Bölüm: 6
12 MART'TAN 12 EYLÜL'E: OLİGARŞİ'NİN BUNALIMI FAŞİST TERÖR VE DEVRİMCİ MÜCADELE

I- OLİGARŞİ'NİN ECEVİT İLE ÇÖZÜM ARAYIŞI

A- ECEVİT’İN ''Çözüm''ü: ''Düzen Değişikliği'' ve 14 Ekim 1973 Seçimlerinin Anlamı

12 Mart faşizmi, silahlı devrimci güçleri örgütsel olarak yenilgiye uğratmayı başarmıştı; ama devrimci potansiyeli ve genel olarak halkta mevcut olan sol potansiyeli yok edememişti. Bunu göz önüne alan CHP ve lideri ECEVİT, 60’ların sonlarında piyasaya sürdüğü ''düzen değişikliği'' programını yeniden canlandırdı. Seçim öncesi Türkiye ''Bozuk Düzen'', ''Bu Düzen Değişmelidir'', ''Umudumuz Karaoğlan'' sloganlarıyla çalkalanmaya başladı. 60’lı yılların ortalarında yükselen devrimci mücadelenin bir ürünü olan, 12 Mart faşizmi döneminde dibe itilen ve 1973’de dipten çıkan sol potansiyel, bu program etrafında, tekelci burjuvazinin potasına akıtılmaya çalışılıyordu. Bunda başarısız olunduğu da söylenemez. Seçim öncesi mitinglerde toplanan yüzbinlerce insan ''Kahrolsun Faşizm'', ''Bağımsız Türkiye'' sloganları atıyordu; ancak bu sloganların düşmanı olan ECEVİT’in gerçek yüzünü göremiyordu. Halk, işkencecilerin cezalandırılmasını istiyordu; ECEVİT ise ikiyüzlüce ''tamam'' diyordu. Nasıl olsa iktidar koltuğuna oturuncaya kadar her yol mübahtı.

Demagojik bir üslupla kaleme alınan CHP’nin ''bu düzen değişmelidir'' programı gerçekte, tekelci burjuvazinin çıkarlarının savunulmasından başka bir anlama gelmiyordu.

Bu program, emperyalizme ve oligarşiye karşı hiçbir politik, ekonomik önlem içermiyordu. Aksine desteklenmesi yönünde çok şeyler ifade ediyordu. Örneğin, devlet girişimleri özelleştirilecekti; ama bu, devlet girişimlerine kooperatiflerin ortak edilmesi biçiminde olacaktı ama büyük burjuva kesimlerinin bu ''kooperatif''lerin etkinliğini elinde bulunduracağından şüphe edilemezdi. Öte yandan, ''düzen değişikliği programı''nda özel sektöre bol kredi verileceğinden ve vergiden muaf tutulacağından açıkça söz ediliyordu.

Toprak kapitalistleri de programda unutulmamıştı. Buna göre, bugünün toprak ağaları, kendilerine bol sermaye verilerek ve kredi olanakları tanınarak ''sanayi şövalyeleri'' haline getirilecekti. Elbette bu paraların nereden karşılanacağı programda belirtilmiyordu; ama bunun bedelini halkın ödeyeceği açıktı.

ECEVİT ve CHP’ye ''ulusal burjuvazinin temsilcisi'' diyenler acaba, onun ''düzen değişikliği'' programında yer alan, NATO’ya bağlılık yeminine, NATO ve ABD ile olan ittifak anlaşmalarına ters düşmeme doğrultusunda bir ulusal savunma stratejisi ve politikası izleneceğine ilişkin sözlerine ne söylerler bilmeyiz ama, açıktır ki ECEVİT ve CHP uluslararası alanda hiç de M. KEMAL’in dış politik çizgisine yakın değildir.

''Düzen değişikliği'' programının en komik bölümü ise, halk için vaadedilen tedbirlerdir. Ne yazık ki, milyonlarca insan, bu komik vaatlerin peşine takılmıştır. Çünkü halk, tekelci burjuvazinin ECEVİT ve CHP vasıtasıyla, kendini aldatmak için vaadettiği bu tedbirlerin özünü anlayacak bilinçten yoksundur.

Halk için vaadedilen şey, aslında hisse senetli holdinglerden başka bir şey değildi. Burjuvazinin, ileri kapitalist ülkelerde çoktan beri uyguladığı hisse senetli holding sistemi, holdingi elinde tutan burjuva ailelerinin, az bir sermaye ile binlerce hisse senedi sahibi insanın parasını kontrol etmesidir. ECEVİT hisse senetli holding sistemini, tüm halkın kapitalistleşeceği, zengin olacağı yalanıyla süsleyip püslemiş ve ''düzen değişikliği''nin nasıl olacağını böylece ortaya koymuştur! (İlginç olan şu ki; ECEVİT’in ''düzen değişikliği'' olarak başvurduğu bu aldatmaca yeni değildir. Almanya’da HİTLER, Türkiye’de TÜRKEŞ’in kullandığı ''işçi fabrikaya ortak'' vb. gibi aldatıcı sloganlar, böylesi bir aldatmacanın başka örneklerini oluşturur.) gerçek de budur. Bu ''düzen değişikliği''ne göre, işçiler sendikaları; köylüler ve esnaf kesimleri ''kooperatifleri'' ve ''dernekleri''; memurlar ''yardımlaşma kurumları'' vasıtasıyla ''holdingleşecekti''. Yani bu kurumlar aracılığıyla halk, sermaye biriktirecek, yatırımlar yapacak, fabrika sahipleri haline gelecek, kârları da paylaşacaktı (!) Bu masal bize, borcunu ödemesini isteyen köylüye Nasreddin Hoca’nın, yolun kenarına diktiği çalılara takılan yünleri, ip yapıp satarak para kazanacağını anlatmasını hatırlatıyor.

