Anneler, babalar vardı... İstedikleri, ülkenin tüm çocuklarına güzel bir gelecekti... Boyun eğsinler diye; yürümesini bile bilmeyen çocuklarına, işkence yapılıp çığlıkları dinletildi bu ülkede...
''...ama polisimiz yakalanan eşkıyayı, soyguncuyu nasıl konuşturacak'' diyerek yanıt veriyordu, bu ülkenin dünkü askeri savcısı, bugünkü milletvekili...
Taşıdığı çocuğuyla askıdayken karnı boşalan, gencecik anne adayları vardı bu ülkenin...
''O hayvanlara işkence lazım'' diyerek insanlığın yüzünü kızartıyordu işkencecilerin avukatı...
Cinsel organlarına cam parçaları ya da cop sokulan genç kızları vardı bu ülkenin...
''Cop sokmaya ne gerek var, elimizde taş gibi oğlanlar var'' diyerek ahlaksızlık örneği veren ise; cunta generallerinin başbakan adayı idi...
KARLANGAÇ'ları, Selim YÜCEL'leri, AYDOĞMUŞ'ları vardı bu ülkenin... Halkına, davasına, yoldaşlarına bağlılıklarının diyetini işkencede katledilerek ödeyen...
''... işkencecilerin iyi niyetle çalıştıklarına inanıyoruz'' diyen, bu ülkenin emniyet müdürü, şimdinin Ankara Valisiydi...
Öğretmenleri vardı bu ülkenin; köy meydanında jipin arkasına bağlanıp sürüklenerek öldürülen, sonra da cesedine G-3'lerle yüzlerce el ateş edilen...
''Öldür'' emrini veren aşağılık ise, utanmazca ''langırt bu iş bitti'' diyebiliyordu bu ülkede...
Yüzbinlerce insanı vardı bu ülkenin işkence gören... Hipokrat yeminlerinin ve mesleklerinin kutsallığını ayaklar altına alıp Mengeleleşenlerin arasında sıkışıp kalmış birkaç dürüst insandan ''işkence görmüştür'' raporu alabilenler şanslıydı.
Ama bu ülkenin askeri savcıları vardı, işkence raporuyla birlikte yapılan suç duyurusu hakkında ''... günün şartları da düşünülerek (...) nezaket kaideleriyle hareket edilemeyeceğinin tabii bulunması'' diyerek soruşturmaya yer olmadığı kararı veren...
APO'ları, FATİH'leri, HAYDAR'ları, HASAN'ları, KEMAL PİR'leri, HAYRİ'leri vardı bu ülkenin; işkenceye boyun eğmeyip ölüm oruçlarında ölümü teslim alan. ''İşkence yapmışsınız'' diyen gazetecilere, ''ben devlete karşı görevimi yaptım'' diyerek cevap veren cezaevi müdürleri de...
İşkence ürünü ifadelerle idam sehpasına yollanan, yaşam boyu cezaevinde çürütülmeye çalışılan aydınlığın sahipleri onbinler vardı bu ülkede...
''... ikrarın işkence ile elde edilmiş olması bir şey değiştirmez'' şeklinde gerekçeli karar yazan yargıçları da...
Emeğin dünyasını kurmak için yola çıktıklarından, darağacında sallanan onlarca insanı vardı bu ülkenin...
Ve ''... asmayıp da besleyecek miyiz'' diyen Devlet Başkanı...
Evet, öylesine bir kirdir ki bu, isterse kezzapla yıkasınlar ellerini, çıkartamayacaklardır.
Onlar, katmerleştirdikleri sömürüleri sürsün diye, katmerleştirdiler kirlerini...
''Haşa bizim haberimiz yoktur'' ya da ''bilgimiz dışındadır'' diye sıkılmazlıklarını sürdürmeyi de ihmal etmiyorlar bu arada...
Bugün, uygulayıcıları da dahil kimsenin aksini söylemeye cesaret edemediği bir şey var: İŞKENCE İNSANLIK SUÇUDUR!
Fakat, gerçekleri çarpıtmanın, olguların özünde yatan temel nedenleri gizlemenin en büyük silahı olan idealist düşünce tarzı, her konuda olduğu gibi işkence olgusunun ortaya çıkış ve sürdürülüşünde de insanları aldatma çabalarını sürdürüyor.
Bu durum, işkencenin baş sorumlularından görünüşte işkenceye karşı çıkan burjuva hümanistlerine kadar geçerliliğini korumakta. ''İnsanın doğasında varolan şiddet öğesinin açığa çıkması'', ''psikopatlık'' ya da ''sapıklık'' açıklamaları, burjuvazinin sözde bilim adamları, siyasetçileri ve psikologlarınca sürdürülmekten geri kalınmıyor.
Buna karşın, sorunun sınıfsal özünü tam olarak kavrayamamış olsa da, gerçeğe yaklaşabilenler var. Bunlardan biri diyebileceğimiz Qxford psikiyatristlerinden Antony SPONY işkence konusunda şunları söylüyor:
''İşkenceci, hınç, kin ya da sadizmle değil, yapmak zorunda olduğu bir iş gereği işkenceye başvuruyor. Üstlerinin verdikleri emirleri aynı hiyerarşik yapı içerisinde devam ettiriyorlar. Emirlere hiçbir biçimde itiraz etmiyorlar. İşkenceciler (...) karşıt görüşlü insanlara düşman olarak bakıyor ve bunun için de şiddete başvurmayı olağan sayıyorlar...''
İşkenceciyi harekete geçirenin emir-komuta zinciri olduğu gerçeğini ortaya koyan bu açıklama, işkencenin temelinde yatan olguyu eksik bırakıyor. Bu olgu; işkencenin SINIF POLİTİKASI olmasıdır. Bu nedenledir ki, işkence sınıflı toplumlar tarihi boyunca ''sömürünün payandası'' olarak, ona karşı gelişen mücadelelerle birlikte yaratılan ortak değerlere koşut, ama ona karşıt olarak biçimsel değişikliklerle hep uygulanagelmiştir. Sömürü devam ettikçe, işkencenin -artarak ya da eksilerek, şu veya bu biçimde- devam edeceği de bir gerçektir. Mücadele edilmesi gerektiği de...
Genel olarak iç içe geçmiş iki yönü vardır işkencenin: Birincisi, kişiye yönelik olanıdır. Kişiyi, düşüncelerinden, eylemlerinden vazgeçirmek, inançlarına ve yoldaşlarına karşı ihanete zorlamak, kendine güvenini sarsarak düzenin asalak bir savunucusu durumuna getirmek amaçlanır. İkincisi ise, topluma yönelen yüzüdür. Düzen aleyhtarı tavır ve eğilimlerin yok edilmesi, pasifize edilerek sömürüye ''razı'' edilmesidir amaç...
Bu iki yönden, esas olarak hedeflenen ikincisidir. Bireyi hedefleyen yönü, toplumu hedefleyen yöne hizmet eder.
Görülüyor ki, işkencede hedef yok etme değil, dönüştürmedir. Karşıt, karşıt olmaktan çıkarılabilirse; sömürünün ''istikrar''ı güvence altına alınabilir.
Sınıflar mücadelesi tarihi -bir yanıyla- egemenlerin, egemenlik altında tuttuklarına uyguladıkları her türlü baskının yanında, işkencenin de tarihidir.
Bu ilk sınıflı toplumda da böyleydi, daha sonra da...
Burjuvazi de kendinden önceki egemen sınıflardan farklı davranmamıştır. Ama o, daha ikiyüzlü ve gerektiğinde çok daha sinsidir.
İkiyüzlüdür; ''özgürlük'', ''kardeşlik'' diyerek feodalizme karşı kendi iktidarı için savaşırken emekçileri peşine takmış, sonra da yine kendisi tekmeyi vurmuştur savunduğu değerlere.
''Uygarlık'' demiş; atladığı gibi ''beyaz at''ının üzerine Afrika'nın ''yam-yam''larına, Amerika kıtasının yerli halklarına köle pazarlarıyla ve katliamlarıyla taşımıştır ''uygarlık''ını.
''İnsan hakları'' demiş; Austwich, Dachau gibi toplama kamplarını, Saygon zindanlarının ''kaplan kafesleri''ni, İrlanda'nın H-Bloklarını ''armağan'',diye sunmuştur.
Burjuvazinin tarihi, emekçilerin mücadelesinin kendisine kabul etmek zorunda bıraktığı, 1789 İnsan Hakları Bildirgesi, 1945 Birleşmiş Milletler Anlaşması, 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, l953 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, 1984 Birleşmiş Milletler İşkence Sözleşmesi, 1987 Avrupa Konseyi İşkence Sözleşmesi, vb.lerinin çiğnenmesi tarihidir.
Türkiye işbirlikçi burjuvazisinin tarihi de ''ağabey''lerinden farklı değildir. Farkı şudur ki; ''ağabey''lerinin, şu anda kendi topraklarında fazlaca yapamadıkları ve de şimdilik pek fazla gereksinim duymadıklarına, diğer ''küçük kardeş''ler gibi, emperyalizmin Türkiye'deki ''bizim çocuklar''ınca uygulanmaya şiddetle gereksinim duyulmasıdır.
''Gereksinim'' aciliyet kazanınca; Ziverbey Köşkleri, siyasi şube binaları, Metris, Mamak, Diyarbakır zindanları da emperyalist zulüm şebekesinin Türkiye kolunun, halklarımıza ''armağan''ı olmuştur.
Hangi dönemde olursa olsun işkencenin bir tek amacı vardır: Ezilen sınıfların kurtuluş mücadelelerini bastırmak... Biçimini ve şiddetini ise sınıf mücadelesinin boyutları belirler. Saltanatlarının çatırdadığını hissettikleri an egemen sınıflar, baskının ve şiddetin en vahşisine başvurmakta bir an bile duraksamazlar.
Bugün sistem olarak can çekişen kapitalizm, varlığını sürdürebilmek için tüm baskı araçlarına, özellikle işkenceye başvurmak zorundadır. Dünyada hızla yaygınlaşan ezilen halkların başkaldırısı, kapitalizmin varlık koşulu olan sömürüyü tehdit etmektedir. Burjuvazi artık dünya halklarını kolayca boyunduruğu altında tutamıyor. İdeolojik-kültürel aygıtları ne kadar muazzam örgütlenmiş olursa olsun ezilenlerin mücadelesini nötralize etmeye, saptırmaya, denetimi altına almaya yetmiyor. Egemenliğini sürdürmesi günden güne zorlaşan burjuvazi son çırpınışlarının verdiği çaresizlikle tüm vahşetini sergilemekten kaçınamıyor artık... İşkence, sistemin bütününde vazgeçilmez bir politika olarak sistematize edilmiştir. Bu politikanın somutlandığı yerler de özellikle bizim gibi yeni-sömürge ülkelerdir.
Kapitalizmin, çarpık ve daha baştan emperyalizme bağımlı geliştiği bu ülkelerdeki katmerli sömürü, zora başvurmadan sürdürülemez. Sınıf mücadelesini çarpıtacak ya da düzen sınırları içinde kontrol altında tutacak ideolojik-kültürel aygıtları yeterince gelişmiş olmadığından bu ülkelerin işbirlikçi egemen sınıfları için baskı politikasının sürekli gündemde tutulması tek yoldur.
Burjuva devrimini yaşamamış olmasından dolayı, kitlelerde demokrasi bilincinin geri olması, baskının ve işkencenin her çeşidinin pervasızca uygulanabilmesinin zeminini oluşturmaktadır. Kitlelere yönelik terör ve işkence olağan bir uygulama haline getirilmiştir.
Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, emperyalist ülkelerin ve işbirlikçi yönetimlerin yeni-sömürge halklarına uyguladıkları işkence ve katliamları dünya alem biliyor. ABD emperyalizmi, işbirlikçi iktidarları yönlendirmekle kalmıyor, işkencecilerini eğitip, uzmanlaştırıyor ve geliştirdiği yeni işkence yöntem ve aletlerini buralara ihraç ediyor. Dünyanın başına ''demokrasi'' havarisi kesilen ABD ve AET emperyalistlerinin bugün işkence aletleri üretimi ve ihracında baş sıraları çekmeleri, onların demokrasiden ne anladıklarının göstergeleridir.
Emperyalizmin yeni-sömürgesi olan ülkemizde de işkence, egemen sınıflar tarafından, sömürünün arttırılması ve sınıf mücadelesinin bastırılmasında etkili bir silah olarak kullanılmıştır. Devletin bekasında önemli bir işleve sahip olan işkence, değişik biçimler alsa da, süreklilik arzeden bir politika olarak hep gündemde olmuştur. Egemenlerin bu gerçekleri reddetmesi, yalan ve demagojilerle örtbas etmeye çalışması boşunadır. Çünkü bir dönem kendilerine başbakanlık yapmış olan ECEVİT'in sözleri bile bu demagojileri yalanlıyor:
''Türkiye'de yönetimler istese de istemese de öteden beri 'gelleneksel' olarak işkence yapılır. Açık rejimlerde yönetimler kararlılıkla üstüne yürürlerse işkence azalır. Kapalı rejim dönemlerinde ise büsbütün yaygınlaşır. Bu gerçekler bilinmezlikten gelinemez...'' Arayış Dergisi. sayı:7)
Evet, ECEVİT'in dediği gibi Türkiye'de işkence ''geleneksel'' olarak her dönem yapılmıştır. Açık faşizm dönemlerinde ise şiddet en üst boyutlarına çıkarılmış, sadece devrimci hareketle sınırlı kalmayarak yığınsallaştırılmış ve kitlelerin pasifikasyonuna yönelerek depolitizasyonu hedeflemiştir.
Bu dönemlerden biri olan 12 Mart açık faşist iktidarının işkenceleri, bunca yıla rağmen belleklerden silinmedi, 12 Mart, sınıf mücadelesinin nitel dönüşüm sağladığı bir dönüm noktasıdır. Faşist cuntanın generallerinden Memduh TAĞMAÇ'ın dediği gibi ''sosyal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçmiş''tir. Sosyal uyanışı bastırmanın yolu da Ziverbey Köşkleri, Harbiye Kışlaları, kontr-gerilla merkezleri, Kürdistan'da komando baskınları ve ''Balyoz Harekatı''ndan geçmiştir.
12 Mart işkencelerinin sorumlularından Faik TÜRÜN ve Turgut SUNALP'ın işkenceye ilişkin görüşlerini gazetelerden okuduk. Kişiliklerini ele veren bu iğrenç açıklamalar aynı zamanda pervasızlıklarını da gösteriyor. İşkence için ''münferit olaylar'', ''birkaç tokat, birkaç sopa'' vs. diyenlere 12 Mart açık faşizminin Ankara Sıkıyönetim Savcısı olan ve Deniz GEZMİŞ'lerin idamını isterik kahkahalarla seyreden, şimdinin DYP milletvekili Baki TUĞ bizim yerimize cevap veriyor; ''... Türkiye'de her zaman işkence olmuştur'' ve devam ediyor; ''... ama polisimiz yakalanan eşkıyayı, soyguncuyu nasıl konuşturacak. Devlet, düşmanları karşısında eli kolu bağlı kalamaz...'' Devlet eli kolu bağlı kalmamış, ''terörist'', ''anarşist'' ilan ettiği hakkını arayan binlerce emekçiyi, memuru, öğretmeni ve onların sesi olan devrimcileri işkenceden geçirmiştir. Baki TUĞ bu sözleriyle işkence yapmayı haklı çıkarmaya çalışmakta, işkence yapılmasını savunmaktadır. Ona göre, devrimcilere, ilericilere ve kendilerinden olmayan herkese işkence yapılabilir! Gariptir ki, işkencenin böylesine açıktan savunulduğu istisna ülkelerden biriyiz.
Açık faşizm dönemlerinde yığınsallaştırılan işkence, faşizmin gizli icrasının sözkonusu olduğu dönemlerde ise esas olarak Devrimci Hareketin militanlarına yönelir. Kitlelere yönelik terör ise çoğu zaman sivil faşist örgütlenmeler aracılığıyla sürdürülür. Sivil faşist örgütlenmelerin yetersiz kaldığı noktada ise resmi güçler devreye sokulur.
12 Mart faşist cuntasının geri çekilmesiyle birlikte işkencede belirgin bir azalma görülse de, sınıf mücadelesinin örgütlü bir yükseliş içine girdiği 1978'den itibaren, sivil faşist katliamların yanı sıra emekçi sınıflara yönelik saldırıların bir parçası olarak işkence tekrar sistemleştirilmiştir. 1978-80 arasında yirminin üzerinde devrimci-yurtseverin işkencede katledilmesi bunun göstergesidir. Bu süreçten sonra işkence olağanlaştırılmış ve sıradanlaştırıllmıştır. Emekçilerin uyanışı ve toplumsal muhalefetin yükseldiği her dönem bu böyle olmuş, telaşa düşen egemen sınıflar faşist katliamlarla yetinmeyerek, işkenceyi de pasifikasyonun etkili bir aracı olarak devreye sokmuşlardır. 1978-80 arası, bu değişimin yaşandığı bir süreçtir.
24 Ocak'la serbest bırakılan mal ithaliydi. Siyasi ifadesi 12 Eylül açık faşizmi olunca, işkence yöntemlerinin ithali de ''serbest'' bırakıldı!...
CIA'nın, Pentagon'un ''laboratuar''larında yeni-sömürgelere ihraç için üretilen işkence yöntem ve aletleri, 12 Eylül generallerince o denli beğenildi ki, hemen aldılar. ''Filistin'' askısıydı, tabutluklardı, kurt köpekleri ya da fosseptik çukuruydu ''ithalat'' ürünleri... Falaka gibi bir ''ata yadigarı'' veya elektrik gibi daha önce ithal ettikleri de vardı. Hepsini karıştırıp ''kokteyl'' halinde ya da sırayla uyguladılar ellerine düşenlere.
12 Eylülcüler, Şili'de olduğu gibi stadyumlara gereksinim duymadılar. ''Esmeralda'' gibi bir işkence gemileri de yoktu. Ama askeri kışlaları, işkencehaneye dönüştürülen okul, TEK, YSE, DSİ, Et Balık Kurumu binaları vardı. Gezici sorgu timleri, 5. katlarından insanların atıldığı emniyet müdürlükleri vardı.
Et ve Balık Kurumlarında ''dönüştürülen'' hayvan değil, insan etiydi!...
Türkiye halklarının yaşamına sokulan; elektrik şokuydu, falakaydı, ters-düz askıydı, soğuk su ya da fosseptik çukuru banyosuydu, ırza geçmeydi, kum torbasıyla ciğer patlatmaydı, kedi-horoz ya da kurt köpeği işkencesiydi, çırılçıplak soyma ve her türden aşağılamaydı... Kimilerine ''hayret'' verici gelebilir; Şili'de, Arjantin'de, Peru'da ya da Filipinler'de veya Güney Kore'de de aynıdır yöntemler. ''Hayret'' edilecek bir yanı yoktur; aynı merkeze bağlı ülkelerin ortak yazgısıdır bu. Değiştirmek için hiçbir özveriden kaçınmadığımız ve mutlaka değiştireceğimiz ortak yazgı...
Oligarşi ''uyutma''yı seviyor... Bazen, sopayla vurup yapmaya çalışıyor bunu, bazen de ''masal''lar ve ''ninni''lerle...
Kolay olmuyor. Hele ''masal'' ve ''ninni'' politikası şimdilerde hiç işlemiyor. 12 Eylül boyunca ''sopa''yla yapmaya çalıştılar. Tamamen başarısız oldukları söylenemez. Sesleri çıkamadı insanların. Baskıyla, terörle, işkenceyle zapturapt altına alınan toplumla alay edildi adeta; ''baskı, terör, işkence yok'' denilerek.
Açın bakın; en vahşice yöntemlerle imzalatılmış polis ifadelerinin altında ''hiçbir işkence veya baskıya maruz kalmadan imzalıyorum'' ibarelerine hepsinde rastlayacaksınız. İşin hukuksal yanını bırakalım bir tarafa, işkenceden yürüyemeyecek haldeki insanlarla dalga geçmektir yapılan açıkça...
''İşkence yok'' masalı, işkence trajedisinin 12 Eylül sürecinde ''komedi''lye dönüştürülmüşüdür. Bir kara mizahtır, işkencenin sorumlularının söyledikleri.
12 Mart ve 12 Eylül'de İstanbul Emniyetinin işkenceci başı olma ''onuru''nu taşıyan Şükrü BALCI, ''MİT Raporu''nda ''yeraltı dünyasıyla ilişkili olduğu, kaçakçıların hamiliğini yaptığı'' vb. iddialar yer alınca ne dedi, biliyor musunuz? ''İşkence altında elde edilmiş ifadeleri kullanıyorlar''!!!
Öyle mi Şükrü Efendi?!! DEVRİMCİ SOL, ne 12 Mart'ta yaptıklarını, ne de 12 Eylül'de yaptıklarını unuttu! Ne yardımcın Mahmut DİKLER, Hareketimiz tarafından cezalandırıldığında ''... bunlara öyle bir ders vereceğiz ki, polis otosunu gördüklerinde 500 metre öteden gidecekler'' dediğini, ne de Mahmut DİKLER'le ilgili operasyonda Selçuk KÜÇÜKÇİFTÇİ ve Mehmet Selim YÜCEL yoldaşlarımızı katledişini unuttuk!...
Kolay değil tabii... Hem bu devlete o kadar hizmet ver, devlete hizmet olsun diye ''devlet düşmanları''nı öldür, işkence yap; hem de aynı devletin MİT'i senin için ''kaçakçılardan, kadın pazarlamacılarından rüşvet yiyor'' desin. Harcanmak kolay değil tabii, bu kadar hizmetten sonra! Fakat, Türkiye burası. Neler olmuyor ki...
Evet, neler olmuyor?
''İşkence yok'' ninnisiyle uyutmaya çalışırlarken insanları, her söyledikleriyle batıyorlar biraz daha.
12 Eylül faşist cuntasının başı, ''işkence yapılıyor'' diyenlere, ''terane'' yanıtını veriyor.
Faşist cuntanın sivil devamcısı geri kalmıyor; ''işkence propagandaları maksatlıdır, dış mihraklıdır...''
Hızını alamıyor, devam ediyor; ''işkenceyi, bizi yıpratmak için solcu polisler yapıyor...''
Uyutalım derken, söylenenlere kargalar gülüyor, çocuklar da uyanıyor.
1982'den '85'e dek faşizmin resmi ağızları işkence iddiaları karşısında rakamlar yayınlıyorlar. Grafikleri olağanüstü eğriler çiziyor.
Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Prof. İlhan ÖZTRAK, 10 Mart 1982 tarihinde;
''... İşkenceden öldüğü iddiasıyla Uluslararası Af Örgütü'nce bize bildirilen 62 kişilik listenin 60'ı hakkında yapılan tahkikat sonucu bunlardan 18'inin işkenceyle hiçbir ilgisinin bulunmadığı, 15'i hakkında iddiaların doğru olduğu...''nu açıklıyor.
7 ay içinde işkencede ölüm grafiği müthiş bir düşme eğrisi gösteriyor bu kez (!) Faşizmin bir başka yetkili ve etkili ağzı olan Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Dairesi, Ekim 1982'de şu açıklamayı yapıyor:
''12 Eylül 1980'den, 4 Ekim 1982'ye kadar geçen süre içinde 204 kişinin işkenceyle öldüğü iddia edilmiştir. Konu ile ilgili yapılan soruşturma sonucu sadece 4 kişinin işkence sonucu öldüğü saptanmıştır...''
Orantıdaki tersliğe bakın ki, 7 ay önce 62 işkenceyle ölüm iddiası, 204'e yükselirken; aynı sürede resmen 15 kişi olan işkenceli ölüm, 4'e düşüveriyor. İşkence sonucu ölenler çoğalırken, resmi ağızlar birbirini yalanlayarak adeta ölüleri diriltiyorlar!!!
2 yıl sonra 1984'te aynı Genelkurmay açıklamasında işkence trajedisi üzerinde, komedi oynanmaya devam ediliyor:
''... 26 Aralık 1978'den bu yana (1984'e kadar, -bn-) işkence ve kötü muamele sonucu ölenlerin sayısı 2'dir...''
Ve Ocak 1985'te ÖZAL Hükümetinin İçişleri Bakanı Yıldırım AKBULUT ''işkence sonucu kimse ölmemiştir'' diyerek oligarşiyi tüm günahlarından kurtarıyor!!! Halkın kullandığı bir söz vardır; ''buyrun cenaze namazına!'' Ama biz, daha önce Yıldırım AKBULUT'un ''işkenceciler ortaklığı''nın nasıl bir üyesi olduğunu belgeleyen bir örnek verelim.
