Marks, en kötü mimar ile en iyi arı arasındaki farkı, insanın yaratıcılığı olarak koyarken, insanın bitmek tükenmek bilmez enerjisinden de övgüyle söz eder. Ama buna rağmen yine de bilimsellikten kopmayan Marks, ''insanlık kendi önüne ancak çözümleyebileceği sorunları koyar, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar'' diye de not düşer. Çünkü toplumun devrimci güçleri, eski çürümüş ve çöken yapıyı yıkıp, onun enkazı üzerinde, yepyeni ve daha ileri bir toplumsal sistemi kurarlarken, bunu, ancak ve ancak tarihin kendilerine, o an için sağladığı nesnel koşulların verileriyleyapabilirler.
Bugün çok kaba olarak bile olsa, dünyaya ve tarihin gelişimine şöyle bir baktığımızda görüyoruz ki:
İnsanlık, üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyete son verecek ve halkın ortak mülkiyetini gerçekleştirecek, insanlığı köleciliğin zehirli armağanı asalaklıktan kurtaracak sosyalizme ulaşma mücadelesi veriyor.
Evet insanlık, herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre temel ilkesinin, geleceğini karakterini verdiği sınıfsız topluma, komünizme ulaşma mücadelesi veriyor...
Burjuvazi tarihsel zorunluluğun önünde durabilmek, iktidarını yitirmemek için, emekçi sınıfların iktidara yürüyüşünü faşist kurumları, zor yöntemleriyle engellemeye çalışıyor. Bu çabasında burjuvazi, hegemonyasının bir parçası olan dinsel, sanatsal, artistik, yazınsal kurumlarıyla, yığınların ruhi şekillenmelerini de yönlendirmeye gayret ediyor. Amacı çok açık: Emekçilerin sınıf bilincini çarpıtmak ve gelişmesini engellemek.
Proletarya ile burjuvazi arasındaki tarihsel hesaplaşmada, burjuvazi, o demagoji ve yalanı karakter edinen propagandasını, kendi ideolojisinin soysuzlaştırıcı etkisiyle birleştirerek, proletaryaya karşı kullanmaktadır. Düzeni sonsuza dek süreceği, egemenlerle emekçilerin uzlaşmasının mümkün olduğu ve Devrimci Hareketin devleti (düzeni) yıkamayacağı imajını emekçilerin kafasına kazımak, bu sözkonusu propagandanın ana temalarıdır.
Emekçilere telkin edilen ''uysallık''tır, ''otoriteye itaat''tır. Kilisenin, ''komşun bir yanağına tokat atarsa diğerini çevir'' biçiminde özetlenen; ''otoriteye-feodallere itaat'' öğretisinin yerini, kapitalizme kesin darbelerin vurulduğu yaşadığımız çağda, eğitimi, basını, radyosu ve gitgide TV’siyle özde aynı fakat çok daha gelişmiş araçlarla yapılan ‘sınıf bilincini’ çarpıtma programları aldı.
Devrimi, halkın davasını boğmak için yürütülen karşı propagandanın, demagojinin burjuva literatüründeki adı; ''psikolojik savaş''tır. Mc. CARTHY’cilik rüzgarlarının estiği yıllarda, ''soğuk savaş'' adıyla bilinen bu saldırının amacı, insan beynini kendisine karşı yabancılaştırmaktı. Burjuvazinin baskı ve tenkil politikasının propaganda cephesinde ifadesi olan bu saldırı, propaganda araçlarının eşgüdüm halinde işletildiği oranda etkili olacak, kamuoyu istenilen yöne kanalize edilecekti. Burjuva kuramcı G. ORWELL; radyo, TV, basın gibi araçları kastederek, ''insanın kafasını kontrol altında tutacak güçlü manivelalardır'' tanımını yaparken burjuvazinin bakışına da berraklık kazandırıyor.
Tarihsel olarak egemen sınıfların yüzyıllardır kullandıkları ama en ''bilinçli'' bir biçimde, Nazilerin geliştirip yetkinleştirdiği ve II. Paylaşım Savaşı sonrasında, ''çağdaş'' propagandanın ana yöntemi yapılan ''demagoji ve karalama''nın, inandırıcı kanıtlara dayanması gerekmiyordu. Telekomünikasyon ve iletişim alanındaki devrimle birleştirilerek, enformasyon ağının tekelci burjuvazi tarafından da denetlendiği çağımızda, artık güçlü propaganda aygıtlarıyla gerçekleştiriliyordu. Eski CIA başkanlarından W. COLBY de; ''ülke ve insanlarını tek yanlı haberlerle beslemek, onları yönetmek için kolaylık sağlar'' derken, en yalın biçimde bu gerçeğe parmak basmaktaydı.
Her cephede süren sınıflar çatışmasının orijinalitesine uygun olarak ülkemizde de, tüm dünyada olduğu gibi egemen sınıflar; ''psikolojik savaş'' yöntemlerini incelikle kullanıyorlar. İnsan olmak hakkını kullanma gücüne sahip olmayan, kendine yabancılaşan insan, sınıflar çatışmasının sert seyrettiği ülkemizde, oligarşinin görmeyi arzuladığı ''vatandaş tipi''dir. Kuşkusuz, böylesi bir ''vatandaş tipi''nin sürekliliği, öncelikle Devrimci Hareketin ve halk muhalefetinin susturulmasına ve yok edilmesine doğrudan bağlıdır. Anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminin zaferine doğru evrilen, yaşadığımız süreçte burjuvazinin propaganda cephesindeki amacı; Devrimci Hareketi yalan ve demagoji ile karalamak, halktan uzaklaştırmak olacaktır. Çünkü, onlar da biliyordu ki: Halkın örgütlü gücüyle birleşmiş devrimci mücadele asla durdurulamaz, yok edilemez. Bunu iyi bellemişlerdi. Devrimci Hareket hakkında karalama ve demagoji kampanyası açılmalı, gerekirse provokasyondan, iftiradan, yalandan kaçınılmamalıydı. Böylece ömürleri biraz daha uzasındı...
12 Mart ve özellikle 12 Eylül faşist cuntası dönemleri, devrimcilere halkın verdiği desteğin önünü almak ve Devrimci Hareketi halktan tecrit edebilmek için, devrimcilerin, yalan, demagoji ve karalama bombardımanına tutulduğu dönemler oldu.
12 Eylül faşist cuntası, yasa ve yönetmelikleriyle, ''yakala ve öldür'', ''hapishaneye koy rehabilite et'' biçimindeki katliam ve pasifikasyonlarıyla halka karşı yürüttüğü savaşta, yalnızca katliamı, sopayı, işkenceyi, süngüyü, zindanı kullanmadı; en az bunlar kadar etkili olacağını düşündüğü, yalana dayalı saldırılarıyla, hem halkı devrimcilere yabancılaştırmayı, hem de devrimcilere yönelik işkence ve katliamlarını meşrulaştırmayı amaçladı. Örneğin, Tunceli Synt. Komutan Yardımcısı, yayımlanmak üzere hazırladığı bildiride devrimcileri (yani Marksist-Leninistleri) tanımlarken şöyle diyordu: ''... kardeş kanı akıtarak güzel yurdumuzu bölmeye çalışan hain, aldatılmış, kanmış, insan kanı dökmekten zevk alan sadist...'', ''her türlü hıyanet ve ahlaksızlığı yapan, alevi-sunni vatandaşları birbirine düşman eden'', ''katil'', ''korkak'', ''üç buçuk satılmış hain, bölücü, her türlü insan haysiyetinden yoksun eşkıya'' ve ''vatan hainleri'' vb. vb... Bir yandan kendi yaptıklarını Nazilere bile pes dedirtecek bir ikiyüzlülükle, devrimcilere yamamaya çalışan bu faşist, bir yandan da ''... bölücü ve yıkıcı örgüt elemanlarını yakaladığın yerde öldür'' emrini veriyordu. Çünkü, altı milyon Yahudiyi gaz odalarında katledenlerin, Mai Lai katliamlarıyla Vietnam halkına terör estiren ABD emperyalizminin, insanlık suçu işleyen tüm karşı-devrimcilerin yaptıklarını meşrulaştırmaya şiddetle ihtiyaçları vardı. Sıradan bir Almanın, Amerikalının gözünde Yahudiler, komünistler öldürülmeyi, yok edilmeyi, ''hak etmiş'' olmalıydı. 12 Eylül faşist cuntası da, sıradan insanların nazarında devrimcileri bu duruma getirmeyi hedefledi.
Dünyanın herhangi bir yeni-sömürgesindeki cunta gibi 12 Eylül faşist cuntası da; Marksizm düşmanı, kollektif mülkiyet karşıtı her türden sınıfsal-siyasal örgütlenmeyi, devrimci disiplini ve otoriteyi reddeden ''anarşist''leri, devrimcilerle özdeş tuttu. Tüm propaganda araçlarıyla devrimcileri anarşist diye adlandırdı. Günlük basın organlarında, TV ve radyoda her gün defalarca ''anarşist-terörist'' yakıştırmasının propagandasını yapan oligarşi, devrimcileri, halka; şiddet delisi paranoyaklar, psikopatlar olarak göstermeye çaba sarfetti. 12 Eylül döneminde zirveye çıkan bu ''terörizm-terörist'' demagojisi, o kadar çok işlendi ki, sokakları süngülerle donatanlar, caddeleri ''DUR!'' barikatlarıyla kuşatanlar, evlere kendilerinden önce tekmeleri girenler, işçinin güvencesi sendikayı, memurun güvencesi derneği faaliyetten men edenler, halkın onurunu ayaklar altına alıp çiğneyenler, halkın evlatlarını ''terörist'' ilan ettiler. Ülke topraklarını ABD'ye parselleyenler, toprakları karış karış satanlar, kırmakla bitiremedikleri, pasifikasyon tedbirleriyle yok edemedikleri devrimcilere ''vatan haini'' yaftasını takarak, ''katli vacip'' fetvaları çıkardılar. Sonunda o kadar çok tekrarladılar ki bunu, kendileri de inanır oldular bu yakıştırmalara ve anti-bilimsel saçmalıklara. Aynı biçimde savcı da buna o kadar çok inanmış ki, o da, mütalaasını hazırlarken büyük bir filozof ve bilim adamı havalarında bizleri ''anarşist'' diye göstererek, bu konudaki cahilliğini olanca çıplaklığıyla sergilemiştir.
Savcı, bütün çok bilmişliğiyle faşistlerin kafatası teorilerine ve üstün ırk masallarına inanacak kadar bir bilimsellikle (!) mütalaasında, şu keşfi yapıyor: ''Türkiye'deki anarşizmin doğuşu incelenmiş ve dönemlere ayrılmıştır'' (!) (Sayfa: 6) Bunları: 1960-64, 1968-71 ve 1971-80 dönemleri olarak ayırdıktan sonra, ''anarşizm'' diye nitelediği Marksist-Leninist hareketi, bu evrelerdeki gelişimini anlatıyor! Tabii bu arada mütalaasında bir de, ''anarşi''nin tanımını yapıyor: ''Otoritenin yok edilmesi ve başsızlık durumunun yaratılması amacıyla, kişinin her türlü yönetimsel bağdan kurtulmasını kabul eden politik ve sosyal yönetim ve bunun sonucuda ortaya çıkan fiili durumdur. Bu fiili durumu yaratana anarşist denir''. (Sayfa: 34)
Bundan yüzyıl kadar önce, Marks-Engels'in anarşizme karşı ideolojik mücadele vererek, onu yenilgiye uğratmaları bir yana, Hareketimizin yayınlarında da durum gayet nettir. Anarşizm ile Marksizm-Leninizm asla yan yana getirilemez. Zira Marksist-Leninistler, anarşistler gibi her çeşit devlete, otoriteye ve örgütlülüğe karşı değillerdir. Biz proletarya partisini ve proletarya devletini savunuyoruz. Ama bunların hepsi bir yana, anti-komünist ideolojiyle gözleri kararmış cahil sıkıyönetim komutanları ve savcıları bunları bilmeseler de, oligarşinin ''akıllı'' sözcüleri bunları gayet iyi bilirler. Ve bu bilinmesine karşın ML'leri anarşist olarak nitelemeye, halkın bilincini dumura uğratmaya çalışırlar.
Aslında karşı-devrimin ML'lere anarşist yakıştırması yapması, ne yeni bir olaydır ne de şaşılacak bir şeydir. Bugüne kadar egemen sınıflar devrimci güçleri böyle göstermişlerdir. Denilebilir ki içgüdüsel olarak bunu, birbirlerinden habersiz keşfetmişlerdir. Hatta, devrimcilere yakıştırılan bu ''anarşist'' nitelemesi, savcının tanımını yaptığı anarşizmden de öte bir şeydir. Tunceli Synt. Komutan Yardımcısının sıraladığı sıfatlarda ifadesini bulan anarşizm şöyledir: ''Eşkıya, bölücü, hain'' vb... İşte, oligarşinin her kademeden sözcüsünün tanımını yaptıkları anarşistliğin anlamı budur. Tarihsel olarak gerçek anlamda anarşizmin teorisyenlerinden biri olan Bakunin, Marksizme verdiği onca zarara rağmen, o bile ''eşkıya'' değildir. Keza, Proudhon vb. de. Eğer bu gözünü kan bürümüş eli kanlı Synt. komutanları, yardımcıları ve benzerleri tanımladıkları anlamda, ''anarşist''lerin kimler olduğunu halkımıza sorsalardı, fazla uzağa gitmeden sadece kimliklerini göstermeleri yeterli olacaktı.
Cuntanın en sorumlu şefi EVREN'in deyişlerinden, oligarşinin en sıradan temsilcilerine varana kadar, bunların yaptıkları ''anarşizm'' demagojisi, gerçekte en iyi kendilerini anlatıyor.
Evet, Türkiye'yi emperyalizmin güvenilir, ''istikrarlı'' bir müttefiki yapanların demagojik karalamaları, 12 Eylül'ün karanlık yılları boyunca her gün basın, radyo-TV ve eğitim kurumları aracılığıyla, ülke çapında yapıldı. Haber programlarından sözde eğitim dizilerine, açık oturumlardan çocuk yuvalarının açılışına dek, ele geçen her fırsatta faşist propaganda işlendi durdu. Liselerdeki Milli Güvenlik derslerinde, üniversitelerde YÖK-MİT işbirliğiyle düzenlenen dersler ve seminerlerde, sürekli olarak ''teröristler'', ''yıkıcı örgütler'', ''bölücüler'' yalanı propaganda edildi. Genel olarak devrimci hareket suç işlemek için oluşturulmuş 3-5 silahlı külahlı adamın örgütlenmesi biçiminde lanse edilmeye çalışıldı.
Devrimci Hareketi karalamayı amaçlayan karşı-propagandanın başarıya ulaşabilmesi, propaganda araçlarının burjuvazi tarafından etkili kullanımıyla ilintiliydi. Genel Kurmay Başkanlığı'nın 14 Eylül 1980'de TRT Haber Dairesi'ne gönderdiği ''Haberde Uyulması Gerekli Hususlar'' başlıklı emirnameye değinelim.
''1- Dış Haberler
2- İç haberler
b) MGK'nin sevk ve idare tarzına, yönetim ve Konsey bildirileriyle, synt. tebliğlerine karşı tutum ve olaylar verilmeyecektir.
c) Herkesi ilgilendirmeyen (küçük yangın, trafik kazası vs.) gibi konular verilmeyecektir.
3- Diğer Hususlar
b) 14 veya 15 Eylül'de TSK'ın yönetime el koymasıyla ilgili olarak halk arasında röportaj yapılacaktır. (Röportaj yapılırken değişik semtlerde ve daha ziyade orta yaşlılarla yapılacak, yapılan röportaj için yayına girmeden evvel tasvip alınacaktır.
c) Atatürk'le ilgili dialar yayınlarda yer alacak, kalma süresi uzun olamayacaktır.'' (Aktaran, H. CEMAL, ''Tank Sesiyle Uyanmak'')
Görüldüğü gibi, bu ''emirname''de 12 Eylül faşist cuntasını kitle iletişim araçlarını yalan ve demagoji furyasının aracı olarak kullanmasının bütün ip uçları yer alıyor.
Ancak bu ''emirname''de yeterli değildi. 12 Eylül faşizminin CIA diplomalı ''psikolojik'' savaş uzmanları, devrimcilerin nasıl karalanmaları gerektiğini TRT'ye uzun bir başka emirname göndererek, yalan ve karalamanın inceliklerini döktürdüler.
''Eylül İmparatorluğu'' kitabında yer alan bu ibret verici belgelerden aktarma yapmak ilginç olacaktır:
''Anarşist ve terörist, vatan haini, yabancı ideolojinin maşasıdır. Masum sempatik görüntülerle değil, aksine, halka ve devlete karşı hasmane tutumu ile yansıtılmalıdır''. (Sayfa 274) Peki ama bu nasıl ve hangi yöntemlerle yapılacaktı?
Onun da kolayı vardı: İşe, devrimcilerin yakalanışından başlanıyordu. Aylarca işkencehanelerde her çeşit işkenceden geçirilen devrimciler, saç-sakal karışık ve darmadağınık bir vaziyette bir masanın önüne getiriliyor, masaya da bol bol ''suç'' aletleri sıralanıyordu. İzleyen halk üzerinde yaratılan yanılsama ile amaca ulaşılıyor ve devrimciler antipatik, cani gibi gösteriliyordu. Elbette bu biçimde kim görüntülense, aynı imajın oluşması kaçınılmazdı.
Bu yanılsama yoluyla yapılan etkiyi pekiştirmek gerekiyordu. Tabii bunun da reçetesi vardı. Yeni emirnamede: ''Bu gibiler 'mahçup', 'nadim', 'milletine ihanette utanmış' tavırlarıyla görüntülenmelidir'' deniliyordu.
Her halk hareketinde, her devrimci harekette zayıf, bilinçsiz unsurlar yer alabilir. Oligarşi bunları kullanmak istiyordu. Nitekim kullandı da. Bu insanlara, istemedikleri halde kendilerine ezberletilen ve gerçeklerle ilgisi olmayan şeyleri zorla söyleterek.