ECEVİT’in konuştuğu miting alanlarını anti-faşist sloganlarla dolduran milyonlarca insan, yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız ''düzen değişikliği'' programına oy verdi. Her zaman olduğu gibi, halkın niyeti başkaydı, tekelci burjuvazinin niyeti başka... ECEVİT, ikiyüzlü bir şekilde halkın tüm taleplerine sahip çıktığını söylüyordu.

12 Mart faşizmine karşı derin bir hoşnutsuzluk ve hesap sorma ortamı içinde yapılan 14 Ekim 1973 seçimleri beklendiği gibi sonuçlandı. ECEVİT en fazla oyu almıştı, ama bunlar tek başına iktidar olmasına yetmiyordu. 1980’e kadar sürecek koalisyonlar dönemi başlıyordu. Seçim sonuçları, siyasi bunalımın bir ifadesi olmaktan başka bir şey değildi.

Tekelci sermaye, prekapitalist kesimlerle ittifak yapmak zorundaydı ve bunun siyasal plandaki görünümü CHP-MSP Koalisyonu olarak ortaya çıktı. CHP-MSP koalisyonunu değerlendirmeden önce, dönemin partilerini kısaca incelemeye çalışalım:

Adalet Partisi (AP): Bu parti, devamı olduğu DP gibi, başta tekelci sermaye olmak üzere prekapitalist kesimlerin de temsilcisi durumundayken, 60’ların sonlarındaki iktisadi bunalımın, tekelci sermaye lehine aşılması programını uygulamaya koyduğu zaman bölünmüş ve ‘73 seçimlerine tekelci sermayenin faşist karakterli bir partisi olarak girmişti. Ancak prekapitalist kesimler ve diğer burjuva kesimlerin bir kısmı, yine de AP içinde önemli oranda varlığını korumuştur. AP, klasik tipte bir faşist parti olarak örgütlenmemişti. Zaten yeni-sömürge ülkelerde tekelci sermayenin ana partileri, klasik tipte faşist parti olarak örgütlenmez. Ancak, ya bir sivil faşist partiyi, ya da orduyu gerektiğinde vurucu güç olarak kullanır. AP de; 60’lardan başlayarak MHP’yi, 12 Mart’ta da orduyu devrimci hareketin ezilmesi için kullanmıştır. Bu süreçte MHP, AP’nin desteği ve ortaklığıyla güçlenerek onun vurucu gücü olmuştur. Türkiye’de aydın olduğu iddiasındaki birçok kişi ve çeşitli reformist gruplar, AP’yi genelde MHP’den ayrı bir parti olarak ele alma hatasına düşmüşler ve nerede ise, AP’yi Batı’nın liberal partilerinden biri gibi değerlendirmişlerdir. Bu da pratikte, faşizmin ekmeğine yağ sürmekten başka bir sonuç doğurmamıştır. AP MHP ilişkileri konusunda DEMİREL, Cüneyt ARCAYÜREK’e ''öyle bir durum ki açıklayamıyorum'' diyordu. DEMİREL’in açıklayamadığı, aydınlarımızın anlayamadığı şey, MHP’nin aslında AP’nin vurucu gücü fonksiyonunu görmesiydi.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP):1947 Kurultayında, oligarşinin partisi haline gelen ve onun programını savunan CHP, AP’den farklı olarak, ezilen halk kitlelerinin potansiyelini kendisine kanalize edebilmek için, yüzüne ''sol'' bir maske takmıştır. AP ile sınıfsal bir farkı yoktur. Ancak yöntemlerde farklılık vardır. Ve bu farklılıkların da doğru değerlendirilmesi gerekir. Kimi aydınlarımızın ve revizyonist hareketlerin yaptığı gibi, CHP’nin kuyrukçuluğunu yapmak ne kadar yanlış ise, CHP’yi AP ile aynı kefeye koymak da yanlıştır.

60’tan sonra, sol hareketin gelişmesi üzerine CHP, önce kendisini ''ortamın solu'' ilan etmiş; devrimci mücadelenin gelişmesi karşısında kendi solculuğunun sonuna gelerek, ''demokratik sol'' veya ''sosyal-demokrat''lıkta durmuştur. Ancak CHP’nin sosyal demokratlığı, Batı Avrupa sosyal-demokratlığından oldukça farklıdır. Hatta kıyaslama yaparsak, CHP’ye sosyal-demokrat bile dememek gerekir. Çünkü, Türkiye gibi yeni-sömürge ülkelerde, bir sosyal-demokrat partinin, iktisadi bakımdan yaşama şansı yoktur. Emperyalist ülkelerin sosyal-demokrat partileri işçi aristokrasisine dayanırlar ve yeni-sömürgelerden akan artı-değerden bir nebze olsun faydalanabildiklerinden dolayı iktisadi ve siyasal planda, nispeten istikrarlı bir çizgi tutturabilirler. Oysa, her yeni-sömürge ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, sosyal-demokrat iddialı partiler böyle bir istikrarlılık gösteremezler. Bu yüzden de sosyal-demokrat politika bir yalandan öteye geçmez. Ancak bütün bunlara karşın CHP gibi partiler, sol potansiyeli kendi kanallarına akıtmak için, demokratik ve reformist görünmeye, faşist partilerden farklı olduklarını göstermeye çalışırlar. Bu anlamda, yeni-sömürgelere özgü, sosyal-demokrat partilerdir CHP gibi partiler. İktidar olunca demokratik ve reformist özelliklerinden eser kalmaz. Emperyalist Batı Avrupa’da sosyal-demokrat partiler, mevcut burjuva demokratik diktatörlüğün sübapları durumunda olmalarına karşın yeni-sömürge ülkelerdeki gibi ülkemizde de sosyal-demokrat partiler sonuçta faşizmin sübapları durumundadır ve anti-faşist mücadelenin önünde bir engeldirler. Anti-faşist mücadelede ittifak kapsamında değil, tecrit edilecek güçler kapsamında ele alınması gereken sosyal-demokrat partiler, DİMİTROV’un metropol kapitalist ülkeler için önerdiği ittifak formülasyonu içinde yer almazlar. Türkiye’de 1970-80 sınıf mücadelesinin pratiği bunun açık kanıtıdır. Birçok statükocu hareket ve aydın kesimler, bu gerçeği anlayamadıklarından trajik hayal kırıklıklarına uğramışlardır. Ancak, aynı sosyal pratik CHP gibi partilerin ''sol'' kesimlerinin anti-faşist platforma çekilebileceğini de göstermiştir. CHP’yi faşist bir parti olarak gören kimi oportünist sol hareketler, bu gerçeği görememişlerdir. CHP, ECEVİT’in deyişiyle, ''komünizme açılan bir kapı değil, açılabilecek kapıları zora başvurmaksızın örten bir demokratik güçtür.'' (C. ARCAYÜREK AÇIKLIYOR, 10. kitap, s. 226)

