli adımlar atılacak yerde, FKÖ'nün küçük-burjuva önderliğinin kendi özgücüne güvensizliğinin de bir sonucu olarak emperyalizmin taktik manevralarının ve bunun sonucu olan ''iyi niyet'' girişimlerinin etkisi altında kalındı; bunların çekim merkezine girildi. Barışçı-politik çabaların, diplomasi manevralarının, uluslararası ve bölgesel dengeler zemininde Filistin sorununa bir çözüm sağlanabileceği eğilimi güç kazanmaya başlarken, gerici Arap ülkeleri de daha ''tehlikesiz'' bu yola girilmesi için ellerinden gelen çabayı esirgemeyerek emperyalizme elverişli bir ortam oluşturdular. Camp David bunun bir adımı oldu. Ama Filistin'i toptan teslim almayı hesaplayan emperyalizmin bu planı başarıya ulaşamadı. Çünkü Filistin hareketi önderliğinden dolayı uzlaşma eğilimleri taşısa da toptan teslim olma gibi bir durumu yoktu.
1980'li yıllar bu eğilimin daha da güçlendiği yıllar oldu. Özellikle 1982'de İsrail'in Lübnan işgali ve Beyrut Kuşatması sonucu burayı terk etmek zorunda kalarak, İsrail'e karşı mücadelesinde stratejik bir üs olan Lübnan'dan da dışlanınca, FKÖ büyük bir güç ve prestij yitimine uğradı. FKÖ içindeki ayrılıkların derinleşmesinin de kaynağı oldu. Bu durum küçük-burjuva önderliğin diplomasiye bağladığı umutları daha da güçlendirirken, Marksist-Leninistlerin tek yolun Filistin halkının özgücüne güven, silahlı mücadele ve mücadeleyi işgal altındaki topraklara taşıma tespitlerini bir kez daha doğruladı.
Tüm bunlara rağmen, Filistin Devrimi'nin önüne dikilen engeller aşılamaz değildir. Filistin halkı ve mücadelesi bu dinamiği kendi bağrında taşımaktadır. Çünkü onlarca yıldır grevlerin, boykotların, gösterilerin, direnişlerin içinde, toplama kamplarında, cezaevlerinde bunu ispatladı. Acıya dayanmayı, zulme başkaldırmayı öğrendi. Gözlerini dünyaya açan her Filistinli çocuk İsrail'in zulmüyle vatanının işgal altında bulunması gerçeğiyle, ya da vatanından uzakta ama yanı başında, sürgünde vatansız biri olmanın acısıyla yüzyüze geldi; daha yürümeden direnmeyi, ana baba demeden ''Zafere Kadar Devrim'' demeyi öğrendi. Onların oyuncakları, düşmanlarına karşı kullandıkları silahları, taşlar-sapanlar oldu. Filistin Devrimi'nin geleceğinin generalleri emperyalizmin ve siyonizmin vahşetini yaşayarak, kendilerine bunca acıyı yaşatanlara karşı büyük bir kin ve hınç duyarak yetiştiler. Böylesi bir halk elbetteki zafere ulaşacak potansiyell bağrında taşımaktadır. İşgal altındaki topraklarda aylardır süren ayaklanma bunun en açık kanıtıdır.
Filistin halkı aylardır İsrail askerlerinin silahlarına, tanklarına, gözyaşartıcı bombalarına, taşla, sapanla, sloganla karşılık veriyor. Genç-ihtiyar, çoluk-çocuk 7'den 70'e herkes işgal altındaki direnişi büyük fedakarlıklarla sürdürüyor. İsrail vahşeti basında, TV'de her gün milyonlarca insanın gözleri önünde cereyan ediyor. Ayaklanma başladığından beri her gün iki-üç Filistinli planlı bir şekilde katlediliyor, onlarcası yaralanıyor. Kolları-bacakları kırılıyor, yüzlercesi toplama kamplarına atılıyor. Filistin halkının bu meşru ve haklı başkaldırısı silahlı direniş güçlerince de desteklenerek başarıya giden yolda ileri adımlar atılacağı tüm dünya kamuoyunda beklenirken, saldıran ve pervasız şiddetini uygulayan yine İsrail oldu. FKÖ'nün Başkomutanı, işgal altındaki topraklarda mücadeleyi yönlendiren Ebu CİHAD İsrail ajanlarınca katledildi. İsrail, Filistin halkının ayaklanmasını içerde uyguladığı vahşet, terör ve katliamların yanı sıra, ayaklanmayı yönlendiren önderlere de yönelerek bastırmaya çalışıyor. Mücadelenin kendi önderlerini de yaratacağı gerçeğini göremeyen İsrail'in çabaları elbetteki mücadeleyi durdurmaya yetmiyor ve yetmeyecek. Mücadele İsrail kamuoyunu da harekete geçiriyor. İsrail kamuoyu kendi devletinin terörünü kınayan gösteriler düzenliyor. Dünya kamuoyu İsrail terörünü lanetliyor. Direniş, aylardır İsrail'e şimdiye kadar yaşamadığı zor anlar yaşatıyor.