Ancak, cunta daha ileri gitmek istiyordu:
''Örgüt isimlerinin olduğu gibi verilmesi bu isimlerin, propagandasına sebep olacaksa 'aldatıcı parolalar' yöntemleriyle isimler açıklanmalıdır. Örneğin; 'komünist' örgütler, millet bütünlüğünü parçalamayı amaçlayan, dış komünist partilerin uzantısı olan gibi açıklamalarla (...) verilebilir.'' (age. s. 275)
''Örgütlerin çalışma yöntemleri, onların 'teşkilatçılığını', becerilerini, davalarına karşı inanmışlıklarını yansıtacak tarzda ortaya konulmamalıdır. Bu gibi durumlarda dahi devletin gücü vurgulanmalıdır. Hedef grupların 'çok güçlü' oldukları imajının verilmesinden kaçınılmalıdır.'' (age. s. 274)
''Bu kabil mihrakların fikri ve eylem propagandaları ile gerçek niyet ve hedefleri arasındaki çelişkileri ortaya koyarak, kamuoyunu aydınlatmak ve propagandanın etkisi altındaki kesimde, tepki doğmasını sağlamak (...) ilk etapta kuşku uyandırmak ve bilahare fikri desteklerinin tamamen kesilmesini sağlamak (...) Türk Devleti'ni sağlam temellere oturduğu ve güçlülüğünü belirterek, yıkıcı ideolojilerin kuklası olmuş, satılmış eylemcilerin devlet ile başa çıkamayacakları gerçeğini güçlendirmek yılgınlık yaratmak, pasifize etmek ve çökertilmelerini çabuklaştırmak.'' (age. s. 273-274)
12 Eylül faşizminin hiçbir yoruma yer vermeyecek kadar net olan bu emirnamesi devrimcilerin nasıl karalanması gerektiğini gözler önüne seriyor. Kaldı ki yaşananlar da bunun en iyi kanıtıdır. Aynen emredildiği gibi yapıldı. Amaçlarına uygun senaryolar yazılarak devrimci-polis çatışması filmleri hazırlandı. Haftada birkaç gün gösterilen programlarla devletin güçlülüğü her fırsatta bu filmlerle kanıtlanmaya çalışıldı durdu. Her gün onlarca devrimci kentlerde, kırlarda, sokaklarda, zindanlarda ve işkencehanelerde katledilip, yakalanan bazı zayıf unsurlar devlet lehine konuşturuldu. Cezaevlerindeki insanların nasıl ''uslandıkları'' filme alınıp gösterildi. Gerçi cezaevlerinde uslanan bulmak zordu, ama onun da kolayını buldular; Elazığ Cezaevinde olduğu gibi, direnen devrimciler, normal yaşantılarında filme alınıp, ''uslanan teröristler'' diye gösterildiler. Bunu da yapamadıkları yerde MHP'li faşistleri cezaevlerinde filme aldılar ve genel bir ifade kullanarak, ''uslanan teröristler'' diye lanse ettiler.
Ancak, Marksist-Leninistler hakkında, daha fazla kuşku yaratacak demagojilere ihtiyaç duyuyorlardı sürekli olarak. Çünkü, kendilerinin şerefsizlikleri, işkencecilikleri vb. o kadar çoktu ve gizlemekte öyle zorlanıyorlardı ki, devrimcileri daha fazla karalayabilmek için, devrimci önderlere yönelik demagoji yapmayı da ihmal etmediler. Bunun için de ''örgütlerin şehir içi barınaklarında, halkın yaşama düzeyinin üstünde bulunan, konfor, elektronik cihazlar, içki (bilhassa varsa yabancı menşeli içki-sigara vb.) lüks yaşamları görüntülenmek suretiyle, cinayetler ve soygunlarla halkı bezdirenlerin kozmopolit hayatları sergilenmelidir'' (age. s. 275) diyorlardı. Devrimcilerin böyle bir yaşantısı yoktu. Ama cuntanın psikolojik savaş uzmanları, özellikle devrimci önderleri karalayabilmek için bu yöntemi de icat ettiler. Sanıyorlardı ki, devrimcilerin yaşantısı, kendi hiyerarşik yapıları gibi sosyal dengesizlik içindeydi. Böyle bir yaşantıyı hiçbir devrimci hareket içinde bulamadılar. Ama ''hedefteki grup'' olarak DEVRİMCİ SOL'a bu ve benzeri yöntemleri de kullanarak saldırmayı ihmal etmediler. Çok tanınan bazı yoldaşlarımıza yönelik bu saldırı ile, sempatizanlarda ve halkta Hareketimize yönelik kuşku yaratacakları hayaline kapıldılar. Polis, savcı, cezaevi idareleri, mahkeme ve gerici basın, Hareketimize ve yoldaşlarımıza karşı provokasyon ve komplo düzenleme, demagoji, yalan ve karalama çabalarına girişmiş, özellikle tutsaklık koşullarının devrimciler açısından elverişsizliği, bu yöndeki karşı devrimci iştahları kabartmıştır. Çünkü DEVRİMCİ SOL'un oligarşiyi rahatsız eden mücadelesi, uzlaşmazlığı, onlar için en tehlikeli tehdit unsurudur. Bunun için, bölme, parçalama gibi çaresiz ve zavallı rollere soyundular. Oysa oligarşi bize saldırdıkça, daha çok kenetleneceğimizi hesap edemedi.
İşte gerçek ortada. Bugün DEVRİMCİ SOL, 12 Eylül karanlığından bölünmeden, demoralize olmadan çıkan tek örgüttür. Oligarşinin ve temsilcilerinin, savcılarının, işkencecilerinin, gittikçe çirkinleşen saldırıları bundandır.
Aynı saldırı yöntemini faşist basın organları da gönüllü olarak yürüttüler. Neler demediler ki; ''600 bin lira aylık alıyor'', ''havuzlu villadaki yaşam'', ''otomatik bulaşık makinası olan'', ''viskiler, marlborolar'' vb. vb. Ama en az etkili olan ve hatta ters tepen karalamaları buydu faşist cuntanın(*). Çünkü, DEVRİMCİ SOL Hareketi önderleriyle, kadrolarıyla, kitlesiyle, halkla bütünleşmiş bir harekettir. Bu Hareketin en alt kademesindeki insanları bile, yöneticilerini sınıf mücadelesinin kızgın pratiğinde tanıdı. Dolayısıyla, egemen sınıfların yalan ve demagojilerine itibar etmesi mümkün değildi. Ve oligarşinin bu silahı ters tepti.
Bu tek yanlı faşist propagandayla, ''anarşiye ait hiçbir haber verilmeyecek'' emrini veren cuntanın amacı, halk muhalefetinin cuntaya sessiz kaldığı, sindiği imajını yaratmaktı. Cunta, burjuva sınırlar içinde dahi muhalefete tahammül edememekte, icraatını eleştiren her türlü tutum ve davranışın iletilmesine yasak koymaktaydı. ''Asker geldiğine göre sağlanan huzur ve güven ortamında nahoş ayrıntıların verilmesine, kamunun paniğe sürüklenmesine'' de gerek yoktu. Bu nedenle de trafik kazaları, iş kazaları, yangın haberleri verilmemeliydi. Ne yazık ki, trafik kazaları, iş kazaları, yangınlar emir dinlemiyor, yasalara aldırmıyorlardı. Cunta röportaj yapılacak insanların yaşını dahi belirliyor ve etkili olabilmesi için de orta yaşlılarla yapılmasını emrediyordu.
Faşist cunta, basını da baskı altına aldı ve 'Resmi Gazete' haline getirdi. Gazeteler ille de politikadan söz etmekte ısrar ederlerse, silahlı kuvvetlerin erdemlerinden, cunta generallerinin insancıllıklarından vb. söz edebilirler ve politikalarını övebilirlerdi... Yağcılık, dalkavukluk serbestti. Gerçi cunta onun da sınırını çizmişti. Eğer bunu yapamıyorlarsa bol bol spordan söz edebilirlerdi. Nitekim basın, 12 Eylül döneminde tam bir yağcılar, dalkavuklar ordusuna dönüştü. Asparagas, magazin ve spor haberciliği günümüze gelene kadar epey mesafe aldı. Ama, bundan da önemlisi, bu dönem, basının nice demokrat yazarları için dahi cehennem azabı oldu. Hele, Şeyhülmuharrinin, EVREN'in Babıali'yi ziyareti sırasında el-etek öpüp, yerlere kadar eğilerek ''reverans'' yapması demokrat basın işçilerini yüreğinden vururken, basının bu dönem nasıl soysuzlaştırıldığını gerçek işlevlerini de açık açık gösteriyordu... Gerici basın ise, 12 Mart'ın hazırlanması ve uygulamalarının meşrulaştırılmasında olduğu gibi, 12 Eylül faşist cuntasının hazırlanması ve sonrasında da büyük, hizmet verdi. ''İşkence yoktur, sui muamele vardır'' kampanyası, faşistlerin halka saldırılarını unutturma çabaları, cuntanın ''can güvenliği'' demagojisi, devrimcilerin hedef gözetmeksizin, adam öldüren, soygun yapan ''katil''ler olarak gösterilmesi, yarı-resmi kurumlar haline getirilmiş gazeteler aracılığıyla yapıldı.
Devlet terörünün propagandası, devrimcilere yönelik işkence ve baskıların meşru ve devrimcilerin ''bunlara müstahak'' olduğu imajını yaratabileceğini hesap eden cunta, önüne çıkan her propaganda fırsatını kullandı. Görmeyen gözlerin gördüğü, duymayan kulakların duyduğu işkenceyi, cezaevlerindeki vahşeti boy boy ''ıslah edilmiş terörist'' resimleriyle, itirafçı hainlerin tefrika tefrika çıkan pişmanlık yazılarıyla unutturmaya çalışan cuntanın destekçisi basın, haber-yorumları, köşe yazıları ve sansür, otosansür ile devlet terörünün propagandistliğini yaptı. Emir-komuta zinciri içine dahil edilen basın, sansür kurumunun işleyişiyle ''Genelkurmay Halkla İlişkiler Bürosu''nun işlevini görmekten, cuntaya alkış tutmaktan başka bir misyon üstlenmedi. Cunta, sansür ve otosansür yoluyla güdümlü basın oluştururken, her cunta aleyhtarı yazı, yorum, karikatür vs.yi de yasakladı.
Örneğin;
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hasan CEMAL ''Tank Sesiyle Uyanmak'' adıyla yayınladığı anılarında, 11 Kasım 1980 tarihli ve Necdet ÜRUĞ imzalı teleks notunu eline alıp; ''... 'İşsizlik oranı arttı', 'yatırımlar geriledi', 'İstanbul'da ekmek sıkıntısı başgösterdi' gibi kamunun telaş ve heyecanını doğuracak asılsız ve mübalağalı haber yayınlandığı tespit edilmiştir. Bu sebeple gazetenizin basım ve yayımı (...) ikinci bir emre kadar yasaklanmıştır'' (s. 140) sözlerini okuduğunda donup kaldığını söylüyor.
Evet, işsizliğin dev boyutlara ulaştığı ülkede işsizliği yazmak bile yasaktı. Buna da şükretmek gerek, çünkü işsizlik kelimesini sözlüklerden de çıkarttırabilirlerdi.
Devrimcileri ''suç işlemeye eğilimli'' insanlar olarak göstermek, sınıflar mücadelesini bulanıklaştırmak amacıyla kullanılan basın, bu kampanyada öyle bir hale getirildi ki, ''teröristlerin beyin tomografileri'' denilip yayınlanan bilimsellikle uzak-yakın hiçbir ilgisi olmayan resim ve yazılarla, devrimcilerin ''akıl hastası'', ''cani ruhlu'', ''cinsel tatminsizlikleri'' olan, kişilik bunalımı geçiren kişiler oldukları özellikle propaganda edildi. İşkence gördüğü besbelli olan insanları gözleri bağlı, falakadan şişmiş ayaklarıyla resimleyen gerici basın, insanlık onuruna yapılan saldırının sesi haline getirildi.
Emperyalizmin doğrudan ajanı durumundaki sözde psikolog profesörler, devrimcilere yönelik testler yapmak istediler. Davaya olan inancı, güveni, harekete olan bağlılığı ve önderlere duyulan güveni sarsmak, halkta devrimciler lehine olan düşünceleri değiştirmek için harekete geçtiler. ABD'den gelen uzman ''prof''lardan Turan İTİL vb. gibi zır cahiller, birkaç devrimciye test uygulayabildiler. Zindanlardaki çoğunluk devrimci, oligarşinin bu tür testlerinin sonucunun ne olacağını bildiklerinden, bu doktor bozuntularını kabul etmediler. ''Eğer bizim davaya olan inancımızı, kişiliğimizi inceleyecekseniz getirin cunta şeflerini, getirin işkencecileri halkın önünde tartışalım, kimin neyi, nasıl savunduğu anlaşılsın, o zaman sizi kabul ederiz'' dediler ve bu ''uzman''ları kovdular. Ama onlar emir almışlardı, görevlerini yapacaklardı. Nitekim devrimcilerle diyalog bile kuramadan hayali, uydurma raporlar hazırladılar. Sonra da örneğin prof. T. İTİL ''Cezaevlerindeki Teröristlerin Psikolojik Profili''ni çizdi. Tabii sonuç malumdu: Vaka ağırdı ve ''teröristlerin kendilerini normal suçlu değil, siyasi suçlu olarak görmeleri, kendilerini adam yerine koymalarından'' (Eylül İmparatorluğu, s. 259) ileri geliyordu. Bu durumda yapılacaklar belliydi: Yerli ve yabancı (elbetteki bu yabancılar CIA'nın psikolojik savaş uzmanlarıydı) ''bilim adamları'' düzenledikleri ''Uluslararası Sempozyum''larda, yukarıdaki teşhise uygun olarak öneriler yaptılar...
CIA ajanı Paul HANZE; ''Toplu Tretman (iyileştirme) Çalışmalarına Karşı Koyan Grup İçinde Lider ve Dirijan Durumunda Olan Ve Kendilerine Ferdi Tretman Uygulanması Zorunluluğu Bulunan Kişilere Tatbik Edilecek Tretman Esasları Ve Yöntemleri Neler Olmalıdır?'' diye önerilerini sunarken, bir diğer ''uzman bilim adamı'' ise; ''Değişik Tiplerdeki Anarşist Ve Terörist Hükümlülerin Özelliklerine Ve İdeolojik Durumlarına Göre Uygulanabilir Yöntemler''le ilgili düşüncelerini aktardı.
Cezaevlerinde yaşananlardan sonra bunların anlamı çok iyi anlaşıldı. Yani devrimciler nasıl kişiliksizleştirilir, nasıl düşüncelerinden soyutlanır, bunun için hangi işkenceler uygulanabilirdi...
Ancak bu çabaların hiçbiri devrimcileri karalamaya, yıldırmaya ve onları teslim almaya yetmedi. Siyasi kimliğimiz ve insanlık onurumuz için direnen bizler, oligarşinin bu laboratuvar haline getirilen işkencehanelerinden alnımızın akıyla çıkarken, cuntanın teslim alma politikaları da iflas etti.
CIA'nın ve cuntanın uzmanları, Metris, Diyarbakır gibi merkezlerde rehabilitasyon esaslarını, bizlerin zayıf noktalarımızı, insan iradesinin sınırlarını ''ölçtüler''. Ama Marksist-Leninistlerin direnme iradesinin sırrını çözemediler.
Bu ortamda burjuva ''aydınları'' boş dururlar mıydı? Onlar sanat adına, ilericilik adına, kaleme aldıkları ve çöküşme edebiyatı soluğunun derinden duyulduğu öykü-romanlarda kendi bunalımlarını hayasızca devrimcilere mal etmeye çalıştılar. Toplumsal çatışmayı, cinsel bunalımla, tatminsizlikle açıklayan FREUD'u, REİCH'i, insanın içgüdüsel olarak yaratılıştan yıkıcı olduğu tezlerini, bilime acı çektiren diğer bunalım kuramcılarını keşfettiler. Cuntanın ''kandırılmış, kullanılan insanlar'' diyerek saldırdığı devrimci örgütlere, ''insanın birey olmasını engelliyor'' diyerek, ''sol''culuk adına saldırdılar.
Mizahtan sinemaya, resimden müziğe, karikatürden romana içi boşaltılmış, kitlelerin bilincini çarpıtma işlevi gören ''12 Eylül yazını'' oluştu. Tıpkı 12 Eylül Adaleti gibi... Toplumu depolitize etmenin, tek tek bireyleri düşünme, muhakeme etme yeteneğinden uzaklaştırmanın örnekleriydi bunlar.
İtaatkar, otoriteye saygılı bir halk isteniyordu; o halde, öncelikle teslimiyetin propagandası yapılmalıydı ve ilkin halkın uyanık-bilinçli kesimleri teslim alınmalıydı. Devrimci onur ve direnişin simgesi olmuş cezaevlerinden ancak SYNT. açıklamalarında söz edilebilirken, askerleştirme, kişiliksizleştirme politikasının mevziler kazandığı cezaevlerinin ve itirafçı hainlerin TV'de, basında boy göstermesine özen gösterildi. Gelecek kuşakların utanç verici bir tarihi süreç olarak niteleyecekleri zulüm ve vahşetin en koyusunun yaşandığı, toplumu kışla disiplinine sokmayı politika yapan bir dönem yaşandı.
Ama onca özendirme yasalarına, bağlanan maaşlara, estetik ameliyatlarına rağmen cunta, üç buçuk hainle başbaşa kaldı. Kaldı ki onları bile savunamıyordu.
Evet, emekçi halkın tek tek bireylerinin kafasında aşılmaz dört duvarlar oluşturmak, oligarşinin 12 Eylül'de yapmaya çalıştığının özetidir.
Halka geçmişi unutturmak, geleceği düşündürtmemek öncelikle gerçekleri çarpıtmayı gerektirir. 12 Eylül faşist cuntası gerçekleri tersyüz etmeyi, çarpıtmayı, devrimci harekete karşı bir kampanya halinde yürüttü.
Kampanyaya, DEVRİMCİ SOL I iddianamesindeki tahrifatlarıyla savcılık da katıldı:
''Açıklandığı gibi örgüt tamamen 'TC Devletini' yıkmayı, Türk milletini örnek aldığı komünist sistem içine sokup tarihin ilk anlarından itibaren 'bağımsız devlet kurmuş ve yaşatmış özgür millet' oluşunu sona erdirmek amacıyla ülkemizde her türlü terörü estirmiş, can alıcılığı, canavarlığı doruklara yükseltmiştir.'' (DEVRİMCİ SOL I İddianame s. 21)
Devletin ortaya çıkışı, toplumsal-tarihsel süreçte gelişimi hakkında söylenenlerin, birer cehalet ürünü olması, bilgisizliği sergilemektedir.
Düzenin ve savunucularının özgürlükten anladığı; ABD emperyalizminin Nikaragua halkına karşı savaştırdığı Contralara verdiği, ''Özgürlük Savaşçıları'' payesi gibi sahtedir, Sovyet topraklarına ''özgürlük'' vaat ederek (!) giren Alman faşistlerinin tanımladığı özgürlüktür, ''Hür dünyayı tehdit eden'' Libya'nın kentlerini bombalayıp halkı katletme özgürlüğüdür, ve nihayet onlar için özgürlük, emekçi halka, tel örgülerin, duvarların çizdiği yere kadardır.
Devrimci Hareketimizi, ''kan dökücülükle'', ''gözyaşı döktürmekle'', ''can alıcılıkla'' suçluyor düzen ve savunucuları. DEVRİMCİ SOL, işkencecilerin, halk düşmanlarının, emperyalizm ve işbirlikçilerin, faşistlerin kanını dökmüştür ve ülke onlardan kurtuluncaya kadar da dökecektir. Bine yakın sayıda insanı işkencede katledenler, bir o kadarının da kaybolmasından sorumlu olanlar, kundaktaki çocuklara elektrik verenler ve her gün TV ekranlarında boy boy kurşunlayarak öldürdükleri insan cesetlerini sergileyenler, halkın kanını emen bir devletin temsilcisi olduklarını unutmuş görünüyorlar. ''Can alıcılık ve canavarlık'' halkı pasifize edip yıldırmada, faşist devlet terörünün vazgeçilmez unsurudur. 72 çeşit işkence yönteminin tespit edildiği Türkiye'de, canavarlık payesi tam da burjuvaziye yakışıyor, devrimcilere değil. DEVRİMCİ SOL namlularını her zaman emperyalizme-oligarşiye, faşist katillere yöneltti. Her eylemimiz devrime ve halkın davasına inancın bir ürünüdür. ''Can alıcı'' olsaydık, yalnızca karakolları basarak silahları almakla yetinmez, hedef gözetmeksizin içindekileri de imha ederdik. Eğer hedef gözetmeseydik, emperyalistlerin ve tekellerin bürolarını bastığımızda bürodaki yetkilileri de rastgele cezalandırırdık. Eğer, Kamile ERİM bugün yaşıyorsa, sadece suçluları cezalandırdığımızdandır. Bu tür örnekler çoğaltılabilir ama gereksiz.