Milli Selamet Partisi (MSP): 60’lı yılların sonlarına kadar AP içinde örgütlenen prekapitalist sınıflar, tüccarlar ve dinci orta-burjuva kesimler daha sonra bu partiden koparak, önce MNP (Milli Nizam Partisi) daha sonra ise MSP içinde örgütlendiler. CHP-MSP Koalisyonu’nu ''ilerici'' olarak gösterme gayreti içinde olanlar, MSP’yi ''ulusal burjuvazi''nin partisi olarak lanse etmeye çalıştılar ve kimi sol gruplar da onlardan etkilendi. Oysa, yeni-sömürge ülkelerde esas olarak ''ulusal'' karakter gösteren bir burjuvaziden değil, tekellerle bütünleşmiş, ancak tekelleşmemiş orta-burjuvaziden, tüccarlardan söz edebiliriz.

Emperyalizm ve tekelci burjuvazinin bir uzantısı durumunda olan, orta-burjuva kesimleri, tefeci-tüccarlar ve diğer prekapitalist kesimlerin çıkarları kesinlikle yeni-sömürgeci düzenin sürmesinden yanadır. Anti-emperyalist özellikler de gösteren dinci radikal akımların radikalizmine sahip değil ama aynı toplumsal temellere dayanmaktadır. Din istismarı yapmaktadır.

MSP’nin temsil ettiği kesimlerin çeşitlilik arzetmesi, programına da yansımaktadır. MSP, faizciliğe karşıdır ama, değişik yöntemlerle faizcilik yapılmasından yanadır. MSP, batıcı kapitalist zihniyete ''karşıdır'' ve sözde ağır sanayiden yanadır ama, ABD şirketlerinin hakimiyet kurduğu Arap sermayesinin ülkeye girmesini ister.

MSP, faşizmin açık vurucu gücü olmasa da, faşizmi güçlendiren destekleyen gerici bir parti olarak, 1970-80 dönemindeki sınıflar mücadelesinde karşı devrimci cephede yerini almıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi (MHP): Yeni-sömürge ülkelerde, CIA’nın devrimci halk hareketine karşı örgütlediği sivil faşist partilerden biri olan MHP, 1960’ların sonlarında, AP’nin vurucu gücü olarak halka saldırdı, cinayetler işledi. Amacı açıktır: ''Sokağa hakim olan komünist hareketin karşısına çıkmak, devlete yardımcı bir güç olmak.'' Bu parti, klasik bir faşist parti olarak örgütlenmiştir. ''Ülkü''sü dünyanın bütün Türklerini birleştirip, büyük bir cihan imparatorluğu kurmaktır; Türk soyunu eski ''şanlı'' günlerindeki gibi yüceltmektir. İktisadi programı, aynen HİTLER ve MUSSOLİNİ’den alınmadır. Bütün sosyal sınıfların tek tip örgütlerde birleştirilmesini, ağır sanayi kurulmasını hedefler. Ancak gerçek niyetleri, faşist bir disiplin altında işçileri bütün haklarından mahrum bırakarak azgın bir sömürüye tabi tutmak; halkı korku ile teslim alıp, mevcut kapitalist düzenin devamını sağlamaktır. 12 Eylül’de ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olan SPAİN’in, TÜRKEŞ’i ''bize sıkıntı yaratacak ölçüde Amerikan taraftarı'' olarak değerlendirmesi ilginçtir.

Vietnam’da pasifikasyon uzmanı olarak görev yapan, R.COMMER’in Türkiye’ye büyükelçi olarak geldiği 1968 yılında, devrimci harekete ve tüm halka saldırmak için askeri bir tarzda örgütlenen MHP, yüzlerce komando kampında, binlerce kişiyi eğitmiştir. Genellikle işsiz güçsüz serserilere, küçük-burjuvazinin lümpen kesimlerine dayanan MHP, kadrolarına bu kamplarda devrimcilere ve halka karşı nasıl terör uygulayacağını, demagojik Turan ülküsünü, komünizmin en büyük düşman olduğunu öğretmiştir. Bugün artık bilinmektedir ki, MHP, açıktan CIA, AP ve tekelci burjuvazi tarafından desteklenmiş ve halka saldırtılmıştır. Kafaları faşist ideoloji ile şartlanmış olan MHP militanları, azgın bir faşist terörün vahşi uygulayıcıları olmuşlardır.

CIA’nın yönlendirdiği ve gizli ödenekle beslediği, Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi (Kontr-gerilla)’ne bağlı olarak faaliyet gösteren MHP 1970-80 döneminde, faşist cephenin vurucu gücü rolünü oynamış, doğal olarak da sınıf mücadelesi, esas olarak MHP’li sivil faşistlerle devrimci güçler arasında cereyan etmiştir.

Ayrıca Demokratik Parti (DP), büyük toprak sahiplerinin, büyük tüccarların bir kesiminin; Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) ise, tekelci sermayenin bir partisi olarak ‘70-80 döneminde faşist cephenin içinde yer almışlardır.