Y.AKBULUT, öğretmen Sıddık BİLGİN'in Yzb. Ali ŞAHİN komutasındaki askerler tarafından öldürülmesinden sonra, Ocak 1986'da yaptığı basın açıklamasında; ''dur ihtarına uymamış, yaralamak maksadıyla yapılan ateş sırasında yaralanıp ölmüştür'' diyordu. Sıddık BİLGİN'in mezarı kazıldı ve görüldü ki ayakları bağlı... İşkence yapılmış ve üzerinde sayısız mermi deliği var... Gazeteciler, ''ayakları bağlı adam nasıl kaçar?'' dediklerinde, o ''işkencede kimse ölmemiştir'' diyen İçişleri Başkanı utanmazca ne yanıt verdi, biliyor musunuz?
''... Bunlar işin teferruatıdır... Neyi ispat edeceğiz?'' Şubat '88'de olaya katılan askerler anlattılar: İşkencede öldükten sonra ''öğretmen Sıddık BİLGİN'in cesedini yola yatırdık, ateş emri verildi, 40 kişi ateş edip cesedini sırtından delik deşik ettik.'' (Sabah 28.2.1988, abç)
Böylelikle ''işin teferruatı'' anlaşıldı!!!
Askeri savcı ve 2 No'lu Askeri Mahkeme yargıçları, yorum mu istiyorsunuz?
İŞKENCENİN KİRİ DEVLETİN KURUMLARINA OLDUĞU GİBİ SİZE DE BULAŞMIŞTIR.
Sakın ''hayır'' demeyin askeri savcı! Demeyin, çünkü bu davanın cilt cilt hazırladığınız kanımıza bulanmış iddianameleri burada! Demeyin çünkü, ifademizi alırken söylediklerinizi, ''işkenceden başka yol var mı?'' deyişlerinizi iyi biliyoruz.
Sizler de, askeri mahkeme üyeleri... Sizler de ''hayır'' demeyin. Çünkü, işkence karşısındaki tavrınızı iyi biliyoruz. Suç duyurularımız karşısındaki ''konuşturmam'', ''atarım'' tehditlerinizi, ''bir yerlere mesaj mı yolluyorsunuz (?)'' sözlerinizi iyi biliyoruz ve unutmadık. Sadece bizler değil, bütün demokrat kamuoyu iyi biliyor.
Ama mızrak çuvala sığmıyor, oligarşinin ve sözcülerinin çırpınışları işkenceyi gizleyemiyor. Unutmayın ki, ''işkence yok'' ninnisi artık uyutmuyor, kulak tırmalıyor!
En temel hak ve özgürlüklerin gaspedildiği 12 Eylül faşizmiyle birlikte, bir devlet politikası olarak kurumlaştırılan işkence ve işkenceciler korunmuştur; korunuyor.
700 binden fazla insanın işkenceli sorgulardan geçtiği, yüzlercesinin işkence tezgahlarında katledildiği, binlercesinin sakat bırakıldığı ülkemizde işkenceciler ellerini kollarını sallayarak geziyorlar. Bu da yetmezmiş gibi yaptıkları vahşetten dolayı ödüllendiriliyorlar. Faşizm, basınıyla, TV'siyle, radyosuyla tüm ideolojik ve kültürel aygıtlarını, işkenceci yüzünü gizlemeye ve işkencecilerini aklamaya yönelterek yoğun kampanyalar sürdürüyor.
Oligarşinin sözcüleri yaptıkları açıklamalarda işkencenin devlet politikası olmadığı, ''kendini bilmez bir-iki polisin işi'' olduğu yalanlarını sık sık tekrarlıyorlar. Ya da birtakım ilginç (!) matematik hesaplarıyla birtakım rakamlar verip ''binde on yedi gibi düşük oranda bir işkence var'' diye bu insanlık suçunu küçültmeye çalışıyorlar. Ülkeyi hanedan arpalığına çeviren ÖZAL'dan, 12 Eylül işkencecilerinin baş sorumlusu EVREN'e kadar tüm sorumlular, TV'de milyonlarca insanın yüzüne karşı bu yalan ve demagojilerini durmaksızın yineliyorlar. EVREN TV'de yayınlanan bir konuşmasında;
''... eskiden de vardı, şimdi de var, ama biz sorumluları yakalayıp yargı karşısına çıkarıyoruz'' diyordu. Oysa o zamana kadarki, yüzbinlerce işkence olayından sadece ''947 olay hakkında soruşturma açıldı, bunlardan 647'si hakkında koğuşturmaya yer olmadığı kararı verildi. 142 dava ise mahkumiyetle sonuçlandı. 34 dava ile ilgili yargılama sürüyor. 135 olayın soruşturması devam ediyor. 9'u tutuklu, 39'u tutuksuz sanık yargılanıyor. Sözkonusu zaman dilimi içinde (Eylül '80-Kasım '85) bu suçtan yargılananlardan 107'si hakkında mahkumiyet, 336'sı hakkında beraat kararı verildi.'' EVREN doğru söylemiyor. Doğru söylemiyor, çünkü, işkence emrini verenler, işkencecileri koruyanlar, işkencecileri başarılarından dolayı ödüllendirenler, emekçi halkımıza işkenceyi, baskıları, zindanları, işsizliği reva görenler gerçekleri açıklayamazlar. Aksine yalan ve demagojilerle çarpıtmaya çalışırlar.
Evet, işkencecilerden çok küçük bir bölümü mahkemelerde ''yargılanldı'', yargılanmak zorunda kaldı, ama verilen ''ceza'' çoğunlukla bir yıl hapis ya da 6 ay memuriyetten mendi. Yani, işkenceyle adam öldürmekten bir polis suçlu bulunup, mahkumiyetine karar verilse bile, en fazla bir yıl sonra yine ''işkence tezgahının'' başına geçebilir demekti bu; duvara slogan yazmanın 10 yılla cezalandırıldığı ülkemizde. Kaldı ki mahkum edilen işkencecilerin çoğu bu cezalarını bile çekmemiş, görevlerine hem de terfi ettirilerek devam etmişlerdir. Bursa Emniyetinde hakkında işkence davası açılan komiser Hasan ÖZDEMİR'in Ağrı Emniyet Müdürlüğüne, İstanbul l.Şubeden Ümit BAĞBEK'in Kadıköy Emniyet Amirliğine atanması faşizmin işkencecilere karşı olan ceza(!) mantığını göstermektedir.
Bunlar sadece gizlenmeyip, dava açılmak zorunda kalınan sayılardır. Askeri mahkemelerde bulunan 50 bin dosya işkence ve işkenceciler hakkında yapılan, yanıtsız kalan suç duyurularıyla doludur. Bu başvurular incelenmeye bile alınmadan hasıraltı edilmiştir. Beş generalin iki dudağı arasından çıkan sözlerin kanun sayıldığı 12 Eylül açık faşizminde, bu ''kanun''ların uygulayıcısı olan askeri savcılar ve mahkemeler de bu işkencecileri korumuş, kollamış ve onların suç ortağı olmuşlardır.
Burada görülmekte olan DEVRİMCİ SOL davasının dosyaları da, işkenceciler hakkında suç duyurularıyla doludur. Ama sizler ''bizi ilgilendirmez, başvurularınızı sıkıyönetim komutanlığına yapın'' diyerek bu taleplerimizi vurdumduymazlıkla geri çevirdiniz ve işkencecileri cesaretlendirdiniz. Binlerce kişiye işkence yapılması, onlarcamızın sakat kalması ve işkencede katledilmesi nedense sizi ''ilgilendirmiyor''du.
''Biz işkenceyi tasvip etmiyoruz. Ama bu beyinleri yıkanmış kızlı-erkekli tedhişçilerin sırlarını ve örgütleri hakkında bilgileri kolay vermeyeceklerini de anlamamız gerekir'' (Yankı, sayı 525)
Faşist cuntanın sözcüsü Amiral Işık BİREN yabancı bir gazeteye yaptığı açıklamada böyle diyordu. Yani onlar da işkenceye karşıydı(!) Ama polisler ne yapsın, ''militanları çözmek'' için işkence yapmak ''zorunda'' kalıyorlardı(!) Kimileri de polisi ''çaresizlikten işkence yapıyor'' diye göstererek korumaya çalıştı.
İşkenceciler sadece korunmakla kalınmadı. Ödüllendirildiler de. Aralarında TKP'li Mustafa HAYRULLAHOĞLU ve yoldaşımız Ahmet KARLANGAÇ da olmak üzere onlarca devrimciyi işkence tezgahlarında katleden ve haklarında açılan davalar henüz sürerken İstanbul Emniyeti 1. Şube polisleri ''işkencecileri yakalıyor ve cezalandırıyoruz'' diyen baş işkenceci EVREN tarafından işkence yapmakta gösterdikleri ''üstün başarı ve sebat''tan dolayı ödüllendirildiler.
Ankara Emniyeti'nde işkence merkezi DAL polislerinden Mehmet YILMAZ hakkında onca işkence davası açılmışken,1982'de önce ikramiyeyle ödüllendirilmiş, sonra da takdirname ile taltif edilmiştir. Tüm bunların ardında yatan, 12 Eylül faşist cuntasının ve bugünün yönetiminin suç ortaklığını gizleme çırpınışlarıdır.
Faşizm ülkemizde hiçbir zaman işkencenin ve işkencecilerin üzerine gitmemiştir, gidemez de. Çünkü temel dayanaklarından biri olan işkenceyi kurumlaştıran yine kendisidir. Toplumsal baskı karşısında göstermelik bir-iki işkenceci komik cezalara çarptırılsa da, bu, bütün için parçanın feda edilmesidir. ÖZAL'ın işkence olaylarını ''bir-iki kendini bilmez polisin işi'' gibi göstermesi de bu düşüncenin ürünüdür. Böylece yıpranmış bir-iki işkenceci feda edilerek, kuruma zarar verilmesi engellenmiş olmaktadır. ''İşkence yok suimuamele var'', ''polis üç tokat atarsa işkence olmaz'' vb. açıklamalar işkenceyi kurum olarak korumaya yönelik çabalardır.
Devede kulak bile olmayacak denli önemsiz olan işkencecilerin bu cezalandırılmaları(!) bile yine, işkenceciler tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. İşkencenin hem bir devlet politikası olarak kurumlaştırılıp teşvik edilmesi, hem de tepkiler karşısında bazı işkencecilerin göstermelik yargılanıp komik cezalara çarptırılmasını anlamayan bazı işkenceciler, ''devlet bizi önce kullanıyor, posamız çıkınca da bir kenara atıyor'' diyerek itiraflara başlarken, daha bilinçli kesim ise, kapalı da olsa tehditler savurmaktan kendini alamamaktadır. İstanbul'da TKP'li olduğu gerekçesiyle gözaltına alınıp, işkencede katledilen Mustafa HAYRULLAHOĞLU'nun katilleri on yıl ceza aldı diye İstanbul Emniyet Siyasi Şube Müdürü Mete ALTAN, kendisine verilen ''yılın polisi'' ödülünü reddederek ''devletin bekası için çalışan görev arkadaşım ceza almışken ben ödül kabul edemem'' deyip suç ortaklığını ilan ediyor, hem de devlet için çalışan işkencecilerin cezalandırılmasını protesto edip ''bir yerlere mesaj'' gönderiyor.
Polis teşkilatının başı, dönemin Emniyet Genel Müdürü Saffet A.BElDÜK'de işkencecilere kol kanat geriyor ve bunu basına, ''biz işkencecilerin iyi niyetle çalıştıklarına inanıyoruz. Onlar işkence yapacağım veya kötü muamele yapacağım diye yapmamışlardır'' şeklinde yaptığı pervasız beyanlarla gösteriyordu.
Evet, tekrar tekrar söylüyoruz, ülkemizde işkenceciler korunuyor ve özendiriliyor. Çünkü işkence kurumlaştırılmıştır. Bir devlet politikasıdır.
Eğer o dönemin İçişleri Bakanı Yıldırım AKBULUT, işkence iddiaları karşısında cansiperane gösterilere girerek, ucuz demagojilerle, işkence iddialarını hasıraltı etmeye çalışıyor ve işkencecilerin cezalarının arttırılması için verilen yasa tasarılarına saldırgan bir tutumla karşı çıkıyorsa;
Bu İçişleri Bakanının başkanlığına getirildiği TBMM'de 17 milletvekili kalkıp, ''12 Eylül işkencelerinden biz de nasibimizi fazlasıyla aldık'' diye iddia ettiği halde hiçbir kurum soruşturma dahi açmıyorsa;
İşkence gören milletvekilleri bile işkenceciler hakkında dava açtıramıyorsa, hakkını arayamıyorsa, sıradan vatandaş nasıl olup da işkenceciler hakkında soruşturma açtıracaktır?
Eğer bu ülkede kimse işkencecilere dokunamıyorsa, korunuyorlarsa, işkencenin devamı isteniyorsa;
İşkence gören milletvekillerinden biri olan Mahmut ALINAK'ın ''gelin işkenceyi yok edelim'' çağrısına iktidar milletvekilleri hakarete varan tepkilerde bulunuyorsa;
Daha da önemlisi, Mahmut ALINAK'a işkence yapanlardan biri olan eski Kars Emniyet görevlilerinden Erkan KEMALOĞLU, aynı mecliste milletvekili olarak bulunuyorsa;
Eğer sivil cuntanın Başbakanı ÖZAL kalkıp, ''işkence yok, suimuamele var'', ''iki-üç tokatla işkence olmaz'', ''solcu polisler iktidarımızı kötülemek için işkence yapıyor'' diyerek işkenceyi ve işkencecileri aklamaya çalışıyorsa;
Eğer ''adalet'' dağıttığını söyleyen mahkemeler ''ikrarlarda anlatılanların doğru olması halinde (neye göre saptanıyorsa bu) sırf yasal olmayan bu şekilde elde edilmiş ikrar olduğu gerekçesiyle kabul edilmemesi hiçbir mantık kuralına uymaz'' (13 Nisan 1986 Cumhuriyet Gazetesi) ya da 12 Mart faşizmi döneminde olduğu gibi işkence iddiaları için, THKP-C davasına bakan I.Ordu 3 Nolu Synt Mahkemesi de ''...dayak iddialarının tahlilinde, netice bakımından bir fayda olmadığını, çünkü dayağın doğruyu söyletmek için mi, yoksa yanlış beyanlar almak için mi atıldığının tespitine imkan olmadığı, bu bakımdan lüzum olmadığı...'', diye kararlar alarak işkencecileri daha fazla işkence yapmaya teşvik ediyorsa ve onlarca mahkeme, işkencede katledilenler ve tanıkları ortadayken ''yeterli kanıt bulunamadığından''(!) diyerek eli kanlı işkenceci katilleri gönül rahatlığıyla aklıyorsa, bu ülkede işkence bir devlet politikası olarak kurumlaştırılmıştır.
Bu ülkede işkenceciler korunmakta ve ödüllerle taltif edilmektedir.
Ve ''işkencecileri cezalandırıyoruz'' sözleri de diğerleri gibi sahtekarca söylenmiş koskocaman bir yalandır.
''...müştekinin DEVRİMCİ SOL sanığı olarak ağır suç isnatları karşısında günün şartları da düşünülerek yakalanırken emniyet mensuplarının basit bir suçtan sanığın yakalanması gibi, nezaket kaideleriyle hareket etmeyeceğinin tabii bulunması...'' (İstanbul Synt. Kom. Baş Savcılığı, 1982/1591 sayı, 1982/1591 esas ve 1984/100 karar no'lu ve 12.6.1984 tarihli kovuşturmaya yer olmadığı kararından)
Karar ibret vericidir. Düşünün, bir insan elinde işkence gördüğüne dair doktor raporu ile geliyor ve suç duyurusunda bulunuyor; askeri savcılığı ise, ''ne yani, nazik mi davranacaklardı'' diyor. Sonra da birileri var güçleriyle bağırıyorlar: ''İşkence yok!!''
Bırakalım DEVRİMCİ SOL'cu olmayı, DEVRİMCİ SOL'culuğundan dahi şüphelenilmek, bu nedenle sanık olmak işkence görmek için yeterlidir bu ülkede. Savcıların yukarıdaki kararı verebildiği bir ülkede siyasi şube, polis veya jandarma karakolu, MİT; askeri kışla gibi yerlerde -hele hele DEVRİMCİ SOL'cu olarak- sorgulanmanın işkenceden başka bir yöntemle yapılması mümkün müdür?
Mümkün olmadığını ve bu davada yargılanan istisnasız herkese işkence yapıldığını, davanın savcı ve yargıçları olarak çok iyi bildiğinize eminiz.
O nedenle ''bizlere işkence yapıldı mı, yapılmadı mı'' gibi gereksiz bir tartışmaya girmek ve davada yargılanan tüm insanların işkence gördüğüne sizleri ikna etmeye çalışmak gibi bir niyetimiz yok. Hâlâ ikna olmadınızsa, bundan sonra da olmazsınız! Bundan eminiz.
Ama bilin ki, İstanbul Emniyet Müdürlüğünün I.Şube ve II.Şubesi başta olmak üzere, Ataköy, Fatih, Eyüp, Üsküdar emniyet müdürlüklerinin, mahalli polis ve jandarma karakollarının, Harbiye'nin, Samandıra'nın, Kabakoz'un, Hasdal'ın, Davutpaşa'nın Otağlı Hümayun'unun, MİT binalarının duvarlarında sorgu adına yapılan işkence sesleri hâlâ yankılanıyor. ''Üç maymunu'' oynamayı bıraktığınızda çok şeyi görecek, duyacak ve konuşmak zorunda kalacaksınız. Yeter ki kıbleniz oligarşi olmasın! Yüzünüzü halka dönün.
Sadece bizler değil, onbinlerce devrimci, yurtsever geçti işkence tezgahlarından. Bugün de geçmeye devam ediyor. Her gün yeni çığlıklar yükseliyor işkence odalarından. CIA'nın işkence okullarında eğitilmiş uzmanların yönlendiriciliğinde büyük bir iştahla acı üretmeye devam ediyorlar. Biz, bu davada yargılanan tüm insanlara işkence yapan, bedenimizi deney tahtasına çeviren DEVRİMCİ SOL polis timinin yaptıklarının üzerinde durmak istiyoruz. Savunmamızın başka bölümünde isimlerini verdiğimiz bu ''işkenceciler çetesi''nin yaptıklarını bir kez de bizim ağzımızdan dinleyin, dinleyin ve işkence vahşetinin bugün de devam ettiğini unutmayın. Dinleyin ve oligarşinin yıkılana dek, yıkılmamak için sürdüreceğini de aklınızdan çıkarmayın!
Mahallenin küçük karakolundan, siyasi şubeye dek işkencecilerin en açık kullandıkları yöntemdir, falaka ve kaba dayak.
3-5 ''sorgucu'' denen işkencecinin arasındasındır. Top gibi oynarlar seninle. Yumruğun ve tekmenin nereden geleceğini bilmezsin. Ağzından boşalan kanla birlikte gelen çoğu zaman dişlerindir. Bazen çenen kırılır, bazen de burnun ama mutlaka değişen suratının ''coğrafya''sıdır!
''Sorgu'' yoktur burada; soru sormaz işkenceci. ''Şok'' yaratılmaya çalışılır. Çalışılır ki, kafan çalışmasın, beynin dumura uğrasın istenir.
Sadistçe bir zevk alarak, hayvanlar gibi sesler çıkarmaya başlarlar. Küfürün sınırı yoktur. Tüm ahlaki değerlerin ayaklar altına alınır. ''Yıkım''dır, yaşamanı istedikleri. Konuşulanların ayırdına pek varamazsın, ama korkunç bir uğultudur, hissettiğin. Bilinçli düşünemiyorsan eğer, işkenceci amaca varmış hisseder kendini. Amaç, bilinçli düşünmeyi yok etmek, ''kurtuluş''unun olmadığı mesajını vererek işkencenin ''kadr-i mutlak'' bir güç olduğuna seni inandırmaktır. Esas amaca erişmede ilk aşamadır bu, ilerki günlerde genellikle uygulanmayacaktır, ama ilkin ''şok'' yaratmalıdır ki, ''dönüştürme'' işlemi başarılı olabilsin.
Ardından kaba dayağın bir başka biçimine geçilir, falaka! Bir ''soluk''luk fırsat tanımak istemez işkenceci. ''Şok'' sürdürülmelidir. Sopaya bağlanıp kaldırıldığında ayakların, başlamıştır falaka: Her vuruşta yüreğine işler acı... Asıl istenen ise bilincine kazınmasıdır ki, bilince kazınan korkuya, korku teslimiyete dönüşebilsin.
Bir, iki, üç... elli, altmış... diye sürer gider. Bir an gelir ki, kızaran ve daha sonra morarıp şişen tabanlar patlar... Akan simsiyah kanla birlikte irindir. Acı artar. Artan acıyı hisseden işkenceci ise daha da zevklenir, iştahlanır. Ama her şeyin bir sınırı vardır; sık sık bayılmaya, acı süreklilik-tek düzelik kazanmaya başlayınca işkencecilerin işine yaramazsın. Daha önlerinde 89 gün vardır, sabırla uğraşacaklardır seninle. Bu nedenle ilk ''fasıl'' sonrası hücreye yollanır ya da zincire vurulup bir kalorifer borusuna, bekletilirsin.
Tabii, bu durum biraz da ilk anda elde etmek istedikleri bilginin önemine bağlıdır. Diğer yöntemlere de hemen geçilebilir. Standart değildir uygulamalar. Senden istenilene, konumuna, direnme gücüne göre değişir çoğu kez.
Manyeto çevrilir ve sağlanan doğru akım enerjisiyle şiddetle gerilirsin. Yaşadığın, sürekli ve en şiddetlisinden kramp halidir. Elektrik kabloları nerene bağlanmışsa o noktadan sarsılırsın. Sismik aletlerle bulunur doğada oluşan depremin ana üssü. Elektriğin vücutta yarattığı depremin ana üssünü bulmak için hiçbir alete gerek yoktur; takılmaya başladığında kablolar, bilirsin nereden geleceğini.
Kablonun biri sabittir genellikle ve ayak parmaklarından birindedir. Diğeri gezinir; kulak memesindedir bazen, bazen de diline ya da dudağına değer, veya cinsel organına bağlanır. Bu arada kovayla su boşanır üstüne ki, bakırdan daha iyi iletici olabilesin. Böylece daha bir şiddetle ve derinden sarsılırsın.
İşkenceci ''yaratıcıdır''(!) Yaptığı işi adeta kutsar! Belki de dahi bir ''salnatçı''dır(!) kendi gözünde. Salt kurulan ve üzerimize salınan basit bir oyuncak değildir. Emri veren devlet, perspektifi de verir ve bazı teknik ''ustallık''larını gösterir işinin. O ise, zenginleştirir. Zenginlik birikim ister, yılların birikimine sahiptir.
Elektrik mi verilecek? Der ki, ''etkiyi artıralım'', bir bakarsın makatına ya da cinsel organının içine sokulan ince metal bir çubuktur. ''Doktor ustalığı''yla yapar işini ve çubuğa bağlanan kablo ile birlikte çevrilir manyeto... Duyulan acı anlatılmaz, yaşanırsa bilinir. Sen acıyı, o ise sevinci yaşar. Onun sevinci, senin acındır. Onun sevincini yok etmenin yolu ise direnişin sürmesidir. Akıldan çıkarılmaması gereken budur; DİRENİŞ!
Elektrik biter askı başlar. Ya da tam tersi. Sıraya uyma diye bir kuralı da yoktur işkencecinin. İkisi bir arada da olur. Askıda çırılçıplak sallanan bedenindir. Kolların giderek gerilir ve ''kopsa da kurtulsam'' denecek noktaya gelir. Kopmaz kahrolasıca! Kan dolaşımı durur o bölgede, duymaz olursun ellerini, kollarını. İşkencecinin ölçüm aletleri vardır, çakmak ya da kibrit. Yakar parmaklarını. Hissetmiyorsan -eğer kangren yapıp kolunun kesilmesini sağlamak değilse niyeti- indirilirsin. Dedik ya, işkenceci yaratıcıdır! Etkiyi artırmak, kısa sürede sonuç almak için ayağına ağırlık bağlar ya da askıdayken verir elektriği.
Birçoğumuzun şu ya da bu ölçüde sakattır kolları. Hâlâ uyuşur bugün bile. Sinirleri zedelenmiştir ya da kullanamayacak denli sakatlığı olanlar da yok değildir. İnsan vücudunda en fazla tahribat yapanıdır askı işkencesi.
Tarih boyunca sömürücü egemenlerin, halka karşı kullanageldikleri iki vazgeçilmez silahları olmuştur: Cellatlar ve papazlar!..
Sınıf mücadelesinin her adımında geçerlidir bu ikili. Cellat vurmadan boynunu, papaz ''günah''larından arındırır. Sınıf mücadelesinin bir adımı olan işkencede de oynanır bu oyun.
''Cellat''lar vardır; yüzünü göstermez, devasa bir ''güç'' olduğuna inandırmak ister seni... Kabadır, vahşidir. Acımasızlık sembolüdür karşında. ''Vur'' dediler mi, öldüren cinsinden biri olarak gözükür.