Marksist-Leninistler tarihin her döneminde işgalcilere, ilhakçılara, zorbalara karşı özgürlük savaşının en önünde, ateş hattında oldular. HİTLER faşizmine karşı tüm Avrupa'da, anti-faşist özgürlük savaşını verenler komünistlerdi. Bugün ve geçmişte, sömürgelerde anti-emperyalist mücadele verenler, yeni-sömürgelerde işbirlikçi rejimlere karşı savaşanlar, dünyanın en ücra köşelerinde dahi özgürlük kıvılcımlarını yakanlar Marksist-Leninistlerdir. Özgürlük için savaş, komünizmin ve tarihsel mirasının ''olmazsa olmaz'' koşuludur.
DEVRİMCİ SOL, halkı bir avuç faşist çapulcuya, emperyalizmin maşalarına, onların merhametine terketmemiş, aksinin kendi kendini yadsıma olacağının bilinciyle hareket etmiştir. Tarihsel mirasımız, dünya görüşümüz ve halkın davasına olan bağlılığımız, bizi, faşist saldırıyı görmezden gelmeye, halka yoksulluk ve işkenceden başka bir şey vermeyen cuntaya karşı mücadeleyi savsaklamaya hiçbir zaman sevk etmedi. DEVRİMCİ SOL savaşçıları yarın suçlanacaklarsa, cani olmakla değil, daha fazla faşisti ve gerçek halk katillerini cezalandırmadıkları için suçlanacaktır.
Biz; ülkede kan akıtanlara sessiz kalmadık. Emekçi halkımıza sopayla, tenkil politikasıyla yaklaşanların ellerini kırma mücadelesinin inatçı izleyicileri olduk. ''Kombine bir tedhiş örgütü'' olan faşist devlet cihazının işkenceci yüzünü, onun gerçek sıfatını gösterme ve saldırısını caydırma savaşını verdik, veriyoruz.
''Devletin güçlülüğü, yenilmezliği, sürekliliği'' temelindeki ruhsal baskıyı daimi kılmak isteyen oligarşi; işçiye, köylüye, esnafa, aydına kısacası emekten yana olan her kesime korku salmayı başlıca politikası yapmıştır. ''Bilinci korkuyla kuşatılmış bir halkı yönetmek kolaydır'' gerçeğinde hareket eden oligarşi, ''idari tedbirler'' resmi adıyla bilinen, ''çıplak zoru''nu sosyal-dinsel-geleneksel öğelerle destekleyip, ''suya sabuna dokunmayan'', ''bananeci'' mantığıyla biçimlenmiş yığınlar oluşturma amacını güder. 12 Mart'ta uygulanamayan ve ardından da sivil faşistlerin çabalarının boşa çıkartıldığı CIA patentli bu programı, 12 Eylül faşist cuntası uygulayarak halkta derinden derine otorite korkusu salmayı, başlıca icraatı yaptı.
Tank gürültüleriyle uyanılan, namluları halka çevrilmiş askerlerle dolu araçlarla her adım başı karşılaşılan, kıyıda-köşede kalmış karakolunda dahi işkence yapılan, polis-askerlerle diyaloğun hakaret olduğu bir ülkede; Türkiye'de, ''milletin devletle kaynaşmışlığı''ndan, ''milletin devleti kendisinden bildiği''nden söz etmek, mazlum ile işgalciyi bir görmek demektir.
Bizi halkı tedirgin etmekle itham edenlerin ''marifeti'' nedir?
TV çekimlerinde dahi hazırolda duran, asker gördüğünde esas duruşa geçen köylüdür; çök deyince çöken, elini başına koyan, sorgusuz sualsiz parmak izi veren, fişlenmeyi itirazsız kabul eden ve niye-neden sorusunu değil sormayı, aklından bile geçirmeye cesaret edemeyen kent sakinleridir. (Nokta Dergisi sayı 5, yıl 6, 7 Şubat 1988) Gestapo üniformalı kişilere kimlik gösterenler ellerini duvara yaslayanlardır. ''Huzur ve Güven'' yaratıldı denilen, gerçekte ise ''Korku ve Güvensizlik'' ortamının sonuçları, işte bunlardır. 20 yaşındaki yüzbinlerce geç insan, ''vatan görevi'' adına halka işkence etme görevini yerine getirirken, ''emir verdiler, yapıyoruz'' diyorlar. Tutsaklık koşullarında otoritenin yarattığı korkunun askerleri işkenceye alıştırdığına, işkenceci yaptığına yakından tanık olduk. Kışla mantıksızlığını (disiplinini) işyerinde, okulda-yurtta kabullendiren, dayak ve kişiliksizleştirmeyle, okulda öğretmeni, işyerinde yöneticileri birer despota çeviren; çalışan yığınlara güvenlik soruşturması, sürgün vb. uygulamalarla ''aç-açık kalma korkusu''nu işleyerek, onları devlete ''kayıtsız-şartsız bağlı kalmaya'' mecbur eden bu düzendir.DEVRİMCİ SOL I iddianamesinde savcı şöyle yazmakta kusur görmüyor:
''... Halkın tümden tedirginliği, ülkenin yaşanmaz bir ortama sokulup bir başka düşman ülke egemenliğine sokulması çabaları, bu örgütün yapmak istediklerinin özetidir.'' (s. 2)
Boyun eğmeyi, bireylerin yaşam felsefesi haline getiren düzenin sözcüleri, bizi, ''tedirginlik yaratmakla, halka korku salmakla'' itham ediyor. Hem düzeni yıkmak hedeflenecek, hem de düzenin yıkılması için tek koşul olan halkın desteği ve katılımını kazanıp sağlamak yerine, halk tedirgin edilecek! Aristo mantığının düz kalıpları dahi bunu akıl yürütmeden sayamaz.
Amerikan emperyalizminin vesayeti altındaki, ''sermayedarlar cumhuriyeti''nin pekiştirilmesi, halkın yoksulluk ve sefalet üzerine, kısacası yaşanmaz ortamın nesnel nedeni düzene başkaldırmaması ancak ve ancak korku ve tedirginlik yaratmakla sağlanabilir.
''Ama devlet gücünü bunun için kullanmışsa ve bunu önlemenin yolu yoksa ferman padişahın; ama kişi nihayet dağlara sığınır manasına gelen bu gür sesi zihinlerde tutmak gerektiğine inanıyorum. Ülkeyi idare edenlerle millet hesaplaşabilmelidir.
''Ah milleti bir güç, bir kudret haline getirebilsek, devletten köşe bucak zarar gelir diye kaçan insanlar olmaktan çıkarabilsek.'' (18-24 Ocak Yeni Gündem 1987)
Dadaloğlu'nun ''ferman padişahın dağlar bizimdir'' sözlerine atıf yapan yukarıdaki satırların sahibi, hakkında 146/1'den dava açılan ya da ''bir sosyal sınıfın diğeri üzerinde'' diye başlayan maddelerden yargılanan bir devrimci değildir! Bu kişi emekçi halkımız tarafından yakinen tanınan, yıllarca emperyalizm ve oligarşiye sadakatle hizmet vermiş ama 12 Eylül'le birlikte ''eskidiği'' gerekçesiyle köşesine çekilmesi istendiği için feryadı figan eden DEMİREL'dir. İşte, yıllarca oligarşinin hizmetinde çalışmış S. DEMİREL bile, halkın sindirilmiş olmasından yakınıyor. Şimdi soruyoruz, halktaki bu korkuyu yaratanlar kimlerdir?
''Şer'den kaçılır, beladan kaçılır, çekinilen, ürkülenden kaçılır, milletiyle yek vücut olmuş devletten kaçılmaz, zarar gelir düşüncesiyle köşe-bucak saklanılmaz.'' Bırakalım karakolu, devlet dairesine gitmekten çekinen halk mıdır ''devletle bütünleşen millet''ten kastedilen? Gecekondusu başına yıkılan emekçi, grev hakkını kullanamayan işçi, boğaz tokluğuna çalışan ırgat, emeğinin karşılığını alamayan küçük üretici ve ''tanrı devlet kapısına düşürmesin'' diye dua eden halk mıdır ''devleti kendinden sayan'' millet?!
Topluma kimlerin korku saldığını biz zaten söylüyoruz. Ama oligarşinin hizmetinde yıllarca çalışan ve hâlâ çalışmakta olan, kendi sözcüleri DEMİREL'in ibret verici sözlerini aktarmaya devam edelim.
1983'te Zincirbozan'da gözetim altına alınan 16 AP'li ve CHP'li ''Türkiye Demokrasiye Dönmüyor'' başlıklı bildirgelerinde ''...bugünkü nispi sessizliğe aldanarak yönetimin (yani cunta kastediliyor. -b.n-) kalıcı huzur ve sükunu sağladığını iddia etmek güçtür. Sağlanan huzur, insan haklarının çiğnenmesine dayalı bir tedhişin yarattığı geçici bir korku döneminin sonucudur.'' (abç.) dedikten sonra ekliyorlar:
''... Kaba kuvvete dayanan, hukuk dışı bir bastırma hareketinin insan haklarına aykırılığı gözardı edilse bile kesin sonuç vermediği kabul edilmektedir.'' denilip ''BM Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi, Helsinki Nihai Belgesi ve NATO anlaşması uygulanmak için imza edildiler. Türkiye, bu anlaşmaların onurlu imza edenidir. Türkiye'deki bugünkü durum, bunların tümüne aykırıdır.''(abç.) (''Bin İnsan'' s. 63-69 E. TUŞALP)
Cunta başkanı EVREN'in jurnal belgesi olarak nitelediği bu bildirgede imzası olanlar, her ne kadar 12 Eylül öncesinde bu anlaşmaların uygulanmadığını hatırlayamadılarsa da, mızrağın ucu kendilerine de dokununca ''demokrat'' kesildiler. Öyle de olsa bu burjuva sözcüleri, bir gerçeği gözler önüne serdiler. 12 Eylül öncesine göre, cunta döneminde yaratılan nispi sessizliğin ve sözde ''huzur-sükunun'' gerçek nedenini doğru bir biçimde şöyle teşhis ediyorlardı: ''İnsan haklarının çiğnenmesine dayalı bir tedhişin yarattığı geçici bir korku dönemi'', ''... kaba kuvvete dayanan, hukuk dışı bir bastırma hareketi...'' vb... İşçilerin, emekçilerin, öğrencilerin ve tüm halkımızın 12 Eylül sonrası, üzerine ölü toprağı serpilmişçesine sessiz ve hareketsiz kalmasının tek nedeni vardı: 16'ların teşhisindeki; kaba kuvvete dayanan tedhiş, yani cuntanın estirdiği terördü bu.
''Türkiye Demokrasiye Dönmüyor'' bildirgesini imzalayanların da belirttiği gibi: Halkı tedirgin eden; işten atılma, işkenceye alınma, öldürülme korkusu yaratanlar 12 Eylül faşist cuntasıdır.
Oysa biz, DEVRİMCİ SOL savaşçıları; topluma korku salarak, bu yolla halkın sırtında bir kene gibi asalak yaşayan emperyalizmin işbirlikçilerinin korkusu, halkımızın ise umudu olduk. Biz; baskı-zor ve tenkil politikasıyla sarılıp sarmalanmış, hareketsiz bırakılmış halkın dev gücünü, asalakları ezmek için seferber olmaya çağırdık. Bizim mücadelemiz, suskun, memnuniyetsizliğini dile getirmeyen, faşizmin sopasını her an üzerinde hisseden halkımıza kendi sorununa sahip çıkma cesaretini aşılama mücadelesidir.
Baskı-zor-tenkil geçici süre geniş yığınları sindirip hareketsizleştirebilir, emekçilerin gelişen sınıf bilinçleri çarpıtılabilir. Tedirgin edilmiş, pasifikasyona uğramış bir halk tavırsız kalabilir. Bu, yığınların oligarşi ve onun temsilcileri EVREN'leri, ÖZAL'ları destekledikleri, ülkeyi emperyalizme peşkeş çekenlerin, sefaletin baş sorumlularının yanında oldukları anlamına gelmez. Unutulmasın ki; FÜHRER'i, DUÇE'yi de milyonlar, hem de 12 Eylülcülerin mitinglerinin aksine ''coşkunca'' alkışlıyor, ulusun kurtarıcısı sayıyorlardı; onlar da Almanya ve İtalya'yı ''uçurumun kenarından çekip'' almışlardı! Fakat tüm bunlar, onların tarihin en büyük NERON'ları, kan içicileri olarak nitelenmelerine engel olamadı.
Savcı, bizleri, ''örgütsel bağı olan, bir suç örgütünün kan akıtan, öldüren bir örgütün üyesi olan'' suçlu bir (er) tip olarak tanımlıyor. (DEVRİMCİ SOL İddianame I, s. 22) Peki, DEVRİMCİ SOL, ne yapmıştı da savcı böylesine kan damlayan satırları kaleme almıştı? ''IMF'ye Hayır'' demiştik, ''İşkenceye Hayır'' demiştik, ''Sömürüye Hayır'' demiştik, ''Bağımsız Türkiye'' demiştik, ''Kürt Halkı Üzerinde Milli Zulme Son'' demiştik, halka kan kusturan faşistlerden, işkencecilerden hesap sormuştuk... Elbetteki bütün bunlar emperyalizmin ve oligarşinin işine gelen şeyler değildi, aksine kendisine karşı olan bir etkinliği dile getiriyordu. Bu nedenle, oligarşinin sözcülerinin, bizlere yönelttiği ''terörist'', ''hain'' vb. yakıştırmalarının nedenlerini anlıyoruz.
Varsın oligarşinin sözcüleri bizler için en akla gelmeyecek sözleri, yalanları, iftirayı ard arda sıralasınlar. Biz onların, bizler için iyi şeyler söylemelerini zaten beklemiyoruz... Tüm bu yakıştırmalarıyla aslında burjuva sözcüleri kendilerini anlatıyorlar. Çükü, tarihin kimi yüceltip, kimi çöplüğüne attığı çok net bir biçimde binlerce, milyonlarca kez kanıtlanmıştır.
Sınıf bilincimiz, tarihsel mirasımız bizlere, korkuyu halkın yaşam felsefesi içerisinden çıkarıp atma, halkın kendi sorunlarının takipçisi, savunucusu olmalarını sağlama görevini yüklüyor.
Emperyalizm çağı, insanlık tarihinin tanık olduğu en barbar toplu kıyımların, milyonlarca insanın can verdiği paylaşım savaşlarının, milyonlarca devrimci-yurtseverin zindanlarda, işkencelerde katledilişinin yaşandığı bir çağ oldu. I. Emperyalist Paylaşım Savaşında can veren milyonların kefaretini boynunda taşıyan tekelci sermaye, insanlık henüz yaralarını sarmadan tarihin kaydettiği yüzkaralarının en büyüğüne, elli milyona yakın insanın öldüğü II. Paylaşım Savaşına neden oldu. Faşizm tekelci sermayenin açık terörist diktatörlüğü olarak Avrupa halklarını kana boğdu. Komünist-yurtsever avını başlattı, zulmü meşrulaştırdı, işkenceyi kanıksattı, temerküz kamplarında yüzbinlerce savaş esirine köleci toplum düzenini arattı. Ancak dev savaş makinesiyle, güçlü propaganda silahlarıyla, terör aygıtı faşizm, insanlık onuruna üstün gelemedi.
Faşizm, tekelci sermayeye bir dizi terör yöntemini, devlet terörünün içeriğini ve biçimini miras bıraktı.
Her iki emperyalist savaştan kârlı çıkan ABD kapitalist dünyanın ekonomik zirvesini elde tutmak yanında, siyasal bakımdan da emperyalist sistemin hamiliğine soyundu. Emperyalist kampın genel jandarmalığını yapan ABD aynı zamanda dünya halklarına karşı uygulanan terörün de ana kaynağıydı. ABD jandarmalık yanında, yığınların her türden demokratik eylemini boğacak bir ''dünya polisi''dir de... Uçak gemileri, tankları, napalm bombalarıyla jandarmalık görevlerini yaparken, gizli servisleri, kukla hükümetleri ve komünistlere karşı düzenlenen Saint Bartholomey gecelerinin, sürek avlarının gölgedeki yüzüyle ''polislik'' görevini yerine getirir. PİNOCHET, SUHARTO, SOMOZA gibi işbirlikçileriyle barbarlığın uç örneklerini sergileyen ABD'dir.
''Kurulu düzeni tehdit eden zararlı akımların'' üstesinden gelebilecek bir örgüte gereksinim duyan emperyalizm, ALLENDE'nin devrilmesinden, 12 Mart ve 12 Eylül faşist cuntasına kadar her türden faşist kundakçılığın, zorbalığın, kitleleri yıldırma siyasetinin ardında silueti farkedilen CIA'ı kurdu. OKHRANA'nın, GESTAPO'nun deneyimlerinin toplamı olan CIA, uyuşturucu trafiğinden, silah kaçakçılığına, adam satın almadan darbelere (cuntalara), panik yaratmaktan katliama, pek çok ''kirli'' işin tertipçisi oldu.
Öte yandan, dünya çapındaki enformasyon ağını uluslararası haber tekelleri ve dev TV şirketleriyle elde tutarak bilgi akışını denetleyebilen ve kapitalist dünya kamuoyunu, anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri ve genel olarak sosyalizm mücadeleleri konusunda saptırabilen, yanlış enforme edebilen emperyalizm, her toplumsal çatışmayı ''ABD, Sovyet çatışması'' şeklinde göstererek, kendi kamuoyunu aldatabilmekte, devrimcileri ise ''kurulu düzeni'' sabote eden ''Sovyet maşası teröristler'' olarak lanse etmektedir.
Milyonlarca Vietnamlıyı çoluk-çocuk, yaşlı-genç demeden katleden, yıllarca milyonlarca ton bomba yağdırıp Vietnam'ı bomba çukuruna çeviren ABD, ''kızıl diktatörlükle'' savaşan özgürlük savaşçısıdır, işgalciyle çarpışan Vietnamlı ise terörist.
Cezayir halkının, sömürgeciliğe karşı ulusal başkaldırısı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı kabul edilmez ve önlenmesi gereken ''Arap barbarlığıdır'' fakat milyonlarca Cezayirlinin, Fransız tekelci sermayesinin çıkarları uğruna katli ''uygarlığın korunması''dır.
Libya'nın ulusal kurtuluş hareketlerine, anti-emperyalist mücadelelere destek vermesi, kendi egemenlik haklarını koruması ''uluslararası terörizm''dir, ABD emperyalizminin Okyanus'un öte yakasından kalkıp Libya kentlerini bombalaması, ''teröriste verilen ceza''dır.