B- CHP-MSP Koalisyonu

9 aylık bu koalisyon döneminde başta aydınlarımız olmak üzere, CHP'ye oy veren halk kesimleri, tek başına iktidar olmasa da, CHP'den çok şey beklemişlerdir. Ancak oligarşi dışında kimse 9 ay süren bu koalisyondan umduğunu bulamamıştır.

Varolan ekonomik bunalım, petrol krizinin ülkeye yansıması ile beraber daha da şiddetlenirken, koalisyon hükümetinin uyguladığı ekonomik tedbirler, tekelci sermayeden ve prekapitalist kesimlerden yana olmuştur. İç ticaret hadlerinin diğer dönemlere göre istisnai bir biçimde tarım lehine olduğu bu dönemde, halk zamların yanında, karaborsacılığı da yoğun olarak görmeye başladı. Yatırımların azaldığı MSP-CHP Koalisyon döneminde, tüketimi körükleyici bir ekonomik politika izlendiğinden çimento, demir vb. karaborsacılığı artmıştır.

CHP'nin söz verdiği ''düzen değişikliği''nin bir aldatmacadan başka birşey olmadığı ortaya çıktığı gibi, binlerce insanın toplandığı mitinglerde, 12 Mart faşizminden hesap soracağını söyleyen ECEVİT, bu konuda da hiçbir şey yapmamıştır. Bu noktada, Yunanistan'da Albaylar Cuntası sonrası ile Türkiye'de 12 Mart cuntası sonrası arasında bir kıyaslama yapmak ilginç olacaktır.

Yunanistan'da, Albaylar Cuntası'ndan sonra işbaşına gelen sağcı KARAMANLİS iktidarı, seçimlerden önce cuntayla işbirliği yapan 110 bin kişiyi, 40 profesörü, yargıtay başkanı ve başsavcısını görevden alıyor, 550 profesör hakkında soruşturma açıyor, Politeknik Katliamı'nı yapan ve halka işkence eden Atina Polis Müdürü ve pek çok generali yargılıyordu. Seçimlerden sonra ise, CIA bordrosundan maaş aldığı ABD Senatosu'nda açıklanan Cunta şefi PAPADOPULOS ve arkadaşlarını tutukluyor ve vatana ihanetten yargılıyor, general YUANİDOS'u tutukladıktan sonra, cuntaya bağlı generalleri ordudan tasfiye ediyordu. NATO'nun askeri kanadından Yunanistan'ı ayırıyordu.

Şüphesiz bütün bunlar, 12 Mart sonrası CHP'nin durumuyla kıyaslandığında, CHP ve ECEVİT'in ikiyüzlü politikasının ortaya konması bakımından ilginçtir. 12 Mart'ın faşist generalleri, yaptıkları işkence ve katliamlardan dolayı, bırakın yargılanmayı, büyük holdinglerin, bankaların yönetim kurullarında görevlendirilerek ödüllendirilmişlerdir.

CHP'nin, daha sonra halkın gözünü boyamak için kullandığı iki icraatı vardır. Bunlardan birisi, 12 Mart'ta yasallaştırılan DGM'lerin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurması; diğeri ise kısmı genel aftı. Sınıf mücadelesinin henüz keskinleşmediği 1974 yılında, CHP'nin ve devletin DGM'lere ihtiyacı yoktu. Bu nedenle DGM'lerin kapatılması için, CHP'nin girişimde bulunması, zararsız bir girişimdi. Kısmi genel affın ise, zaten siyasal tutukluları kapsamaması için CHP elinden geleni yapmıştı, ancak, yasalardaki boşluktan dolayı Anayasa Mahkemesi'nin müdahalesiyle siyasal tutukluları kapsayan bir biçime kavuştu. Ancak, CHP, bu durumu göz ardı ederek, seçimlerde kısmi genel af propagandasını yapmaktan geri kalmamıştır.

C- Türk Şovenizminin Şaha Kalkması: ıbrıs ''Barış'' Harekatı

ECEVİT'in oligarşi lehine yaptığı en iyi şey, şüphesiz ki, yıllardır çözümsüz kalan ve bir türlü hiçbir hükümetin çözüme cesaret edemediği, Kıbrıs sorununu ''çözmeye'' (daha doğrusu yeni bir çözümsüzlük girdabına sokmaya) kalkması ve peşinden sürüklediği milyonlarca insanı, şovenizm propagandası ile etkilemesidir. ECEVİT böylece bir taşla birkaç kuş birden vurmuştur. 12 Mart faşizmine karşı bir şeyler yapmasını bekleyen halk kitlelerinin dikkatini, Kıbrıs sorununa çekmiş, bir yandan savaşın getirdiği ekonomik bedeli halka ödetirken, diğer yandan bunalımın yarattığı hoşnutsuzlukları unutturmuştur. Hiçbir vaadini yerine getirmediği için, halkın nezdinde kaybolması çok güçlü bir olasılık olan prestijini, böylece yeniden daha da arttırmıştır. Amerika'ya kafa tutan görüntüsü içinde anti-Amerikancı potansiyeli CHP'ye kanalize etmeye çalışmıştır.

ECEVİT, Kıbrıs ''Barış'' Harekatı'yla, bir anda, kendisinin bile şaşırdığı bir prestij kazandı. ATATÜRK ve İNÖNÜ'den sonra Türk tarihinin ''üçüncü adamı'' olduğu yazıldı-çizildi; propagandası yapıldı. Oysa, ''büyük fatih'' ECEVİT'in yaptığı açık bir işgal hareketinden başka bir şey değildir. Başarısız bir operasyon düzenleyen Türk Ordusu, Kıbrıs Beşparmak Dağlarında pirus zaferi kazanarak Kıbrıs'a girmeyi başarmıştır. Tam bir panik içinde ne yaptığını şaşıran Türk Ordusu kendi savaş gemilerini dahi batırmıştır. Türk Ordusu bu başarısızlığını, Kıbrıs'ta Rumlara karşı katliam, çapulculuk ve yağma ile kapatmaya çalıştı. Yağmacı Osmanlı ordusunun geleneğinin iyi bir takipçisi olduklarını Kıbrıs'ta gösteren Türk Ordusu mensupları ırza geçme, yağma, talan, katliamla savaş cesareti kazanmışlardır (!) Askerlerin de her türlü yağma ve ırza geçmesini teşvik eden Türk subayları, böylece tam bir işgal ordusu hüviyetiyle hareket etmiştir. Ama resmi propagandaya bakılırsa, Türk Ordusu ''vatanperverlikle'' hareket etmiş, Kıbrıs'a ''barış'' getirmiştir!