Bir de ''papaz''lar vardır, genellikle gözbağın yoktur seninle konuşurken. Konuşmaya başladığında şuna benzer: ''Sen bir günahkarsın, burası ise günah çıkarma yeri... Arınmalısın günahlarından. Anlatmalısın... Bak ne güzel olacak her şey... Bre cahil çocuk bilmez misin ki işlediğin günahlarla kızdırmışsındır efendileri... Halbuki, bağışlayıcıdır onlar... Güven onlara, boyun eğ düzene... Sana mı kalmıştır kötülükleri yok etmek... Tanrı istemiştir bunu, tevekkül etmekse senin görevindir... Hadi başla günahlarını anlatmaya... Rahatla...''
Cellatın fiziksel saldırısının psikolojik açıdan tamamlanmasıdır papazın söyledikleri. İkna olmadınsa, ''günah benden gitti'' der papaz ve gözlerin kapatıldığında karşında duran cellatlardır. İşkencenin fiziki yanı tekrar başlar. Ama akıldan çıkarmamak gereken bir şey vardır; papaz da cellat da aynı kişilerdir. Sahne değişince maskeleri de değişir. Seninle biraz önce konuşan, ''iyi niyet'' gösterileri yapan, biraz sonra da eline elektrik kablosunu alacaktır.
''İyi polis, kötü polis'' oyunu, papaz-cellat misyonuyla işte böyle sahnelenir.
Başta da söyledik; işkenceci yaratıcıdır (!) Yaratıcılığı CIA laboratuarlarında başlamış, Türkiye'deki ''çocukları''nda devam etmektedir. DEVRİMCİ SOL polis timi de böyle çalışır.
Hava soğuksa, hele bir de kar yağıyorsa gün doğar işkenceciye: Ya soğuk su dolu küvete sokulursun çırılçıplak ya da tazyikli su ile yıkanırsın. Arkasından betona yatırılırsın veya açık havaya çıkarılırsın. O da olmazsa vantilatör çalışır karşında. Her türlü hastalık kapılabilir artık. Fakat bir de insan vücudunun olağanüstü ve otomatik olarak harekete geçen direnç mekanizması vardır ki, bugün bile hayret ederiz ciğerlerimizin nasıl soluk alıp verdiğine. Tabii ki birçoğumuzda o günün etkileri yok değildir...
Sürer işkence diğer yöntemlerle...Bazen kırık cam parçaları üzerinde yürütülürsün. Bazen iki işkenceci omuzlarından, ikisi ayaklarından tutup ters yönlere çevirirler. Acıyla sarsılırsın.
Kimi zaman cinsel organlara sokulan kırık cam parçaları, ya da pürtüklü demir çubuktur, kimi zamanda cop... Ağır psikolojik tahribattır amaçlanan, fiziksel tahribatın yanısıra. Testislerin sıkılarak ezilmesi de sıkça uygulanan bir yöntemdir.
Vücudun tüm duyarlı noktaları, işkencecinin ''icraat-ı sanat'' eylemesinin alanıdır. Sigaranın zararları bilinir. Ama bir alışkanlıktır içen için, ona zevk verir. Normal zamanda sigara için bunları düşünürsün. Hiç aklına gelmez işkencecinin silahı olabileceği. İşkenceci ise her şeyi düşünür. Ve basıverir göğsüne, sırtına, ensene, koluna ya da bacağına, yanan sigarayı. Söndürmek için kül tablasına bastığında sigarayı, bir anormallik yoktur... Peki insan etine bastırıldığında??? Çığlıktır gırtlaktan çıkan ya da haykırış... İşkenceci ise aşağılıkça sorar, ''ne o, acıdı mı?''
Tırnak ete battığında doktor tarafından uyuşturularak operasyon yapılır ve çekilir. Bu durumda tırnak ölmüştür ya da duyarlılığı çok azalır. Bu davanın savcısı ve yargıçları, sizlere sormak istiyoruz: Tırnağı etinden diri ayrılan birinin çığlıklarını duydunuz mu hiç? Ya da, tırnağınız battığı için etinize, doktora gidip çektirmek zorunda kaldınız mı? Eğer kaldıysanız, kıyaslayın, bir de düşünün... Düşünün ve DEVRİMCİ SOL'cu olduğu için ya da DEVRİMCİ SOL sempatizanı veya yurtsever, demokrat olduğundan bu davada yargılanan yüzlerce insana hangi yöntemlerle dava açıldığını anlayın.
Bitmedi anlatacaklarımız işkence yöntemleri üzerine. DEVRİMCİ SOL polis timinin işkencedeki uzmanlığı gerçekten ''takdire şayan''dır! Hem Kenan EVREN değil midir, DEVRİMCİ SOL polis timindekilere ''en iyi işkenceci'' olduklarından hiç kuşkusu olmaksızın ödüller veren? Onlar gerçekten de ''taltif'' edilmeyi hak etmişlerdir(!)
Saçlar güzelliktir, estetik ölçüler içinde değerlenir. Şiirde geçer, şarkıda geçer, hep bir güzellik ifadesi olur. Ama işkencecinin elinde sana karşı kullanılan bir silahtır. Bıyığın varsa yine işkencecinin silahı olur. Göğsündeki kıllar bile. Saçlardan tutup yerde sürükleme zevkini tadar işkenceci, tutam tutam yolmak zevkine eriştiği gibi. Bıyıkların da yolunmaya başlanır... Müthiş bir acıdır yaşanılan...
Kolay değildir katlanmak. Kolay olmayan zaten devrimciliği seçmektir. Ama bir kez seçildiğinde katlanılmalıdır acıya. Onca acıya karşın ihanet etmemek halkına ve yoldaşlarına, dimdik durabilmek ve ödün vermemek onurundan... Özveri ister, ama en büyük mutluluktur... Direniş insanı yüceltir... İşkenceci ise yenilmektedir, yenilirken daha da çirkinleşir. Görev: İşkenceciyi çirkinleştirmektir.
Aşağılıktır işkenceci. Aşağılıktır fosseptik çukuruna sokarken seni; aşağılıktır özel kum torbasıyla dövüp böbreğini, karaciğerini adeta patlatırken; aşağılıktır yok etmek için, özel karışımlı ilaçlar içirirken; aşağılıktır kadına ya da erkeğe tecavüz ederken, cop sokarken; aşağılıktır kafanı duvardan duvara çarpıp kan revan içinde bırakırken; aşağılıktır çırılçıplak soyar, günlerce aç susuz bırakır, ağza alınmayacak küfürleri eder, ailene-yakınlarına işkence yapar, işkence seslerini dinletir, ıssız bir yerde silahı kafana dayayıp silaha tetik düşürürken... Evet, aşağılık, bayağı ve alçakçadır her şey ama gerçektir ne yazık ki!..
Biz bunları yaşadık. Kimimiz bir fazlasını, kimimiz bir eksiğini yaşadı. Ama hepimiz yaşadık. Bu davada yargılanan herkes yaşadı. Tabii ki salt bizler değil, Türkiye'nin her bir köşesinde yaşandı bunlar, 12 Eylül boyunca. Veya yaşanmaya bugün de devam ediliyor. Yine işkencede sakat kalanlar oluyor, yine ölenler oluyor. Devam ediyor işkence... Artarak ya da eksilerek ama hep devam ediyor. Edecek de, ta ki yıkıncaya dek oligarşiyi, kovuncaya dek emperyalizmi. Biliyoruz ve yolumuzda yürümeye, oligarşiyle her alanda savaşmaya devam ediyoruz: edeceğiz!
12 Eylülcü faşistlerin işbaşına gelir gelmez, ilk icraatı halkın örgütlü kesimlerine saldırmak olmuştur. Devrimci Harekete vurduğu darbelerin gücüne bağlı olarak kitleleri daha kolay sindirebileceğini bilen faşizm, bu amaçla Devrimci Hareketi çökertmek için her yola başvurdu. İşkence ise, bu saldırının odağına oturdu.
İşkencecilerin ilk andaki amacı, bilgi almak, kişiyi örgüte ve yoldaşlarına zarar vermeye zorlamaktır. Kişi, burada düşmanın taktik üstünlüğü ve işkenceleri karşısında yalnızdır. Gerek düşmanla, gerekse kendisiyle hesaplaşması en şiddetli boyutta sürer. Ve bu hesaplaşmada düşmanın üstün durumu karşısında ona direnme gücü veren tek şey halkına ve davasına olan bağlılığıdır. Bu anlamda işkence tezgahları önemli bir sınav yeridir. Düşmanla dolaysızca girilen savaşımın alanı olan işkence tezgahında gösterilecek bir anlık zaaf, yenilginin ilk adımı olacaktır.
Unutulmamalı ki, bu sınavdan olumlu ya da olumsuz geçerek sonuçta yenen ya da yenilen birey olmasına karşın bunun kitlelere yansıması çok daha boyutlu olmaktadır. Yenilgi salt işkencecileri cesaretlendirmekle kalmayıp, toplumun her kesimine yılgınlık ve güvensizlik tohumları eker. Zafer ise, salt işkencecilere vurulan bir tokat değil, esas olarak direniş ruhunun kitlelere taşınmasıdır.
Bu hesaplaşmada devrimci tavır, işkencecilerin varmak istedikleri amacın önüne bedenini ve bilincini dikmek olacaktır. İşkence tezgahları devrimci direnişin kalesi olmalıdır. Hiçbir koşulda örgüte ve yoldaşlarına zarar verecek hiçbir bilginin verilmemesi, hiçbir belgeye imza atılmaması, yazı yazılmaması ilkemiz olmalıdır.
12 Eylül sürecini bu yanıyla değerlendirdiğimizde sol genelde iyi bir sınav veremedi, olumsuzluklar sergiledi. Hareketimizin unsurlarının da bu sınavdan tümüyle başarılı geçtiği söylenemez. Direnme ilkesi tüm yoldaşlarımızca yaşama geçirilemedi. Birçok zayıflık, yanlışlık ve eksiklik görüldü.
Bu durumu Hareketimiz saptamış ve 1983 Ocak'ında çıkardığı Hareketimizin Gelişimi ve Devrimci Mücadele isimli broşüründe şöyle değerlendirmiştir:
''Hareketimiz küçük-burjuva ve proleter ideolojinin çatışmasının yaşandığı süreci aşıp, küçük-burjuva zaaflarından yeterince arınamadığından, işkence karşısında örnek tavırların yanında zayıf reformist örnekler de vermiştir. Ve mücadelenin kitlesel karakterli oluşu, profesyonel örgütlenmelerle kitle ilişkilerinin gizlilik kuralları içersinde yeterince disipline edilememesi bu durumu daha da olumsuz hale getirmiştir. Egemen güçlere teslim olma, örgütsel varlığı ortaya çıkarmak konusundaki tavrı açıktır.''
Evet, Hareketimiz durumu değerlendirmiş, olumsuzlukların nedenlerini saptamıştır.
Nitekim, işkence karşısında gösterilen anlık zaafın bir devrimci için her şeyin sonu olmadığını, devrimci yaşamın bir ömür boyu sürmesinin gerektiğini kavrayan yoldaşlarımız, yaşadıkları deneylerden olumlu dersler çıkartıp; cezaevlerinde ve dışarıdaki yaşamlarında yıllarca özverili, disiplinli çalışmallarıyla, ölüm pahasına süren direnişlerde, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında en ön safta yerlerini alarak zaaflı-eksik-zayıf yanlarını gidermesini bildiler. Kendilerini yeniden yarattılar.
DEVRİMCİ SOL militanları bugün düşmanla yüzyüze geldikleri her yerde Marksizm-Leninizmin bayrağını yüksekte tutuyor, işkence tezgahlarında direniş türkülerini gür sesleriyle söylüyorlar ve çıkarılan derslerin üzerinde yükselen direniş geleneğinin yaratıcıları oluyorlarsa, bu, Hareketimizin sorunlara doğru teşhisinin ve sabırlı, inançlı çalışmasının ürünüdür. Bundan onur duyuyoruz.
Sezar, en güvendiği kişi olan ''BRUTUS'' tarafından hançerlenirken ''sen de mi BRUTUS'' demekten kendini alamamıştı.
Bekçi Ali KARABACAK, silahı gaspedildiği için tanık olarak geldiği İstanbul DGM'deki duruşmada, ''... emniyette söylediğim halde beni sorguya çeken polisler, gasp olayında kadın da vardı diye beni söylettirmek istediler. Ben kadın yoktu dedim. Bilahare 'sen silahını satmışsın' diye tazyik ettiler. El ve ayak parmaklarıma cereyan verdiler. Beni bir saat (...) astılar'' şeklinde ifade verince, Mahkeme Başkanı, yerinden sıçrayarak ''sana da mı'' diye haykırıyor!... Mahkeme Başkanı, bekçinin tanıklığına çok güvendiğinden, bu sözler karşısında kendini hançerlenmiş mi hissetti, yoksa polislerin yaptığı karşısında ''bu kadar da olmaz'' tarzı bir tepki mi gösterdi, bilinmez... Ama, bekçinin anlattıklarının işkencenin boyutunu göstermesi açısından önemi su götürmez.
Bir başka olayda ise, polislerin kendi aralarındaki anlaşmazlığın bedelini ödeyen bir tanığın durumu duruşma tutanaklarına geçiyordu. 1986 tarihinde Ankara 1.Asliye Ceza Mahkemesinde görülen bir davada Ankara Emniyet Müdürlüğünde görevli komiser yardımcıları Lütfü DENİZ ve Naci UĞUR'un, yine komiser Ayşe UĞUR aleyhinde ifade alabilmek için tanık Bektaş AYYILDIZ'a işkence yaptıkları ortaya çıkıyordu. Elinde işkence raporu olan tanık Bektaş AYYILDIZ, ''artık mesleki çekememezlikten bile vatandaş payını alarak işkence görüyor'' diyerek kendisine nasıl ''tanık''lık yaptırıldığını çarpıcı şekilde belirtiyordu.
Örnekler o kadar çok ki, dikkatli bir gazete okuyucusu olmak yetiyor, tanıklara bile işkence yapıldığını görmek için.
Biz, iki örnekle yetindik. Peki, sizler; Savcı ve Yargıçlar... Sizler, bu davanın tanıklarının birçoğunun ifadelerini anımsıyor musunuz? Karagümrük Karakol baskını eylemiyle ilgili olarak tanık bekçilerin dediğini örneğin?... Veya onlarca tanığın, ''zapta yanlış geçmiş'', ''şubedeki teşhis zaptı ifademi kabul etmiyorum'', ''ben öyle bir şey söylemedim'' vb. deyişlerini?... Anımsadığınızı sanıyoruz, anımsamazsanız bile tutanaklar elinizde zaten...
Peki, ne düşünüyorsunuz acaba? Tanıklara bile işkence yapan, ifadelerini bilerek farklı yazan, imza attıkları ifadelerini okutmayan polislerin bizlere neler yaptığını, yapabileceğini düşündünüz mü hiç?...
Düşünmedinizse düşünün ve işkencenin boyutu hakkında bir fikir sahibi olun.
''Şimdi ben bu adamı yakaladıktan sonra mahkemeye gönderip idam etmeyecek miyim? Ona bir ömür boyu bakacak mıyım?''
12 Eylül Amerikancı faşist cuntasının şefi Kenan EVREN 3 Ekim 1984 tarihindeki Muş konuşmasında cezaevlerinde tutsak bulunan devrimcilere uygulanan politikaları böyle anlatıyordu. Kendisine hem savcı, hem yargıç hem de cellat payesi biçenlerin bu mantığının altında yatan baskı-şiddet-yok etme politikasını anlamak için hiç de dahi olmaya gerek yok. Çünkü niyetlerini meydanlarda açık açık haykırıyordu. Tutukluların en doğal hakları olan avukatla görüşmeyi bile çok gördüğünü içeren Alaşehir konuşmasında ise şöyle söylüyordu:
''Bu anarşistler ve teröristler şimdi de kendilerinin siyasi tutuklu sayılmalarını, idam cezalarının kaldırılmasını istiyorlar. Cezaevinde değil de sanki bir oteldeymişler gibi, avukatlarıyla görüşmek istiyorlar. Bazı yayınları izlemek istiyorlar...''
Cunta'nın niyetleri hakkında yoruma gerek var mı?
12 Eylül faşizmi ile başlayıp ''sivil'' ÖZAL iktidarında daha da yetkinleştirilip uzmanlaştırılan politikanın, emekçi halkı sindirebilmek, toplumsal muhalefeti etkisizleştirebilmek ve düzenin bekasını sağlayabilmek için kullandığı üç temel ayağı işkence, cezaevleri ve mahkemelerdir.
Tutsak alındıkları andan itibaren işkenceye maruz kalan devrimciler daha sonra da cezaevlerinde yıldırma ve teslim alma politikasının sonucu olarak toplu işkencelere uğratıldılar. Temelleri 12 Eylül'ün hemen öncesinde atılan ve uzun vadede sonuç almaya yönelik olan bu politika günümüze kadar çeşitli biçimlere bürünerek sürdü. Pratikten çıkarılan derslerle giderek daha da merkezileştirilip sistemleştirildi. Uluslararası sempozyumlarda belirlenen yöntemler, uzmanlaşmış subaylar, psikologlar, MENGELE özentisi doktorlar aracılığıyla uygulandı. Kimi zaman kaba işkence, kimi zaman hak gaspları şeklinde tutsakların karşısına çıkarılan bu politika, kimi zaman da tek tip elbise oldu.
Cezaevlerinin mimari yapısından, havalandırma saatlerine, ziyaret, avukat gibi yasal hakların kullanımından, askeri yaptırımlara kadar çeşitlilik arzeden bu politikanın tek hedefi vardı; tutsakları ''rehabilite'' etmek...
''Cezaevleri toplumun aynasıdır'' deyişi bizim ülkemiz için de geçerlidir. Yıllardır cezaevlerinde devrimci tutsaklara yapılan işkenceleri, baskıları defalarca anlattık. Kaldı ki sekiz yıldır buralarda sürdürülen direnişlerimiz ve bu uygulamalara karşı demokrat kamuoyunun ve ailelerimizin yükselttikleri protesto sesleri bile cezaevlerinde yapılanların şiddetinin göstergesidir. Ve cezaevlerindeki bu uygulamalar tüm toplumu da kapsamaktadır.
''... Orası cezaeviydi. Hastane, okul, aşk gemisi ve yat kulübü değildi. Benden öncekiler iyi davrandıkları için başarılı olamamışlar.'' (Milliyet, 12 Eylül 1988)
Bu sözler bir süre önce kamuoyuna açıklamalarda bulunan Mamak Askeri Cezaevi eski komutanı emekli albay Raci TETİK'e ait. ''Benden öncekiler başarılı olamamışlar'' derken, egemen sınıflar açısından başarının devrimci tutsakların teslim alınması olduğunu ve bunun da iyi davranmakla değil, işkenceyle olacağını itiraf etmektedir.
Teslim almak... İşkence... Cezaevleri... Bunlar birbirinden ayrılmayan üçüz kardeş gibidirler.
Cezaevleri, toplumun uzlaşmaz karşıtlıklara bölünmesi ve bunun sonucu oluşan sınıf hakimiyetinin bir ürünü olarak tarih sahnesine çıktı. Bu toplumsal çatışmanın düzenin bekasına zarar vermeyecek biçimde etkisiz kılınabilmesi amacıyla ortaya çıkan devlet olgusu ile zamandaştır. Devletin, toplum içinden çıkmış olmasına karşın, giderek ona yabancılaşması ve azınlık bir sınıfın çoğunluk üzerindeki baskı aracına dönüşmesine paralel, cezaevleri de bir baskı kurumu olarak gelişmiş ve yetkinleştirilmişlerdir.
Cezaevleri, her türden baskı aracı gibi, toplumsal çatışmayı denetim altına almak, ezilen ve başkaldıran yığınların mücadelesini bastırmak ve dolayısıyla sömürünün ikamesini sağlamak fonksiyonunu her sınıflı toplumsal düzende sürdürmüşlerdir. ''Toplumsal suç'' kavramının ortaya çıkması, cezaevlerini siyasal baskı kurumu olma konumuna yükseltmiş ve cezaevleri toplumun karakterize edilmesinde önemli birer gösterge durumuna gelmişlerdir.
Sınıf mücadelesinin nitelik olarak gelişimine koşut cezaevleri de, mimari yapılarıyla, özel programlarıyla, güvenlik birimleriyle egemen sınıfların hizmetinde olmuştur. Özellikle proleter devrimleri çağı olan günümüzde, cezaevleri egemen sınıflar açısından ''olmazsa olmaz'' konumundaki baskı araçlarının ilk sıralarında yerini almaktadır.
Günümüzde cezaevleri ikili bir işleve sahiptir. Birincisi, başta toplumsal muhalefetin öncüleri olan devrimci hareketlerin militanları olmak üzere, ilericilerin, demokratların cezaevlerine kapatılarak toplumdan koparılıp yalıtılması, toplumsal etkinliklerinin yok edilmesi ve uzun vadede uygulanacak özel programlarla siyasal düşüncelerinden, inançlarından, kimliklerinden arındırılarak ''rehabilite'' edilmeleridir.
İkinci işlevi ise, topluma yönelik olan yüzüdür. Ki bu birincinin başarılmasına bağlı olarak gerçekleşir. Cezaevlerindeki devrimcilerin kişiliksizleştirilmesinin başarılması oranında topluma yılgınlık, inançsızlık, güvensizlik tohumları dalga dalga yayılır. Devrimci Harekete ve mücadeleye karşı sürdürülen yoğun ideolojik kültürel saldırı, yaygın baskı politikasıyla bütünleştirilerek toplumun pasifikasyonu ve depolitizasyonu hedeflenir.
Bu yanıyla cezaevleri, bizim gibi yeni-sömürge ülkelerde özel bir önem kazanır. Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen, çarpık bir kapitalizmin sonucu olarak sistem sürekli ekonomik-sosyal kriz içindedir. İşbirlikçi bir karakter arzeden egemen sınıflar ise ülkeyi istikrarlı bir şekilde yönetemezler. Böylesi dönemlerin sık sık yaşanması ve toplumsal muhalefetin sürekli yükselen bir seyir izlemesi, cezaevlerinin rolünü artırır. Özellikle toplumsal muhalefetin bastırılmasının ve sömürü ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinin sonucu sık sık başvurulan 12 Mart ve 12 Eylül'de olduğu gibi askeri faşist cuntalar dönemlerinde daha da yetkinleştirilir ve yaygınlaştırılır. 12 Eylül askeri faşist cuntasının başlattığı ve ülkeyi bir ucundan diğer ucuna toplama kampları ile donatma politikası bugünde tüm hızıyla devam etmektedir.
12 Eylül ile birlikte cezaevleri, özel zindanlar yapılması, başlı başına bir ''sektör'' haline getirildi. Emekçi halkın dişinden tırnağından alınan milyarlar cezaevleri yapımına ayrıldı. Sayısının 969'a ulaşmış olması bile cezaevlerinin toplum yaşamındaki yerinin göstergesidir.
''Biz, hem duvarlar içindeki devrimci mücadele, hem duvarlar dışında halkın devrimci mücadelesiydik''
Saygon zindanlarının ''kaplan kafesleri''nde direnişle destanlaşan Duc THUAN bu sözleriyle tutsak devrimcilerin, zindanlarda da devrimci mücadeleyi temsil ettiklerini, mücadelenin bir parçası olduklarını anlatıyor, tutsak devrimcilere direnme perspektifini sunuyor.
Sınıflar mücadelesinde toplumsal değerlerin altüst olduğu, sınıflar arasındaki mevcut dengelerin bozulup yeni dengelerin kurulduğu ve toplum yaşamına egemen sınıfların baskı ve terörünün hakim kılındığı tarihsel dönemlerde, cezaevleri de bu çatışmanın önemli alanı haline gelir. Bu çatışmanın özü, düzen-devrim çatışmasıdır.
Egemen sınıflar, topluma karşı açtıkları çok yönlü savaşımda cezaevlerine önemli işlevler yüklerler. Buralara doldurulan siyasi tutsakların devrime olan inançları ve kararlılıkları, bu alandaki çatışmanın çok boyutlu ve sert geçmesine neden olur. Düşmanla sürekli karşı karşıya olunması ve güç dengelerinin olumsuzluğuna karşın siyasi tutsakların kimliği saldırıların ve direnmenin de boyutunu belirler.
Egemen sınıfların siyasal tutsaklara ilişkin politikaları açıktır. Bu, toplumun depolitize edilmesinin önemli bir parçası olan siyasi tutsakların kimliklerinden soyundurulmasıdır. Çünkü egemenler açısından yüzbinlerce devrimcinin-ilericinin ve yurtseverin, demokratın toplumdan tecrit olması tek başına sorunu çözmede yeterli değildir. Sorun, mücadele ve direnme dinamiklerinin yok edilmesi; onların kendi inanç ve değerlerini reddeden düzenin uzantısı kişiler haline getirilmesidir.