Emperyalistlere göre Sandinistler teröristtir, İspanyol sömürgeciliğinin vahşetini gölgede bırakan yöntemleri, Nikaragua halkını yıldırmak için kullanan SOMOZA'nın Contraları ''özgürlük savaşçıları''dır
Emperyalizm, yeni-sömürgecilik çağında, günümüzde ''devlet terörünün'' ve bununla doğrudan bağlantılı sivil faşist terörün kaynağıdır. Zira yeni-sömürge ülkelerdeki faşist rejimlerin temel dayanağı, onları yukarıdan aşağı oluşturan emperyalizm ve onun ülkedeki işbirlikçileridir.
Emperyalizm yeni-sömürgecilik çağında eskisi gibi dolaysız müdahale yolunu değil, kendi elleriyle kurduğu işbirlikçi iktidarlar aracılığıyla dolaylı müdahale yolunu seçti. Emperyalist açık işgale karşı Vietnam'da kazanılan zafer, dolaysız müdahale yolunun emperyalizme pahalıya mal olduğunu bir kez daha ispatlamış, bu nedenle de müdahale yöntemlerinde ve işbirlikçi iktidarların fonksiyonlarında değişmeler yapmaya zorunlu bırakmıştır.
Emperyalist siyasetinin kuklalarının, her türden kirli aracın meşru olduğu düzenlerinin unsurlarını sıralamak güç değil. Gizli servisler, Özel Harp Daireleri, Kontrgerilla, darbeler, işkenceler, sivil faşist çeteler, suikastler, kundaklamalar... Kısacası her türlü kirli araç, kirli yöntem. CIA, tüm bunların bileşkesi olan ve başedilmez, olağanüstü mesajının inceden inceye verildiği -tüm gizli servislerde ve bizde MİT'te olduğu gibi- uluslararası devrimci-demokrat hareketin bastırılmasına yönelik taktikler, senaryolar üreten üst düzeyde bir kuruluştur. Sayısı binlerle ifade edilen CIA operasyonlarında 1961'den bu yana üç milyon kişinin öldüğü belirtilmektedir ki, bu sayıya CIA güdümlü yönetimlerin pek çok vahşeti sonucu yaşamını yitirenler dahil değillerdir. ''Kızıl tedhişçilerin mevcut nizamı ve demokrasiyi yıkma gayretleri'' üzerine ''dünya polisi'' CIA ve hempalarının yaptıkları barbarlıkların bilançosudur bu sayı.
CIA'yı CIA ajanından dinleyelim. Eski CIA ajanı Philippe AGEE ''CIA Günlüğü'' adlı anı kitabında şunları söylüyor:
''... Ben kapitalizmin gizli polislerinden biriydim. Yoksul ülkelerdeki Amerikan şirketlerinin hisse senedi sahiplerinin kaymağı yemelerini sürdürmelerini sağlamak için, politik barajın sızıntılarını kapatmak üzere gece gündüz çalışan CIA, Amerikan kapitalizminin gizli polisinden başka bir şey değildir. Ki, yoksul ülkelerde CIA başarısının anahtarı, nüfusun, kaymağın çoğunu yiyen yüzde iki ya da üçlük kısmının bulunmasıdır.''
Devam ediyor AGEE:
''CIA karşı sindirme öğretisi milliyetçilik, vatanseverlik kavramlarını ileri sürüp azınlıkta kalan zenginlere karşı gelişen halk hareketlerini Sovyet yayılmacılığıyla ilgiliymiş gibi göstererek bu uluslararası çıkarcı sınıflar arasındaki ilişkiyi örtmeye çalışır.''
Eski CIA ajanı adeta, Türkiye'de oligarşinin devrimci harekete saldırırken kullandığı, sahte milliyetçiliği, ırkçılığı ve Türkiye'nin Sovyetler'in sıcak denizlere inmesine engel olduğu, gelişen halk hareketlerinin de Sovyet çıkarlarına hizmet ettiği biçimindeki yıllanmış demagojiyi anlatıyor. Uluslararası terör denilerek saldırılan halk hareketlerini boğma planının özü olan sivil ve resmi faşist terörün, terör ihraç edenlerin kimler olduklarını ise eski CIA ajanı şu sözleriyle ifade ediyor:
''Ordu-dışı dolaylı savaş harekatıyla yakın ilgisi olan bozguncu eylemlere 'militan eylemleri' adı verilir. Örneğin merkez, izinli polis memurlarının ya da dost bir partinin militanlarından 'zorba ekipler' kurarak ve destekleyerek komünistlerle aşırı solcuların toplantılarını basar, engeller ve yıldırma yoluna gider.''
1 Mayıs 1977'yi, Kahramanmaraş kıyımını, 16 Mart üniversite katliamını, Malatya'da, Çorum'da gerçekleştirilmeye çalışılan katliam girişimlerini, kurşunlanan grev çadırlarını, bombalanan kahvehaneleri, pusularda öldürülen yurtseverleri, devrimcileri hatırlayalım. Unutturulmaya, lanetlenmeye çalışılan, ''12 Eylül öncesi'' denilerek her fırsatta demagoji malzemesi olarak kullanılan dönemde sivil faşistlerin 'zorba ekipleri' hemen akla gelecektir. Ancak CIA kaynaklı politikanın başarısını sağlayamayan faşistlerin ''ordu-dışı dolaylı savaşı''nı layıkıyla yerine getiren 12 Eylül askeri faşist cuntası oldu.
Halklara karşı terör ihraç eden ABD'de ''adam öldürme ve tedhiş sanatının'' öğretildiği, eğitim sonunda sertifikalı bir cani haline getirilen paralı askerlerin yetiştirildiği yüzlerce ''okul'' bulunuyor. Ayrıca Amerikan hükümetinin Washington'da kurduğu ''Uluslararası Polis Akademisi'' ülkemizden işkenceci polis şeflerinin ve ordu mensuplarının da katıldığı bir dizi eğitim programı veren ''devlet terörü okulu''dur. Sözkonusu kuruluşun FBI, CIA ve anti-komünist kuruluşlarla birlikte Kasım 1987 tarihinde düzenlediği ''Terörizme Karşı Hukuki Önlemler'' seminerine ülkemizden devlet terörünün ''teorisyenliğine'' soyunmuş Aydın YALÇIN da katılıyor ve bunu ''iftiharla'' ilan edebiliyor. Pentagon, örtülü ödeneklerinin önemli bir kısmının Panama vb. üçüncü ülkelerde kontr-gerilla yetiştiren kamplara akıtıldığı ve bu üslerde Türkiye'den de katılanlar olduğu bilinen bir gerçek...
Devrimci savaşın kızıştığı ya da halk iktidarının kurulmaya çalışıldığı ülkelerde, yığınları demoralize etmek, yıldırmak, halk iktidarlarının bulunduğu ülkelerde destabilizasyonu sağlamak işlevini gören faşist terör, saldırısını sınıflar mücadelesinin seyrine göre belirleyecektir.
Sirkeci Garı'na, Yeşilköy Havalimanı'na, çöp kutularına, vapur iskelelerine bomba yerleştirmenin mantığı nedir? Kaos, kargaşa, halkı paniğe sevketme ve böylelikle sınıf mücadelesini bulandırmaktır amaç... Latin Amerika ülkelerinde, İtalya gibi istikrarsızlığı sürekli yaşayan ülkelerde faşist terör, kiliseleri, garları, halkın toplu bulunduğu yerleri bombalarken amaç bütünüyle toplumda genel güvensizlik yaratmaktır.
Devlet terörünün savunucuları şakşakçıları elbette biliyorlar ki CIA'nın terör yöntemlerini ithal eden, yıldırmayı politika yapan bizzat burjuvazinin kendisidir.
Türkiye'de halkın, en yozlaşmış, en sömürücü unsurların merhametiyle başbaşa kaldığı, tüm ekonomik-siyasi yaşamın bütünüyle tekelci burjuvazinin denetimine girdiği iki dönem yaşandı. Önce bir faşist cunta prototipi 12 Mart, sonra da bir vahşet rejimi 12 Eylül askeri faşist cuntası... ''Cumhuriyeti Kollama ve Koruma Maksadıyla'' deyip iktidara gelen faşist cuntalar, CIA'nın pasifikasyon taktiklerini halkın sosyal, psikolojik durumuyla birleştirip ''devlet terörü'' literatürüne kayda değer eklemelerde bulundular. Ülkeyi koca bir toplama kampına çeviren faşist cunta, ''devlete karşı'' kategorisine giren köyleri, mahalleleri, kentleri, okulları, fabrikaları teröre buladı. Sokaktaki insan için cunta, G-3 gölgeleri altında yürümekten, zamları konuşurken etrafı kollamaktan, devletin sopasıyla tanışmaktan başka bir anlama gelmiyordu.
''Eylül İmparatorluğu'' adlı kitaptaki belgelerde, sonraları MİT Müsteşarı olan Hayri ÜNDÜL, 1980 Kasım'ında, devlet terörünü şöyle ifade ediyordu: ''Anarşist, terörist ve bölücü unsurlar yavaş yavaş eriyor ve milletin ebedi nefretinde cezalarını buluyorlar.'' Bu davanın tutsakları böyle apaçık ilan edilen devlet terörünü tüm vahşetiyle yaşadılar.
DEVRİMCİ SOL I İddianamesinde, ''halkın yaşama hakkını ve özgürlüğünü'' ortadan kaldıran gelişmeler şöyle anlatılıyor:
''1961 Anayasasında düzenlenen çeşitli anayasal hak ve özgürlüklere rağmen devam eden dönemde en kutsal hak olan 'yaşama hakkına ve özgürlüklerden yoksun bırakmaya' yönelik saldırılar şeklinde gelişe gelişe ülkemizdeki sosyal, ekonomik ve siyasal ortam bugüne ulaşmıştır. Bir başkasının hak ve özgürlüğüyle sınırlanması gerekmesine rağmen hak ve özgürlükler, orda durmamış ve sonsuz özgürlük ya da 'esaret', sonsuz hak ya da tümden 'haksızlıklara' yol açmıştır'' (s. 3)
İddianamenin sonraki sayfalarında devam ediliyor:
''Anayasadaki hak ve özgürlükler sadece suç örgütlerinin ve militanlarının hak ve özgürlüğü haline gelmiş, masum milletimiz en doğal hakkı olarak gördüğü korkusuz, endişesiz yaşama hak ve özgürlüğünü dahi arar hale gelmiştir.''
ABD, sosyalist ülkelere yönelik yalan ve iftira kampanyasında ne kadar ''demokrasi'' havarisi, kullandığı ''insan hakları'' propagandasında ne kadar samimi ise Türkiye'de faşist cunta da bir bütün olarak, ''halkın yaşam hakkı ve özgürlüğü'' üzerine, ''can güvenliği'' üzerine yürüttüğü kampanya da o kadar samimidir.
1961 Anayasası yürürlüğe girdiğinden itibaren ''bu anayasa bize bol, bu özgürlükler fazla'' diyen ve 12 Mart'la 1961 Anayasasında ilk deliği açtıktan sonra 12 Eylül'de ''Türkiye'ye bol gelen elbise... üstüne tam oturan bir elbise dikmeden gitmek yok'' (''Tank Sesiyle Uyanmak'' s. 97) diyen ve ''biz hiçbir zaman yeni anayasa 1961 Anayasasından daha fazla özgürlükler getirecek demedik.'' (EVREN'in 1982 Afyon konuşması) sözleriyle hak ve özgürlüklerin yok edildiğini açık açık söyleyenler, bu rejimin bekçileri değil midir? Basit hükümet kararnameleri gibi işleyen değişikliklerle gözaltı süresini sonsuzlaştırmayı yasallaştıran düzen değil midir? ''Yaşama hak ve özgürlükleri''nden en fazla anlaşılan ise, ''demokrasinin çoğu zarar azı karar'' diye ifade edilen, göstermelik temsili kurumların çalıştığı bir rejimdir ki, eğer iş ''Cumhuriyeti Korumaya ve Kollamaya'' dayanırsa, o vakit bunların hiçbir önemi yoktur. 1961 Anayasasına hiçbir zaman tahammül edemeyen oligarşinin sözcüleri onun ''kişi hak ve özgürlüklerini'' düzenleyen maddelerine şiddetle saldırdılar ve krizlerin sorumlusu olarak neredeyse 1961 Anayasasını ilan ettiler.
Türkiye halkları ''hak ve özgürlüklere'' yapılan saldırının ilk canlı örneklerini 1960'lar sonrasında toplumsal muhalefetin yükselişine paralel büyüyen sivil-resmi faşist terörle daha yoğun tanıdılar, yaşadılar. Sivil faşist terör, 12 Eylül mahkemelerinde ''fikrimiz iktidarda biz içerde'' diyen MHP ile, resmi faşist terör ise tüm uygulamalarıyla 12 Eylül'le temsil edildi.
MHP bizzat CIA tarafından örgütlenen Kontr-gerilla, MİT-CIA üçgeninin içinde yer alan faşist parti olarak kuruldu. Amerikan ordusuna ait FM-31 seri numaralı talimnamede ''komünizmle mücadele eden, işkenceden kötürüm bırakmaya, soygundan sabotaja her tür yöntemi kullanan yeraltı örgütlenmelerinin kurulması'' öngörülür. MHP, bu belgede öngörülen pasifikasyon programının eseridir.
Kendisinden olmayan herkese terör uyguluyor; ''reorganize edilmiş'' devletten, ''otoritenin komutlarına itaatten'', ''güçlü iktidar''dan sözeden sivil faşistlerle devlet terörü arasındaki yöntem ve amaç farklılıklarını oligarşinin sözcüleri de bulamıyor. Demokrasiyi ancak ''işadamları cumhuriyeti'' olarak kabul edebilen tekelci burjuvazi ve emperyalizm, gelişen halk muhalefetinin önünü alabilmek için daha etkin önlemler planladığında, halkın nazarında teşhir olmuş sivil faşistler ile cunta arasında diyalog olamazdı; bu nedenle cunta sivil faşistlere tavır almak zorunda kaldı.
Faşist cunta, sivil faşistlerle kolkola görünmenin, başlıca meşruluk aracı olarak kullandığı ''can güvenliği'' demagojisini boşa çıkartacağını biliyordu. ''Milletin birlik beraberliğini'' sağlamak için geldiğini propaganda eden cuntanın faşistlere ihtiyacı da yoktu. Savunmasız insanları katletmek, korku salmak, insanları yok etmek için yeterli olmayan, aksine canilikleri, alçaklıklarıyla teşhir olan sivil faşistler bir süre için kullanılamazdı. Tekelci burjuvazinin çıkarları gelip dayattığında devletin gönüllü muhafızları topluca imha edilmişlerdi. HİTLER, SA şefi ROEHM ve adamlarını zararlı olmaya başladıkları anda yok etmekten bile çekinmemişti.
12 Eylül faşist cuntası da sivil faşistlerin, devlete küskün olduklarını söylemelerine yol açan traji-komik bir süreç yaşattı; ''haklarında dava açtı'', idamlarını istedi, hatta idam etti, kendi deyimleriyle ''Mamak Cehennemi''ne attı. Ama bütün bu olanlar, faşistlerin tamamıyla gözden çıkarıldığı anlamına gelmemeli, zamanı geldiğinde yeniden kan kusturma görevine iade edileceklerdir.
Ülkeyi bir baştan bir başa asker postallarıyla çiğneyen Amerikancı faşist cuntanın sözcüleri, ne sivil faşist terör ile cuntanın farkını gizleyebildiler ne de terörcü yüzlerini maskeleyebildiler. Nazilerin ''gece ve sis'' emirnamelerindeki esaslarla çalışan cunta, binlerce yurtseverin kaybolmasından, işkencede katlinden, insanlık onuruna saldırılardan sorumludurlar.
Bütün bunlar oligarşiye göre, ''terörist''lik değildir; Amerikan ajanlığı, gizli polislik değildir, eşkıyalık değildir, topluma korku salmak hiç değildir!
Emperyalizm ve oligarşi adına Türkiye halklarına terör uygulayanlar TÜRKEŞ'ler, DEMİREL'ler, EVREN'ler, ÖZAL'lardır.
Biz, DEVRİMCİ SOL Savaşçıları; halkın davasını omuzladığımız günden bu yana emekçinin başeğmez onurunun neferleri olduk. Halkın, düzenin örsü üzerine şekil verilmek üzere yatırılmasını asla kabullenmedik. Tersine en güç koşullarda dahi çekiç olup, düzeni yatırdık örsün üzerine... Faşist cuntanın halefleri ile seleflerine kanlı ellerini temizleme fırsatını tanımadık, tanımayacağız. Üniformalı vurguncular çetesinin ve izleyicilerinin hükmünü verecek olan tarih, adaletini er ya da geç tüm kanlı rejimlerin sonunu getiren emekçilerin zaferiyle gösterecektir.
Hırslı İrlandalı göçmen Joseph ARMAGH'ın ''fırsatlar ülkesi'' Amerika'daki yükselişini konu eden ''Kaptanlar ve Krallar'' adlı romanda; ARMAGH halkın içinden biridir ve en önemlisi erdem sahibidir, sermayedar olup çıkar. Benzeri romanlar ve Hollywood filmlerinde de kapitalistler, kapitalizmin acımasız kurallarına uygun davranan fakat işbilir, metanetli, yılmayan ve erdem sahibi ''içimizden birileri'' olarak gösterilir. Kapkaç vurgun düzeninin kamuflajına yönelik bu propagandanın ülkemizde 12 Eylül'den sonra, bilinçli-sistemli bir biçimde uygulanmasına tanık olduk. ''Halkın içinden, bağrından çıkan'', ''devlet gibi'' işadamları sevimli, yardımsever, toplumla içli dışlı, halkı düşünen, hatta ''demokrat'' insanlar olarak lanse edildiler. ''İşveren''den çok ''işçi babası'' diye çağrılmayı pek arzulayan emek düşmanları, ''ben sosyalistim; otuz bin işçi çalıştırıyorum'' deme yüzsüzlüğünü bile gösterebildiler. Basın ve TV bu 'erdemli insanları' tanıtmaya özen gösterdi. ''Tanrı yürü ya kulum'' demişti ve bu sevgili kulların imparatorlukları kurulmuştu.
19 Ocak 1986 tarihli Nokta Dergisi'nde, faşist FRANCO döneminde ''köşeyi dönen'' Jose Rouis MATEOS'un 1961 yılında Rumasa'yı 800.000 pesata (yaklaşık 1 milyar 400.000.- TL.) ve 8 işçiyle kurduğu yazıyordu. Yazıda 1964'te FRANCO'nun ortaya attığı ''gelişim planı''nın her spekülatör gibi MATEOS'un da ekmeğine yağ sürdüğü Rumasa'nın artık bütün sektörlere el atmaya başladığı, ilki o dönemde açılan Rumasa Bankalarının sayısının ise 6 yılı geçmeden 10'a ulaştığı da anlatılıyordu.
24 Ocak Kararları'nın, 12 Eylül faşist cuntasınca hararetle uygulandığı 80'li yıllarda Uğur MENGENECİOĞLU adlı adı sanı duyulmadık biri, içinde emekli albay ve generallerin de bulunduğu bir deniz taşımacılık şirketi kurar. Güçlü ''dostları''nın desteği ve devletin verdiği krediyle petrol taşımacılığına başlar. Ve ilk seferinde tanker maliyetini kurtarır. Sonra yeni tankerler, yeni krediler... Ve üç yılda Türkiye'nin en büyük deniz ticaret filosuna sahip bir şirket ortaya çıkar.