Kıbrıs'a getirildiği öne sürülen ''barış'', Kıbrıs'ta iki halk, Rum ve Türk halkı arasında yıllardır burjuvazi tarafından körüklenen düşmanlığı artırmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Kıbrıs Rum faşist ve gericileri, Türk azınlığı yok etmek için yıllarca her türlü baskı ve katliamı yapmaktan geri kalmamıştı. Sonunda Yunanistan Albaylar Cuntası'nın faşist bir elemanı olan SAMPSON'un bir gün Makarios'a karşı faşist bir darbe yapması, bardağı taşıran son damla olmuştu. CIA tarafından yönlendirildiği daha sonra gazete sayfalarına da çıkan faşist SAMPSON darbesi karşısında, Türkler kadar Rum emekçi halkı da tedirgin olmuş ve mücadele bayrağı açmışlardı. Devrimci çözüm, faşist SAMPSON'un Rum ve Türk halkının demokratik işbirliği ve mücadelesiyle devrilmesi ve demokratik bir Kıbrıs kurulmasıydı. Ancak ECEVİT'in ''faşist darbeye karşı harekete geçtik'' demagojisiyle yaptığı ''barış'' harekatı, gerçekte, Kıbrıs'ta Rum ve Türklerin devrimci mücadelesine destek olmamış, tersine bu mücadeleyi ortadan kaldırarak SAMPSON ve diğer gerici faşist Rumların ve Türk gericilerinin yaratmış oldukları, halklar arasındaki düşmanlığı iyice körüklemiş ve Kıbrıs'ta demokratik bir çözümü zorlaştırmıştır.

Kıbrıs'a Türk Ordusu'nun işgal hareketinin ABD'ye rağmen mi yapıldığı günümüzde hâlâ tartışma konusudur. 1964'deki ünlü JOHNSON mektubu hatırlanırsa, Türk Ordusu'nun böyle bir harekatta bulunması olanaksızdı. Ancak, siyasal olayların oluşumu, kaba determinist bir anlayışla ele alınamaz. Şüphesiz Kıbrıs işgal hareketi, anti-emperyalist, anti-Amerikan bir hareket değildi; ancak ABD'nin onayladığı, arzuladığı bir hareket de değildi. ECEVİT Hükümeti, pek çok siyasi hesapla bu maceraya girmiştir. Oligarşi siyasi ve ekonomik nedenlerle, yıllarca iyice kangrenleşen bu sorunu, kendi açısından bir ''çözüme'' bağlamak zorundaydı. Rum gericilerinin Türk köylerine karşı saldırıları, şovenizmin girdabında kaybolan Türk kamuoyunu ayağa kaldırıyor ve iktidarı bir şeyler yapmaya zorluyordu. Oligarşi kamuoyunun taleplerini de dikkate alarak, Kıbrıs'ta ekonomik çıkarlar elde edebilmek için, ABD'den tam onay almadan bu hareketi gerçekleştirdi. Sorunun başka türlü konması mümkün değildir. Nitekim, ABD'nin Kıbrıs işgal harekatı sonrası tepkisi göstermelik değildir. Askeri planda başlayan ambargo, ekonomik planda da fiilen uygulanmıştır. ECEVİT Hükümeti ve daha sonraki hükümetler, borç para bulmakta güçlük çekmişlerdir. Yunan lobisinin daha doğrusu Yunanistan ve Kıbrıs çıkarları ağır basan tekelci sermaye gruplarının etkisi altında bulunan Amerikan Kongresi, bugüne kadar ''Türk çözümü''nü kabul etmemiş, tersine ''Yunan çözümü'' için baskı uygulamıştır.

Kıbrıs ''Barış'' Harekatı sırasında, başta ECEVİT olmak üzere, oligarşinin diğer bütün sözcüleri tarafından estirilen şovenizm rüzgarı, henüz toparlanma süreci içinde bulunan sol hareketleri -başta TKP, TSİP gibi reformist sol hareketler olmak üzere- etkiledi. Olayların görülür yanlarına takılıp kalan, anlık gerçeğe boyun eğen geleneksel sol, Türk Ordusunun faşist SAMPSON hareketine ''karşı'' oluşundan hareketle, bol bol Marksizm-Leninizm edebiyatı yapmalarına karşın, Kıbrıs ''Barış'' Harekatı deneyinde, İkinci Enternasyonal oportünistlerinin takipçileri olduklarını bir kez daha gösterdiler. Türk Ordusunun işgalinin ''haklı'' bir eylem olduğunu sanıyor ve ECEVİT'in ''Yunanistan'a demokrasiyi biz getirdik, faşist SAMPSON'u devirdik'' türünden demagojik propagandalarına kanıyorlardı.

THKP-C Hareketinin örgütsel olarak yenilmesi ve o dönem daha henüz yeniden örgütlenme olanağı bulamaması, şovenizm rüzgarına karşı güçlü bir siyasal propagandanın yapılamaması sonucunu doğurdu. Ancak, yine de, Mahir ÇAYAN'ın düşünce çizgisini benimseyenler, legal dernek platformunda da olsa, en doğru tavrı ortaya koydular. İYÖKD, işgale karşı çıkarak, bunun haklı bir savaş olmadığını, Kıbrıs'ta gerçek çözümün bağımsızlık ve demokratik bir Kıbrıs'la sağlanabileceğini savundu ve halkı aydınlatmaya çalıştı. Gelişen süreç, İYÖKD'nin devrimci bir tavır ortaya koymuş olduğunu kanıtladı.