Cezaevlerindeki çatışmanın siyasi boyutunu kavramamak ve ''rehabililtasyon'' politikalarının denekleri haline gelmek, egemen sınıfların halka karşı yürüttüğü savaşımın ideolojik-siyasi zaferini peşin olarak kabul etmek demektir. Ve düşmanın bu zaferi yalnızca cezaevi parmaklıklarının içinde kalmamakta, buralarda sağlanan yılgınlık, inkar ve çöküşme toplumda yeniden ve yeniden üretilmekte, yayılmaktadır.
Emperyalizme ve onun işbirlikçisi egemen sınıfların sömürü ve baskısına karşı, ulusal ve sosyal kurtuluş bayrağının yükseldiği her yerde, cezaevlerindeki mücadelenin bu iki yanı kaçınılmaz bir şekilde yan yana yaşar. Bu anlamda buralarda bulunan devrimcilerin gösterecekleri kararsızlık ve cesaretsizlik halka ve devrime ihanet anlamına gelir. Devrimciler, halkın öncüleri olmalarının verdiği bilinç ve kararlılıkla tarihsel misyonlarını yerine getirmelidirler. Nitekim, emperyalistlerin ve onun işbirlikçisi egemenlerin toplama kampları, Kaplan Kafesleri, Long Kesh H Blokları, Montevideo Sarnıçları, Evin, Metris ve Diyarbakır zindanları bu çatışmanın evrensel boyut kazandığı ve kahramanlık destanlarının sınıf mücadelesi tarihine silinmemecesine yazıldığı yerler olmuştur.
Engizisyonun karanlık mahzenlerinde, Ortaçağ gericiliğinin vahşetine karşı direnen BRUNO'nun haykıran sesi bize kadar ulaşıyor:
''...zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım, fakat ruhuma verilen kuvvet bedenimden esirgenmiş (...) yine de benden, gelecek yüzyılların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar; 'ölüm korkusu bilmezdi, karakter bakımından herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı tüm yaşam zevklerinden üstün tutardı' diyecekler.''
Evet, bu söz Ortaçağ zindanlarından bugünün ''modern'' toplama kamplarına dek, cezaevlerinin sınıf mücadelesindeki tarihsel önemini göstermektedir.
Egemen sınıflar çoğu zaman, ayakta kalan, direnen tek bir siyasal tutuklu karşısında bile kaçınılmaz yenilgiyi tatmışlardır. Halkların öncüleri; cezaevleri silahının iyi kullanıldığında, emperyalizmi ve onun işbirlikçilerini vuran bir silah haline dönüştürülebileceğini, binlerce şehit verme pahasına göstermişlerdir.12 Eylül açık faşizminin toplama kamplarında bunun şanlı örnekleri hiç de az değildir.
12 Eylül faşist cuntasının cezaevleri politikası da genelde egemen sınıfların politikasından farklı değildir. Egemen sınıflar adına, emekçi yığınlara ve devrimcilere yönelik saldırılarını vahşi boyutlara çıkaran faşist cunta, bu terörünü cezaevlerinde de buna paralel olarak artırmıştır. Bu anlamda, biçimde ve uygulamada döneme özgü yanlar taşısa da, siyasi tutsakların ''rehabililtasyonu'' amacı değişmemiştir.
Cezaevlerindeki ''rehabilitasyon'' politikası çerçevesinde biçimlenen baskı-işkence ve ideolojik-siyasi imha, genelde halkımıza karşı başlatılan çok yönlü saldırının bir parçasıdır.
Emperyalizmin tecrübeleri üzerine oturan bu politika,12 Eylül'de merkezileştirildi, süreç içinde edinilen derslerle daha da zenginleştirilip, boyutlanldırıldı.
Kazandığı ''kolay başarı''dan cesaretlenen 12 Eylül generalleri, zindanlara doldurduğu devrimci tutsakları da terör ve işkenceyle pasifize edebileceğini sandı. Ama devrimci tutsakların kararlılığını ve inancını hesaba katmayan bu ''sopa'' politikası, direniş duvarına çarpıp tersyüz olunca, bu kez daha değişik yöntemleri devreye soktular. Yeni bir saldırı stratejisi oluşturuldu. Bu strateji ve taktikleri CIA ajanı Paul HANZE başta olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen uzman(!) ''bilim adamları'' tarafından düzenlenen sempozyumlarda çizildi. Türkiye'den de Turan İTİL, Ayhan SONGAR, İhsan DOĞRAMACI gibi ünlü ''bilim adamları''nın yanı sıra Metris Askeri Cezaevi iç güvenlik komutanı Binbaşı Muzaffer AKKAYA gibi uzman(!) işkencecilerin katıldığı ''Teröristlerin Rehabilitasyonu'' sempozyumlarında saptanan politikalar sistemli ve merkezi bir şekilde bugüne kadar uygulandı.
Mamak, Diyarbakır ve Metris bu politikanın ilk uygulama alanı olarak seçilen pilot cezaevleri oldu. Buralardan çıkarılan dersler diğer cezaevlerine aktarıldı. Mimari yapısından uzman kadrolarına kadar her şeyiyle ''özel'' olan bu cezaevleri insanların işkenceler karşısında tepkilerinin ölçüldüğü, deneylerin yapıldığı birer işkence laboratuarları haline getirildi. Örneğin 1983 yılında Metris'te görev yapan Ömer KAVLAK'ın, kıç falakası attırdığı tutukluların gösterdikleri tepkileri sürekli not ettiği ve raporlar düzenlediğini Metris'te yatan herkes bilmektedir.
''İnsanların, keşfedilince yararlanacak zaafları vardır. Zayıf olmayanlar dize getirilmelidir. Dize getirilmek için kullanılan yöntemler gerektiği kadar sürdürülebilir. Sindirme yöntemleri uygulanırken insaf ve merhamete yer yoktur.''
Askeri okullarda okutulan ve savaş tutsaklarına uygulanmak üzere öğretilen yöntemlerden yaptığımız bu alıntı, 12 Eylül açık faşizminin cezaevlerinde işkencelerin uygulayıcısı olan subaylarını nasıl eğittiğini gösteriyor.
İşkencecileri eğiten bu satırları okuyunca, tutsak devrimcilerde ''yararlalnılacak zaaf'' arayan işkencecilerimiz aklımıza geliyor. Ellerindeki deftere direnenleri ve direnmeyenleri, direnenlerin direnişteki kararlılığını not eden cezaevlerindeki subay işkencecilerimiz... Cezaevinin en ücra köşesinde ''bak burada arkadaşların seni görmez, kendin soyun, işkenceden kurtul'' diyen işkencecilerimiz... Ve ister istemez, yine ''Direnme Savaşı'' romanının satırlarına dönüyor, aralarında binlerce kilometre uzaklık bulunan Vietnam ile Türkiye'de kullanılan yöntemlerin şaşırtıcı benzerliğini görüyoruz.
'Bizim sloganları söyleyin, sizi hemen serbest bırakacağız' dendi.
'Hayır.'
Düşman onu, daha uzak bir odaya götürdü.
'Bakın, burası gizlidir, sizle benden başka kimse yok. Çekinecek bir şeyiniz olmasın. Haydi söyleyin ve hemen bırakalım.'
'Reddediyorum.'
Düşman kulağını, yoldaşımızın ağzına yaklaştırdı:
'Haydi, benden başka işiten olmayacak, alçak sesle söyle. Bu bile yeterli.'
'Reddediyorum.
'Dinleyin, ağzınızın içinde mırıldansanız bile yeter.'
'Hayır.''' (Nguyan Duc THUAN Direnme Savaşı, s.l87)
Benzerlik şaşırtıcı değil mi? Ama biz şaşırmıyoruz.
Şaşırmıyoruz, çünkü; aynı efendinin yetiştirmeleri... Şaşırmıyoruz, çünkü; aynı soyun sopu...
Biliyoruz, siyasi tutsakları imha etme planı uygulanırken ''insaf ve merhamete yer yoktur.'' Tutuklulara kıç falakası atılırken, karda, kışta, yağmur altında don-atlet bekletilirken, kafaları fosseptik çukuruna sokulurken, ahlak dışı arama yapılıp makata parmak sokulurken, bayan tutuklular erler tarafından elbiseleri yırtılarak soyulurken, ''insaf ve merhamet'' hiç olmadı. Ne ''merhamet'' dilendik, ne de ''insaf''. Onursuzluklarını, alçaklıklarını her zaman suratlarına vurduk... ''İltifat'' kabul ettiklerini de biliyoruz!... Biz, ''Ho Amca''nın yiğit komünistleri gibi direnmenin onurunu taşıdık, onlar ise işkenceciliğin onursuzluğunu...
12 Eylül açık faşizmi bu zulmün sonucunda önemli mesafeler katetti, bazı cezaevlerini teslim almayı başardı. Ancak bu politika ölümler ve sakat kalmalar pahasına sürdürülen direnişlerle boşa çıkarıldı.
Her taktiği, direnişlerle geri tepen faşizm, daha nice, günlük yaşamsal, sosyal haklar üzerine kurulu yasaklar, kısıtlamalar gündeme getirdi.
Baskı ve işkence araçlarının yanı sıra tek tip elbise odaklı hak gasplarına ek olarak da teslim olmayı cazip hale getiren araçları devreye soktu. Yaptırımlara uymaya karşılık ziyaret, tiyatro, resim, müzik odaları, TV, radyo, vs. vs. akla gelebilecek her türlü hakkın kullanımı sağlandı. Psikologlarla, uzman doktorlarla tarafsızlaştırma yolları denendi. Toplumumuzun geleneklerine ters düşen itirafçılık, yasalarla teşvik edildi. Askeri yaptırımlara uymayan, tek tip elbise giymeyen, onur kırıcı aramaları kabul etmeyen, siyasi kimliklerinden ödün vermeyerek direnenlerin ise tüm hakları gaspedildi.
Tek tip elbise giymedik diye:
Yıllarca havalandırmaya çıkarılmadık. 2x4 metrelik hücrelerde bilinçli olarak havasızlıktan çürümeye terkedildik.
Tüm sivil eşyalarımız toplandı, yıllarca don-atlet bırakılarak karda kışta saatlerce çıplak tutulduk.
Don-atlet götürüldüğümüz mahkemelere, kıyafetimiz ''adaba aykırı'' gerekçesiyle alınmadık. Davalar yıllarca biz olmadan sürdürüldü.
Avukatlarımızla, yakınlarımızla görüştürülmedik.
Yıllarca kitapsız, kalemsiz, radyosuz, TV'siz yaşamaya zorlandık. Dilekçe dahi yazamadık.
Yıllardır cezaevlerinde yaşananları-yaşadıklarımızı, yapılan işkenceleri ve hak gasplarını sizler de yakından biliyorsunuz. Ama buna rağmen siz Mahkeme Heyeti: Sizler ne yaptınız? Bırakalım hukukçu olmayı, insan olmanın gereklerini bile yerine getirmediniz. Şikayetlerimize kulaklarınızı tıkadınız, bizlere yapılanlara gözlerinizi yumdunuz, ''bizi ilgilendirmez'' diyerek... Mahkemelere don-atlet gelmemize adeta sevindiniz. ''Sanıksız duruşma yapmak'' çok kolay oluyordu çünkü... Ama, ne oligarşinin cezaevlerini güllük-gülistanlık göstermek için başvurduğu demagojileri, ne de sizlerin olan-bitene karşı gözlerinizi kapayıp dolaylı olarak bu oyuna katılmanız cezaevlerinde yaşanan zulmü ve direnmeyi saklamaya, ortadan kaldırmaya yetmedi; yetmiyor yetmeyecek...
''Direnme Savaşı'', ''Haydari Kampı'' gibi romanlar okunduğunda görülecektir ki, bu romanlarda anlatılan zindanlar, toplama kampları ve işkence-hanelerde kullanılan yöntemler hemen tıpatıp aynıdır.
''Karşıdaki Tanrı Dağı'na bakın. Ne kadar büyük olursa olsun birkaç dinamit lokumu ve bir fırınla olduğu gibi kireç haline getirmek mümkün. Ne kadar sert olursa olsun demir bir çubuk istendiği gibi eritilip bükülebilir. Peki siz, sonuna kadar bize karşı koyacağınızı nasıl iddia edebiliyorsunuz?'' (Direnme Savaşı, s.163)
Evet, Paulo-Condor Cezaevinin eğitmeninin bu sözlerini okuyunca gözümüzün önünden onlarca işkenceci geçiyor. ''Sizi öyle bir hizaya getireceğim ki, İstiklal Marşı söylemek istiyorum diye ayaklarıma kapansanız da kabul etmeyeceğim o zaman. Direnin bakalım, ne kadar sürdürebileceksiniz?'' diyenleri, ''General Napoleon da kışa yenilmişti'' diye kışın soğuğuna teslim olacağımızı bekleyenleri, ''tutuklulara hiçbir taviz verilmeyecektir'' diye günlerce hoparlörden anons yaptıranları anımsayan, ''Haydari Kampı'' adlı eserin yazarı Themos KORNAROS'un deyimiyle biz ''özgür tutsaklar'', bugün ''işkence yaptıklarımdan özür dilemek için, gazeteye ilan vermek istiyorum'' diyen işkencecileri gülümseyerek izliyoruz.
İşkencehanenin duvarlarına ''cesaretini ve umudunu asla yitirme'' diye yazanlar tutsaklık koşullarında da özgürdüler.
Devrimci tutsaklar, faşizmin siyasi kimliğe yönelttiği saldırılardaki amacını; devrimci değerler yerine, gerici, faşist değerleri tutsakların yaşamına egemen kılmak, halk sevgisi ve devrimci coşkuyla düşünen, üreten, proletaryanın değerlerini yaşatan insanlar yerine, askeri-faşist marşlarla yatıp-kalkan, faşist sembol ve değerlere saygı gösteren robot insanlar yaratmak olduğunu bilincinde oldular hep. Ve cezaevlerinin sınıf mücadelesinin bir alanı olduğu gerçeğini bir an bile unutmadan kararlılık ve özveriyle oluşturdukları direniş hattıyla, faşizmin bu politikasını bozmayı başardılar.
Ama, çatışmanın şiddeti karşısında ''dönemi en az zararla atlatma'' gibi anlayışların revaçta olduğu yerlerde ise, üretilen teoriler faşizmin politikasına kapılarını aralamış ve çatışmada tereddüt gösterilen bu yerler, faşizmin amacına ulaştığı yerler olmaktan kurtulamamıştır. Teslim alınan bu yerlerde, faşist cunta kendi disiplin kurallarını egemen kılmakla yetinmemiş, devrimci kişiliğin, onurun yok edilmesine de yönelmiştir. Bunun bir adım ötesi de ihanet olmuştur. Çünkü ''tereddütle ihanet arasındaki çizgi sanıldığı kadar kalın değildir...''
Türkiye cezaevleri, olumsuz örneklerin yanında, 12 Eylül gibi bir sınavdan genel olarak başarıyla çıkmıştır. Siyasi kimlik ve onurlarını korumak için onlarca şehit, yüzlerce sakat pahasına 75'li günlere varan ölüm oruçlarında, sayısız açlık grevlerinde Metris ve Diyarbakır başta olmak üzere yaratılan direniş destanları emekçi halkımızın onur abideleri oldular.
12 Eylül dönemi, devrimci direnişin doruğa yükseldiği bir dönem olduğu gibi, davaya inançsızlığın, ihanetlerin, korkaklığın, teslimiyetin de yaşandığı dönemdir. Devrimci dalganın yükseldiği dönemlerde savaş çığlıklarını dillerinden düşürmeyenlerin, kendilerini devrimin merkezi görenlerin, küçük-burjuva niteliklerinin bir sonucu olarak devrimci dalganın gerilemeye başladığı yenilgi ve yarı-yenilgi dönemlerinde, teslim bayrağını çekmeleri doğaldı. Bu tür sağlıksız unsurlar devrimci mücadelenin her döneminde ortaya çıkmıştır; çıkacaktır. Yakın devrim hayalleriyle yola çıkan, kendi gücüne güvenmeyen bu yol arkadaşlarının mücadele kaçkınlığına; devrim ve düzen çelişkisini çözememiş devrimciliği bir yaşam biçimi olarak bilince çıkaramamış tek tek unsurların teslimiyete ve ihanete varan tavırları eklenmiştir. Ve mücadele sürdükçe de bu tür örnekler olacaktır. Ama ne bu yanlış anlayışlar, ne de ''pişmanlık belgeleri'', 12 Eylül zindanlarında, yıllardır, fiziki direnişlerle, 30'lu-45'li günlere varan uzun süreli açlık direnişleriyle, şehitler pahasına 75'li günlere varan ölüm oruçlarıyla yakılan direniş ateşini gölgelemeye yetmiyor.
12 Eylül faşist cuntası tarafından devrimci tutsaklara yöneltilen bu saldırılar, bugün de onun sivil görünümlü devamı olan ÖZAL iktidarı tarafından sürdürülüyor. Tek tip elbisenin hâlâ geçerli silah olduğu günümüzde, hak gaspları, yasaklamalar yanında infaz yakma biçimine bürünen bu politika da geçmişte olduğu gibi boşa çıkartılacaktır.
1987 yılında devrimci tutsakların tüm cezaevlerinde yükselttikleri direnişler karşısında geri adım atan faşist ÖZAL iktidarı, şimdi yeni bir saldırıya hazırlanıyor. ''1 Ağustos Genelgesi'' olarak adlandırılan genelgeyle cezaevlerini ''ezaevleri''ne çevirmek isteyen bu zihniyetin 12 Eylül faşizminin zihniyetinden hiçbir farkı yoktur. Faşizmin saldırısı ne ilktir, ne de son olacaktır. Ama faşizm, geçmişte olduğu gibi, bugün de gelecekte de bizleri teslim alamayacak, burçlarına diktiğimiz direniş bayrağını oradan sökemeyecektir. Çünkü biz bu direniş geleneğimizi ve gücümüzü;
- 6 yıl engizisyon zindanlarında bilimsel gerçeği Ortaçağ karanlığına karşı korkusuzca savunan ''gerçekler, sadece ve sadece gerçekler ilelebet yürüyecektir'' diye haykıran BRUNO'dan,
- Reichstag'ı yakmak iddiasıyla tutuklanan göstermelik mahkemelerde yargılanmak istenen ama, Alman faşizminin mahkemelerini faşizmin yargılandığı kürsüye dönüştürüp komployu ortaya çıkaran DİMİTROV'dan
- Nazi işgali sırasında tutsak düşen Fransız komünist ve yurtseverlerinin onurlu direnişlerinden,
- Yunan halkının Alman faşizmine, İngiliz işgaline ve Albaylar cuntasına karşı direnişlerinden, dayatılan ''pişmanlık belgeleri''ni imzalamayan Kapetalnios'lardan,
- Güney Afrika'da mücadeleden vazgeçmesi karşılığında ''af'' edilme mesajlarını, sahiplerinin suratlarına ''yarınlar bizimdir'' diye haykırarak fırlatan MANDELA ve mücadele arkadaşlarından,
- Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı yürüttüğü boyun eğmez savaşı, ''kaplan kafesleri''nde de sürdüren Vietnam devrimcilerinden,
- İrlanda halkının ulusal onuru ve İngiliz emperyalizmine karşı başkaldılrışın simgesi olan Boby SANDS ve yoldaşlarından,
-1984 yılında devrimci onur ve siyasi kimlik mücadelesinde ölümü yeğleyen Apo'lardan, Fatih'lerden, Haydar'lardan, Hasan'lardan, Mazlum'lardan ve Diyarbakır zindanında direnişlerinde, ölüm oruçlarında şehit düşen Kürt yurtseverleri Kemal PİR'lerden, Mazlum DOĞAN'lardan.
Ve bütün dünya halklarının emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı direnişlerinden almaktayız.
Bizlerin, bu onurlu, başeğmez direniş geleneğini sürdürmemize hiçbir güç engel olamadı; olamayacaktır...
Biz de Vietkong'larla aynı dilde, aynı şiarı haykırıyoruz:
''Şiddet devrim için savaşanın ne ruhunu, ne yüreğini yenemez'' (Direnme Savaşı s.193)
''... Görevlerini yaparken işkence iddiasıyla haklarında soruşturma açılan tüm polis ve subayların dosyaları bana verildi. 300'ü aşkın görevli hakkında devlet adına hareket ettiklerine inanarak soruşturmasız takipsizlik kararı verdim...'' (III.Ordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi 12.3.1986 tarih, 86/22 sayı, 86/22 esas ve karar numaralı gerekçeli kararından s.50)
Mahkemenin gerekçeli kararına geçen bu sözler, askeri savcının EVlREN'e yazdığı mektubun bir parçasıdır.
Evet, bu sözler 12 Eylül dönemini simgeliyor. Bu sözler,12 Eylül savcılarının işkencecilerle suç ortaklıklarını belgeliyor.
Bu sözler, askeri savcıların işkenceyi ''devlet görevi'' olarak görmelerini kanıtlıyor.
Kanıtlar her geçen gün çoğalıyor. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Başsavcısı Nurettin SOYER'in anılarında geçen şu sözler de komutanlıkların askeri savcılara hangi emri verdiklerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor:
''(...) Bir süre sonra Adli Müşavir, bana ve savcı arkadaşlarıma gelerek polislerle ilgili soruşturmalara takipsizlik kararı verilerek sonuçlanması hususunda komutanın istemi olduğunu belirtti.'' (24 Aralık 1987, Hürriyet Gazetesi)
Komutanlığın ''istem'' denilen emirlerine kaç savcı uymadı acaba? Kaçı çıkıp da ''benim yüzüm ak, kimseden emir alıp iş yapmadım'' diyebilir? DEVRİMCİ SOL sanığına ''nezaket kaideleriyle hareket etmeyeceğinin tabii bulunması...'' diyerek işkence raporlarına rağmen ''soruşturmaya yer olmadığı kararı'' veren İstanbul Sıkıyönetim Komutanının Askeri Savcısı mı?
Sadece, hazırladıkları iddianameler bile, askeri savcıların ''işkencecillerin suç ortakları'' olduklarının en büyük kanıtıdır.
''12 Eylül Savcıları'', yaptıklarını işkencecileri korumak ve işkenceli polis ifadelerini temel delil olarak kullanıp, işkenceyi teşvik etmekle sınırlamadılar. İçlerinde görev aşkı(!) ile ''yanıp tutuşan''lar ise bizzat işkencelere katıldılar, ya da savcılık odalarını işkencehaneye çevirdiler.
İstanbul sıkıyönetim askeri savcılarından Abdülkadir DAVARCIOĞLU bunların en ünlülerindendir. Bu işkenceci savcı hakkında sorgu odasında insanları falakaya yatırdığı, demir çubukla dövdüğü iddialarıyla yığınla suç duyurusu yapılmıştır. Bu suç duyuruları sıkıyönetim mahkemeleri tutanaklarında duruyor. Keza bugün Ankara DGM savcılarından olan Yüzbaşı Ülkü COŞKUN bizzat işkenceye katılıyor olmasıyla ünlenmiştir.
Kaldı ki, bir insanın, işkencecinin sadist ruhuna ve karakterine sahip olması için mutlaka bizzat işkence yapması gerekmez. Eğer bu savcılar, karşısına gelen ayağı falakadan patlamış, kafası gözü yarılı, ayakta bile zor duran veya işkence izlerini taşıyan insanların hiçbir şeyleri yokmuş gibi sorgusunu yapıyor ve sonra da polisteki ifadelerini delil olarak kullanıyorlarsa, onlar da işkencecinin karakterine sahip olduklarını gösteriyorlar demektir. Polis ile savcı arasındaki fark; kurum olarak yüklendikleri işlevlerin biçimselliğinden kaynaklanmaktadır. Biri, devletin silahlı militarize gücü olarak işkenceyi bizzat uygulayandır; diğeri ise, yüzüne ''hukuksal'' maske geçirerek işkencecinin elde ettiklerini kullanarak kişiyi suçlayan ve böylelikle işkenceyi kurumlaştıran, işkenceciyi koruyandır.
Evet, polis ve savcılık kurumları işkenceyle acı üretiminin iki ayrı departmanıdır. Bunun ötesinde farklılıkları yoktur. Faşizm, onlara bu işlevleri yüklemiştir. Sadece bu kadar!
Şunu söylemek isteriz; işkence tezgahlarında katledilen, sokaklarda kurşuna dizilen devrimci ve ilericilerin katillerini, işkenceyi zevkle yapanları koruyan, onlara arka çıkan ve salt bu yolla elde edilmiş ifadeleri idam istemleri için yeterli gören askeri savcıların kendilerini haklı gösterecek hiçbir gerekçeleri yoktur. Onlar, sıkıyönetim komutanlarının emir eri olmaktan öteye gidememişlerdir.
DEVRİMCİ SOL davası iddianamelerinin sahibi askeri savcı da işkencecilerin suç ortağı olarak tarihteki yerini almıştır.