Halka saldırının zirvede olduğu iki özdeş rejimden birbirine tıpa-tıp benzeyen iki örnek.
En büyük holding sahiplerinin öyküsü, KOÇ'ların, SABANCI'ların, ECZACIBAŞI'ların zenginleşmesinin öyküsü bundan farklı değildir. Ancak en çarpıcı olanı Turgut ÖZAL'ın başbakan oluşundan üç yıl sonra, Suudi sermayesinin Türkiye temsilcisi olan kardeşinin aile şirketlerinin sayısının 10'un üzerine çıkmasıdır. Bankası vardır ve servetin kurumlaştırılmasını denetleyebilecek üç ayrı vakfın başındadır. Faizsiz bankacılık sloganıyla soyguna sonradan giren Suudi kaynaklı AL BARAKA, Faysal Finans bankalarının desteğiyle devlet güvencesi birleşince 1930'ların şeker tekeline benzeyen petrol taşımacılığı tekeli Korkut ÖZAL'ın çok kısa zamanda milyar dolarlarla iş gören şirketlere sahip olmasını getirir.
Kapitalizm vurgun-çıkar-haksız kazanç düzenidir. Yeni-sömürge ülkelerde sosyo-ekonomik yapının çarpıklığından ötürü çirkinleşip, iğrençleşen kapitalizm, tam bir dizginsiz soyguna dönüşür.
12 Eylül'le yoğun bir depolitizasyon salvosuna uğratılan kitlelere bu vurgunculuk-çıkarcılık mantığı ''iş bitiricilik'', ''köşe dönücülük'' olarak benimsetilmeye çalışıldı. 1950'lerdeki ''her mahallede bir milyoner yaratma'' sloganının döneme uygun rötuşlanmış haliydi benimsetilen... Toplumsal değer yargıları, ''vurgun yapmayan enayidir'' mantığıyla derin yaralar aldı. ANAP, topluma benimsetilmeye çalışılan mantığın kaynağı oldu. ANAP il başkanları, belediye başkanları rekor sayılabilecek kısa sürede servetlerini ikiye, üçe katladılar. Siyasal düzlemde kitlelere depolitizasyon gereği ''güçlü olan haklıdır'' mesajını veren ANAP vurgun ve talanı da aynı mantıkla meşrulaştırdı.
Türkiye rüşvet, yolsuzluk, suistimaller ülkesidir. Bakanlarından en küçük memuruna kadar rüşvet alma, günlük mesai dahilindeki rutin işlerden biridir. Rüşvet, halkın otorite kapısına düştüğünde, çarkın çalışması için vermek zorunda olduğu, adet haline getirilmiş bir tür ''haraç''tır. MİT raporlarında yer alan bilgilerde, ŞAHİNKAYA'ların, Necdet ÜRUĞ'ların, emniyet müdürlerinin, valilerin hizmetlerinin karşılığında rüşvetle ödüllendirildikleri açıkça yer almaktadır.
Bu davanın tutsaklarına yapılan işkencenin baş sorumlusu ''fedakar ve cefakar'' çalışmalarından ötürü altın kol saatleriyle ödüllendirilen Şükrü BALCI'nın, yalnızca rüşvet alan değil ''suyun başını tutan'' kişi olduğu bugün kamuoyu nezdinde açıktır. Haraç ve uyuşturucu trafiğinin başındaki tecrübeli işkencecinin İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nü ''40 milyon peşin ayda 4 milyon aidat'' fiyatına 'Koca Reis' Saadettin BİLGİÇ'ten satın aldığı MİT raporlarında yer almıştır. Üstelik tüm bunları Şükrü BALCI gizlemeye gerek duymadan açık açık yapar. Yine MİT belgelerine dönelim:
''Aynı tarihlerde İst. SYNT. Komutanı Faik TÜRÜN, soruşturmayı yapanları makamına çağırarak o anda İst. Em. Müd. Muavini olan Şükrü BALCI'nın aşırı sola karşı çok darbe vurmuş bir kimse olduğunu, yolsuzluklarının duyulması halinde bunun sol mihraklarca istismar edilebileceğini belirterek, Şükrü Balcı ile ilgili kısımların ifadelerden çıkarılmasını, ayrı bir dosya haline getirilmesini (...) belirtmiştir. İşlemler Synt. Komutanının talimatı doğrultusunda geliştirilmiştir.'' (NOKTA Dergisi özel Eki)
12 Mart paşalarının korunması 12 Eylül'de de sürer. MİT raporları şöyle sürüyor:
''... İhtilal (12 Eylül-b.n.) sırasında teşrik-i mesaide bulunduğu paşalardan bir kısmını da büyük paralarla rüşvete alıştırmış, cuntanın da gözde, işbilir, polislikten anlar ve vatanı kurtaran aslanı durumuna gelmiştir.'' (a.g.d.)
''Türkiye'deki bütün kaçakçılık işlerinde hissesi'' olduğu belirtilen Şükrü BALCI, gelecekteki kötü günlerinin hesabını, tıpkı sokak ortasında Vietkongları kurşuna dizen Saygon polis şefi gibi Amerika'ya yerleşme planını da ihmal etmemiş, topladığı milyarlarla ölçülen haracı Amerika'ya taşımıştır.
Halen devlet memuru olan Şükrü BALCI, hakkındaki açıklamalara bir İstanbul gazetesinde cevap verirken, daha bir batağa saplanıyor:''Dayanağı yoktur bu belgelerin mahkemelerden alınıp şimdi MİT raporuna ekmiş gibi getiriliyor. Yazılardaki ifadeler kapalı kapılar ardında birçok insanı işkence altında tutarak hazırlattıkları ve imzalattıkları tutanaklardan ibarettir. İçeriği isnat ve iftira taşımaktadır.'' (abç)
İşte 12 Eylül işkencecisinin, kan ve zorbalık prenslerinden birinin kendi ağzından işkence itirafı...
Bu davanın tutuklularının işkencelerinde bulunan Ahmet ATEŞLİ için söylenenler daha da ilginç: ''Maalesef İstanbul yeraltı dünyasının beyni, bu Ahmet ATEŞLİ şimdi İst. Em. Müdürlüğü'nün beyni...'' (7 Ekim 1987 tarihli açıklamada bunlar söyleniyor.) Bu işkenceci hakkında daha neler söylenmiyor ki; Mafya cinayetlerinin hasır altı edilmesi, senet mafyasının çalışmalarının koordinesi ve bizzat polis tarafından yapılması, eroin kaçakçılığı, randevu evlerinin haracı vb. vb..
Bu davanın açılışını büyük gürültülerle ilan eden, rüşvet aldığı ortaya çıkınca görevinden alınan, 12 Eylül savcısı Süleyman TAKKECİ'nin Ahmet ATEŞLİ'yle, dolayısıyla kirli işlerle bağlantıları da ortaya çıktı.
Bu dava tutuklularına yapılan işkencelerin baş sorumlularından, Birinci Şube Müdürü Tayyar SEVER'in gangsterlere silah satacak denli derih ilişkileri, yine MİT raporlarında yer aldı.
DAL adıyla devlet terörünü tarihe geçiren işkence merkezinin başı Ünal ERKAN'ın, 80 milyar lirayı sahte belgeler düzenleyerek cebe indirdikten sonra sırra kadem basan Kemal HORZUM'un kollayıcısı olduğu ortaya çıkmıştır.
Uzatmak istemiyoruz. Binlerce devrimcinin, yurtseverin celladı işkencecilerin anatomilerini incelemeyi tarihçilere bırakıyoruz. Hangi pislik eşelense, hangi kirli taş kaldırılsa kan içmeye doymayanların, gaspa, sahtekarlıklara, paraya da doymadıkları açığa çıkıyor.
Devletin birinci dereceden memurları bu dolapları çevirirken devleti yönetenler, en tepedekiler ise, bulundukları yerin kendilerine sağladığı avantajları en iyi biçimde kullandılar.
Türkiye tüm dünyayı sarsan Lockheed rüşvet olayının soruşturulmadığı iki ülkeden biridir; Savunma Bakanının ''zırhlı araç-çelik yelek'' gibi doğrudan ''kendi devletinin güvenliği'' ile ilgili bir alımda yolsuzluk yapabildiği, rüşvet aldığı bir ülkedir. Hava Kuvvetleri'ne ait uçak hangarlarında tavukçuluk yapan bir başka cunta üyesini dünyada bulabilmek imkansız olmalı... Hükümet icraatının anlatıldığı programların başlıca övünç konusu olan F-16 projesinin her aşamasında başta Tahsin ŞAHİNKAYA olmak üzere generallerin rüşvet yedikleri belgelerle sergilenmesine rağmen, gazete haberciliği dışında herhangi bir soruşturma yapılmamıştır. Ne bekleniyor ki sorusu sorulabilir. Lockheed'den rüşvet aldığı ortaya çıkan Japon Başbakanının intihara kalkıştığı; pek çok görevlinin kovuşturmaya uğradığı hatırlanırsa, ülkemizde talanın meşruluk düzeyi daha bir ortaya çıkıyor. Milyarlık daireyi kira ücretine ''satın alan'' cunta şefinin, bir yılda oğlunu armatör, karısını fabrikalara ortak yapan cunta üyelerinin durumları, tam da bu düzenin niteliğini yansıtmaktadır. 12 Eylülcülerin bir başka marifetleri 200 milyar lira fazladan para basıp bunu kayıtlara geçirmemeleridir. Bizzat ÖZAL tarafından ULUSU hükümeti, bu sahtekarlık nedeniyle suçlandı. Dünyanın en zengin generalleri listesine girip, adları sokakları, caddeleri, parkları kirleten vatan kurtarıcılarının tezgahı (!) böyle işledi... MARCOS, Türkiye'deki kardeşlerinin yaptıklarını duymuşsa şapka çıkartmıştır, NORİEGA da aynısını yapmış olmalı...
Bu ülkenin gerçek dokunulmazları, TC Devleti'nin bürokratları, generalleri, emekliliklerinde holdinglerin, bankaların yönetim kurullarında, genel koordinatörlüklerinde görev alan değişmez üyeleridir. 12 Eylül bu aleni işbirliğine yeni bir boyut kazandırdı (!) Artık üniformasını çıkartmamış generaller, sahtekarların, holding sahiplerinin paralı memurları oluyorlar, iş takipçiliğine soyunuyor, nüfuz ticaretini bir sektör haline getiriyorlar. Holding yöneticilerinin bakan, işveren kuruluşunun başının başbakan, bürokratların iş takipçileri, generallerin sermayenin ağır topları olduğu ülkemizde devlet, işadamları cennetinin hamisi, kollayıcısı devlettir. Sahte belge düzenleyerek dolandırıcılık yapan ANAP kurucusu Erol AKSOY ve diğer sahtekarlar karşısında devletin yasaları geçersizdir. Harcanmak istenen eski bakanlardan birkaçı ve yine aynı amaçla bazı sermayedarların göstermelik yargılanmaları dışında, sahtekarlar için yasalar sözkonusu değildir.
Her şey olması gerektiği gibi yürüyor. Necdet ÜRUĞ rütbesine uygun olarak hayali ihracatçılar, kaçakçılarla sarmaş dolaşken, Maraş'ı beyliği haline getiren Yusuf HAZNEDAROĞLU da esnaftan haraç toplamaktadır. Hakkında soruşturma açılan askeri yargıç Halit CENGİZ yargılandığı askeri mahkemeye verdiği dilekçesinde, 12 Eylül'ün takdirnameli işkencecisi HAZNEDAROĞLU için şunları söylüyordu: ''Beni itham edenler gibi zamparalık yüzünden dış görevden refüze edilmedim. Maraş'ta belediye ve Maraşspor adına makbuzsuz para toplayıp vermeyenleri gözaltına almadım. Kuyumculardan altın kemer almadım.''
''Milletten ayrılmaz bütün'' denilen devletin itibarı ''ağzı var dili yok'' hale getirilmeye çalışılan halkın tepkisizliğiyle ölçülüyor. Devletin itibarı IMF, Dünya Bankası nezdinde artmıştır; CIA ve diğer saldırı merkezleri nezdinde de artmıştır. Doğrudur! Çünkü, burjuvazinin iktidarı, sopası ve demagojisinin maharetiyle değerlendirmeye tabi tutuluyor. Bu düzenin itibarının ölçüsü saygınlık olamaz... Ölçü, deveyi hamuduyla yutanların kural tanımayan açgözlülükleridir.
Ülkemizin yeraltı-yerüstü zenginliklerini, işçinin, köylünün alınterinin ürünlerini emperyalizme peşkeş çekenler, basın organlarında, TV'de, iddianamelerde, mahkeme kararlarında devrimcileri ''gasp ve soygun çetesi'' oluşturmakla, ''halka zarar vermek''le itham ediyorlar. Sömürü ve zulüm düzeninin ortadan kaldırılması için mücadele eden bizler, asalakları yok etmek istediğimiz için, karalanmaya çalışıldık, çalışılıyoruz.
12 Eylül faşist cunta dönemi, devlet terörüyle ''gasp''ın kaynaşmasının, halka bir verip on alma yöntemlerinin açık-net örnekleriyle doludur. ''Yasal'' gasp demek olan vergi toplama yaygınlaştırılmış, vergilerin sayısını ya da oranını yükseltmeye yönelik 50 kez yasa ve kararname yayınlanmış, ücretli-maaşlı emekçiler yanında, esnaf-zanaatkarlar ve küçük mülk sahipleri de, soyguncunun gazabına uğramışlardır. Osman ULAGAY ''Kim Kazandı Kim Kaybetti'' adlı kitabında, 1980-86 döneminde ücretli-maaşlı kesimlerden sermaye kesimine yapılan gelir transferinin, cari fiyatlarla 12.8 trilyon lirayı bulduğunu, 1986 yılı fiyatlarıyla bu rakamın 22 trilyon lirayı aştığını, aynı dönemde tarım kesiminden sermaye kesimine aktarılan gelirin ise cari fiyatlarla 4.8 trilyon lirayı, 1986 fiyatlarıyla 7.5 trilyonu bulduğunu, 1980-1986 döneminde ücretli-maaşlı kesimden ve tarım kesiminden sermaye kesimine yapılan gelir transferlerinin toplamının ise cari fiyatlarla 18 trilyon liraya, 1986 fiyatlarıyla 30 trilyona yaklaştığını, işçinin, memurun, emekçinin, çiftçinin cebinden alınan 30 trilyon liranın, kâr, faiz ya da rant olarak sermaye sahiplerinin cebine girdiğini, emek gelirlerinin milli gelirdeki payının 1979'da %33'lerden 1986'da %18'lere gerilerken sermaye gelirlerinin payının %43'ten %64'e yükseldiğini aktarıyor.
İşte rakamlarla soygun bilançosu... Yüze yakın vergi çeşidiyle, düşük tutulan ücretler, düşük taban fiyatlarıyla halkın emeğinden gaspedilenin gittiği adres...
Batan şirketler kurtarıldı, ihracatı teşvik adı altında muazzam boyutlarda kaynak, sermayeye aktarıldı. 1985 yılında yapılan bir ''af''la ''yatırım teşviki'' alıp da taahhüdünü yerine getirmeyenler affedildi, büyük ihracatçıya döviz karşılığı olarak piyasa fiyatından %25 oranında daha fazla para ödendi, vb.
Uluslararası emperyalist tekellerin, Türkiye temsilcilikleri aracılığıyla dağıttıkları arpalıklarla, biraderlerin, yeğenlerin parababası yapıldığı ülkemizde ''soygun-gasp'' sözünü hiç ağzına almaması gerekenler, halkın emeğini savaş ganimeti gibi paylaşan oligarşi ve onun savunucularıdır.
Gaspçılık, soygunculuk sıfatları, biraz daha ''kâr'' için çalınan malzemeler yüzünden çöken binalarda insanların ölümüne neden olan, ucuz maliyet adına temizlik maddelerinde tüm dünyaca yasaklanmış kanserojen maddelerini kullanarak halkın sağlığı ile oynayanlara yakışıyor. Bir yıl önceden köylünün ürününü tarlasında yok pahasına kapatmak, yüzbinlerce köylüyü boğaz tokluğuna çalıştırmak, ''halka zarar vermek'' değil midir? Düşük maliyet uğruna iş güvenliğinden yoksun koşullarda, binlerce iş kazasıyla dünya sıralamasında birinci olmak, halkın emeği yanında kanını da gasp etmek değil midir?
Eğitimden sağlığa, birçok toplumsal hizmetin ücretsiz olması gerekirken parasızlıktan ameliyat olamayan, cenazesini alamayan insanların yaşadığı ülkemizde insan sağlığını hiçe sayanlar, paralı eğitim sistemi ile bireylerin en temel hakkı olan eğitim hakkını gaspedenler, soyguncu değil de, bütün bunlar ''ücretsiz olmalı'' diye mücadele veren devrimciler mi soyguncu?
Burjuva propagandası, bizleri de kendileri gibi, egoizmin doruğunda, çıkarı, lüksü için yaşayan ''soyguncu-adi gaspçı''lar olarak tanıtma çabası içinde...
Bizlerin nazarında alınteriyle kazanılmış, gerçekleşmiş her şey gibi, geçim araçları da, günlük nafaka da kutsaldır. İşçinin, köylünün, esnafın emeğinin, hizmetinin ürünü olan maddiyata hiçbir zaman el uzatmadık. Biz, asalakların, alınterini sömürerek saltanat sürenlerin çalıntı servetlerine halkın mücadelesinde harcanmak üzere ve halk adına el koyduk.
Şirketlerinin yıllık cirosu Türkiye bütçesine denk düşen, TC'nin kuruluşundan bu yana süre geldiği sermaye birikimiyle, devlete kefil olacak kadar palazlanan Vehbi KOÇ'a ait MİGROS'tan kamulaştırılan tüketim maddelerini İstanbul'un gecekondu semtlerinin emekçi halkına dağıtmamız oligarşinin sözcülerince şaşkınlıkla karşılanmıştır. Cüneyt ARCAYÜREK, ''Demokrasinin Son Baharı'' adlı kitabında dönemin İçişleri Bakanı İ.ÖZAYDINLI'nın şaşkınlığını ''Halk da bu dağıtılanları alıyor'' sözleri ile belirttiğini yazıyor. ''Halkın karnını doyurmaya çalışmak'' gibi demagojilerle eylemimizi bulandırmaya çalışan gerici basın, eylemimizin siyasal teşhiri amaçladığını çok iyi biliyordu. ''IMF'nin Yönettiği Değil Bağımsız Türkiye'' kampanyamız sırasında, protesto ve teşhir amacıyla basılan yerlerdeki para ve kıymetli evraka pekala el koyabilirdik. Ancak eylemimizi bulandıracak her türden davranıştan şiddetle kaçınmak ilkemiz nedeniyle, böyle bir olaya meydan vermedik.
Bizim kamulaştırma eylemimizin hedefi gayet açıktır: Tekeller, bankalar, emperyalist finans kuruluşları, tefeciler, kaçakçılar, kısacası ülkemizin zenginliklerini pazarlayanlar, emekçinin alınterini kapatanlar, İsviçre bankalarındaki milyarlarca dolarların sahibi olanlardır. Sömürü ve vurgun düzenini korumak için varolan yasalarda, ''mülke karşı işlenen fiilin'' cana karşı işlenen fiilden daha ağır cezaları gerektirdiği ülkemizde, tüm bunlar Tevfik FİKRET'in dizeleriyle ''aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yemek'' içindir. Bizim eylemimiz ''aksırıp, tıksırıncaya kadar yiyenlere'' karşıdır.