D- ''Üçüncü Adam'' ECEVİT Tek Başına İktidar İçin Hükümet Bunalımı'' Yaratıyor

Kıbrıs işgaliyle, kendisinin bile beklemediği bir prestij kazanan ECEVİT, bu prestijinden yararlanarak tek başına iktidar olmak için, ''erken seçim'' manevrasına başladı. Düne kadar, MSP'nin ''ulusal burjuvazinin temsilcisi'', ''ilerici'' olduğunu savunan CHP kuyrukçuları, ECEVİT'in kazandığı prestijin sarhoşluğuna kapılarak MSP'nin CHP programının önünde bir engel olduğunu söylemeye başladılar.

MSP de benzer bir hesap içindeydi. ERBAKAN renkli kişiliğiyle, asıl kendisinin ''Kıbrıs fatihi'' olduğunu söylüyor. Kıbrıs'ın tümünün ilhak edilmesini savunuyordu.

Gerçekte ise, MSP-CHP Koalisyonu gerek ekonomik-sosyal sorunlar bakımından, gerekse 12 Mart faşizmine tavır alış bakımından, hiçbir şey yapmamış ve halk nazarında ikiyüzlülükleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Kıbrıs işgali, ECEVİT için bulunmaz fırsat olmuştu. ECEVİT bu fırsattan yararlanıp, tek başına iktidar olmak hevesine kapılmıştı.

ECEVİT'in erken seçim için hükümet bunalımı yaratma taktiği, hiç de umduğu gibi erken seçimle sonuçlanmadı. Hükümet bunalımı dönemi, erken seçimle değil, Mart 1975'de 1. MC iktidarının kurulmasıyla sonuçlanmış ve neticede ECEVİT, faşizmin güçlenmesinin ve halka karşı vahşi bir saldırıya geçmesinin önünü açmıştı.

Sadi IRMAK'ın başbakanlığında kurulan geçici hükümet dönemi ise, siyasi iktidarın hangi parti ve partiler tarafından yürütüleceğinin belli olmadığı bir kaos dönemiydi. Bu dönemde sınıf mücadelesi de keskinleşmeye başladı.

Hükümet bunalımını, kendilerine elverişli bir durum olarak tespit eden faşist MHP, yükselmeye başlayan devrimci mücadele karşısında, ''devlete yardımcı olma'' misyonunu yerine getirmeye başladı. Bu misyon, bütünüyle devrimcilere ve halka karşı terör uygulamaya dayanıyordu.

CIA ve kontr-gerilla tarafından örgütlenen ve yönetilen MHP'nin amacı, 12 Mart faşizmi döneminde, örgütsel olarak yenilgiye uğratılan devrimci hareketlerin, geniş potansiyel üzerinde yeniden örgütlenmelerine meydan vermeden, devrimci hareket daha henüz örgütsüzken onu ezmek, yıldırmak, başta okullar olmak üzere toplumun diğer kesimlerini, kurumlarını ele geçirmek, kısacası halkı teslim almaktı. Ve bu siyasal temel üzerinde de, AP ile beraber iktidara gelmekti.

O dönem, devrimci hareket henüz örgütsüzdü. Ancak, özellikle Devrimci Gençlik, THKP-C'nin bıraktığı potansiyel üzerinde, süratle örgütlenmeye başlıyordu. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere, yurdun çeşitli yörelerinde demokratik kitle örgütleri şeklinde örgütlenmeye ve eyleme başlayan Devrimci Gençlik Hareketi, o durumuyla bile faşizmin korkulu rüyasıydı. Yüksel okulların özelleştirilmesine karşı, CHP-MSP Koalisyonu döneminde, İstanbul Devrimci Gençliği'nin yaptığı güçlü boykot hareketi ve iktidara geri adım attırması, gençliğin giderek büyüyen gücünün göstergesiydi.

Faşistler ve gericiler, yeniden devrimcilere saldırmada gecikmediler. Taşlı sopalı başlayan çatışmalar, gericilerin İYÖKD yönetim kurulu üyesi Şahin AYDIN'ı okul çıkışında katletmeleriyle bir anda tırmandı.

Ardından 1975 Ocak'ında MHP'li faşistler, okul çıkışında pusu kurarak Kerim YAMAN'ı katlettiler ve faşist terörü tırmandırdılar. Bu cinayet, MHP'li faşistlerin '73 sonrası işleyeceği binlerce cinayetin ilkiydi. Devrimci Gençlik yaklaşık 50 bin kişilik bir kitleyle cenazeyi kaldırarak, cinayetleri lanetledi.

Bu faşist cinayeti diğerleri izledi. MHP, kanlı bir terör havası estirerek, okulları ve giderek toplumun diğer kurumlarını, halkı teslim almak istiyordu. Bu durum karşısında, devrimci kesimde iki farklı tavır ortaya çıktı. Reformist, oportünist sol kesim, faşist cinayetler karşısında ''provokasyona gelmeyelim, sadece kitlesel olarak protesto edelim'' diyerek, faşist taktiğin önünü açan, öğrenci gençliği faşist hareket karşısında silahsız bırakan bir taktik benimsedi. Devrimci Gençlik (DEV-GENÇ) ise, bu taktiğin, faşist terörün zaferini kolaylaştıracağını söylüyor ve faşist teröre karşı, kitlesel eylemlerle bütünleşmiş, devrimci silahlı eylem taktiğini savunuyordu. Ancak, bu taktiğin caydırıcı biçimde hayata geçmesi, subjektif nedenlerden dolayı hemen mümkün olmadı.