Tanıklara dahi baskı ve işkence yaparak imzalatılan ''teşhis'' tutanakllarıyla desteklenen polis ifadelerinin, işkence altında alındığı çok açık olmasına karşın, hazırladığı mütalaa ve orada savunduğu görüşler, askeri savcının işkenceye bakışını açıkça kanıtlamaktadır.
Askeri savcı, iddianamelerini ve mütalaasını hazırlarken, 5 yoldaşımızın işkence tezgahlarında veya yakalandıktan sonra kurşuna dizilerek katledilmelerini hiç düşünmüş müdür? Karşısına gelen insanların durumlarını hiç anımsamış mıdır?
Hiç sanmıyoruz. O'nun için önemli olan işkence yapılmış olması değil, işkenceden elde edilendir. Tarihe DEVRİMCİ SOL Polis Timi işkencecilerinin koruyucusu, onların suç ortağı olarak geçmiştir. İdam ve diğer ceza istemlerinde hep işkencenin kiri vardır... Unutulmayacaktır!...
''Adı-Soyadı: Kenan ETYEMEZ
Viziteye Çıkış Tarihi: 30.11.1981
'Şapkası başında içeriye girdi. Çıkarmamakta direndi. Muayene edilmedi.''' (Metris Cezaevi Üst Kat Vizite Defteri, Defter s. no: 195 Muayene sıra no:1738)
Evet, Metris cezaevinde bir MENGELE, başında şapkası var diye hastayı muayene etmiyor. ''Önce asker sonra doktorum'' diyen bu yeni MENGELE görevinin ne olduğunu unutuyor ve tutuklunun şapkasıyla uğraşıyor.12 Eylül cezaevlerinde görev yapan doktorlardan tipik bir tavır.
Ülkemizde doktorlar işkenceler karşısında sessiz kalarak ya da gönüllü destek vererek, bu mesleğe işkencenin kanlı lekesini bulaştırdılar. Doktorluk mesleğinin onuru ayaklar altına alındı.
Her koşul altında tüm gücüyle bütün insanlığa hizmet edeceğine ilişkin ettikleri ''Hipokrat Yemini''ni faşizmin baskıları karşısında unutan kimi doktorlar, işkence vahşeti karşısında tavırsız kalarak işkencecilerin suç ortağı durumuna düşmeyi kabullendiler. Rapor almak için karşılarına getirilen insanları, bedenlerindeki işkence izleri için ''belirlenen bulguların oluş zamanının tıbben mümkün olmadığı'' gibi, şaibeli ifadelerle işkencecilerin aklanmalarına hizmet ederek bilimsel (!) raporlar düzenlediler. Oysa, biliniyor ki, tıbbın ulaşmış olduğu seviye ile, değil birkaç ay, ya da bir iki yıl önceki işkencenin bulgularını saptamak, 20 yıl önceki bir elektrik verme işkencesini bile saptamak olanaklıdır. Yeter ki işkencecilere suç ortaklığı yapılmak istenmesin.
''Önce asker sonra doktor'' olmak zorunda olan askeri doktorlar bir yana, sivil doktorlar da yapılan baskılar karşısında faşizmin isteklerine boyun eğmiş, yapılanlara karşı çıkmayarak bu işkence politikasının ''beyaz önlüklü'' destekçileri olmuşlardır.
Kuşkusuz ettiği yemini hiçbir koşul altında unutmayan ve tüm baskılara rağmen işkenceye alet olmayarak, meslek onurunu asker postalları altında çiğnetmeyen doktorlar da çıktı. Bu dönemde kendi yaşamları, meslek kariyerlerinin tehlikeye atılması, sürgünler pahasına ellerini bu pisliğe bulaştırmayan doktorlar, hekimlik mesleğinin övünç kaynağı olma payesini hak etmişlerdir.
Ama bunların yanında, uzmanlarca bilimselleştirilmiş(!) ve teorileştirilmiş işkence seanslarına bizzat katılarak, ''bilimsel'' bir deney yaparcasına işkenceyi izleyen ve doz ayarlamasını, en etkili biçimlerinin neler olduğunu tespit eden Nazi ruhlu yeni MENGELE'ler de çıkmıştır.
Özellikle cezaevlerindeki siyasi tutsakların ''rehabilitasyon''u adı altında, onları kişiliklerinden, düşüncelerinden vazgeçirecek yöntemleri tespit etmek için bilimsel(!) araştırmalar yapan, profesör müsveddeleri Turan İTİL ve Ayhan SONGAR gibi ''bilim adamları'', uygulanan işkencelerin babaları olma onuruna(!) sahip olmuşlardır. Uluslararası sempozyumlarda saptanan cezaevlerine yönelik saldırı politikasının uygulayıcıları arasında yine ''beyaz önlüklü'' işkenceciler yer almıştır.
Psikolog kisvesi altında sürdürülen psikolojik savaşın bir parçası olarak telkinlerde bulunmuşlar, insan onuruna yönelik testler yapmışlar ve çeşitli ilaçları tutuklular üzerinde deneyerek, onları kobay olarak kullanmışlardır.
Tutuklular üzerinde ilaçların nasıl denendiği, bir süre önce basında çıkan Erzurum Askeri Cezaevine ilişkin haberlerde somut olarak kanıtlandı. Siyasi tutuklulardan biri bu zorla yaptırılan deneyleri şöyle anlatıyordu:
''Aşırı derecede terliyorduk. Terimiz alışık olmadığımız kokular salıyordu. İdrarımız kan rengine yakın bir hal almıştı. İşerken yanma oluyordu. Bazı arkadaşlarımız da bayılmıştı.''
Evet, uluslararası emperyalist ilaç tekellerinin Türkiye şubeleri kanalıyla denenmesi istenen yeni ilaçlar için ''kobaylar'' bulunmuştu: Siyasi tutsaklar... Günde 30 enjeksiyonu kabul edebilecek kobayları başka nereden bulabilirlerdi ki? Siyasi tutsaklar ise, ellerinin altındaydı ve operasyon yaparak hücrelere kapattıkları bu insanlara zorla iğneler vurmak en kolay yoldu. Ve işin en acı yanı ise, bunu yapanların Hipokrat Yemini etmiş ''doktor''lar olmalarıydı. Fakat faşizm nerede olursa olsun yeni MENGELE'ler yaratma kabiliyetini kendinde buluyordu. Bunlar da 12 Eylül'ün MENGELE'leri olarak tarihimize yazıldılar.
Yeni MENGELE'ler sadece tutsakları kobay yerine koyup ilaçları denemekle kalmadılar, işkencenin dozajını ayarlayıp ayılt-bayılt falaka seanslarında bayılanları tüm ''yetenek''lerini gösterip ayıltarak yeniden falakaya hazır hale getirdiler.
Yaptırımlara uymadılar diye, onur kırıcı aramayı kabul etmediler diye ve tek tip elbiseyi giymediler diye, tutsakları muayene etmeyerek insan sağlığını silah gibi kullanmaya kalktılar. Metris Cezaevinin vizite defterlerine bir göz atıldığında sayfaların ''getirilmedi'' yazılarıyla dolu olduğu görülür hemen. Ve bunun sonucu onlarca insanın bakımsızlıktan ölmelerinin sorumluları oldular. Vitamin ilaçlarının tutukluların direncini artıracağını hesaplayarak yasaklayıp, uyuşturucu türü ilaçları ücretsiz ve bolca karşılayıp her tür hastalıkta verenler de yine Türkiye'nin bu MENGELE'leridir.
Ve tüm bu insanlık dışı uygulamaların insan vücudundaki sonuçlarını ve psikolojik tahribatlarını araştırıp, yeni işkence yöntemleri için malzeme toplayanlar da onlar oldu. Bütün bunları daha önce defalarca yazdık ya da sözlü olarak anlattık. Burada yinelemeyi gereksiz buluyoruz.
Evet, 12 Eylül açık faşizminin uyguladığı sistemli işkence ülkemizde onlarca MENGELE özentisi yaratmıştır.
Metris, Mamak, Diyarbakır gibi işkence laboratuarlarında görev yapmış bu doktorlar ne derlerse desinler, hangi mazeretleri ileri sürerlerse sürsünler, 12 Eylül'ün şubelerde, karakollarda, cezaevlerinde ve tüm işkence merkezlerindeki, işkence uygulamalarının aleti, faşizmin ''rehabilitasyon'' programının dolaylı-dolaysız, gönüllü-gönülsüz, az ya da çok, bilerek ya da bilmeyerek suç ortakları olmuşlardır. Onların, sistematik işkence uygulanmasındaki rolü küçümsenemez.
Doktorluk gibi kutsal bir mesleğin, işkence gibi insanlıkla bağdaşmayan bir suça ortaklık etmesi, adının karışması bile Türkiye'de işkencenin aldığı boyutu anlamaya yeter de artar...
Hukuk, en genel tanımıyla, toplumsal yaşamdaki ilişki ve davranışları belirleyen kurallar bütünüdür.
İnsanoğlunun ortak yaşama geçmesiyle birlikte, bu yaşam biçimini, doğal akışı içinde düzenleyen, belirleyen kurallar kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Ancak bu kurallar, bugünkü gibi, binlerce yıllık toplumsal yaşamın süzgecinden geçip gelen birikimin sonucu, iradi olarak oluşturulan kurallarla bir tutulamaz. Bu anlamda; ortak yaşamın ilk oluştuğu süreçte kendiliğinden ortaya çıkan karşılıklı saygıya, geleneklere bağlı bu kurallar ''doğal hukuk'' olarak adlandırılabilirse de bunun bugünkü hukukla öz olarak hiçbir benzerliği yoktur.
Henüz sınıfların ortaya çıkmadığı ilkel komünal toplumda, sömürünün sözkonusu olmaması, topluluğun çıkarlarının kişisel çıkarların önünde gelmesi, insanlar arasındaki ilişkileri de bu muhtevada biçimlendirir. Toplumun ekonomik, sosyal ve siyasal yapısının ihtiyaçlarına göre ortaya çıkan ve toplumsal yaşamı düzenleyen bu kurallar, o süreçteki ortaklaşa yaşamın karakterini taşır. Üretim araçlarının mülkiyetinin kollektif olması, üretimin ve bölüşümün bu kollektiflik çerçevesinde düzenlenmesi, toplumsal kuralların ve insanlar arasındaki ilişkilerin de bu yaşama hizmet edecek şekilde biçimlenmesini getirir.
Üretim araçlarının gelişmesi ve yeni işbölümlerinin ortaya çıkması sonucu sınıfların oluşması, varolan toplumsal yaşamı ve ilişkileri de kendi ihtiyaçlarına göre biçimlendirdi. İnsanın insan tarafından sömürüsü, yardımlaşmaya, dayanışmaya, karşılıklı saygıya dayanan ortaklaşmacı ilişkileri yok etti. Ve kölelerle, köle sahiplerinin arasındaki ilişkileri; köle sahiplerinin köleleri üzerindeki haklarını ve buna bağlı olarak, köleci toplum yaşamını düzenleyen kurallar oluşturuldu. Böylece ''ilkel hukuk'' tarih sahnesine çıktı... Hukuku çıkarlarının koruyucusu olarak şekillendirenler buna, hemen tanrısal bir güç atfettiler. Ve egemen sınıfın dokunulmazlığını garanti eden hukuk kurallarının tanrı tarafından iletildiği yalanıyla, hem egemen sınıf, hem de hukuk ilkeleri dokunulmaz kılındı. Böylece tanrıya karşı çıkmak göze alınmadan, hukuka karşı çıkmak düşünülemez oldu ve egemen sınıfın çıkarlarını kollayan hukuk ilkelerine karşı çıkış, tanrıya karşı çıkış olarak cezalandırıldı.
Hukuk, bir üstyapı kurumu olarak içinde bulunulan toplumsal düzenin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısının bir yansımasıdır, bir ifadesidir. İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayanan toplumsal düzenin oluşmasıyla birlikte, toplum düzeninin sağlanmasında saygıya dayalı ilişkiler, yerini korkuya, baskıya bırakarak, üretim araçlarına sahip olanların zora dayalı egemenliği gündeme geldiğinde ilkel hukuku oluşturan kurallar da bu egemenliğin sürdürülmesine hizmet edecek şekilde bir üst yapı kurumu olarak biçimlendi.
Labriola'nın belirttiği gibi ''her hukuk sistemi belli bir çıkarı korur.'' Köleci hukuk köle sahiplerinin, feodal hukuk feodal beylerin, burjuva hukuku da burjuvazinin çıkarlarını korur ve egemenliğinin sürmesine hizmet eder. Bu anlamda ''haklar'' sözcüğünden gelen hukuktan, ''objektif'', ''gerçek'' gibi nitelemelerle söz etmek, bir yanılsamadır. Çünkü onun ''gerçek''liği her toplumsal düzende toplumsal hakları, egemenlerin haklarına göre düzenlediğidir.
''Çağdaş'' hukuk olarak adlandırılan günümüz burjuva hukukunun temeli sayılan Roma Hukukuna baktığımızda, bugün temel insan hakları vs. olarak adlandırılan hakların -ilkel de olsa- orada da yer aldığını görürüz. Ama bu haklar yalnızca ''yurttaş'' olarak nitelenen azınlığa tanınan haklardır. Yani toplumun köleler dışında kalan kesimine... Bu durum günümüz burjuva toplumunda da aynıdır. Tek fark, bu eşitsizliğin daha ustalıkla gizlenmesidir.
Toplumsal gelişimin gerekli kıldığı her yeni toplumsal düzen, diyalektik olarak bir önceki toplumsal düzenden bir adım ileride olmak zorundadır.
Bu anlamda feodalizmin yıkılmasıyla burjuvazinin öncülüğünde kurulan kapitalist düzendeki hukuk da daha önceki toplumsal düzenlerin hukukundan daha ileri ve kapsamlıdır.
Feodalizm yıkılıp burjuva demokratik devrimlerin gerçekleştiği tarihsel süreçte, burjuvazi, üretici güçleri geliştirme anlamında ilerici bir misyon taşıyordu. Ayrıca demokrasi, özgürlük, hukuk, gelişip güçlenmekte olan burjuvazinin kendisi için de gerekliydi. Kaldı ki, bu mücadelesinde burjuvazi yalnız değildi. Köylülük ve proletarya ile küçük-burjuvazi de onunlaydı.
Bir yandan, burjuvazinin o tarihsel süreçteki ilericilik misyonu, diğer yandan, proletarya ve diğer halk kesimlerinin haklarına sahip çıkma bilinci ve mücadele kararlılıkları, esas olarak burjuvazinin çıkarlarını koruyan, burjuva düzenin devamını sağlayan bir nitelik taşısa da, temel hak ve özgürlükleri de içeren bir hukuk sistemi ortaya çıktı.
Savunma hakkı, kişi hak ve özgürlükleri, örgütlenme hakkı, sendika kurma hakkı, grev hakkı, basın özgürlüğü, 8 saatlik işgünü, işkence yasağı gibi, kişiyi devlete karşı koruyan temel hak ve özgürlükler bu hukuk sistemi içinde yer aldı. Ama bu hakların tümünün burjuvaziye kabul ettirilmesi birden bire olmadı.
1789 Fransız İhtilaliyle başlayan ve yüzyıllar süren ve temel düşüncesini ''hak verilmez alınır''da bulan kanlı mücadeleler sonucu bu haklar kazanıldı ve hukuki ifadesine kavuşturuldu. Kapitalizmin tekelci evreye girmesiyle gericileşen burjuvazi, kendini rahatsız eden bu hak ve özgürlüklere karşı her dönem saldırıya geçtiyse de, hak ve özgürlükler nasıl kan ve can pahasına kazanıldıysa, aynı şekilde, kararlı mücadeleler sonucu korundu. Sık sık sözü edilen burjuva hukukunun demokratikliği de bu yanıyla, burjuvaziye rağmen mücadelelerle kazanılmış bir demokratikliktir. Ancak burjuva hukukunun şu veya bu ölçüde demokratik karakter taşıması, onun burjuvazinin özel mülkiyete dayanan baskı-sömürü düzeninin kılıfı, meşrulaştırıcısı olması gerçeğini değiştirmiyor. Burjuvazi ve onun ideologları bugün de hukukun kutsallığından, onun tüm insanlık için geçerli olduğundan vs.den bolca söz ederek hukukun sınıfsal yanını gizlemeye çalışıyorlar.
Bu her dönem böyle olmuş, hukukun ortaya çıktığından bu yana konan tüm ilkeler, sözde insanlık adına, toplum yararına düzenlenmiştir. Ne var ki, işkencelerde, giyotinlerde, idam sehpalarında katledilen binlerce insan da bu hukuk ilkelerine göre yargılanıp cezalandırılmışlardır. Spartaküsler, Munzerler, Brunolar, Pir Sultanlar, Şeyh Bedreddin'ler, vb.leri hep ''insanlık adına'' katledildiler. Ama, katledilen bu insanların bugün tüm insanlık alemi tarafından saygıyla anılması, egemen sınıfların bolca kullandığı ''insanlık adına'' demagojisinin gerçek yüzünü açığa çıkarmaktadır.
Tarihin ilk yazılı yasaları diye nitelenen Hammurabi Kanunları'na baktığımızda, günümüz burjuva hukuk ve yasalarıyla öz bakımından hemen hiç farklılığı yoktur. Hammurabi Kanunları, köleci devleti koruyup özel mülkiyeti kutsarken, sistemin devamına hizmet ediyordu. Bugün burjuvazinin hukuku da kapitalist devletin bekasına, burjuvazinin egemenliğinin ve sömürüsünün sürdürülmesine hizmet ediyor. Evet bugün kölelik, burjuvazi de dahil tüm insanlık tarafından lanetleniyor belki ama, aynı kölelik, bugün çok daha çeşitli ve ''ince'' yöntemlerle hâlâ sürdürülüyor. Hukuk da bu ücretli kölelik düzeninin işleyişinin sancısız olmasını sağlayacak bir içerikle donatılmıştır.
Hukukun bu yanlılığı, özellikle toplumsal muhalefetten kaynağını bulan ''toplumsal suç''larda, burjuva düzenin dışına taşan her siyasal yönelişte çok daha net biçimde kendini gösterir. Yargı organları, kendi hukuk anlayışlarına bile ters düşme pahasına kararlar alabilirler. İşte yargının biçimlenişine toplumun içinde bulunduğu ekonomik-sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyi de etkide bulunur. Kitlelerin haklarına sahip çıkma bilinci, ezilen sınıfların mücadele birikimleri, işletilen yargı sisteminin ve genel olarak hukuk anlayışının da karakterini belirler. Burjuva demokratik devrimini yaşamış kapitalist ülkelerdeki hukuk sistemleri (burjuva hukuku) kitlelerin demokrasi bilinci ve haklarına sahip çıkma geleneklerinden dolayı, bireyi devlete karşı korumaya yönelik temel hak ve özgürlükleri de içerir. Ama tarihsel olarak bu dinamiği kaçırmış, burjuva devrimini tamamlayamamış, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ise hukuk; hakim sınıfların bahşettikleri çerçevede güdüktür, içi boşaltılmıştır. Burjuva anlamda dahi bir hukuk sistemi sözkonusu değildir. Kitlelerin demokrasi bilincinin zayıf, haklarına sahip çıkma geleneğinin yaratılmadığı bu ülkelerde, egemen sınıflar krize düştükleri her dönemde bu hukuku bile çiğneyip, hakları da geri almaktan çekinmemişlerdir. 12 Mart ve 12 Eylül, bunların en bariz örnekleridir.
Gerek 1924 Anayasası, gerek 1961 Anayasası, gerekse 12 Eylül'den sonra halkımıza zorla ''onaylattırılan'' 1982 Anayasasında TC'nin bir ''Hukuk Devleti'' olduğu hep vurgulanmıştır.
''Hukuk Devleti, bir bakıma bireyin dokunulmaz, vazgeçilmez haklarına, yönetenlerin saygılı olma zorunluluğudur. Başka deyişle, hukuk devletinin kurumsallaştırılması, yönetilenlere hukuk güvencesi sağlamayı amaçlar'' (Kazım YENİCE, Danıştay 12. Daire eski Başkanı)
Kazım YENİCE'nin de belirttiği gibi, Hukuk Devleti, kelime anlamıyla hukukun üstünlüğünün tanındığı, vatandaşların yasalardan ileri gelen haklarının güvence altına alındığı ve insan hak ve özgürlüklerinin tanındığı bir devlettir.
Peki ülkemizde bu normlar geçerli midir?
Osmanlı bir yana, TC'nin kurulmasından bu yana ülkemiz hukuk tarihine şöyle bir baktığımızda, hukukun üstünlüğünün demagojiden başka bir şey olmadığı, ''Hukuk Devleti''nin de aldatmaca olduğu hemen anlaşılabilir. Çünkü ülkemizde hukuk ve yasaların yerine; jandarma dipçiği, polis kurşunu, rüşvet, haraç geçerli olmuştur. İnsan hakları ise hiçbir dönem tanınmamış, yasada yer almış olsalar da tereddütsüz çiğnenmiştir. Gerçekte, üstün olan, hukuk ve yasalar değil, baskı ve zor aygıtları olarak kurumlaşan güçler olmuştur.
Bu demagojilerin en çok kullanılanı da ''yasalar karşısında herkesin eşit olduğu'' demagojisidir. Yasaların niteliği daha baştan bu aldatmacayı ortaya koyuyor. Çünkü diğerlerinde olduğu gibi, ceza yasasında da maddeler hep kurulu düzenin işlerliğini sağlayacak biçimde yapılmıştır. İlhamını MUSSOLİNİ İtalyası'nda geçerli yasalardan alan anti-komünist maddelerde, faşist devlet ve kurumlarına karşı yönelen hareketlere en ağır cezalar öngörülürken, gerek devlet eliyle, gerekse egemenler eliyle sürdürülen soygun ve sömürüye karşı hiçbir yasanın olmaması yasaların kime yönelik oluşturulduğunu gösteriyor. Evet, yasalar karşısında bir eşitlik vardır. Ama bu,eşitlik, etrafında doktor ve hemşirelerin fırdöndüğü koşullarda kuştüyü yatakta doğan çocukla, tarlada bir çalının dibinde çer-çöpün üstünde doğan çocuğun ''eşitliği'' olabilir ancak.
Faşizm yasa tanımaz. Kitleleri yönetemediği, yalan ve demagojileriyle aldatamadığı yerde kendi koyduğu yasaları bile çiğnemekten kaçınmaz. Nitekim 1961 Anayasasının getirdiği nispi hak ve özgürlükler bile hiçbir zaman tam uygulama alanı bulamamış, her fırsatta ihlal edilmiş, yargının yasama ve yürütme karşısındaki görece bağımsızlığı sadece anayasa kitaplarında kalmıştır. Hele 12 Eylül gibi dönemlerde, görünümde de olsa varolan tüm demokratik hak ve kurumlar ve bunların güvencesi (!) olan yasaların, anayasanın budanmasında hatta tümden ortadan kaldırılmasında bir an bile tereddüt gösterilmemiştir.
Bu davada bizler ''devleti yıkmaya teşebbüs etmek'' ve ''yasalara karşı gelmek''le suçlanıyoruz. Evet biz, faşizmin kendisinin bile uymadığı bu yasaları, hukuk anlayışını ve bunların üzerine oturan devleti yıkmak, onu yok etmek için mücadele ettik, edeceğiz. Çünkü, faşizmin devleti de, yasaları da, hukuku da tüm insanlığın kanını emen emperyalizm vampirinin dişleridir. Bu dişler sökülmedikçe ''Hukuk Devleti'' hak, hukuk, adalet gibi kavramlar, birer yalan, demagoji olmaktan öteye gidemezler.
Ülkemizin hukuk tarihi, hukukun ayaklar altına alınması tarihidir. Kendi koydukları yasaları hiçe saymalarının, çiğnemelerinin örnekleriyle doludur.12 Eylül ise, bu tarihin başlı başına ayrı bir orijinalitesidir. Çünkü 12 Eylül faşist cuntası, hukuk dışılığın kendisidir.
Bizimki gibi yeni-sömürge ülkelerde, egemen sınıfların sık sık başvurdukları açık faşizm dönemlerinde baskı ve zulüm toplum yaşamına egemen kılınır; temel hak ve özgürlükler ortadan kaldırılır; kitlelerin zaten zayıf olan savunma içgüdüleri yok edilmek istenir; ''dikensiz gül bahçesi''ne dönüştürülüp hiçbir ''çatlak ses''in olmadığı, toplumun sürü gibi güdüldüğü bir ortam yaratılmak istenir. Ezilen sınıfların, yukarıdan verilmiş de olsa geçmişten sahip oldukları ekonomik, demokratik ve siyasal haklarını koruma istemleri faşizmin tahammül edemeyeceği bir şeydir.
Bu nedenle, böylesi dönemlerde, baskı-şiddet temeline oturan yılgınlık, korku ve pasifikasyon yaratma politikası tüm azgınlığıyla uygulanır.