Filistin direnişinde son adım Ürdün'ün işgal altındaki topraklarla idari ve hukuki bağlarından vazgeçmesi manevrası oldu. Bunun üzerine FKÖ'nün bir devlet ya da sürgünde hükümet kuracağı yollu açıklamalar İsrail'in ''demir yumrukla ezilecektir'' açıklamasıyla karşılandı.
Filistin halkının mücadelesi kendini dosta düşmana kabul ettirdi, sesini duyurdu. Bugün en son ayaklanmanın etkisi de bu mücadele ile birleşerek Filistin hareketini belli bir noktaya getirdi. Filistin kurtuluş hareketi bugün işgal altındaki topraklarda Bağımsız Filistin Devleti'ni ilan etmenin hazırlıklarını yapmaktadır.
Bugüne kadar ABD emperyalizmi İsrail'i tanımadığı sürece FKÖ'yü muhatap almayacağını belirterek FKÖ'yü tanımamıştır. Ama görülen odur ki FKÖ, işgal altındaki topraklarda devlet kurma hazırlığını yaparken İsrail'in bölgedeki varlık şartını da tanıyor.
Nitekim bölgede Filistin sorununun belli bir çözüme kavuşmasını isteyen Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler, FKÖ'ye İsrail'i tanımasını telkin ediyorlar. Filistin devleti Ortadoğu'da siyonist İsrail ile yanyana, onun tüm engelleme çabalarına rağmen var olacaktır.
ABD ve İsrail FKÖ'ye düşman ve onu yok etmek için ne kadar çaba sarfederlerse etsinler sonuçta onlar da kaçınılmaz olarak FKÖ'yü tanıyacaklar ve Ortadoğu'da bir Filistin devletinin varlığını kabul etmek zorunda kalacaklardır.
Kuşkusuz bu hemen bugünden yarına gerçekleşmeyebilir. Filistin sorunu bu haliyle daha uzun bir süre dünya kamuoyunun gündeminde kalabilir. Emperyalizm, Filistin hareketini etkisizleştirmek için yeni manevralara girebilir. Ama artık çözüm kaçınılmazdır. Mücadele destek güçlerini de yaratarak gelip bu noktaya dayanmıştır. Emperyalizmin ve siyonizmin daha uzun süre direnmesi zordur. Filistin hareketinin işgal altındaki topraklarda kendi devletini kurma konusundaki gelişmeler belli bir rotaya girecek, sonunda işgal altındaki topraklarda kendi devletini kuracaktır. Kuşkusuz işgal altında kurulacak bir devlet kalıcı bir çözüm yaratmayacaktır. Ama çözümde bir adım olabilir.
Zafer her zaman direnen halkların olmuştur. Ortadoğu'da da zafer direnen Filistin halkının ve Ortadoğu halklarının olacaktır. Emperyalizm ve onun işbirlikçileri olan siyonist İsrail Devleti ve gerici Arap rejimleri hakettikleri sondan kaçamayacak, Ortadoğu halkları tarafından tarihin çöp sepetine atılacaklardır. Elbetteki Türkiye halkları da, bu mücadelede üzerine düşen sorumlulukları yerine getirecek, Ortadoğu halklarıyla enternasyonalist dayanışma içinde olacaktır.