Böylece devrimciler ve karşı-devrimciler, kendi anlayış ve örgütlülükleriyle ortaya çıkmaya başlıyordu. Bir tarafta, CIA ve Kontr-gerilla tarafından yönetilen ve örgütlenen, AP ve büyük sermaye tarafından beslenen sivil faşist güçler ve devlet güçleri; diğer tarafta ise bu faşist saldırıyı boşa çıkarmaya çalışan devrimci güçler. Pasifist sol gruplar, devrimci güçler içinde yer almalarına ve faşist terörün doğrudan hedefi olmalarına karşın, faşizmin önünü düzleyen bir taktik çizgi izliyorlardı. CHP'nin, anti-faşist güçlerin safına geçecek olan sol kesiminin ve kitlesinin dışında kalan tutucu yönetim kademesi, anti-faşist mücadeleyi destekleyen değil onu zayıflatan, faşizmi güçlendiren bir politika izliyordu. CHP'nin bu niteliği, onun ilk hükümeti döneminde iyice açığa çıkmıştı. 1973 seçimlerinden sonra hükümet olan CHP, MHP'yi yönlendiren, örgütlendiren kontr-gerilla hakkında bir soruşturma açmadığı gibi, AP'yi MHP'yi desteklemekle suçlamasına karşın, hükümeti döneminde MHP'ye karşı hiçbir tavır almamış, hatta CHP içinde MHP ile ittifak bile savunulmuştur. CHP'nin faşizmi güçlendiren politikası, onun ikinci hükümeti döneminde iyice açığa çıkacaktır. CHP'ye oy veren, veya üye olan kitleler ise, anti-faşist potansiyeli önemli bir bölümünü teşkil ediyordu. Bu bakımdan faşist terör CHP kitlesine de yönelecekti.

İşçi sınıfının sendikal örgütü reformist DİSK ise, faşist terör kendisine yönelinceye kadar tam bir kayıtsızlık taktiği (!) benimsedi. Bu kayıtsızlık taktiği ''aman provokasyona gelmeyelim'' taktiğinden pek farklı değildi, nitekim kısa bir süre sonra revizyonist taktik, DİSK reformistlerinin de taktiği oldu.

Bunalım; faşist saldırılar karşısında Devrimci Gençliğin mücadelesiyle, giderek oligarşi için dayanılmaz bir hal alınca, çözüm kendiliğinden geldi. Süleyman DEMİREL başkanlığında 1. MC iktidarı kuruldu ve halka karşı açık savaş başlatıldı.

II- MİLLİYETÇİ CEPHE DÖNEMİ VE FAŞİST TERÖR

A- Faşist Terörün Hükümeti: 1. ve 2. Milliyetçi Cephe

1. MC ve 2. MC dönemlerini birbirinden ayrı olarak ele almak gerekmiyor. Her iki hükümet arasında yer alan 1977 Haziran seçimlerini ayrıca ele alacağız. Öte yandan CGP'nin 2. MC'de yer almaması da önemli bir değişiklik değildir.

Başta AP olmak üzere MHP, MSP ve CGP tarafından oluşturulan koalisyon, derinleşen ekonomik, sosyal bunalım koşullarında, yükselen sınıf mücadelesine karşı oligarşinin en gerici tavır alışı olarak meydana geldi. Oligarşi, hükümet bunalımı şeklinde ortaya çıkan ekonomik ve siyasi bunalımını; halka karşı açık bir savaş ilanıyla atlatmak istiyordu. 1. MC ve daha sonraki 2. MC Hükümetlerinin başlıca anlamı budur. Bu dönemlerde, yani Mart 1975 ile Aralık 1977 arasında yüzlerce ilerici, devrimci, demokrat faşizm tarafından katledildi.

MC Hükümetlerinin politik planı, halkı terör yoluyla korkutmak, yıldırmak, tüm devlet kademelerini faşist MHP'lilerle doldurarak, bu korku ortamında, ekonomik bunalıma oligarşi ve emperyalizm açısından ''çare'' bulmaktı. Arzu edilen şey, kan ve terörle halkı adeta ilkçağ köleleri haline getirmek ve bu köle emeğine dayanarak oligarşiyi, bu kanla yaşayan azınlığı mutlu etmekti.

1. ve 2. MC Hükümetleri -faşist terörün, sivil faşistler yanında bir diğer aracı olarak- devletin bütün kademelerini faşistleştirmeye başladılar. Komünist, ilerici, CHP'li vb. damgası vurulan memurlar, öğretmenler, tüm kamu kesimi çalışanları, faşist teröre teslim olma; ya da işten atılma veya yurdun herhangi bir ücra yerinde, ailesinden kopmuş bir vaziyette çalışma tercihi ile karşı karşıya bırakıldı. Devlet daireleri memurlukla ilgisi olmayan, işe gelmeyen ama devlet kapısından maaş alan militan faşist kadrolarla dolduruldu. Devlet dairelerinde faşist tipte örgütlenmeler olan ''OBA'' teşkilatları kuruldu. Bunlar doğrudan ülkücü derneklere bağlıydı. Aynı tipte örgütlenmeler polis içinde de gerçekleştirildi; POL-BİR vasıtasıyla faşist polisler örgütlendirilerek MHP'ye bağlı bir kol haline getirildi. Aynı şekilde ordu içinde de benzer örgütlenmeler kontr-gerilla vasıtasıyla gerçekleştiriliyordu.

MHP, faşist örgütlenmesini belirli bir plan çerçevesinde sürdürüyordu. Bu plana göre en başta gelen yerler üniversiteler, eğitim enstitüleri, öğretmen okullarıydı. Üniversiteler, gençliğin yoğun olarak bulunduğu yerlerdi. Ve bu yüzden faşist partinin ilk ele geçirmesi gereken yerlerdendi. Böylece onbinlerce genç faşist partinin denetimi altına girecek ve faşist bir gençlik örgütü kurulabilecekti. A.TÜRKEŞ, iktidarın üniversitelerden geçtiğini açıkça ifade ediyordu. Öğretmenlerin örgütlenmesi ise yurdun dört bir yanına gönderilebilecek faşist kadrolar demekti. Bu yüzden MHP devletin tüm olanaklarını kullanarak öğretmen okullarında egemenlik kurmaya çalıştı.