12 Eylül 1980'de tezgahlanan Amerikancı faşist cuntada önüne tümüyle böyle bir program koydu ve adım adım hayata geçirdi.
İlk olarak, yıllardır ''lüks'' olduğu gerekçesiyle budanarak varlığı tartışılır hale getirilen '61 Anayasasındaki nispi demokratik hak ve özgürlükler tümden gaspedildi. Ve yasama organı TBMM feshedilerek yasama, yürütme ve yargı tek elde; beş generalin elinde toplandı.
Kendilerini hiçbir yasa ya da yükümlülükle sınırlamayan faşist cunta generalleri, hem yasa koyucu, hem yönetici, hem de yasaları uygulayıcı ve yargılayıcı oldular. İki dudakları arasından çıkan her sözün yasa sayıldığı bu dönemde, sıkıyönetim mahkemeleri vasıtasıyla yargı, emir-komuta zincirine bağlandı ve sürekli denetlenen, yönlendirilen yeni bir hukuk sistemi oluşturuldu. Yasalarıyla, askeri mahkemeleriyle ve uygulamalarıyla tam bir keyfiyet ve hukuk dışılığa dayanan, burjuva hukuk bir yana, içi boşaltılmış da olsa ülkemizde gizli faşizm dönemlerindeki hukuk anlayışıyla dahi hiçbir ilgisi olmayan bu hukuk ''12 Eylül Hukuku''dur.
Salt hukuk adının geçtiği, ama hukukla uzaktan yakından ilgisi olmayan, özel bir mantığın ürünü olan ''12 Eylül Hukuku''; emperyalizm ve işbirlikçisi oligarşinin çıkarları adına iktidarı gaspeden bir avuç zorbanın hukukudur.
''12 Eylül Hukuku'', emekçi halkımıza, devrimcilere karşı sürdürülen açıktan yok etme savaşının hukukudur.
''12 Eylül Hukuku'', karanlığın, gayri meşru, işkencenin, keyfiliğin ve rüşvetin hukukudur.
Ve ''12 Eylül Hukuku''; hukukla hiçbir ilgisi olmayan kıta subaylarının mahkeme başkanı yapılmasının, bir günde ısmarlama yasalar çıkarılmasının, işkenceli ifadelere dayanılarak iddianameler hazırlanmasının ve onbinlerce insanın bu iddianamelerle emir-komuta zinciriyle açılan davalarda göstermelik olarak yargılanıp idam cezalarına çarptırılmasının, savunma hakkının gaspedilmesinin hukukudur.
''12 Eylül Hukuku'', faşist cuntanın gayri meşruluğun uygulamalarının hukukudur.
Yaratılan bu ''hukuk''un baş mimarları; EVREN, MGK üyeleri, ordu ve sıkıyönetim komutanlarıdır. Her fırsatta her şeyi ''Vatanı, milleti kurtarmak'' adına yaptıklarını söyleyen cunta şeflerinin vatanı nasıl ''kurtardıkları'', kendi aralarındaki çıkar çatışmalarının bir yansıması olarak kamuoyuna sızan MİT raporlarından anlaşılmaktadır. MGK üyelerinden üst düzey bürokratlara, emniyet müdürlerine kadar 12 Eylül döneminin tüm sorumlularının kirli çamaşırları sokaklara döküldü. Hiçbir sorumlu yok ki, rüşvet almasın, pis işlere karışmasın, yolsuzluk yapmasın...
Tahsin ŞAHİNKAYA'nın General Dynamic Firmasında F-16 uçaklarının tercih edilmesi karşılığı aldığı rüşvetlerle ülke savunmasını ''güçlendirirken'' nasıl ''ceplerini de güçlendirdiği'', karısının ortak olduğu firmalara devlet eliyle nasıl yeni iş alanları yarattığı, uçak hangarlarını tavuk çiftliklerine nasıl dönüştürdüğü, Necdet ÜRUĞ'un yeraltı dünyasıyla bağlantıları, Şükrü BALCI'nın rüşvetleri vb. vb... istisnasız hepsi için yolsuzluk, rüşvet, ''köşeyi dönme'' öyküleri var bu raporda.
MİT raporlarıyla ortaya çıkan tüm fiiller oligarşinin kendi yasalarına göre de suç teşkil etmektedir. Ama şimdiye kadar hiçbir yönetici hakkında soruşturma dahi açılmaması, ''12 Eylül Hukuku''nun ve yargısının kimler için geçerli olduğunu göstermektedir. Emekçi halka ve devrimcilere karşı en ağır biçimde işletilen ''12 Eylül Hukuku'' ve yargısı, 12 Eylül generalleri için geçerli değildir. Kendilerini yasaların üzerinde gören bu insanlar;
Halkımıza kan kusturanlardır.
Bunlar, ulusal onuru ayaklar altına alıp, ülkeyi emperyalizme satanlardır.
Yüzbinlerce insanı işkencelerden geçiren, binlerce insanı işkence tezgahlarında, dağlarda, sokaklarda ve idam sehpalarında katledenlerdir.
Bunlar, ''vatan kurtarmak'' adına her suçu işleyen, ahlaksızlığı, rüşvetçiliği, ''köşe dönme''yi meşrulaştıranlardır.
Ve bunlar, ''12 Eylül Hukuku''nun yaratıcılarıdır...
Burjuva demokrasisinin olduğu kapitalist ülkelerde burjuva hukukuna uygun olarak şekillenen yargı; kuvvetler ayrılığı ilkesinin sonucu, yasama ve yürütmenin karşısında bağımsız bir görünüme sahiptir. Her ne kadar, burjuvazinin oluşturduğu hukuk sistemi çerçevesinde ve onun yasalarına göre işlese de yargının bu konumu, siyasi iktidarların onu tümüyle denetleyebilmesinin, yönlendirebilmesinin önüne geçer. Yasal düzenlemelerle ve geleneksel olarak sağlanmış yargıç güvencesi, yargının da en azından varolan yasalar çerçevesinde yerine getirilmesinin teminatı olmaktadır.
Sürekli faşizmin egemen olduğu ülkelerde ise, kuvvetler ayrılığı ilkesinin hiçbir zaman hayata geçirilmemesi, yürütmenin her zaman için, yasama ve yargıyı denetlemesini de olanaklı kılar. Gizli faşizmin icra edildiği dönemlerde varolan parlamento gibi kurumlar göstermeliktir. Yargının ise yürütme üzerinde denetimi sözkonusu değildir. Her ne kadar, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlara yer verilirse de, bunların kararları çoğu kez dikkate bile alınmaz. Ülkemizin geçmiş tarihine bakıldığında uyulmayan Danıştay kararlarıyla dolu olduğu görülecektir. Diğer yandan da yasa hükmünde kararnamelerle yasamanın yetkileri de hiçe sayılır.
Sık sık değişen siyasi iktidarlar elindeki atama yetkisi nedeniyle yargıç teminatının ve ''doğal yargıç''lığın olmadığı ülkemizde yargının bağımsızlığından söz etmek, onun yansız olduğunu ileri sürmek, tıpkı TC'nin ''Hukuk Devleti'' olması gibi koskoca bir yalandır.
Gizli faşizm dönemlerinde kılıfına uydurulmaya çalışılarak yapılan bu ihlaller açık faşizm dönemlerinde iyice pervasızlaşır, yargıya açıktan müdahale edilir. Oluşturulan hukuk sistemi ve askeri mahkemelerle yargı, yürütmenin keyfi yasalarının uygulayıcısı durumuna getirilir.
12 Mart ve 12 Eylül faşizmi dönemlerindeki yargılamalar, yargının ne derece ''bağımsız'' olduklarını gösteren örneklerle doludur. 1971 yılında İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesinde görülen THKO İstanbul grubu davasında idam cezaları verilmediği gerekçesiyle bu mahkeme 12 Mart'ın faşist generallerinden ve dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olan Faik TÜRÜN'ün talimatıyla lağvedilmiştir. Sözkonusu mahkemenin kıdemli hakimi Remzi ŞİRİN, kendilerine nasıl baskıda bulunduğunu ve sonuçta istenilen yönde karar vermediklerinden ötürü mahkemenin lağvedildiğini 17 Mayıs 1987 tarihli NOKTA Dergisi ile yaptığı görüşmede anlatmaktadır.
12 Eylül'de ise bu tür örnekler o kadar çok ki, burada yalnızca birini -çarpıcı olduğundan- aktarmakla yetineceğiz.
ECEVİT'in yabancı basına verdiği bir demeçle ilgili olarak açılan soruşturmaya ilişkin 12 Eylül faşizminin Ankara Sıkıyönetim Savcısı Hakim Albay Nurettin SOYER ile dönemin Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep ERGUN arasındaki konuşmadan;
''ERGUN- Ne oldu?
SOYER- Gazetecinin elindeki belgeleri isteyeceğiz. Bize inandırıcı belgeler verirse ECEVİT hakkında dava açacağız. ECEVİT beyanatı kabul etmiyor. Belge yok. Dava açmamız zor.
ERGUN- Efendim..!
SOYER- Tutuklanacağını sanmıyorum"
Daha sonra sorun, R.ERGUN tarafından Genelkurmay ikinci başkanı Necdet ÖZTORUN'a aktarılır. Bu kez N.SOYER'le o konuşur.
''ÖZTORUN- Recep Paşa'dan öğrendim, ECEVİT beyanatı kabul etmemiş. Siz de tutuklamaya iştirak etmeyecekmişsiniz.
SOYER- Evet generalim.
ÖZTORUN- O zaman siz gözetimi uzatın, mahkemeye çıkarmayın evrakını. Ben size belge göndereceğim.
SOYER- Efendim siz belgenizi gönderin, eğer belgeniz ciddi görülürse tekrar tutuklama isteriz. Ama ECEVİT bugün mutlaka mahkemeye çıkacak.
ÖZTORUN- Çıkmasın, niye çıkıyor efendim? Gözetime alın. Şart mı bugün mahkeme.'' (30 Eylül '87, Cumhuriyet)
Sonuçta ÖZTORUN, belge olarak ECEVİT'in gazeteciye yazdığı mektubu göndermiştir. Bu belgede suç unsuru bulunamayınca 2 no'lu sıkıyönetim mahkemesi ECEVİT hakkında takipsizlik kararı verir. ECEVİT tahliye olur. Ancak sıkıyönetim komutanı karara itiraz eder. Ve 3 no'lu askeri mahkeme aynı dosyadan tutuklama kararı çıkarınca ECEVİT tekrar tutuklanır.
Bu diyaloglar yargının nerelerde yapıldığını göstermektedir. Olayın bir diğer yanı ise; tutuklama kararı veren 3 no'lu sıkıyönetim mahkemesi başkanı Hakim Ali HÜNE'nin o gün sıkıyönetim komutanı Recep ERGUN'un odasında görülmüş olması ve tahliye kararı veren 2 no'lu sıkıyönetim mahkemesi başkanı Gün SOYSAL'ın da aynı gün Kıbrıs'a tayin edilmesidir ki, bu da yargıç teminatının nasıl yok edildiğini ortaya koyuyor.
Bu ülkede yıllarca egemen sınıflara başbakanlık yapmış bir kişinin bile yargılanmasında bu türden müdahaleler yaşanıyorsa, aynı dönem görülen davalardan çıkan idam kararlarının asıl sahiplerinin kimler olduğunu anlamak hiç de zor değildir: 12 Eylül şefleri, ordu ve sıkıyönetim komutanları...
Yıllardır sürdürülen ''yargı bağımsızdır'', ''mahkemelere kimse telkinde bulunamaz'' vb.leri yalan ve demagojidir. Ne 12 Eylül sorumlularının ''yargıya müdahale etmedik'' yalanları, ne mahkemelerin ağızlarına pelesenk ettikleri ''mahkemeler bağımsızdır'' sözleri, ne de ''süren davalar hakkında davanın seyrini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyecek yayın yapılamaz'' şeklindeki göstermelik yasalar, yargının, yürütme tarafından yönlendirildiğini ve kararların mahkemeler tarafından değil, ''gerçek sahipleri'' tarafından verildiğini gizlemeye yetmiyor artık.
Hem nasıl gizlensin ki? Yıllardır baskı ve tehdit ile susturulan, sıkıyönetim açıklamaları dışında tek kelime yazmaları yasak olan gazetelerin, dergilerin sayfaları 12 Eylülcülerin itiraflarıyla dolu. 1978'den beri cunta tezgahının içinde yer alan birkaç kişiden biri olan emekli Org. Bedrettin DEMİREL, 12 Eylül'ün 9. yıldönümünde Milliyet Gazetesi'ne şöyle diyordu:
''Yargıç teminatının zedelendiğine şahit oldum. Mahkemenin tam bağımsız olmadığına şahit oldum.''
Bunlar, daha henüz ''utangaç'' itiraflar. Konuşan daha çok olacak. Bundan adımız gibi eminiz.
Tüm bunlardan sonra yargının bağımsız olmadığına dair çok fazla söz söylememize gerek var mı?
Evet, yıllardır bizim tekrarlamaktan bıktığımız, ama sizin bir türlü kabul etmek istemediğiniz gerçekler, gözlere batarcasına yetkili ağızlardan dökülüyor. Tüm bunlara karşın hâlâ ''biz yasaları uygularız, yasalar ne emrediyorsa, bizler de ona göre karar veririz'' diyebilirsiniz. Ama bunlar sizleri sorumluluktan kurtarmaya yetmiyor. Nazi Almanyası'nda binlerce insanı mahkemelerde aldıkları kararlarla ölüme gönderen yargıçlar da Nürnberg Mahkemesinde sanık sandalyesine çıktıklarında aynı sözleri söylemişlerdi. Onlar da ''yasaları uygulamışlar, kanunların gösterdiği şekilde yargılayıp karar vermişler''di. Ama uyguladıkları yasalar, HİTLER'in faşist yasalarıydı. Bu yasaları uygulamakla, mahkemeleri HİTLER faşizminin vahşetine, katliamlarına meşruluk kazandıran kurumlar haline dönüştürerek suç ortaklığı yapmışlardı. Ve bugün tüm insanlık tarafından lanetle anılıyorlar. Sizlerin de uyguluyoruz dediğiniz yasalar, 12 Eylül faşist generallerinin yasalarıdır. Bu yasalarla yargılama yapmakla,12 Eylül faşizminin vahşetini, zorbalığını ve gayrı meşruluğunu onaylamış oluyorsunuz. Vereceğiniz kararla da onun suç ortağı durumuna düşecek ve tarihte Nazi Almanyası'nın yargıçlarıyla birlikte anılmaktan kurtulamayacaksınız... Unutmayın; Faşizm her yerde aynıdır... Ona hizmet etmekten geri durmayanlar da...
''Askeri yargı bağımsız mı?'' sorusuna Yargıtay Başkanının yanıtı:
''Askerliğin özünü emir-komuta ilişkisi oluşturur''
Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri kuruluşu, işleyişleri ve verdiği kararlarıyla ''12 Eylül Hukuku''nu oluşturmaktadır. Bu mahkemelerin, önceden ''suçlu'' ilan edilenlerin ''mahkum'' edilmesi görevinin yanı sıra asıl işlevleri,12 Eylül faşist cuntasına meşruluk ve onun zorbalığına, vahşetine, katliamlarına yasal bir görünüm kazandırmaktır.
Emir-komuta zincirinin doğrudan bir halkası olarak oluşturulan bu mahkemeler, yargılamalarıyla, burjuva hukuk normlarının kırıntısına bile yer vermedikleri hukuk kuralları ihlalleriyle açılan toplu davalarda verdikleri binlerce idam, müebbet hapis cezalarıyla, ''önce asker sonra yargıç'' olan üyeleriyle ''12 Eylül Hukuku''nun uygulayıcıları olmuşlardır.
Anayasa Mahkemesi 1974/1 sayılı ve 75/216 sayılı Yüksek Askeri İdare Mahkemesi ile ilgili kararlarında ''(askeri) mahkemeler yürütmenin etkisinde kalmaksızın görev yapacaklarından emin olmalıdır'' derken subay üyelerin güvencede olmaları gerektiğini belirtmek ihtiyacını duymuştur.
Oysa 1402 sayılı sıkıyönetim kanunun 11. maddesine göre, kuruluşları belirlenen askeri mahkemelerde görev yapan askeri yargıçların hiçbir güvencesi yoktur. Çünkü 357 sayılı yasanın 12. maddesi askeri yargıçları ''idari sicil''e bağlamaktadır. Bu da askeri yargıcın geleceğini-kaderini görev yaptığı mahkemenin bağlı olduğu sıkıyönetim komutanının eline vermektedir. Çünkü idari sicil, sıkıyönetim komutanının yetkisindedir. Böylesine bir emir-komuta hiyerarşisi içinde olan yargıçlar ve onların oluşturdukları mahkemelerin bağımsızlığından söz etmek gerçeklerle ne derece uyuşmaktadır?
Nitekim anayasa mahkemesi bu idari sicil yöntemini, ''bağımsızlık ve güvence ilkeleriyle bağdaşmadığı için'' 1974/1 sayılı kararıyla iptal etmiştir. Ama hukuk dışılığı ve keyfiliği kendine şiar edinmiş olan 12 Eylül faşizmi bu kararı hiçe saymış ve yargıyı yürütmenin denetimine sokan idari sicil yöntemini, Askeri Yargıtay dışındaki yargıçlar için hep geçerli kılmış ve uygulamıştır.
Yürütmenin tek elde toplandığı, her sözlerinin kanun sayıldığı bu dönemde ''yargı bağımsızlığı''nın bu denli açıktan ihlal edilmesine askeri yargıçlar bile sessiz kalamamış, sıkıntılarını dile getirmekten kendilerini alamamışlardır. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkeme üyesi Binbaşı Üstün GÜNSAN, 28.11.1980 gün ve 980/274 sayı ile Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep ERGUN'a gönderdiği dilekçesinde; sıkıntısını şöyle belirtiyordu:
''Çıkmakta olduğum duruşmalarda sanıklar veya sanıkların vekilleri tarafından benim teminatlı bir yargıç olmamdan dolayı, yargılanmasına katıldığım davada bağımsız ve tarafsız davranamayacağım konusunda yapılması çok muhtemel başvurular hakkında anlatılması imkansız sıkıntı ve tereddüt içindeyim''
İçinde bulunduğu durumu ve ''sıkıyönetim yasasında yapılan değişikliklerin yargı bağımsızlığına aykırı olduğunu'' belirten Üstün GÜNSAN'ın tarafsız olmadığı konusunda yapılan başvurular karşısında, durumunu nasıl açıkladığını bilemiyoruz, ama aynı durumda olan sizler, DEVRİMCİ SOL Davasının yargıçları, savcıları sizler, bu konuda nasıl bir açıklama yapacaksınız acaba? ''Yargı bağımsızdır, mahkememiz kimsenin etkisi altında değildir'' gibi içi boş laflarla kendi meslektaşlarınızın, Türkiye'nin en yüksek yargı organı sayılan Anayasa Mahkemesinin kabul ettiği bir gerçeği; askeri yargıçların ve mahkemelerin bağımsız kararlar alacağı -alamayacağı- gerçeğini yok edemezsiniz. Bu boşuna bir çaba olacaktır.
Bir süre önce, Yargıtay Birinci Başkanı Ahmet COŞAR'ın 1988-1989 ''Adalet Yılı'' açılışında yaptığı konuşmayı sanırız biliyorsunuz, şöyle diyordu A.COŞAR:
''Hepinizin bildiği gibi, askerlik ve yargıçlık birbirlerinden tamamen farklı yapıda ve birbirleriyle hiçbir şekilde bağdaşmayan iki ayrı (...) meslek birimidir. Askerliğin özünü nasıl emir-komuta ilişkisi oluşturur ise yargıçlığın özünü de hiçbir yerden emir almamak oluşturur. Yani birinde bağımlılık, diğerinde ise bağımsızlık esastır.''
Askeri yargıtay başkanı ise, sivil yargıtay başkanının bu sözlerine tepki göstererek, nasıl ''bağımsız'' çalıştıklarını ispat etmeye kalktı. Ama ''merdi kıpti secaat arzeylerken sırkatini söyler'' misali, MSP davasında generallerin baskılarından ve buna karşın beraat kararı verdiklerinden söz etti. MSP, karşı-devrimin iç hesaplaşmasının bir ürünü olarak yargılanmıştı. Ve oligarşi içi uzlaşmalara bağlı olarak beraat etmiştir. Tekelci burjuvazinin MSP ile hesaplaşması bir dönem yargı sahnesine sıçrasa da, ekonomik ve siyasal alanda halledilmiş bir sorundur. Askeri yargıtay başkanının söylediklerinde asıl önemli yan ve suçluluk psikozu içinde biraz da aceleye gelmiş açıklamasında ortaya çıkan gerçek; generallerin yargıya yönelik müdahalesidir.
Peki, devrim ile karşı-devrim arasındaki hesaplaşmanın ürünü olan yargılamalarda ne olmaktadır? Sorunun yanıtı açıktır; karar sahipleri oligarşinin temsilcileridir!
Türk Hukuk Kurumu Başkanı Muammer AKSOY da, A.COŞAR'ın tespitlerine katıldığını belirterek ''özellikle siyasi suçlardaki iddiaları ya da dava dosyasını değerlendirecek hakimin etki altında kalmaması gerektiğini'' söylemiştir. Sivil kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmaması gerektiğine de değinen M.AKSOY halen görevde olan askeri mahkemelerin bu durumunu, ''... sıkıyönetim bitmiş, ortada askeri idare kalmamış o zaman bu mahkemelerin halen görev yapması ve sivil kişileri yargılaması mantık dışıdır.'' (8.9.1988, Milliyet) şeklinde açıklamıştır.
Evet, meslektaşlarınızın bu açıklamaları karşısında sizlerin açıklamalarınızı bekliyoruz... Sıkıyönetim yargıcı Üstün GÜNSAN'ın ''12 Eylül'de hukuk diye bir şey ben pek (tanımıyorum)'' deyişinin aksini savunacak mısınız?
Hukukçulukla uzaktan yakından ilgisi olmayan kıta subaylarının başkan olarak atandığı bu mahkemelerin bağımsız olduğunu nasıl savunacaksınız?
''Biz sizleri, kıta subaylarını oralara bizim görüşlerimizi uygulayasınız diye tayin ediyoruz'' diyen R.ERGUN örneği sıkıyönetim komutanlarının varlığı, bizzat dönemin sıkıyönetim savcısınca açıklanmışken ''yargı bağımsızdır'' diyebilir misiniz?
Haydi, dediniz diyelim! Bırakalım, artık masallarla uyumaktan hoşlanmayan günümüzün çocuklarını bir yana, acaba söylediklerinize siz inanabilecek misiniz?
Unutmayın, ''adalet tanrıçası'' sizi gözlüyor!...
Faşizmin, şiddet ve terörün yanı sıra başvurduğu yöntemlerden biri de yalan ve demagojidir. Faşizm, baskı aygıtlarıyla sindirdiği kitleleri, kendi ideolojisi doğrultusunda yönlendirmek için tüm ideolojik aygıtlarını da devreye sokarak kitleleri yalan ve demagojiye dayalı yoğun propagandayla şartlandırmaya çalışır. Basınıyla, radyosuyla, TV'siyle sürdürülen bu ideolojik bombardıman sonucunda gerçeklerle yalanlar birbirine karışır. Böylece kitlelerin gerçekleri ayırdetmesi olanaksız hale gelir.
12 Eylül cuntası da aynı yöntemi izlemiş, bir taraftan tüm topluma vahşice saldırırken, diğer yandan da özellikle devrimcileri karalamaya yönelik yoğun bir yalan ve demagoji kampanyası açmıştır. Yıllarca tek yanlı olarak sürdürülen bu kampanya ile devrimci değerleri ve gelenekleri çarpıtarak halkın bu değerlere sahip çıkmasını engellemeyi amaçlamıştır.
Bu çarpıtmalarından biri de ''Halk Mahkemeleri''dir. Kendi kurdukları mahkemelerin keyfiliğini, hukuk dışılığını örtbas etmek için devrimcilerin; yüzlerce ''suçsuz'', ''günahsız'' insanı bu mahkemelerde yargılayıp, kurşuna dizdikleri, öldürdükleri yalanlarını uydurdular, bol bol. Bu yalanlarını arkada kalan yetim çocuklar, dul eşler vs. masallarıyla trajik hale getirerek duygu sömürüsüyle beslemeye çalıştılar.
Böylece kendi ''hukuk'' ve ''adalet'' anlayışlarını bize mal ederek devrimcilerin savunduğu halkın adalet anlayışını karalamayı, çarpıtmayı hedeflediler.
Bizler, tüm sınıflı toplumlarda olduğu gibi, günümüz burjuva toplumunda da hukukun egemen sınıflara hizmet ettiğini söyledik. Devletle birlikte ortaya çıkmış olan hukuk, sınıfların ortadan kaldırılmasıyla, devletle birlikte yok olacaktır. Ve buna yetenekli tek güç proletaryadır. Ancak proletarya, egemen sınıfların baskı ve sömürü düzenlerinin meşru gösterilmesinin bir aracı olan hukuku, sosyal içerikli kılabilir ve giderek ortadan kaldırabilir.