örgütümüzü ''soygunlarla'' finanse ettiğimiz demagojisi, burjuvazinin sözcülerinin devrimci mücadeleyi karalamak için başvurdukları adice bir saldırıdır. Zira mücadelemiz, ''para'' ile değil, halkın desteği ile sağladığı olanaklarla, omuz vermesiyle, bir dilim ekmeğini paylaşmasıyla yürüyor. Biz haklı bir savaşın neferleriyiz. Haklı savaşların esası topyekün fedakarlıktır. Savaşı, halkın gönüllü katılımı ve fedakarlığı esası üzerinde yükselttikleri içindir ki, komünistler, halk savaşlarını, devrim mücadelelerini, sosyalist anavatanı koruma savaşlarını zafere eriştirdiler. Devrim mücadeleleri esas olarak ''finansman'' ile yürümez; fedakarlık ile, gerektiğinde yemeyerek-içmeyerek sürer. Aksini düşünmek ve iddia etmek, haklı davaları, dev savaş makinaları karşısında baştan yenik saymaktır ki, tarih, her haklı davanın kendinden çok daha güçlü savaş araçlarına sahip düşmanı altedebildiğinin ispatıdır.
Emperyalizm ve işbirlikçilerinin düzeninde halkın nafakasından, rızkından çalınıp çırpılanla doldurulan kasalara el koymak kadar meşru ve haklı bir eylem düşünülemez. ''Soyguncu'' tanımı haramilere taş çıkartan holding sahiplerine, spekülatörler, toprak sahipleri, yüksek bürokratlar ve generallere yakışıyor. Altın kaçakçılığına bulaşmış ÖZAL'ın Başbakanlığı altındaki gasp ve soygun çetesinin, cuntanın ''etkili-yetkili'' makamlarının, cunta üyelerinin, Genelkurmay Başkanlarının bizleri ''soyguncu gaspçı'' diye lanse etmeye çabalayan düzenin koçbaşlarının birer soyguncu, rüşvet komisyoncusu oldukları kamuoyunun yakından bildiği gerçeklerdir. Kapatılmaya çalışılan, Meclis araştırma önergeleri kabul edilmeyerek üstü örtülmeye çalışılan dosyaların (örneğin ŞAHİNKAYA ve KAFAOĞLU hakkında) ve hatta MİT raporlarının konusu halkın soygunundan elde edilenin nasıl paylaşıldığına dairdir.
Bozuk ifade tarzının, bütününe hakim olduğu mütalaanın ''Örgütlenme Nedeni'' başlıklı bölümün girişinde, ''... Ülkemiz üzerinde emelleri bulunan dış güçlerin kışkırtma, özendirme ve desteğinin payının da büyük olduğu tespit edilmiştir.'' dendikten sonra, şöyle devam ediliyor: ''... Bu miktar silahın ve merminin parasal değeri 35 milyar lira dolayında hesap edilmiştir. Yine yapılan tespitlere göre yasadışı örgütlerin gasplardan elde ettikleri para miktarı 600 milyon lira kadardır. Aradaki 34 milyar lira civarındaki para değerini taşıyan silahın elde ediliş biçimi anarşi ve terörün ve bunları yaratan yasadışı örgütlerin aynı zamanda dış kaynaklı olduğunun işareti ve delili olarak değerlendirilmiştir.''
İşte, ''dış mihrakların'', ''ülkemizde gözü olan'' düşmanlarla ''bağ''ın açıklanmasındaki zeka pırıltısı... İşte, bir türlü DEVRİMCİ SOL'un bir halk gücü olmasını hazmedemeyen 12 Eylül savcısının gülünç açıklaması... Savcı, böylece, 12 Eylül faşizminin, azgın terörünü kamufle etmekte kullandığı ''dış mihraklar'' demagojisini 12 Eylül'den sekiz yıl sonra DEVRİMCİ SOL davası mütalaasında bir kez daha yinelemiş oluyor! Oysa Savcı 180 kişinin idamını isterken biraz ciddiyet gerektiğini kavrasa ve mesleğine saygısı olsaydı, DEVRİMCİ SOL ile ''dış mihraklar'' arasında bir bağ olmayacağını itirafta zorluk çekmeyecekti. Savcının, DEVRİMCİ SOL ile SBKP arasında ideolojik bir yakınlığın bulunmadığını öğrenecek zahmete girmeyişi ve analiz yapmaktaki kıtlığı, onu, DEVRİMCİ SOL ve silahlı mücadeleyi savunan diğer yapıları dış kaynaklarla ilintili göstermeye yöneltmiştir. Savcı, sıradan bir devlet memuru olsaydı, bu açıklaması hoş karşılanabilirdi. Ancak devletin sözcüsü, temsilcisi sıfatıyla yeraldığı davada, 12 Eylül propagandasının basit bir aleti durumuna düşmesinin davanın ağırlığı gözönüne alındığında hiçbir açıklaması yoktur.
Burjuva hukukunun normları dışında da olsa, düzeni savunmayı esas alan, bir çırpıda yüzlerce idam isteyen bir makamı işgal eden ve yalnızca bu nedenle de olsa tarihe geçecek bu davanın savcısının, iddia ve görüşlerinde, faşizmin sıradan propagandasını aşmasını, davanın niteliğine uygun düşen bir düzeyi yakalamasını, özcesi, ciddiliğini tartıştırmamasını dilerdik...
Mesnetsiz iddialarla hazırlanan iddianamede, önce, polisin ve basının ürettiği hayali senaryolar tekrarlanarak, düzenin yoz, çürüyen yüzünün ifadesi olan ''eroin kaçakçılığı''yla, mafya ile ilişkilendirilmek isteniyoruz. Yalan, burjuvazinin karakteridir. CIA'ya Nazilerden kalan propaganda taktiklerinden biri de, kaynak ve doğruluk aranmadan, fakat her fırsatta tekrarlana tekrarlana bir olayın inanılır hale getirilmesi, kanıksatılmasıdır. Sağduyu sahibi insanların kafalarında dahi ''acaba'' sorusunu uyandırmak, ''ateş olmayan yerden duman tütmez'' dedirtmektir amaç... Bu CIA kaynaklı faşist propaganda taktiği ''siyah-propaganda'' adını almıştır. Ve Devrimci Hareketimiz'e karşı burjuvazinin saldırı yöntemi olarak kullanılmaktadır.
''70 sente muhtacız'' diyen DEMİREL hükümeti döneminden başlayarak 1980-1983 yılları arasında Türkiye'den 7 milyar dolar karşılığı 350 ton altın kaçırıldı. Sonraları yargılanan bir kaçakçı şöyle diyecekti: ''Biz bu işi Başbakan Yardımcısı T. ÖZAL'ın bilgisi altında yaptık''.
Türkiye'de sermaye kara para demektir. Tüm holdinglerin kaçakçılık yapması, Tahtakale'nin Türkiye'nin gerçek merkez bankası olması, bu özelliği açıklayan önemli göstergelerdendir. Ancak, kamuoyunda altın kaçakçılığı adıyla lanse olan ve ÖZAL'ın başrollerinde bulunduğu kaçakçılık, dünya sahtekarlık rekorlarını kıracak boyutlardadır. Altın kaçakçılığı devletin göz yummasıyla değil bizzat devletin teşvikiyle yapılan, uluslararası bir skandaldır.
Döviz bulamayan hükümetler üç-dört yıl boyunca Türkiye'de ucuz olan altını kaçak olarak yurtdışına çıkarmışlar ve karşılığında sahte ihracaat belgeleriyle Türkiye'ye döviz getirmişlerdir. Devlet gözetimi altında, ekonomiyi döndürecek döviz darboğazına geçici bir çözüm bulunmuştur. Bunun için ''ülkeye getirilen dövizin kaynağını sormama'' yasallaştırılmıştır. Artık, dövizin eroinden mi, altından mı geldiği önemli değildir. Yeter ki, tekelci burjuvaziye kaynak sağlansın.
1988'de patlak veren MİT raporundan sonra ''altın kaçakçılığının'' belgeleri birer birer sergilenmeye başlandı. Döviz kaçakçılarıyla buluşmalarını ''Türkiye'nin döviz meselesini konuşuyorduk, bu bize verilmiş bir görevdir'' sözleriyle açıklayan MİT ajanı Mehmet EYMÜR ve Atilla AYTEK altın kaçakçılarıyla devletin işbirliğini anlatıyorlardı.
Devlet içindeki gruplaşmalar, çekişmeler, parsa toplama kapışmaları sonucu yapılan ifşaatlar, gazeteleri kaplayınca kamuoyu altın kaçakçılığını tüm yönleriyle öğrendi. İstanbul polisi ile Ankara polisi ya da ÜRUĞ-EVREN ile ÖZAL çatışması olarak yansıyan iktidar çiftliğindeki pay kapma savaşı akıl almaz ilişkileri, dolandırıcılık örneklerini açığa çıkardı.
225 bin kişinin servetini çaldıktan sonra, yurtdışına kaçan ve kaçış haberinin yayınlanması sıkıyönetim komutanlığınca iki gün yasaklanan KASTELLİ'nin, Türkiye'nin döviz sorununu çözmek amacıyla devlet eliyle başlatılan altın kaçakçılığının aslarından olduğu ortaya çıkmıştır. ANAP'ın önde gelenleri ve Çukurova sermaye grubunun bankaları hakkında dava açılmış, bu olayda aracılık yapan SABANCI'nın AKBANK'ına ise, hiçbir şey yapılmamıştır. Diğer açılan davalar ise ÖZAL hükümetinin ilk icraatlarından biri olan döviz kaçakçılığının affedilmesi ile kapatılmıştır.
Emrindeki müsteşar ve genel müdürlere yapılan işkencelere tepki gösteren ve bu nedenle TC tarihinin görevden azledilen ilk bakanı olan Vural ARIKAN, Kapıkule gümrüğünde yapılan operasyonun ve asker kökenlilerin başına getirilmesinin kaçakçılığı kolaylaştırmak amacını mı taşıdığı sorusuna, ''...hatırıma geliyor. Kapıkule operasyonunu döviz çıkışını önlemek için yaptıklarını söyleyenlere Tahtakale'yi gösteriyorum. Her gün döviz çıkışı var. Neden yapışmıyorlar yakalarına'' diye cevap veriyordu.
Türkiye'de bir gerçek var: Uyuşturucu madde kaçakçılığının şefleri devletten himaye ve destek görmektedir. Ki polis arasında çıkan 1987 yılında basında sık sık işlenen, sonra 1988 yılında ortaya çıkan MİT raporuna da yansıyan ihtilafın kaynağında, mafyanın himaye görüp görmemesi vardır. Polis ve ordu mensupları uyuşturucu trafiğinin aracılığını yapmaktadır. Türkiye'de polis tarafından arandığı söylenenlerin, ABD-İngiliz-İsviçre pasaportlarıyla ülkeye girip çıktıkları tespit edilmiş, ünlü devrimci katili Ahmet ATEŞLİ'nin, uyuşturucu kaçakçısı Zihni İPEK'e sahte kimlik düzenlemesi örneğindeki gibi mafya üyelerine sahte kimlik belgelerinin dahi, polis tarafından düzenlendiği çeşitli yayın organlarınca ortaya çıkarılmıştır. Tekelci burjuvazinin istemleri doğrultusunda mafyaya karşı düzenlenen operasyonlarda mafya ile organik ilişkileri olan generaller ve üst düzey polis şeflerinin taraf olarak etkili oldukları açığa çıkmıştır.
MİT raporu olayının kahramanlarından M. EYMÜR bir gazeteye verdiği demeçte: ''Bir yerde yaptığın işten tiksiniyorsun. Bu mesleği niye yapıyoruz biz? MİT ne için var? Tiksinti geldi bana... Neye hizmet ediyorum ben? Kime hizmet ediyorum?'' diyor. MİT mensubunu bu denli tiksindiren kendisine emir verenlerin sahip çıkamayışlarıydı. Ne var ki, MİT raporu ve peşinden yapılan açıklamalar daha da ''tiksinti'' vericiydi.
Bu rapora göre; uluslararası eroin kaçakçısı Behçet CANTÜRK ve diğerlerinin rüşvet verdikleri, birlikte çalıştıkları arasında T. ŞAHİNKAYA, Ünal ERKAN, MİT'in koçbaşları bulunuyor. Devlet, eroini de döviz açığına çare olarak düşünmüş olmalı... ŞAHİNKAYA ihale-inşaat mafyasıyla içli dışlıdır, polis, bu mafyanın kurumu gibi çalışmaktadır. Uluslararası silah kaçakçılığıyla şöhret yapan Sarı Avni adlı kişinin ŞAHİNKAYA ile rüşvet ilişkileri yine raporda yer almaktadır. Ahmet ATEŞLİ'nin Karadeniz mafyasının başı olarak geçtiği raporda, polis ve ordunun önde gelenleri mafya kaçakçılık şebekelerinin ağır topu olarak açıklanmaktadır.
12 Eylül dönemi göstermiştir ki; Türkiye'nin, kokain satıcısı Kolombiya'dan, Ekvator'dan farkı yoktur. Devletin en üst düzeyindeki generalleri, bürokratları, polisleri Türkiye'nin NORİEGA'larıdırlar. Kaçakçılık tekelci burjuvazinin vazgeçemeyeceği finans kaynağıdır. Ve bu nedenle Tahtakale, düzenin vazgeçilmez öğesi olmayı sürdürecektir.
Kaçakçılığın bir de uluslararası boyutları, dış bağlantıları, işleyişi vardır.
Uyuşturucu trafiği, ABD emperyalizminin bilinçli olarak kontrolü altında tuttuğu, yeni-sömürge ülkelerde işbirlikçilerin finansman kaynağı olarak kullanılan, uluslararası çapta organize bir kurumdur. Bu trafiğin başında, CIA ile ilişkileri aleni olan mafya üyelerinin, büyük silah kaçakçılarının, Panama ve Kolombiya'da olduğu gibi devlet başkanlarının ve bakanlarının olduğu dünya kamuoyu tarafından bilinmektedir. ABD emperyalizminin başta kendi gençliği olmak üzere, dünya gençliğinin depolitizasyonunda kontrollü bir araç olarak el altından sevk ve idare ettiği uyuşturucu trafiği, 12 Eylül cuntasının son derece derinleşen depolitizasyon koşullarında, kitlelerin tepki göstermekten caydırılması oranında yaygınlık kazanmıştır.
Türkiye'de KİT'lerin ürettiği demir, çelik, çimento gibi maddelerin karaborsacılığı, resmi kurun üzerinden döviz toplayan spekülatörler -resmi literatürde paralel piyasa- eliyle yapılan kaçakçılık çarpık kapitalizme özgü bir ''sektör''dür. Mafya, TC hükümetlerine, Tuncay MATARACI gibi bakanlar vererek, Gün SAZAK gibi bakanlık yapmış faşistlerle işbirliği yaparak, parlamentoda temsil edilecek düzeyde etkili bir sermaye grubu olarak varlığını hep korudu. IMF'nin tavsiyeleri, tekelci burjuvazinin istemleri doğrultusunda bu kesime 12 Eylül cuntasınca alınan tavır, onları yok edemedi. Zira kaçakçılığı devlet yapıyordu, kaçakçılık artık holdinglerin, büyük para babalarının ticari faaliyet alanına girmişti. 1982 yılında ortaya çıkan Çukurova Holding, Sönmez Holding olayları; kaçakçılığın artık bizzat holdingler kanalıyla yürütüldüğünü gösterdi.
Türkiye'nin en itibarlı misafirleri arasında, Adnan KAŞIKÇI gibi silah tüccarları baş sırayı oluşturur. Basın ve TRT aracılığıyla, dünyanın en büyük silah kaçakçısı sokaktaki insanla akraba olacak kadar tanışmıştır. Türkiye'de silah kaçakçılığının ucunun ''ABD-İngiliz hükümetlerinin dış satım lisansları''yla çalışan ve ''CIA ajanı'' oldukları açıkça söylenen Samuel CUMİNGS, Frank TERPİL, Edward WİLSON adlarındaki kaçakçılara dayanmakta olduğu çeşitli incelemelerde açıklanmıştır. ''Türkiye mafyası'' adıyla bilinen kaçakçılık şebekesinin Vatikan'la, CIA ile, uluslararası anti-komünist suç örgütleriyle ilişkileri, özellikle Papa'nın vurulması davası çerçevesinde sergilenmiştir.
Ve bugün kaçakçılar, daha doğrusu tekelci burjuvazinin hışmına uğrayan kaçakçılar, teker teker salıverilmektedir. 1985 yılında Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu'nda yapılan değişiklikle kaçakçılık açıkça meşrulaştırılmıştır. Döviz kaçakçılığı, ''ithali yasak malların ülkeye sokulması'' gibi suçlardan yargılanan, Banker Kastelli gibi pek çok şirket aklanmıştır. ''Babalar Operasyonu'' adıyla yapılan kara parayı ehlileştirme operasyonu, çarpıklığın öz evladı olan Tahtakale'nin başlıca sermaye kaynağı olarak holdinglere hizmetine engel olamamış, Tahtakale'yi yok edememiştir. Zaten böylesi bir amaç da güdülmemiştir. Tahtakale devlete ve tekelcilere hizmetini sürdürecektir.
Kaçakçılık, karaborsacılık düzenin kopmaz parçasıdır. Kaçakçılık düzenin tam da kendisidir. Çarpıklığın ürünüdür. Cunta üyelerinin, Genelkurmay Başkanlarının 'mafya' ile 'uyuşturucu tacirleri' ile birlikte anıldıkları bir ülkede, devrimcilerin ''uyuşturucu kaçakçılığı'' ile itham edilmesi komedidir.
Burjuvazi, Marksist-Leninistlere öteden beri bir ithamda bulunur: ''Karanlık amaçlarını, gerçek niyetlerini gizlemek için komünistler 'beyaz gezegenler' vaadederler, devlete karşı ilan edilmemiş bir savaş açmışlardır, ikiyüzlüdürler vs.''
Gerçek niyetlerini gizleyenler, bunun için ikiyüzlülüğü karakter yapanlar egemenlerdir, haramiler çetesidir.
Türkiye'nin dış ilişkileri zımni, karanlık anlaşmalar yumağıdır; NATO'ya, ABD'ye verilen imtiyazlar, tanınan askeri kolaylıklar, ülke topraklarının ne kadarının satıldığı, Amerikan üslerinin gerçek sayısı ve nitelikleri, SEİA anlaşmaları, gerici Arap rejimleriyle varılan mutabakatlar hep meçhuldür. İlginçtir, kamuoyu bunları NATO generallerinin demeçlerinden, Pentagon kaynaklarından öğrenir.
Türkiye'de seçimler ikiyüzlülüğün, faydacılığın zirve örnekleridir. Memura katsayı artışı, köylüye faiz borçlarının silinmesi, işçiye iyi ücret, esnafa daha az vergi vaadedilir. Sendikalar kapanır, tüm vaadlerin halkın ''gözünün içine bakarak'' söylenen yalandan ibaret olduğu ortaya çıkar. Türkiye'de ''politikacı'' kelimesi ikiyüzlülüğü, yalancılığı çağrıştırır, sahtekarlık anlaşılır. Silindir şapkalı, fraklı politikacı kürsüden yalan söyleyen bir karikatür tipidir.