Halk Mahkemeleri de, bu anlamda geleceğin mahkemeleridir. Emekçi sınıfların kendi iktidarlarını kurdukları bir toplumsal düzende, kendi hukuk anlayışlarını ve mahkemelerini oluşturmaları kadar doğal bir şey olamaz. Ve bu mahkemeler, bugün olduğu gibi bir avuç sömürücünün adına değil, emekçi halk adına yargılayacaklardır.
Ve tarih, çıkarları için halklara zulmeden bir avuç sömürücünün eninde sonunda halkın adaletinden kurtulamadığının örnekleriyle doludur. Ülkemizde de bir avuç azınlık için halkımıza her türlü işkenceyi, baskıyı reva gören halk düşmanları, mutlaka ama mutlaka halkın mahkemelerinde yargılanmaktan ve halkın adaletinden kurtulamayacaklardır.
İşte, proletaryanın ve halkın adaletinin savunucuları olan bizim hukuk ve adalet anlayışımız budur.
Bu hukuk sisteminin bir parçası olan Halk Mahkemeleri de, proletaryanın ve halkın adaletinin uygulandığı mahkemelerdir. Faşizmin, özünü çarpıtarak yaptığı ''Halk Mahkemeleri'' demagojileri, ne bu gerçeği değiştirmeye, ne de kendi mahkemelerinin keyfiliğini, hukuk dışılığını gizlemeye yetmeyecektir!
Kitleleri yıldırma ve pasifikasyon politikası hiçbir zaman tek bir yöntemle, tek bir araçla ya da tek bir kuruma bağlı kalarak yürütülemez. Emperyalizmin ve yerli egemen sınıfların teslim alma aracı, genelde halk üzerinde uygulanan tüm baskı-yasak-zor yöntemlerinin bir bütün olarak değişik biçimlerde, tek ya da iç içe geçmiş tarzda ve tüm kurumlarıyla aynı işlevi görerek, içinde bulunulan dönemin yapısına denk düşecek bir sisteme oturur. İdeolojik baskı aygıtları, devletin üstyapı kurumları bu sistem içinde kaynaştırılır. Ve kitlelerin pasifikasyonunda egemen sınıfların bu hedefe yönelmiş araçları olurlar.
Bu politikanın en somut örneği 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren ülkemizde yaşandı. İktidarı gaspeden 12 Eylül 1980 Amerikancı faşist cuntası bir yandan kitlelere ve devrimcilere vahşice saldırıp işkencelerden geçirir, katlederken, diğer yandan da yaptığı bu vahşet ve zorbalıklarına meşruluk kazandırmak için yasal mekanizmalarını da devreye sokarak askeri mahkemeler kurdu.
Emir-komuta zincirinin bir halkası olarak oluşturulan bu mahkemelerin işlevini EVREN,12 Eylül 1980'deki ilk konuşmasında açıklıyordu;
''... Kanun ve nizam hakimiyetini sağlamada tecrübeli ve yetenekli kişilerden oluşan mahkemelerin süratle ve doğru kararlar verebilmelerini ve bunları korkusuzca uygulayabilmelerini sağlayacak yasal ve idari tedbirler alınacak.''
Evet ''12 Eylül mahkemeleri'', ''tecrübeli ve yetenekli'' kıta subaylarıyla 5 generalin ağzından çıkan ''kanun''ları ''korkusuzca'' uygulayarak, göstermelik yargılamalarla onbinlerce kişiyi zindanlara kapatarak, ''nizam''ı sağlamaya çalıştılar. Süratle ve doğru kararlar almanın kıstası ise devrimcilere en ağır cezaların verilmesi oldu. Gerçekten süratli çalıştılar. EVREN'in konuşmasından yalnızca altı gün sonra (19 Eylül 1980) tank yüzbaşısı Bülent ANGIN'ı öldürdüğü iddiasıyla mahkemeye çıkarılan Serdar SOYERGİN tek celsede idam cezasına çarptırıldı ve bir ay gibi bir süreye yargıtay vs. tüm prosedürler sığdırılarak idam edildi. ''Tecrübeli ve yetenekli'' kişiler daha 18 yaşına girmemiş Erdal EREN'i 18 yaşında gösterip idam ettiler ve yine o ''tecrübeli ve yetenekli'' eller, Nihat ERİM ve Mahmut DİKLER davasında yargılanan yoldaşlarımızı suçüstü hükümlerine göre yargılayarak idam ettirmek için, bizlerin gözaltına alınma tarihini iki ay öne alma sahtekarlığını yaptılar.
12 Eylül'ün ''tecrübeli ve yetenekli'' katilleri, devrimcileri dağlarda, sokaklarda kurşuna dizip işkence tezgahlarında katlederken, ''12 Eylül Mahkemeleri''de verdiği kararlarla devrimcileri imha politikasına katıldılar.
''...12 Eylül yargılamaları, işkence altında sorgu, sonra da mahkumiyet...''
''Polis davanın sonucunu tayin eder oldu...''
Bu sözler, mahkemenize belki de onlarca kez sunduğumuz ve iddianamelerin gerçek sahiplerinin polis olduğu, yargılamanın temelinde işkenceli polis sorgularının yattığını anlatan dilekçelerimizden alınmış, bize ait sözler değil. Şimdi emekli olmuş meslektaşlarınızın sözleri.
İlki, Milli Savunma Bakanlığı emekli hukuk danışmanı Okay MİS'e; ikincisi ise, emekli sıkıyönetim savcısı Refik KARAA'ya ait. Yıllardır söylediklerimiz, bulunduğunuz çarkın içinden gelenlerce her geçen gün biraz daha doğrulanıyor.
Peki siz ne yaptınız?... Bu gerçekleri 7 yıl boyunca ne zaman dile getirsek, sizler hop oturup-hop kalktınız ve hezeyan içinde mesleğinize toz kondurmama kıskançlığıyla hareket ettiniz. Söylediklerimizi kişiselliğe indirgediniz.
Evet, mesleğinizin ''olmazsa olmaz'' ilkesi, ''yargı bağımsızlığı''dır. Bunu kıskançlıkla savunmanızı her şeyden önce biz isteriz. Ama yanlış adrese gidiyorsunuz. Ortada burjuva anlamda dahi bir hukuk bırakmayıp, ''emret komutanım yargısı''nı yaratan bizler değiliz ki, bize karşı kıskançlık gösteriyorsunuz. Mesleğinizin ilkelerini korumada, ''12 Eylül Hukuku'' yaratıcılarına karşı ne diye kıskanç olmadınız? Zor mu geliyor böyle bir karşı çıkış? Unutmayın, her şeyin bir bedeli vardır ve ödenmesi gerekiyorsa ödenmelidir. Bundan kaçmak ise onurunuzu yaralar.
Şöyle bir düşünün... Yunanistan'da ''Lambrakis Davası''nın yargıcı, faşist ''Albaylar Cuntası''na boyun eğmeyen SARZETAKİS'i aklınıza getirin. Hukukun onurunu koruduğu için gözaltına alınan yargıç SARZETAKİS'i... Mesleğinin onurunu faşist ''Albaylar Cuntası''na çiğnetmeyen yargıç SARZETAKİS'i...
Fidel CASTRO ve yoldaşlarının Granma yatıyla Küba'ya yaptıkları çıkarma sırasında yakalanarak, yargılananların mahkemesinde mahkumiyet kararına karşı oy kullanan ve BATİSTA diktatörlüğünün hışmına uğrayan yargıç Manuel URRUTİA'yı düşünün...
''Birader'' Ziya Ül-Hak'ın Anayasasına karşı çıkıp cüppelerini bırakarak, hukuk adamlığının soylu bir örneğini sergileyen Pakistanlı yargıçları düşünün...
Ya da fazla uzağa gitmeden; ''Ben 'Marksist-Leninistim' demek, Marksist fikirleri savunmak, savcılık mesleğinin şeref ve onurunu, memuriyet nüfuz ve itibarını bozmaz'' diyerek, Yüksek Savcılar Genel Kurulunun ''meslekten'' çıkarma cezasına karşı, Danıştay'da açtığı davada savunmasını yapan savcı Şiar YALÇIN'ı aklınıza getirin...
Ve bir de ''12 Eylül Yargıçları''nı düşünün.
Hangisi daha onurlu acaba?
Tercih sizlerindir.
Biz, bugüne kadar olan biteni değerlendiriyor ve diyoruz ki, DEVRİMCİ SOL Davasını işkenceciler yönlendirdi. Yanılmış olmak isteriz, ama sonucu da onlar belirleyecektir.
Evet, askeri savcı boşuna ''böbürlenmesin'', bu, davayı işkenceciler açtı, altına imza attığı iddianameleri ve mütalaasını gerçekte işkenceciler yazdı.12 Eylül'ün tüm siyasi davalarını onlar açtı ve onlar sonuçlandırdı.
Bu davalardaki işkence kiri o derece belirgindi ki, Mamak Askeri Cezaevi Müdürü işkenceci Albay Raci TETİK'in söylediği gibi ''... hakimler, savcılar yatıştırıcı ilaçlar alarak duruşmalara'' çıktılar. İşkenceden mideleri mi bulandı, yoksa işkenceci polislerin hazırladıkları iddianamelerin içinde boğulacak gibi mi oldular(?) Bilinmez, ama DEVRİMCİ SOL Davasının içinden değil sizin, Yargıtay'ın da çıkamayacağı, belki de avuç avuç yatıştırıcı almak zorunda kalacaklarını biliyoruz. Çünkü bu davanın yaratıcıları siyasi şube, MİT, kontr-gerilla ve sıkıyönetim komutanlığının uzmanlık dalı işkencedir, hukukçuluk değil!...
İddianamelerin işkenceciler tarafından yazılması için neler yapılmadı ki? 90 güne çıkarttılar gözaltı süresini. O da yetmedi tekrar polise alma yasasıyla sonsuz kıldılar. DEVRİMCİ SOL Davasının askeri savcısı 25 günde mütalaa yazdıktan sonra(!) 90 günde polisler neler yazmazdılar ki?... Askeri savcı da, daha sonra onları bir güzel ciltler ve ''iddianamem'' diye sunardı!... Zaten öyle de oldu!...
Anlattıklarımız kimilerine olayları karikatürize ediyormuşuz gibi gelebilir. Ama, hayır! 12 Eylül'de hukuk, karikatür bile olamadı ne yazık ki... Ve askeri savcılar, sanıklara işkence vahşeti altında imzalatılan ifadelere ek hiçbir soruşturma yapmadılar, ciddiyetsizliklerini, işkencecilerle suç ortaklıklarını belgelediler sadece... Değil sanıklara, tanıklara bile işkence yapıldığı, ifadelerine bizleri suçlamak amacıyla yalan yazıldığı, çarpıtıldığı ortaya çıktı tek tek...
Ama bunlar önemli değildir!.. Çünkü,12 Eylül savcılarına göre işkence altında alınmış da olsa polis ifadeleri doğruyu ifade etmektedir! O halde ''suçlu'' olarak mahkeme karşısına çıkarılan binlerce insan en ağır cezalara çarptırılabilir. Evet ''12 Eylül Mahkemeleri'' ''adaleti'' bu mantıkla yerine getirmişlerdir(!) Erzincan Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No'lu Askeri Mahkemesinin bir kararı (4.9.1986 gün, 984/107-375 sayılı karar) bu mantığı çok açık bir biçimde sergilemektedir.
''Bir an için ifadeler işkence altında alınmış olsa, böyle olduğu sübut bulsa bile, bu husus bu ifadelere itibar edilemeyeceğini göstermez. Başka bir ifadeyle, ifadeler işkence altında alınmış olsa bile, doğruyu ifade ediyorsa, eğer oluşa ve dosyaya uygunsa itibar edilebilir.''
Evet, bunu söyleyen adalet dağıttığını iddia eden ''12 Eylül Mahkemeleri''nden birinin heyetidir. Onlarca işkence raporu ortadayken işkence iddialarını ve suç duyurularını ''tamamen basmakalıp, bir merkezden ortaya atıldığı aşikar'' ve ''cinayetler işleyen, devleti ve milleti uçurumun kenarına götüren vatan hainlerini ve vatan haini örgütleri haklı çıkarma gayreti içindeki çabalar'' olarak gören bu mahkemeden 100'ü aşkın idam ve bir o kadar da müebbet hapis kararı çıkmıştır.12 Eylül faşist generallerinin ağzından konuşan bu mahkeme istisna değildir. Bu mantık ''12 Eylül Mahkemeleri''nin tümüne egemendir.
8 yıldır işkence iddialarını reddeden ve ''işkencenin ardında devlet yoktur'' diyenler, bugün zor durumdadırlar. 10 Ağustos 1988 tarihinde onaylanarak yürürlüğe giren BM İşkence Sözleşmesini uygulamak için, önce Resmi Gazete'de yapılan yayın için ''yayınlanan sadece TBMM'nin kararı'' denmiş, ardından yürürlüğe girmesi için 20 devletin imzası gerekir denmiş, ama daha şimdiden 26 devletin imzaladığı ortaya çıkınca Askeri Yargıtay Başkanı Hakkı ERKAN bile ''uygulamaya mecburuz'' demek zorunda kalmıştır. ''İşkence altında alındığı muhakkak ise mahkeme kararına gerek yok, doktor raporu yeterli'' diyen Askeri Yargıtay Başkanının,18 Eylül 1988 tarihli Nokta Dergisi'ne açıklamalarıyla mahkemelerin BM Sözleşmesini görmezden gelme tavrı birbiriyle çelişmektedir.
Anayasaya aykırılığı iddia edilemeyen bir sözleşme hükmünü uygulamaktan dahi kaçınan mahkemeler, işkencecileri koruyup işkencecilerle suç ortaklıklarını sürdürüyorlar demektir.
Aynı şeyler, sizin için de geçerlidir, 2 No'lu Askeri Mahkeme Yargıçları... BM İşkence Sözleşmesine uyulmasını, ifadelerimizin altında imzası bulunan polislerin kimliklerinin açığa çıkarılmasını ve haklarında işkence davası açılıp açılmadığının araştırılmasını, işkence izlerinin yıllar sonra bile saptanabileceğinin bilimsel olarak mümkün olduğundan dolayı hepimizin hastaneye sevk istemlerimizi içeren dilekçelerimizi reddeden sizlerdiniz.
Bu nedenledir ki, burjuva hukuk kuralları bir yana, halkımıza zorla kabul ettirilen '82 Anayasasını bile hiçe sayan ''12 Eylül Mahkemeleri''nin bu tavrıyla adalet dağıtma iddiaları tam bir tezat oluşturmaktadır. Çünkü adalet mahkemelerden önce karakollarda, I. Şubelerde, MİT merkezlerinde, Askeri ve Özel Tip cezaevlerinde, dağlarda ve sokaklarda dağıtıldı. ''12 Eylül Mahkemeleri'' ise, gerçek sahipleri işkenceci polis olan iddianamelere dayanarak yaptıkları göstermelik yargılamalarla dağıtılan bu adaletin sadece ve sadece tamamlayıcısı ve meşrulaştırıcıları oldular!..
12 Eylül 1980'den bu yana ülkemizde estirilen işkence ve terörün boyutları herkes tarafından biliniyor. Örnekleriyle göstereceğimiz gibi, işkence artık gizlenemez oldu. Şimdiye kadar ''gözaltında bana işkence yapılmadı'' diyen kimsenin çıkmamış olması işkencenin yaygınlığını ortaya koymaktadır. Bu şunu gösteriyor; poliste alınan ifadelerin tümü işkenceyle kabul ettirilmiştir... Bunun anlamı ise; idam talebiyle yargılanan yüzlerce insanın bu yargılamalara neden olan eylemi nasıl kabul ettiklerinin ortaya konmasıdır. Öyle ki, yargılandığı eylem anında, başka yerlerde, hatta cezaevlerinde, hastanelerde olan insanların sayısı oldukça fazladır. Ama her insan yıllarca öncesine ait bir tarihte nerede olduğunu hatırlama şansına sahip olmayabilir. O zaman bu ''delil''lere göre idam cezası alması ve idam edilmesi işten bile değildir. İnsanım diyen herkesi -insan olmanın gereği olarak- yakından ilgilendiren bu sorun, ''12 Eylül Mahkemeleri'' tarafından ciddiye bile alınmamıştır.
Tüm dünyada insanlık suçu olarak kabul edilip lanetlenen işkencenin ''doğruyu söyletmek için'' yapıldığını mahkeme kürsüsünde savunan bir mantığın sahipleri de işkencecilerin ruh haline sahiptirler. Kaldı ki, 12 Eylül faşizminin vahşeti ve zulmünü meşrulaştırma işlevini gören ''12 Eylül Mahkemeleri''nde görev alması bile buradaki ''adalet'' dağıtıcıları(!) nın karakter yapılarını ortaya koymaktadır.
İşkenceli polis senaryolarının eseri olan iddianamelerle yargılama yapan, adalet dağıtan(!) mahkemelerin işlerini kolaylaştıran(!) polislerin suçlamalarına itibar etmemeleri misyonlarına ters düşerdi. Nitekim yüklendikleri misyonu layıkıyla yerine getirmeye çalışan ''12 Eylül Mahkemeleri'' ve savcıları,12 Eylül yargılamalarının bir parçası olan işkencecileri aklamaktan da kaçınmadı.
Savcıların şubeden gelen, işkence gördükleri sabit olan insanların hastaneye sevk edilme taleplerini geri çevirmeleri ve işkence izlerini tutanaklara geçirmemeleri bir yana, çok nadir alınabilen işkence raporlarını dahi örtbas etme gayretleri, suç ortakları olan işkencecileri koruma güdüsünün ürünüdür. Çünkü, soruşturma açmak demek, iddianamelerine temel aldığı polis ifadelerine, şüphe düşmesi demek olurdu... Keza ''12 Eylül Mahkemeleri''nin, yargılamanın deliller açısından esasını oluşturan bu ifadelerin çürütülmesiyle oluşacak şaibelere tahammülü olamazdı... ve olmamıştır da...
Onlarca işkence raporuna ve suç duyurularına karşın hiçbir işlem yapılmaması ya da ayyuka çıkmış işkence olayları hakkında açılan davalarda işkencecilerin sudan bahanelerle aklanması, hep bu mantığın ürünüdür. Ankara'da Döndü ERDOĞAN'a işkence yapılmasıyla ilgili açılan soruşturma neticesinde savcının verdiği karar ilginçtir:
''Şahitlerin ademi malumat beyan ettikleri gibi, sanıklar suçlarını ikrar etmemişlerdir. Mağdure esasen sanıkların açık hüviyetlerini bildirememiş bulunmaktadır. Yeterli delil elde edilemediğinden sanıklar hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiştir'' (Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı, 2.11.1980 tarih,1980/182 esas, 1980/305 sayılı karar)
Hazırladıkları iddianamelerle suçladıkları insanlar için, tanıkların ''bu olabilir'', ''benzettim'' gibi tereddütlü beyanlarını bile delil sayan 12 Eylül Savcıları konu işkence olunca açık kimlik istemektedirler. İşkencecilerin işkence yaparken insanların gözlerini bağladıklarını herkes gibi savcı da bilmektedir. Kaldı ki, görse bile insan ilk defa gördüğü kişilerin açık kimliklerini nasıl öğrenebilir?
Aynı türden saçmalıklarla bu davada yargılananlar da defalarca yüzyüze geldiler. Örneğin, Cavit ÖZKAYA'da ''sol kulakta aşırı iltihaplanma ve orta kulak zarının yırtık olduğu, işitme duyusunu yitirdiği, peniste aşırı yara ve iltihap görüldüğü, parmak ve ayaklardaki yara, yanık izleri...'' olduğu raporla belirlenmiş ve C.ÖZKAYA'nın işkenceciler hakkında yaptığı suç duyurusu sonuç vermemiş, işkence yapanların isimlerini belirtmemiş olması gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmiştir.
Bu kadar mı? Değil kuşkusuz.
Yine bu davada yargılanan Haydar ÖZTÜRK'ün burnunun işkence sonucu kırıldığı Haydarpaşa Askeri Hastanesi Baştabibliği'nin 12.5.1983 tarih ve Adli Tıp 9020/76-34 sayılı raporuyla sabit görülür. Ancak, sıkıyönetim yardımcı savcısı için bu bulgular yeterli değildir, çünkü, ''işkence bulgularının zamanının tespit edilememesi'' yanı sıra ''... mağdur olduğunu iddia eden şahısların aşırı sol örgüt militanı oldukları sebebiyle suçla suçlayabildiğin kadar, hiç değilse her yalandan biri dahi tutsa yeterlidir eylem taktiğini uyguladıkları, açıkça tespit edilmiştir.''
Henüz tutuklu olan ve hakkında herhangi bir hüküm bulunmayan H.ÖZTÜRK'ün aşırı sol örgüt militanı olduğunu yardımcı savcı M.Metin ÇELENLİGİL'in nasıl anladığını, bu zeka ve yeteneğinin kaynağını sormuyoruz, ama tıbbın geldiği seviyede bir burun kırılmasının zamanının tespit edilememesi sözkonusu olabilir mi diye sormadan edemiyoruz. Hele hele böyle bir gerekçe, işkencecileri ve onlara suç ortaklığı yapan yardımcı savcı M.Metin ÇELENLİGİL'i aklayabilir mi?
Bu da ikiyüzlülüklerinin bir yanı tabii. Çünkü işkence raporlarıyla, polis isimlerini belirterek suç duyurusunda bulunanların bu başvuruları hakkında bir şey yapmamışlar, bu kez de başka gerekçeler uydurarak bu talepleri reddetmişlerdir.
Mahkemelere yansıyan işkence davalarının sonuçlarına bakmak bile ''12 Eylül Mahkemeleri''nin işkencecileri nasıl koruduklarını ortaya çıkarmaktadır. Kamuoyunda iyice açığa çıkmış işkenceyle öldürme olaylarının sanıkları olan işkenceci polislere -zorunlu kalındığı için- verilen cezalar birkaç yılı geçmemiştir. Şimdiye kadar verilen en ağır ceza Komiser Mustafa HASKIRIŞ'a verilen 10 yıl hapistir. Ve Mustafa HASKIRIŞ bir kuyumcunun altınlarını gasp etmek suçundan tutuklanıncaya kadar da tutuklanmamış, kaçması için fırsat tanımıştır üstelik... Oysa ceza yasasında işkenceyle adam öldürmenin karşılığı idam olarak yer almaktadır.
Amaç ''dostlar alışverişte görsün'' örneği bir yargılama olunca, göstermelik olarak açılan davaların aklanmayla veya böylesine komik cezalarla sonuçlanması hiç de şaşırtıcı değildir.
Kendisine yasadışılığı yasa yapan 12 Eylül Savcıları ve ''12 Eylül Mahkemeleri''nin, işkencecileri aklamaya yönelik bu çabaları, iddianamelerde ve kararların altındaki işkencecilerin kanlı izlerini yok etmeye yetmeyecek ve işkencecilerin suç ortağı olmalarının damgasını ömürlerinin sonuna kadar alınlarında taşıyacaklardır.
''Kişinin suçlamalar karşısında kendisini savunabilmesi için savunma hakkı ve olanakları gerek adli, idari mercilerce, eksiksiz ve her yönüyle tanınmamış ise, orada ne kişinin huzuru ne de hukuk devleti vardır.'' (Türk Hukuk Kurumu Başkanı Muammer AKSOY'un 23.12.1984 tarihli konuşmasından)
Savunma hakkı yüzyıllardır yargılamanın ayaklarından biri olarak insanın temel hakları arasında yer almaktadır. Savunmanın olmadığı bir yerde ne hukuktan ne de insan haklarından söz etmek mümkündür.
Kanlı mücadeleler sonucu, temel hak ve özgünlükler arasında egemen sınıflara kabul ettirilen savunma hakkı hiçbir zaman açıktan reddedilmemiştir. Bu, ülkemiz egemen sınıfları için de geçerlidir. Nitekim Türkiye halklarına zorla dayatılan '82 Anayasasında bile, bu hak ''temel hak ve ödevler'' bölümünde yer almaktadır. Keza Ceza Yargılamaları Usul Yasasında savunmanın serbestçe yapılmasına ilişkin maddeler mevcuttur.
Oysa özellikle son 8 yıldır Türkiye'de yaşanan gerçekler, savunma hakkının sadece yazılı bir hak olarak kaldığını göstermiştir.
Ceza Yargılamaları Usul Yasasının 32. maddesinde, ''maznun tahkikatın her hal ve derecesinde, bir veya birden fazla müdafiinin yardımına müracaat edebilir'' denmektedir. Bu, hazırlık soruşturmasını da kapsar. Fakat kişinin her aşamada avukatıyla görüşebileceğini söyleyen bu yasa, bırakalım gözaltını, yargılama safhasında bile çeşitli gerekçelerle uygulanmamıştır.