Düzenin esenliği için burjuvazinin çiğnemeyeceği kuralı yoktur. Faydacıdır, Makyavelizm bugün en iğrenç haliyle yaşanır.
Temmuz 1981'de Erzurum'da ''Artık yeni aldığımız bir kararla ilk ve ortaokullarda, liselerde mecburi din dersi konacaktır'' diyen kişi ile; Ocak 1987'de Adana'da ''irtica hareketleri tehlikeli boyutlara varmıştır.'' diyen kişi karşıt düşünceli iki insan değil... Aynı kişiye; 1981'de üniformalı haliyle cunta şefi, 1987'de ise sivil giysileri ile Cumhurbaşkanı Kenan EVREN'e aittir bu sözler.
''Dün dündür, bugün bugündür'', ''işimize nasıl gelirse öyle yaparız'' mantığının burjuva politikasının temel felsefesi haline geldiği Türkiye'de ikiyüzlülük, faydacılık yukarıdaki kadar temelde zıt sözleri ettirebiliyor. ''Laik EVREN'' kürsülerde Kuran'dan ayetler okuyarak, tarikatlara hoş görünmeye çalışarak, faaliyetlerini el altından serbest bırakarak faydacılığın en çarpıcı örneklerini verdi.
1982 yılında kurulan ve ardında Rabıta gibi Suudi sermayesinin şeriatçı örgütleri bulunan İslam Kültür Merkezi'ne, Yıldız Sarayı tahsis edildi. Cuntanın ''laik'' hükümetine çok büyük moral ve mali yardımlar verdiklerinden dolayı, bu örgütlere bir anlamda teşekkür ediliyordu.
Cunta, parlamentonun başına gelenin, laikliğin başına da gelebileceğini, bir paravandan farklı olmadığını, kaldırıp atılabileceğini gösterdi. Özel Harp Dairesi'nin Kürdistan'da uçaklar, helikopterlerden atılan, elden dağıtılan bildirilerinde Kuran'dan ayetler, Muhammed'in hadisleri yer alıyordu.
''Cihat'' çağrılarının yapıldığı el ilanlarının birinde şunlar söyleniyordu:
''Vatandaşım,
Bakın yüce islam dini size emrediyor. 'Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın, Allah tavizkarları sevmez' (Kuran-ı Kerim Bakara Suresi 190. ayet)
Vatandaş.
Bölücü çete mensupları seni dininden, çocuklarından, eşinden, vatan, bayrak ve ahlak gibi kutsal değerlerinden koparmak istiyor.
Onlara karşı savaşmak senin gibi her müslümanın görevidir. Bu görevi savaşan güvenlik kuvvetlerine yardımcı olarak yap!''
''Laik'' TC'nin ''laik'' cuntası ve izleyicileri, halkı yurtseverlere karşı ayetlerle cihada çağırıyorlardı. İktidarlarının çatırdamaya başladığını bilenler ''milleti bütünleştiren'' ideolojiyi faşist MHP'nin ''Türk İslam Sentezi''nde buluyor. Ve bu ideolojiyi ''laik'' devletin resmi ideolojisi haline getiriyorlardı.
''Laik'' cuntanın 5-6 yıllık icraatından sonra Suudi'lerin finanse ettiği, Londra'da yayınlanan Şark-El Avsat dergisindeki bir yazıda şunlar söyleniyordu:
''Türkiye'nin NATO'ya üye olması, kendisine dışardan gelecek Sovyet tehlikesini göğüslemesini garanti eder. Güzel... Aşırı terörist Marksist gruplar tarafından Türkiye'yi içerden zaptetme girişimlerinden kim kurtaracak bu ülkeyi... İşte burada dinin önemi ortaya çıkıyor. Din içerdeki farklı ve birbirine düşman mezheplerden korunmak için önemli bir vicdani kalkandır.''
Yazıda 12 Eylül faşizminin laiklik paravanasını kaldırıp atması değerlendirilirken ise şöyle deniliyor:
''Türkiye'nin resmi yönelişinin arkasında yatan siyasi hesaplar var. Ancak bunu değerlendirmede küçümser bir tavır almamalıyız. Tam tersine teşvik edici bir tavır takınmalıyız.''
12 Eylül faşizmi ikiyüzlülüğün örneklerini çoğaltmak zorunda kalmıştır, zira çıkarları ''laiklik'' maskesinin taşınmasını artık gereksiz kılıyordu. Cunta, şeriatçılarla kol kola dolaşıp, görüşmekten kaçınmıyordu bile...
Devletin yurtdışına gönderdiği memurların maaşının Suudi kaynaklı anti-komünist dinci örgüt Rabıta tarafından ödenmesi gerçek bir skandaldır. Ne var ki, ''Atatürkçü'', ''laik'' faşist cuntanın icazeti olayın üstünden yıllar geçtikten sonra açığa çıktığında, Türkiye'de ''türban'' olayı yaşanıyordu. ''Türbana'' laiklik adına karşı çıkılan dönemde patlak veren Rabıta olayı, burjuvazinin ''dini'' nasıl ikiyüzlülükle kullanabildiğinin bir başka göstergesiydi. Rabıta'nın ortağı EVREN, skandalı yalanlama gereği bile duymadı, her şeyin kendi inisiyatifi altında olduğunu söyledi. Bütün bunlardan sonra devlet, dini, el ilanlarında da kullanınca gerici faşist basın da ''gökten bildiri indi irtica şamatasına'' (16 Aralık 1986 Yeni Haber) diye başlık atıyordu. İrtica ''Kemalizmin düşmanı'' idiyse onlara 1981'lerde taviz verip destek çıkan o dönemin ''Kemalist generalleri''ni(!) hangi kefeye koyalım?!
Halk sağlığını doğrudan tehdit eden 1986'daki radyasyon olayında da aynı tavır sergilenmedi mi? Aylarca süren tartışmalarda, yurtiçi ve yurtdışında onlarca bilim adamı ve araştırma merkezinin ''radyasyon oranı çayda yüksek, insan sağlığını tehdit eder düzeyde'' şeklindeki uyarılarına rağmen, ÖZAL hükümeti ''yok öyle bir şey'' deyip aylarca radyasyonlu çayı piyasaya sürdü. Radyasyon tartışması kamuoyunda baskı gücü oluşturmaya başlayınca TV'ye çıkıp elinde çay bardağıyla ''tüm sorumluluk benim, tersi çıkarsa istifa ederim'' diyenler, stokları erittikten sonra radyasyonun varlığını kabul etmek durumunda kaldılar.
Burjuvazinin ahlakı ''para''dır. Ve vurgun-çıkar düzeninde halk sağlığının ne önemi vardır?
Burjuvazi ''Türkiye'de işkence yoktur'' sözünü edecek kadar ikiyüzlüdür. ''Suimuamele var işkence yok'', ''münferit hadiseler var'' denilerek yüzbinlerce kişinin bizzat yaşadıkları, işkence kurbanları yok sayılmaktadır.
Ulusal baskının en kötü örneğinin yaşandığı ender ülkelerden Türkiye'de, Kürt halkını asimilasyona uğratma politikası uygulanırken, emperyalizmin yönlendirmesiyle işine geldiğinde Bulgaristan'daki Türkler hatırlanmaktadır. Cezayir Kurtuluş Savaşı'nda Fransa'yı destekleyen Türkiye, bugün Nelson MANDELA'nın doğum gününü kutlamaktadır. ''İşgal altındaki topraklar'' diyerek Filistin'in yanında olduğunu tekrarlayıp duran Türkiye, İsrail'le gizli servisler düzeyinde ilişkiler kurmuş, MOSSAD'tan aldığı bilgilerle Filistinlilere yönelik operasyonlar gerçekleştirmiştir.
''İslam kardeşliği'', ''din kardeşliği'' vb. söylemlerinin ardındaki gerçek, çıkarların yön verdiği ikiyüzlülüktür.
Emekçi halka karşı sorumluluklarının bilincinde olan devrimcilerin, halktan saklayacakları hiçbir şey yoktur. Devrimciler, halka, ''dikensiz gül bahçeleri'' vaat etmezler, sömürü-talan düzenini tüm çıplaklığıyla deşifre edip, onun alternatifine, emekçi halkın kendi iktidarına nasıl bir mücadele içinde varacaklarını anlatır, yaşamın içinde önderlik ederler. Sınıflar savaşımının zorlu yolları bizzat devleti yıkacaklarının, iyiye, güzele, topyekün mutluluğa varılacak yolun fedakarlıklarla örüldüğünün, can bedeli bir savaşın ürünü olacağının propagandasını yaparlar. Bedel ödemesini bilmeyen halk, insanlığın kurtuluşu yolundaki atılımı asla gerçekleştiremeyecektir.
Biz, asalaklardan, ikiyüzlülerden, çıkarcılardan temizlenmiş bir ülke için bir dünya için, egoizmin yenileceği sınıfsız toplum için savaşıyoruz. ''Gizli maksadımız'', ''perde arkasındaki niyetimiz'', ''karanlık amaçlarımız'' bundan ibarettir.
Burjuvazinin başvurduğu demagojilerden biri de, kendilerinin vatansever, biz Marksist-Leninistlerin ise ''vatan haini'' olduğu, Devrimci Hareketimizin amacının, ülkeyi bir başka ülkenin egemenliğine sokmak olduğudur.
Nedir vatanseverlik? Kimler vatanseverdir?
1789-1793 Fransız Devrimi'nde feodalizmi alteden emekçi yığınlarının zaferi ile kazandıklarını sembolize eden ''vatansever''sözcüğü ve bu duyguların toplamı olan vatanseverlik daha o günden burjuvazi tarafından soysuzlaştırılmaya başlanmıştır. Feodalizmin egemenliğine son verip kendi ulusal pazarını, ''vatan''ını kuran burjuvazi ''vatan''ını dış saldırılardan koruma savaşı da veriyordu. Ancak çıkar ve daha fazla kâr, daha fazla pazar hırsı, burjuvazinin sınıf karakteri olan ''para'' ihtirası, ''vatansever''liğin egemenlere değil, emekçilere özgü bir duygu olduğunu kanıtladı. Avrupa, haksız savaşların, çıkar çatışmalarının bitmek tükenmek bilmediği yıllar yaşadı.
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucunda, artık burjuvazinin ''ulusal'' kimliğinden tamamen sıyrılıp tüm dünya pazarlarına göz diktiği emperyalizm çağında, emperyalistler arası savaş ve sömürgelerin paylaşılması, ''vatanseverlik'' çığlıkları altında hazırlanıyordu. Artık burjuvazinin sloganı ''milliyetçilik-yurtseverlik'' değil, kozmopolitizmdir ve sömürgelerindeki ulusal duyguların uyanışını da ''kozmopolitizm''le önlemeye çalışmaktadır. Burjuva devriminin ''vatansever''liğinden ortaya ''şovenizm'', ''ırkçılık'' ve nihayet ''insanlık düşmanlığı'' çıkmıştır.
Çağımızda gerçek yurtseverler emekçi halklardır, çıkarları uğruna pazarlamayacağı hiçbir şeyi olmayan burjuvazi değil!... Yurtseverlik, emekçilerin ülkelerine duydukları bağlılıktır, haklı davalarına olan inançlarıdır, bu uğurda kan dökmeleridir. Bugün işgalcilere, emperyalizmin işbirlikçilerine karşı savaşanlar, proletarya ve diğer emekçilerdir. Ulusal savaşların önderleri Marksist-Leninistler ya da Marksizm-Leninizmden etkilenen küçük-burjuva yurtseverleridir.
Devrimcileri, yurtseverleri anavatanları Amerika'nın önergeleri doğrultusunda ''vatan haini'' karalamasıyla lekelemeye çalışanlar; ülkemizi NATO'ya pazarlayan, bir casusluk örgütü CENTO'ya sokan, ne olduğu bilinmeyen Çevik Kuvvet'lere teslim edenler, ABD'nin ileri karakolu olmak için çırpınanlar, ''anavatanları''na methiyeler düzenlerdir.
Oligarşi aynı zamanda bir CIA taktiği olan ve ülkemizde 'vatan-millet-sakarya' edebiyatı olarak bilinen şoven-ırkçı öğelerle süslü milliyetçiliği kullanarak vatana ihanetini gizlemek istiyor. Halkımız Çanakkale'de ve işgal edilmiş Anadolu'da çarpıştığı işgalci emperyalistlerin bugün ''yakın dostumuz'', ''müttefikimiz'' olduğunu bilmektedir. Emperyalizmin saldırgan gücü NATO'ya girebilmek için Kore'de Anadolu insanının kanını pazarlayanlar, Anadolu gencine Kore halkına kurşun sıktıranlar ''vatan hainliği'' payesinin en çok kendilerine yakıştığının farkındadırlar.
Halkımız da biliyor ki, halkı için her türlü fedakarlığı göze alan bizler, değil vatanı satmak, satanlara karşı savaştık, savaşıyoruz. Bunu hiçbir şey değiştiremedi, değiştiremeyecek. Kendi yazdığına, söylediğine inanan karşı-devrimciler, önce kendilerine ve çevrelerine baksınlar. ''Güzel yurdumuzu'' parsel parsel ABD çizmelerine kirlettirenler, işçilerimizin, köylülerimizin emeklerini yabancı emperyalistlere sömürtenler, koca koca tepeleri gerici Arap şeyhlerine peşkeş çekenler kimlerdir? Biz mi yoksa, ''anarşizm'', ''vatan haini'' çığlıklarını bozuk plak gibi tekrarlayan oligarşi mi? Ya da oligarşinin ve emperyalizmin bekçiliğini yapan, ABD diplomalı satılmış generaller mi?
Ülkemizin bir kısım toprağına, Amerikan emperyalizminin global çıkarlarını koruyan nükleer cephanelikler, uzayı gözleyen radarlarla dolu üsler kondurulmuştur. Bu üsler 'vatan koruması' için midir? Hayır! Bu üsler emperyalizmin Ortadoğu halklarının yükselen kurtuluş savaşlarını bastırmak ve Sovyetler'i güneyden kuşatma planının parçalarıdır ve üslerin kirası olarak verilen Amerikan yardımının azlığı, burjuvazinin hep feryadına neden olmuştur. ''Vatan toprağının'' Amerika'ya parsellenip kira alınması öylesine doğal bir olay olmuştur ki, basın ve TRT'de ''biz iyi bir müttefikiniziz, niye az para veriyorsunuz'' mesajlarını işlemek yüzsüzlüğü, alçaklığı her gün tekrarlanıp durur.
12 Eylül'ün vatanseverlik tanımı ise Almanların ''üstün ırk'' olduğunun propagandasını yapan faşizmin aynıdır. Ülkeyi dolaşarak konferanslar veren MİT, Özel Harp Dairesi mensuplarından biri; her milletin kendine has karakteri olduğunu, Türklerin bütün milletlerden farklı olarak vatanlarına çok düşkün insanlar olduklarını, nasıl yapıldığını bilemiyoruz ama yapılan istatistiklere göre, Türkler kadar hayatlarını vatan topraklarına vakfetmiş insanlar olmadığını, I. Dünya Savaşında Fransa'da Sedan yarımadasında km kare başına 36 kişi öldüğü halde Çanakkale'de km kare başına 252 kişinin ölmesiyle ispatlıyordu. Birinci özelliğimiz buydu; ikincisi ise ''kompleks de schue'' denilen üstünlük duygusuna sahip olmamızdı. Yani başka milletlerden üstün olma, onlardan daha çok yükselme ateşiyle yanma duygusuydu bu. Ruhsal bir hastalık belirtileri taşıyan bu vatanseverlik açıklaması, 12 Eylül faşizminin halka empoze etmeye çalıştığı faşist ideolojinin temel taşlarındandır.
Savcının iddianameler ve mütalaada sözünü ettiği, 12 Eylül generallerinin kışlada askerlere yaptıkları konuşmaların aynısını sokaktaki insana yaparken tekrarladıkları, ''milletimizin hasleti'' dedikleri ''üstün nitelik'' (!) buydu işte. Kafatasçı, ırkçı yaklaşımların, tarihe yabancı ''vatanseverlik'' tanımlarının varacağı yer burasıdır.
Devletin resmi ideolojisini kafatasçı bir ''vatanseverlik'' olarak tanımlayanlar ''vatan görevi'' olarak kendilerince çok önemsenen askerliği dahi satışa çıkardılar. Cunta şefi EVREN, ABD gezisinde Marmaris'te kurulacak yeni deniz üssünün ABD'ce finanse edilmesini, bunun karşılığında ortak kullanımı öneriyordu. Sorun para olunca ''milletin hasleti''ni kişiliklerinde bulduklarını iddia edenler ülke topraklarının emlakçısı, ''vatan görevi''nin pazarlayıcısı olabiliyorlardı...
Çok yıldızlı Amerikan bayrağının gölgesi altında ''12 Eylül Bayrak Harekatı'' başlatıldı. Kan, baskı, işkence, depolitizasyon Pentagon'un emir-komutası altındaki faşist generaller çetesinin niteliğini veren olgulardı. ABD'nin emireri işbirlikçi hainler, devrimcileri ''vatan satmakla'', ''vatan hainliği'' ile suçlayan kampanyayı başlattılar. Kampanyaya; ''... Bir başka düşman ülkenin egemenliğine sokulma çabaları bu örgütün yapmak istediklerinin özetidir.'' diyerek savcılık da katıldı.
''Sovyet parmağı'' propagandası iddianamede tekrarlanıp durmaktadır. Bu demagoji, ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesi veren güçleri kötülemek ve kitlelerdeki gerici şovenist duyguları körüklemek amacı gütmektedir.
Savcı, ''bir başka düşman ülke egemenliğine sokulması çabaları'' diyerek, aslında bugünkü konjonktürde bağımlı olduğumuzu da açıklamış oluyor. Bu ifade küçük bir hata, kalem sürçmesi değil. Savcı içinde yaşadığı düzenin farkında olmadan bağımlı olduğunu itiraf ediyor. Ülkemiz, SSCB ya da bir başka sosyalist ülkeye bağımlı olmadığına göre, şimdi bağlı olduğu ülke(ler) ABD ve AET emperyalist ülkeleri olsa gerek.
Savcı, sanki ülkemizi bir başka ülke egemenliğine sokmak biçiminde bir düşüncemiz varmış gibi, bizleri, ülkeyi bugünkü bağımlı olduğumuz emperyalist sistemden koparıp Sovyetler Birliği'ne bağımlı kılacağımızı ima etmektedir. Yaşamı boyunca emperyalizmin artıklarıyla beslenenler, bağımsızlık düşüncesinin varlığına, varolabileceğine inanmaz, inanamaz!
Savcı da çok iyi bilmektedir ki, devrimciler on yıllardır ülkemizde ''Bağımsız Türkiye'' diye haykırdılar. Bizim bağımsızlık mücadelemize karşı çıkan, bu mücadeleden dolayı biz devrim savaşçılarını zindanlara dolduran, işkence eden, darağacına yollayan işbirlikçi oligarşidir.