Hukuktan bahsedilen bir ülkede insanlar 15-30 hatta 90 gün gözaltında tutulabilir mi? Ama ülkemizde yaşanmıştır, yaşanıyor. 12 Eylül'den sonra 15 gün olan gözaltı süresi önce 30, sonra da 90 güne çıkarılmıştır. Bu 90 gün boyunca sorgulama adı altında en ağır işkencelere maruz kalan kişi ne avukatı, ne de yakınlarıyla görüştürülmez. Bu süre içinde savunma hakkı bir yana, yaşama hakkının bile güvencesi yoktur. Avukatlar müvekkillerinin nerede olduklarını bile öğrenememektedir çoğu zaman. Bu, sadece 12 Eylül döneminde değil, ''demokrasiye geçiyoruz'' demagojisinin yapıldığı bugün de geçerlidir. Hazırlık soruşturmalarının savunmasız olarak -avukatla görüştürülmeden- yürütüldüğü bizim gibi ülkelerin dünyada örneği kalmamış gibidir. Onyıllardır faşist diktatörlüklerin hüküm sürdüğü birkaç Asya ve Latin Amerika ülkesi ve ırkçı Güney Afrika'yı bir kenara bırakırsak TC bu konuda ''tescilli'' bir devlettir.
Savunmaya böylesine yasaklayıcı yaklaşan ''12 Eylül Hukuku''nun bu konudaki hukuk dışılığı her aşamada sürmüştür. 353 sayılı yasanın 31. maddesinde cezaevlerinde avukat-tutuklu görüşmesinin açık-yüzyüze olması gerektiği ve hiç kimse tarafından dinlenemeyeceği belirtildiği halde, bu yasa maddesi hiçbir zaman uygulanmamış, görüşmeler cezaevi yetkilileri tarafından denetlenerek, çoğu zaman da engellenerek tutuklu-avukat arasında sağlıklı bir bilgi alışverişinin kurulması engellenmiştir.
12 Eylül faşizminin savunma kısıtlamaları yalnızca yargılananlara yönelmemiş, avukatları da kapsamıştır. Sıkıyönetim komutanlarının, istediği avukatı sorumlu olduğu bölge dışına çıkarma yetkisi, avukatların dava almalarının ve özgür savunma yapmalarının önüne bir tehdit unsuru olarak çıkarılmıştır. Zaman zaman örgüt üyesi muamelesi görerek gözaltına alınan avukatlar, zaman zaman da isteklerinde fazla ısrarlı oldukları, boyun eğmedikleri için mahkemelerden atıldılar.
Savunmanın engellenmesi konusunda 12 Eylül Savcıları da üstlerine düşeni yaptılar. Avukatların savunma hazırlayabilmesi, dava dosyalarını inceleyebilmeleri ile mümkündür. Mevcut iddiaları, dayandığı delilleri, belgeler vb. hakkında tam bilgi edinmeden savunma yapılması olanaklı değildir. Ama mantık mutlaka cezalandırma olunca savunmanın önüne bu yönde de engeller çıkarıldı. Avukatların, yasalar çerçevesinde dosya inceleme hakkı olmasına karşın bu, pratikte çoğunlukla işletilmedi. Hatta ve hatta DEVRİMCİ SOL l. Davasında olduğu gibi iddianame bile verilmek istenmedi. Böylece avukatlar tahminler üzerine oturan hayali delil ve belgelere göre savunma yapmak zorunda bırakılmışlardır.
Savunma hakkına hiçbir dönem böylesine ikiyüzlüce ve çok yönlü bir saldırı olmamıştır. Poliste başlayan, savcılıkta ve cezaevinde devam eden uygulamalarla savunmanın her aşamada engellenmesinde; her fırsatta ''savunma kutsaldır'' sözünü tekrarlamaktan vazgeçmeyen ''12 Eylül Mahkemeleri''de aktif rol oynadılar.
12 Eylül faşizminin cezaevlerine yönelik rehabilite programlarının bir parçası olarak kitap, defter, kağıt, kalem verilmediği dönemlerde dilekçe dahi yazamayan tutsaklar, bu durumu sözlü olarak dile getirip önlem alınmasını istediklerinde ''12 Eylül Mahkemeleri''nin cevabı ''bizi ilgilendirmez'', ''bu bir idari sorundur'', ''yapacağımız bir şey yok'' diyerek seyirci kalmak olmuştur. Oysa adalet dağıttığını iddia eden ''hukukçular için ülke sorunlarına kayıtsız kalma özgürlüğü yoktur'' (Yargıtay üyesi Sami SELÇUK)
Cezaevlerinde kişiliksizleştirmenin aracı olarak gündeme getirilen tek tip elbise uygulaması sonucunda onurunu ve siyasi kimliğini koruyarak tek tip elbise giymeyenler yıllarca duruşmalara çıkarılmadılar. ''Mahkeme adabına uygun olmayan şekilde geldikleri'' gerekçesiyle duruşmalar yıllarca ''sanıksız'' sürdürüldü.
İddianame adı altında hazırlanan ''küfürnameler''de bizlere karşı yapılan her türlü ideolojik saldırıya, karalamaya, yalan ve demagojiye hiç sesini çıkarmayan ''12 Eylül Mahkemeleri'', savcının bu ''küfürnamesine'' yanıt verebilmek amacıyla, eldeki belgelerin, yayınların bizlere verilmesi taleplerimizi ''yasak yayın'' gerekçesiyle reddetmişlerdir. Halbuki savcı yalan ve demagojileri o ''yasak yayın''lardan aldığı pasajlara dayanarak yapmaktadır. Böylece, bizim savcının iddialarına yanıt vermemiz engellenmeye çalışılmıştır.
Ülkemizde üç yıla kadar verilecek hapis cezalarında temyiz hakkı kaldırılmıştır. Ve bu suçlarda kişi, gıyabında yargılanıp karar verilebilmektedir. Yani 90 güne varan işkenceli sorgular sonucunda hazırlanmış polis fezlekesiyle mahkemeye verilen kişi, savunması bile alınmadan 3 yıl hapis yatırılabilmiştir.
Tarihler 19 Eylül 1980'i yazarken cuntacılar MGK'nın 1. birleşim 3. oturumunda kaç yıllık hürriyeti bağlayıcı cezaların temyiz edilememesini tartışıyorlardı. Cuntacılar 5 yıl demişti, MGK hukukçuları 2 yıl.
EVREN- ''Bu, ilk hazırlanışında 5 seneye kadardı, sonradan niye 2 seneye kadar indirildi acaba?
Hakim Tuğgeneral Muzaffer BAŞKAYNAK- ''Sayın başkanım (...) Yeterli delil bulunamaması nedeniyle 2 seneden fazla hürriyeti bağlayıcı ceza verdiğimiz taktirde, temyiz yolunu da kapalı tuttuğumuz zaman, sanıklar mağdur olabilirler. (...) 5 sene olduğu zaman mahkemeler bunu suistimal edebilecekleri gibi, 5 seneye kadar hürriyeti bağlayıcı cezalar temyiz edilemeyecek, böylelikle, yeterli delil de yoktur diye özellikle beraat kararı verebilirler diye sınırı 2 yılda tuttuk."
Kendisine hukukçuyum diyen biri mahkemeler beraat kararı verebilir, suistimal edebilir kaygısı taşıyor ve yeterli delil olmasa da ceza verilmesini savunabiliyor. Tabii bir ''hukukçu'' böyle deyince cuntacı general ŞAHİNKAYA'nın şu sözleri edebilmesi çok doğal:
''Sıkıyönetim döneminde bir kişi suç işlemişse, bu suç herhalde öyle adi suçlardan falan olmaması gerekir. Bu nedenle 5 yıl olmasına taraftarım ben (...) Askeri mahkemenin vereceği cezanın böyle çok az olmaması lazım. Sıkıyönetim askeri mahkemesi böyle ceza verdiği zaman bunun artık temyiz olmaması lazım'' (Eylül İmparatorluğu, E.TUŞALP, s.139-140)
Sonuçta birkaç dakika içinde 3 yılda anlaşıldı. Onbinlerce kişiye temyiz yolu birkaç dakika içinde tıkandı.
12 Eylül faşizminin topluma hakim kılmak istediği suskunluk ve yılgınlık, mahkeme salonlarında devrimcilerin şahsında da yaratılmak istenmiştir. Mahkemeler başladığı andan itibaren bu amaçla tutuklular üzerinde baskılar yoğunlaştırılmıştır. Bunlardan biri de savunma sürelerinin dakikalarla sınırlandırılması olmuştur. Öyle ya, kasıtlı olarak uzun tutulan savunmalarla tutuklular ''mahkemeleri uzatmak'' isteyebilirler. Bu da ''adaleti'' geciktirir (!) di. Savunmayı ''yaptım'', ''yapmadım'' olarak görenlerin siyasi düşüncelere tahammül göstermesini beklemek safdillik olur.
Oysa ortada siyasi kimliklerinden dolayı idam ve müebbet hapis cezası istenen binlerce insan sözkonusudur. Ve bu davalarda yargılanan devrimciler yargılanmalarına neden olan siyasi düşüncelerini açıklamak durumundadırlar. Çünkü hazırlanan iddianamelerde bu düşünceler açıkça çarpıtılmakta ya da tahrif edilmektidir. Savcıların yalanlarını teşhir etmek ve doğruları ortaya koyarak gerçekleri açıklamak her devrimcinin hakkı olduğu kadar, görevidir de...
En küçük siyasi içerikli bir konuşma ya da dilekçeye bile tahammülü olmayan ''12 Eylül Mahkemeleri''; ''benim gibi düşünmeyen vatan hainidir'' diyen generallerden aldıkları cesaretle, kraldan çok kralcı bir tavır sergileyerek siyasi içerikli konuşma ya da dilekçeler hakkında suç duyurularında bulunmuş, dava açtırmışlardır. Açılan bu davalarda 20'li, 30'lu yıllara varan cezalar verilmiş, verilen bu yüksek cezalarla siyasi savunma yapan tutsakları yıldırmak amaçlanmıştır. Öyle ki, yargılandığı davada hakkında istenen ceza maddesinin karşılığı olan ceza miktarından daha yüksek cezalara çarptırılmışlardır. Böylece siyasi düşüncelerinden vazgeçmeyen bir tutsak, yargılandığı davadan tahliye olsa bile, yıllarca içeride kalmaya mahkum edilmektedir. Fakat ne 12 Eylül faşizmi, ne de onun mahkemeleri tüm bunlara rağmen biz siyasi tutsakların siyasi kimliklerimize uygun düşüncelerimizi her koşulda savunmamızı engelleyememişler ve gerçekleri haykıran seslerimizi kısmayı başaramamışlardır.
Egemen sınıflar kendi sömürü düzenini sürdürebilmek için her dönem çok çeşitli araçlar gündeme getirmişlerdir. Kitleleri sindirmek ve devrimcileri yok etmek için kolluk kuvvetleri ve diğer baskı kurumları yanında, sözde bilim adamlarını, psikologlarını, politikacılarını, iletişim araçlarını vb.lerini bu uğurda seferber etmekten kaçınmamışlardır.
Ülkemizde gerek kapitalizmin, gerekse egemen sınıfların kendi iç dinamiğiyle gelişmemiş olmasından kaynaklanan niteliğinden dolayı bu amaç ve yöntemler, kapitalist ülkelerdeki kadar yetkinleşmiş değildir. Bu nedenle ülkemizde baskı ve zor politikaları temel araçlar olarak hep kullanılagelmiştir.
12 Eylül faşist cuntasıyla birlikte gündeme getirilen ABD ve CIA patentli yeni taktikler, özellikle onun sivil görünümlü devamı olan ÖZAL hükümeti tarafından daha da geliştirildi. Bu taktiklerden biri de 19 Haziran 1985 tarihinde çıkarılan 3216 sayılı Pişmanlık Yasasıdır.
Halkımızın ahlaki değerlerini hiçe sayan, hainliği, muhbirliği teşvik eden bu yasayla oligarşi bir taşla birkaç kuş birden vurmayı hedeflemiştir.
Birincisi; işkenceciler, MİT ve savcıların ortaklaşa hazırladıkları senaryoları itirafçıların ağzından kamuoyuna yansıtarak, devrimcileri halkın gözünde küçük düşürmek.
İkincisi; bu yılgın, korkak ve psikopat insanlar aracılığıyla kendi anarşi ve terörünün vahşiliğini meşru göstererek yaptığı katliamlarını aklamak.
Üçüncüsü; itirafçılar aracılığıyla devrimci-demokrat kesime yönelik bir sürek avı başlatarak, her alanda hak gasplarına yönelmek.
Bir başka amacı da; kimler tarafından hazırlandıkları bizzat eski itirafçıların ağzından açıklanan bu itiraflara dayanarak, binlerce insanın en ağır cezalara çarptırılmalarını sağlamaktır.
Burjuvazi, bu yasayı benimsetebilmek için var gücüyle çabalamış, hükümet demeçleri, MİT kaynaklı basın toplantıları, itirafçı hainlerin katıldığı panellerle muhbirliğin propagandasını yapmıştır. Tüm özendirme primleri, özgürlük vaatlerine rağmen bu yasadan beklediği sonucu alamayarak hayal kırıklığına uğramıştır. Yasanın mimarı olarak bilinen Faik TARIMCIOĞLU dahi, ''yasanın yürütülmesinden ve sonuçlarından hiç de memnun olmadığını'' açıklayarak başarısızlıklarını ilan etmiştir. (Yeni Gündem,13 Eylül 1986)
Tehditle suç oluşturmaya zorlayan itirafçılık yasası, hasta, kendine güveni olmayan kişiliksiz insanlara ''ya ölüm ya da özgürlük'' ikilemini dayatarak ''itiraf'' adı altında yeni suçlar ve sanıklar üretmiştir. Yüzlerce devrimcinin idam ve ağır hapis cezalarına çarptırılmasında ''delil'' olarak kullanılan bu ''itiraf'' senaryolarının gerçek sahiplerini, oynanan oyunların içyüzünü, bir zamanlar ''itiraf'' yapanlar, gerek devletin kendilerini kullandıktan sonra bir kenara fırlatmasından duydukları hayal kırıklığı, gerekse de toplumdan dıştalanmanın verdiği eziklikle kamuoyuna itiraf ettiler... Bunlardan biri olan Yüksel AKKUŞTUR kamuoyuna yaptığı açıklamalarda, itiraflarında suçladığı insanlar için; ''...bu şahısların kimilerini tanıyormuş ve birlikte eylem bile yapmışız gibi gösterirken, kimilerini de tanıyorum ve haklarında bilgi sahibiymişim gibi gösterildim'' derken bu suçlamaların içyüzünü açığa çıkarmıştır. Ve bu anlattıklarının sadece kendisi için değil, tüm itirafçılar için geçerli olduğunu da belirten Y.AKKUŞTUR en çok ''itiraf'' üretenlerin, övgüye en fazla mazhar olduklarını da söylerken itirafçılara empoze edilenin ''üret de ne üretirsen üret'' mantığı olduğunu gözler önüne sermektedir.
Bu karalama kampanyasının en yoğun yaşandığı yerler, devrimcilerin kişiliksizleştirilmesi için her yolun denendiği cezaevleridir. Yıllarca her türlü hak gaspları, insanlık dışı baskılar, fiziki ve psikolojik saldırılarla karşı karşıya getirilen siyasi tutsaklar siyasi düşüncelerinden soyundurulmaya ve bağımsızlaştırılmaya çalışıldılar. Tüm bunlara karşın siyasi kişiliklerinden ödün vermeyen siyasi tutsaklar, ölümler pahasına yükselttikleri direnişlerle onurlarını korudular. Kişiliksizleştirme politikasını olduğu gibi itirafçılık yasasını da boşa çıkardılar.
Kuşkusuz bu yasa hainler de çıkardı. Kişiliğini yitirmiş bu zavallı insanlar, ölümle ''özgürlük'' arasındaki tercihlerini kellelerini kurtarma yönünde kullanarak hainliği seçtiler.
İşkence ve baskı politikasının ürünü olarak ortaya çıkan hainler, her türlü insani değerini yitirmiş, dengesiz insanlardır. Hainlerin bu saldırgan ve psikopat ruh halleri itiraflarına da yansımıştır.
''12 Eylül Mahkemeleri'' bu hastalıklı yapıların ürettikleri itirafları delil olarak kabul etmiş, kararlarında kullanmışlardır.
DEVRİMCİ SOL Davasının görülmekte olduğu bu mahkeme de, bu konuda şaibe altındadır. Çünkü savcı, iddianamelerde olduğu gibi, bunca gelişmeye rağmen Esas Hakkındaki Mütalaa'sında da bu hainlerin nasıl hazırladıkları herkesçe bilinen ''itiraf''larına delil olarak yer vermiştir. Mahkeme heyetinin de savcının mütalaası doğrultusunda karar vermesi; bu mahkemenin de 12 Eylül faşizminin; işkencecileri, MİT ve savcıları eliyle hazırladığı bu ahlaksızlık ve onursuzluk örneği politikasının bir halkası olduğunu kanıtlayacaktır.
Hainlik ve döneklik hiçbir zaman erdem olmamıştır. Ama, ''12 Eylül Mahkemeleri'' hainliği bir erdem gibi göstermişlerdir. 15 Ağustos 1985 tarihinde itirafçıların bir kısmını salarken MLSPB davası mahkeme başkanı ''siz Türk çocuklarısınız, atalarınızdan aldığınız terbiyeye göre yaşamınızı sürdürün'' öğüdünü verirken atalarımızı da karalamaktadır.
Davalarına ihanet etmedikleri için işkencelerle katledilen Börklüce Mustafa'ları, Şeyh Bedrettin'leri, Pir Sultan Abdal'ları çıkaran bir tarihe sahip olan halkımız hiçbir zaman muhbirliğin ve ihanetin onursuzluğuna ortak olmamıştır.
Döneklik, satın alma-alınma, ihanet... Burjuvazinin kendi erdemleridir. Burjuvazinin tarihi ikiyüzlülüğün, dönekliğin tarihidir. Onun bu meziyetlerini halkımıza bulaştırma çabalarını halkımız reddederek insani değerlerine sahip çıkmıştır.
Oligarşinin bizleri hiçbir ahlak kuralına sığmayan yöntemlerle karalama çabaları gibi, itirafçılık yasası da iflas etmiştir. Ortaya çıkardıkları itirafçıların ağzından hem devrimci değerleri karalayarak devrimcileri küçük düşürmeyi, hem de işkenceye, keyfiliğe, gayri meşruluğa dayanan ''12 Eylül Hukuku''nu meşru göstermeyi amaçlayan faşizmin tüm çırpınışları boşunadır. Yıllardır hukuk adına yapılanları itirafçılar dahi aklayamayacaklardır.
12 Eylül faşizmi bir dönemin hesabını kapatmak amacıyla her yolu denemiştir. İşkenceli sorgularıyla, işkenceye dayalı ifade ve sahte belgelere dayanan iddianameleriyle, yasa tanımaz ''12 Eylül Mahkemeleri''yle tam bir komediye dönüşen ''12 Eylül yargılamaları'' adil değildir. En temel hukuk normlarının bile uygulanmadığı ''12 Eylül Mahkemeleri''nde, yasalara uymama bir ilke haline getirilmiş, yargılanan kişi lehine olabilecek belge, tanık, dilekçe vb. gözönüne alınmazken, aleyhte kullanılabilecek en küçük ''delil''e bile rağbet edilmiştir.
Faşist cuntanın Anayasasında bile ''kimseye işkence yapılamaz'' maddesi bulunmasına karşın, ''işkence doğruyu söyletmek için yapılır'' diye yorumlar yapabilen yargıçlardan oluşan bu mahkemelerin işkenceli ifadelere dayanarak cezalar yağdırması şaşırtıcı olmuyor. Cezaevlerinde kendilerine işkence yapıldığını anlatıp suç duyurusunda bulunan tutsaklara ''İran'da adam asıyorlar, siz yine dua edin işkence yapıyorlar'' şeklinde cevap veren yargıçların dağıttığı adaletin ''işkenceli adalet'' olmadığını kimse iddia edemez.
Bizleri yasalara uymamakla suçlayanlar, kendi yasalarını hiçe sayarak mahkeme usul hükümlerine aykırı yargılamalar sürdürdüler. Tutukluların ağzını açtıklarında salondan atıldıkları, avukatların duruşmalara alınmadığı bu keyfi uygulamalarını ''Savaş Hali Hükümleri''ne dayandırdılar. Oysa kendi yasaları ''Sıkıyönetim savaş hali sebebiyle ilan edilmemişse, Savaş Hali Hükümleri uygulanamaz'' diyordu. Yasaya rağmen ''Savaş Hali Hükümleri''nin uygulanması, ''12 Eylül Mahkemeleri''nin önyargılarını ortaya koymaktadır. Evet, onlar gerçekte, savaş halindeydiler. Bu savaş, 12 Eylül 1980'de Türkiye halklarına ve devrimcilere karşı açtıkları savaştı, ve bu mahkemelerden çıkan cezalar, yargıladıkları onbinlerce siyasi tutsağı ''Savaş açtıkları düşmanlar'' olarak gördüklerinin belgeleridir.
'82 Anayasasının 10.maddesi; ''Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerde kanun önünde tanınan eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır'' diyor.
Oysa ''12 Eylül Mahkemeleri'' kendi anayasalarına bile ters düşecek bir tarzda artırmalı cezalar vermişlerdir.
1402 sayılı yasanın 17/1 maddesi, Sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılananlara ek bir ceza hükmü getirmektedir. Başlı başına bir keyfiyet olan ve hukukun eşitlik ilkesine ters düşen bu yasanın kendisi bir yana, uygulamasında da yasaya rağmen cezalar artırılmıştır. Bu maddenin uygulanabilmesi için; sözkonusu suçun 19.9.1980 gününden sonra işlenmiş olması, siyasi nitelikli olması ve bu suçtan sıkıyönetim mahkemesinde yargılanıp mahkum olması gerekmektedir. Bu üç koşulun birden bulunması durumunda ancak uygulanabilen bu artırma, üç koşuldan biri eksik olduğunda uygulanamaz. Yasanın aleyhte geriye işlemeyeceği bilinen bir kural olmasına karşın ''12 Eylül Mahkemeleri'' yasayı geriye doğru işletmiş, bu maddeyi siyasi tutuklulara yönelik bir silah olarak kullanarak, yüzlerce kişiyi fazladan yıllarca zindanlarda yatırmışlardır.
Ayrıca, aynı maddeden biri sivilde, diğeri sıkıyönetim mahkemesinde yargılanan iki kişiden sıkıyönetimde yargılananın diğerinden daha fazla ceza alması hangi adalet ilkesiyle açıklanabilir?
Yasaların böylesine keyfi olarak çıkarıldığı ülkemizde adalet aramak boşunadır. Hele hele de ''12 Eylül Hukuku''nda...
''Adalet ölçüsünü gözetmeden yasaları çıkartan bir devlette hukuk zorbalığın buyruğundadır.'' (Sami SELÇUK, Yargıtay üyesi)
12 Eylül'le birlikte beş generalin buyruklarıyla oluşturulan ''12 Eylül Hukuku'' insan mezbahalarına dönüştürülen karakollarda, şubelerde, askeri cezaevlerinde ''adalet'' dağıttı. Cezaevi avlularına kurulan idam sehpaları, mahalle aralarında, sokaklarda, dağlarda yüzlerce devrimciyi ve yurtseveri kurşuna dizen ''ölüm timleri'', ''12 Eylül Adaleti''nin simgesi oldular.
Adalet bir elinde kılıç, diğerinde terazi tutan genç bir bakireyle sembolleştirilmiştir. Ama 12 Eylül'den bu yana ABD emperyalizminin, CIA'nın, işbirlikçilerinin ve bir avuç generalinin adaletinin hüküm sürdüğü ülkemizde adalet bakiresi elinde kanlı bir bıçak taşıyan fahişeye dönüştürülmüştür.
İnsanlar her şeye katlanabilir, ama adaletsizliğe asla... Yıllardır işkenceler, baskılar ve hak gasplarıyla içine itildiği suskunluğuna bakarak, bunca adaletsizlik karşısında halkımızın sonsuza dek seyirci kalacağını sananlar aldanıyorlar. Her geçen gün 12 Eylül faşizminin üzerine serptiği korku toprağından silkinen halkımızın doğrulup kalkacağı gün fazla uzak değildir. Daha bugünden 12 Eylül ve ''12 Eylül adaleti'' yargılanmaya başlanmıştır. İşte o gün geldiğinde, bugünün zorbaları, zalimleri, gerçek adaletten, halkın adaletinden kurtulamayacaklardır.
İşkence üzerine temellenen ''12 Eylül Hukuku''nun savunucusu olma ''onuru''na erişenlere ithaf olunur!...