Evet biz, SSCB ile dostuz. SSCB'nin herhangi bir ülkenin egemenliğine göz diktiği ise söylenemez. Bunu TC iktidarları ve savcı da çok iyi bilir. Hatta bugünkü TC devleti, bir anlamda varlığını SSCB proletaryasına borçludur. Sovyet proletarya devletinin, Kurtuluş Savaşımızdaki maddi ve manevi yardımlarını, emperyalist cepheye karşı kardeşçe dayanışma içinde savaştıklarını kimse yadsıyamaz.
Savcı DEVRİMCİ SOL'u ''yabancı örgütlerle ilişkileri var, işbirliği var'' diyerek, başka ülkelerle, kurtuluş hareketleri ile ilişkilendirerek ''dış mihrak'' arama çabalarını umutsuzca sürdürüyor. Burada da bir bağımlılık zinciri arıyor.
Evet biz ilerici, devrimci, Marksist-Leninist her örgütle, eşit, kardeşçe işbirliği ve dayanışma temelinde ilişki kurmaktan yanayız. Ama bunu, emperyalizm ve oligarşiden kurtulmak, bağımlılık ilişkilerine son vermek, enternasyonalist sorumluluklarımızı yerine getirmek için yapıyoruz, yapacağız. Ya oligarşi? Oligarşi ''bir başka ülke'' ile nasıl bir ilişki içinde? Emekçi Türkiye halklarının daha fazla sömürülmesi amacıyla, emekçi halkımızın boğazına bir bağımlılık düğümü daha atmak için emperyalizmle işbirliği içindedir. IMF, Pentagon, CIA, OECD, AET gibi emperyalist kurum ve kuruluşlar, Türkiye halklarının boynundaki sömürgeci bağımlılık zincirlerinin sadece birkaçıdır. DEVRİMCİ SOL'un, ezilen halklarla ve örgütleriyle işbirliği halkımızı kurtuluşa yaklaştırır, oligarşinin emperyalistlerle işbirliği ise, ihanet batağına götürür!
Savcı, DEVRİMCİ SOL'u Türkiye'yi bir başka ülke egemenliğine sokmaya çalışmakla itham ededursun, oligarşi, AET emperyalistlerine entegre bir işbirlikçi olmak için yıllardır çırpınıyor. Oligarşiyi AET'ye şikayet ettiğimizi söyleyenler, AET ile oligarşinin umutsuz flörtünü gizlemek isteyen işbirlikçilerdir. Avrupa Konseyi'ne giren, onlarca insan hakları vb. anlaşmayı imzalayan oligarşinin kendisidir. Bunun sonuçlarına ise istemese de katlanmak zorundadır. 12 Eylül öncesi ve sonrası, ülke ekonomisi, siyaseti vd. konularla ülkeyi emperyalistlerin denetimine veren kendileridir. ABD ve AET'ye, emekçi halkımızın çıkarları gereği karşı çıkanlar ise hep biz olduk. Bizim bir tek şikayet merciimiz vardır: Emekçi halkımız. AET'de ise, dostumuz ve dolaylı müttefikimiz işçi sınıfı. Emperyalistlerin parlamentoları, oligarşilerin ağlama duvarıdır, bizim değil!
Bağımsızlık-demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde hayatlarını ortaya koyan devrimcilerin, bir başka ülkenin egemenliğini istemeleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Bunun böyle olmadığını oligarşi de tüm karşı-devrimciler de bilmesine rağmen kendi acizliklerini demagojilerle gidermeye çalışmaktadırlar.
Dün Çarlığın emperyalist tekeller uğruna katıldığı I. Paylaşım Savaşının haksız bir savaş olduğunu Rusya halklarına anlatıp buna karşı çıkan Bolşevikler ve önderleri LENİN vatan hainliğiyle suçlanıyordu. Proletarya, iktidarı aldığında barış önerirken, Rus burjuvazisi ve karşı-devrimciler daha önce savaştıkları diğer emperyalistlerin desteğiyle devrime saldırmışlardır. Vatanın çıkarlarını çabuk unutan burjuvazi, namlularını kendi halkına çevirmişti. Çünkü vatan onlar için kendi ''pazarı'' olarak kaldığı sürece vatandır. ABD emperyalizminin tankına-topuna her türlü silahına karşı Vietnam halkının Kurtuluş Savaşının önderlerinden Ho Chi MİNH ''vatan haini''ydi. Kanlı BATİSTA diktatörlüğünün soygun ve vahşet düzenine karşı kurtuluş savaşını veren Küba halkının önderi CASTRO ve yoldaşları ''vatan haini''ydiler. ''Vatan haini''ydiler onlar, çünkü emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaş açmışlardır.
Evet, dün; LENİN, MAO, Ho Chi MİNH, CASTRO birer ''vatan haini''ydiler. Bugün de bizler aynı karalamanın hedefiyiz. Onların gerçek yurtseverler olduklarına tarih ve dünya halkları tanık oldular. Alman faşistlerinin Avrupa'yı bir baştan bir başa işgal ettikleri tüm ülkelerde burjuvazi faşist işgalcilerle işbirliğine girmiş, ya da sessiz kalmışken, emeğin temsilcisi komünistler her yerde faşizmle savaştılar. Tarih emekçi sınıfların dışında vatanseverliğin söz konusu olmadığına tanıktır.
Emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı savaşan biz Marksist-Leninistlerin yurtseverliklerini halkımız görmektedir. Tarih bu gerçekliğe de tanık olacak, şaşmaz kalemiyle sayfalarına yazacaktır. Bunun ne oligarşinin baskı ve terörü ne de demagojileri önleyebilir.
Yaşanılan toplumsal süreçte ekonomik ilişkilere bağlı olarak sınıfsal bir nitelik taşıyan ahlak, sınıflı toplamlarda ezen ve ezilenlerin ahlakı olarak biçimlenir. Burjuvazinin ahlakı toplumun daha rahat sömürüsü için bir araçken; proletaryanın ahlakı insanlığın geleceği ve toplumun mutluluğu için mücadelenin insani boyutudur. Ve proletaryanın savaşımına hizmet eder. Ahlaka niteliğini veren, hangi sınıfın ahlakı olduğu ve kimin hizmetinde olduğudur.
ENGELS, ''Anti-Dühring'' adlı eserinde ahlakın sınıfsallığını ifade ederken; ''Diyelim ki toplum şimdiye dek sınıfsal çelişkiler içinde gelişmiştir, ahlak da daima sınıfsal olmuştur: Bu ahlak ya egemenliği, ya egemen sınıfların çıkarlarını haklı göstermiş, ya da baskı altında bulunan artık bu egemenliğe karşı yeterli derecede sağlamlaşmış olan sınıfın nefretini ifade etmiş ve baskı altındakilerin ilerideki çıkarlarını savunmuştur'' der.
Burjuvazi kendi ''ahlakını'' tüm topluma yaymaya, halk üzerindeki hegemonyasının bir aracı haline getirmeye çalışır. Onun için ahlak daha çok kâr, yine kârdır. İnsani boyutu olmayan, kapitalist toplumun iğrençliklerini barındıran, para ile satın alınmayacak hiçbir şey bırakmayan idealizmle yoğrulmuş bir ahlak... Burjuvazi, ahlakını sosyo-ekonomik yapıdan soyutlayarak gökten zembille inmişçesine, skolastiğin ve metafizik yöntemin gizemiyle donatılmış olarak sunar. Bireycilik, çıkarcılık ve yaşam felsefesi olarak halka her şeyi ''öteki dünya''ya havale etmesi telkin edilir.
Proletarya, burjuvazinin bu bencil ahlakının karşısına toplumsal çıkarları ön plana alan kendi ahlak anlayışıyla çıkar. Emperyalizm çağında, geleceğin ve kurtuluşun temsilcisi proletarya, burjuvazinin çürümüşlüğünün bir sonucu olan ahlaksızlığını da yerle bir edecektir. Burjuvazinin iktidarı ile birlikte onun ahlakı-ahlaksızlığının yerini, proletaryanın devrimci ahlakı, değer yargıları alacaktır.
Burjuvazi tüm dünyada şimdiye değin özellikle kadın-erkek ilişkilerini ve evliliği komünistleri karalama kampanyasının bir parçası olarak kullanmıştır. Devrimcilerin-komünistlerin ''evlilik ve aileyi tanımadıkları'', ''komünizmde her şeyin olduğu gibi kadının da ortak olduğu'' demagojisini işleyip duran burjuvazi, anti-komünist propagandanın etkisi altındaki kitleleri demagojisine inandırabilmiştir.
MARKS, ''Komünist Manifesto'' adlı kitabında, bu demagojilere verdiği cevapta, ''burjuva, üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını işitiyor'', o, karısını da ''yalnızca bir üretim aracı'' olarak gördüğünden ''ortaklaşacılıktan kadına da pay düşeceğinden başka hiçbir şey'' anlamıyor diyor. Ve MARKS, devamla ''kadınların üretim aracı olma durumlarına son verileceğini'' özellikle vurguluyor.
Kadın-erkek ilişkisi üzerindeki burjuva mülkiyetin, kişisel çıkarların ortadan kalktığı, gerçek sevgiye dayalı evlilik proleter evliliktir. Komünist toplumda ise her iki cins arasındaki ilişkiye kadın ve erkek birlikte yön vererek bu ilişki iki kişi arasındaki özel bir ilişki olacaktır.
Kadınların ortaklaşılması komünizme değil, burjuva toplumuna özgüdür. Fuhuş bunun en açık örneğidir. Sosyalizmde fuhuş da burjuva mülkiyet ilişkilerinin tümden ortadan kaldırılması gibi yok olacaktır.
Yukarıda açmaya çalıştığımız çerçevede sömürüye dayanan her sınıflı toplumda olduğu gibi ülkemizde de ''ahlak'' anlayışı, ''kadın-erkek ilişkileri'', ''kadının toplumdaki yeri'', genel çerçeve içinde kendine özgü -çarpık kapitalist ilişkilerin bir sonucu olarak- yerini alır. Tüm kapitalist toplumların ortak özelliği olan kadının bir meta, bir süs eşyası görülmesi olayı bizim ülkemizde de burjuvazinin kadın-erkek ilişkisine bakış açısının temelidir. Kadın bu idealist, çarpık yaklaşımın sonucu olarak ''çocuk doğuran'', ''evinde erkeğini bekleyen'', ''çalışırsa gelir getiren'' bir varlık gibi görülür. Burjuva ahlakının kadın erkek ilişkilerine yaklaşımının içeriği budur.
Burjuva ahlakı özünde ahlaksızlıktır, yozluk ve dejenerasyondur. Bunun böyle olduğunu biz Marksist-Leninistlerin uzun uzadıya anlatmasına gerek yoktur. Yaşayan her insan ahlaksızlığın farkına varmak için özel ilgi göstermiyor. Günlük gazetelerde bu gerçekler tüm çıplaklığıyla ve açıklığıyla gözler önündedir. En büyük holdinglerin sahiplerinin, oligarşinin en üst kademelerinde görev yapanların bir zamanlar ülkeyi ''anarşi-terör'' belasından kurtardık diyen faşist generallerin ''ahlak'' anlayışları çarşaf çarşaf tefrika ediliyor. Tüm bu ahlaksızlık, ikiyüzlülük örneklerini halkımız ibretle izliyor, onları daha yakından tanıyor. Şubat 1988'de basına yansıyan ''MİT Raporu'' olayında adı geçen, birçok devrimci-yurtseverin katledilmesinin, işkence görmesinin, halkın yaşama hakkının gasp edilmesinin birinci dereceden sorumlularının, ÜRUĞ'ların, Şükrü BALCI'ların ''fuhuş sektörü''yle olan organik bağları açıklanmış, ahlaksızlıkları anlatılmıştır. 1985 yılında devlet ricalinin katıldığı resmi bir Uzakdoğu gezisinin iğrenç bir ''seks gezisine'' dönüştürüldüğü basına da yansımış, uzun uzun kamuoyunda konuşulmuştur. İşte devleti yönetenlerin, ülkeye hükmedenlerin ''ahlak'' anlayışı buydu.
Turan GÜNEŞ 24 Ocak Kararları için ''bu kararlar Lüks Nermin'in işlerini kesatlaştıracak'' demişti. Gerçekten de hayat pahalılığının dayanılmaz boyutlara vardığı 12 Eylül sonrası toplum hızla ''ahlaki çöküntü'' içine düştü. Geçim sıkıntısı içindeki binlerce kadın ve genç kız TV'de, basında özendirici yayınların Hollwood kaynaklı dizilerdeki ulaşılamayacak şaşaalı yaşamın neden olduğu düşlerin de etkisiyle fuhuş sektörünün çarklarına takıldı. Geçim sıkıntısı, ahlaki değer yargılarını yerle bir etti. Bugün salt İstanbul'da 300 binin üzerinde fuhuş yapan kadın varsa, en yüksek vergiyi ödeyenlerin arasında genelev patronları bulunuyorsa terslik düzenin kendisindedir.
Öyle bir noktaya gelindi ki; son hazırlanan ceza yasası taslağında kitleleri baskı altında tutan maddelerde cezalar ağırlaştırılırken, kaçakçılıkla birlikte fuhuş da resmileştirilmektedir. ''Kocasının izni altında başkasıyla girilen cinsel ilişki fuhuş sayılmaz'' gibi burjuva hukukunu bile ayaklar altına alan, evlilik kurumunu soysuzlaştıran, onursuzlaştıran maddelere yer verilmektedir.
12 Eylül sonrası oligarşi, ahlaksızlığını işkenceyle doruklara vardırdı. Faşist ordu mensupları ve polisler onlarca kadına işkence tezgahlarında tecavüz ettiler. Cinselliği işkencenin, kişiyi aşağılamanın bir aracı olarak kullandılar. Kadınlara kocalarının, kızlara babalarının yanında sarkıntılıktan, tecavüze, olmadık ''aşağılık'' saldırılarda bulunuldu. Cezaevlerinde kadınlara akla gelmeyecek rezillikler, anlatmaya dilimizin varmadığı ahlaksızlıklar yapıldı.
Bütün bunların en yakın tanıklarıyız. Sistem olarak devlet ve onu yönetenler, onun muhafızlığını üstlenenler ''ahlaksızlığı'', ''yozluğu'', ''alçaklığın'' tüm niteliklerini üzerinde barındırma şerefsizliğini taşıyorlar.
III. Ordu I No'lu Sıkıyönetim Mahkemesinde görülen bir davada, 12 Eylül faşizminin, devrimcileri şeytani soysuzluk örnekleri göstererek karalamaya çalıştığı belgelerle ortaya çıkıyordu. Erbil TUŞALP'ın ''Eylül İmparatorluğu'' adlı kitabına aldığı bir belgede, 18 yaşında bir genç kızın işkenceyle imzalatılan ifadesi şöyle bitiyordu:
''... bacı kardeş bilinmeyecek, ana baba bilinmeyecek, Allah olduğuna inanılmayacak, herkes eşit olacak, Kürtlük yayılacak, oruç tutulmayacak, dinden bahsedilmeyecek ve böyle yapıldığı takdirde devrim gerçekleşecek.''
''Örgüt üyelerinin seks ihtiyacını giderir mahiyette partiler düzenlendiği'' ve genç kızların bu amaçla kullanıldığını ifadelere geçen işkencecilerin iğrençlikleri ve psikopatlıkları bir yana; bu örnek bile başlı başına 12 Eylül sorgucularının ahlak yoksunu zavallılar olduklarını ortaya koymaya yeterli olsa gerek.
İşte, bizim ahlakımızı sorgulamaya kalkan, ahlakı ahlaksızlık haline dönüştüren bu zavallılardı. Ülkenin ''huzur ve güvenini'' tesis edenlerin ahlak anlayışı buydu.
Aslında ordusunun moralini ''aç aç geceleri'' ile sağlamaya çalışan bir zihniyet için, bu ahlaksızlık garip ve hayretle karşılanmamalıdır.
Toplumsal yaşamda hassas ve önemli bir yere sahip kadın-erkek ilişkilerinin, oligarşi tarafından devrimcilere karşı temel demagoji araçlarından biri olarak kullanıldığı ülkemizde, devrimciler, her zaman bu ilişkinin burjuva ahlaksızlığının etkisine girmesini önlemişlerdir.
Biz Marksistler, halkın değer yargılarına saygılı olduk, sahip çıktık. Bizim evliliklerimiz çıkar ilişkisinin lekesinden kurtulmuş, karşılıklı sevgiye, anlayış birliğine dayanan beraberliklerdir. Karşılıklı dayanışmayı, yaşam felsefesinde birliği esas alan yoldaşça bir ilişkidir. Oligarşinin sözcülerinin ''devrim nikahı'' adını vererek saldırdıkları, demagojisini yaptıkları olay budur. Bir imzanın ilişkinin sağlığı açısından pek önemi olmasa da, kimi hallerde elverişsiz koşullar nedeniyle resmi nikah yapılamaması oligarşinin demagojisi için yetmektedir.
Biz, aile kurumunu, sahip bulunduğu tüm değerlerden soyutlayan, içini boşaltan, adeta onu bir çıkar birliğine dönüştüren burjuva anlayışa, ''ahlaksızlığa'' karşıyız.
Biz, ahlaksızlıkları ayyuka çıkmış burjuvazinin devlet yöneticilerinin tüm dejenere ilişkilerini, toplumda yarattıkları tahribatla birlikte ortadan kaldırma mücadelesi veriyoruz.
12 Eylül faşizmi kundaktaki bebeleri işkence odalarında ana-babalarına karşı kullandı.
Köylüler silahlarını teslim etmemeleri, devrimcileri ihbar etmemeleri durumunda kadınlarına tecavüz edileceği tehdidiyle karşılaştılar. Arama bahanesiyle gece yarısı evler basıldı. Gözdağı adına ahlaksızlık yapıldı.
12 Eylül faşizmi rehabilite gereği cezaevlerinde onura yönelik saldırılarının aracı olarak soymayı, makat aramasını kullandı.
Bir yandan din ve ahlak derslerini zorunlu hale getiren 12 Eylül faşizminin marifetleriydi bunlar.
Biz, emekçi halkın ahlakının, kendi iktidarı ile birlikte topluma egemen olacağı gelecek için savaşıyoruz. ''Ahlaksızlık'' yaftası burjuvaziye aittir.
(*)Yazılanların yalan olduğu, insanların şahsiyetleriyle oynandığı şeklindeki birçok suç duyurumuz görmezlikten geliniyor, aynı karalamalar sürüyordu. Evleri şöyle lüks propagandalarına karşılık, evlerimizdeki eşyalar kamuoyuna açıklansın şeklindeki talebimiz red ediliyordu. Mahkemeye sunduğumuz eşya listesiyle birlikte tam 5 yıl sonra mahkeme eşyaları iade etme kararı aldığında bu kez, eşyaları talan eden ve yalanların ortaya çıkmasından korkan polis, tam 2 yıl mahkeme kararını uygulamadı ve sonunda ev sahibine baskı yaparak eşyaların geçen sürenin kirasına sayıldığı ve icra edildiğini bildirdi. Bu, açık bir yalandı. Çünkü arkadaşımızdan ne ev kirası istenmiş, ne de icra bildirilmişti. Polis ve egmen güçler yıllardır sürdürdükleri asılsız propagandanın ortaya çıkacağı kaygısıyla mahkemeyle işbirliği yaparak sorunu kapatıyorlardı.