MHP'nin örgütlenme planı; yüksek okulları, fakülteleri, liseleri, fabrikaları, mahalleleri, kısacası toplumun bütün alanlarını kapsıyordu, faşistlerin örgütlenme araçları Ülkü Ocakları, Ülkücü Öğretmenler Birliği (ÜLKÜ-BİR), POL-BİR, Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK), Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği (ÜLKÜ-TEK) vb. idi. Bu faşist örgütlenmelerde, örgüt üyeleri bir köle gibi yukarıya, başbuğlarına bağlı olmak ve verilen her emri yerine getirmek zorundaydılar. Davadan, yani faşizmden dönenin cezası ise A. TÜRKEŞ'in deyimiyle ''ölüm'' idi.

Bu faşist örgütlenme devlet kademelerinin üst kesimlerinde de gerçekleştirildi. Elbette, üst kademelerde görev alanlar, büyük faşist şeflerdi; sermaye yardımlarından ve halktan toplanan vergilerle oluşturulan devlet olanaklarından yararlanan da bu faşist şeflerdi.

Halkın üzerine bir kabus gibi çöken ve halkı esir almaya çalışan bu faşist örgütlenmenin saldırı aracı ise faşist terördü. Faşist terör, Türkiye sathında uygulandı; faşist olmayan herkesin üzerine kurşunlar yağdırıldı, bombalar atıldı, kahveler, otobüsler tarandı, insanlar sokak ortasında katledildi, ya da kaçırılarak işkenceyle öldürüldü. Öyle bir duruma gelinmişti ki, ''devlete yardımcı'' olarak harekete geçen faşist güçler adeta ''devlet''in kendisi, devlet güçleri ise ''yardımcı'' olmuştu.

MC Hükümetleri döneminde, yüzlerce ilerici, devrimci, sıradan insan, faşist katil şebekeleri tarafından katledilirken, faşist hükümetin başı DEMİREL ise ''bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz'' diyerek, bu faşist terör politikasının planlayıcıları arasında olduğunu açıkça ilan ediyordu. DEMİREL'e göre, bir tarafta milliyetçiler vardı, bir tarafta komünistler. Ve komünistlerin ezilmesi gerekiyordu.

Evet, faşist terör, bu mahkeme savcısının tek bir kere bile sözünü etmediği, bir çırpıda söyleniveren bu iki kelime, bizim açımızdan, halkımız açısından çok şey ifade ediyordu.

Kendilerinden olmayan herkese karşı işkence ve katliamlar uygulayan faşistler, tüm benzerleri gibi, insanoğlunun alçalabileceği en hayvani ve aşağılık düzeyi temsil ediyorlardı. Ama onlardan da aşağılık olanlar, onları maşaları olarak kullanan işbirlikçi tekelci burjuvalardı. Faşist terörün asıl sahipleri, bugün olduğu gibi, o dönemde faşistlerin döktükleri insan kanıyla kadehlerini dolduran holding vampirleriydi.

Faşist terör! Bir çırpıda söyleniveren bu iki kelimeyi, bu süreci yaşamayanlara anlatabilmek gerçekten zor bir iştir.

Faşist terör, devrimcilerin, ilericilerin, demokratların, faşist olmayan herkesin, örneğin okuluna giden bir öğrencinin, örneğin kahvede oturan bir emeklinin, örneğin fabrikaya giden bir işçinin, örneğin küçücük dükkanında çalışan bir esnafın, örneğin bir dost ziyaretine gitmek üzere belediye otobüsüne binen halktan bir insanın kudurmuş faşistlerin ellerindeki silahlarla veya bombalarla öldürülmesidir.

Faşist terör, faşist olmayan herhangi bir insanın, devrimcinin, ilericinin, demokratın, faşistler tarafından kaçırılması, MHP ve Ülkü Ocakları binalarında işkence görmesi, sonra boğma ipiyle veya kafası suya batırılarak veya kendi kendini boğacak şekilde ''komando düğümüyle'' bağlanarak katledilmesi ve bir çuval veya kutu içinde herhangi bir yere bırakılmasıdır.

Bu mahkeme savcısının, gururla kürsünün üzerine dizdiği ve hayranlıkla seyrettiği iddianamelerinde ve mütalaasında, bir cümleyle de olsa bahsetmediği faşist terör, bir mahallede, bir kasabada, bir köyde, bir kentte yaşayan halkın korku ile teslim alınması, haraca bağlanması, kölece çalıştırılması, faşist bir disipline tabi tutulması, uykularının kabusa dönüştürülmesi demektir.

Savcı bunları bilmiyor mu? Biliyor. Ama yüzlerce kişiye idam istediği iddianamelerinde, bunlardan tek bir kelimeyle de olsa bahsetme gereği duymayacak kadar kafası şartlanmıştır. DEVRİMCİ SOL savaşçıları olan bizler, pek çok faşist caninin cezalandırılmasından sorumlu tutuluyoruz. Ama savcı bu eylemleri, kendi ideolojik şartlanmışlığını sergilercesine faşist terörden soyutlayarak anlatıyor: Şu, şu kişiler, toplandılar, karar aldılar, silahlandılar, gittiler ve filan kişiyi vurdular. Doğada ve toplumda, ''nedensiz'' hiçbir olay olamaz. Nedensiz olaylar yaratmaya savcının gücü yetmez. Savcının acemi bir sihirbaz gibi ''yok'' etmeye çalıştığı ama yok etmeyi beceremediği ''neden''i biz açıklıyoruz. Bu faşist terördür, yukarıda anlatmaya çalıştığımız faşist terör!... Faşist terörün bütün kudurmuşluğuyla sürdüğü koşullarda, devrimciler, ellerini kaldırıp teslim mi olmalıydı?

Hayır! Devrimciler böyle yapamazlardı. Zaten böyle yapsalardı, devrimci olmaya hak kazanamazlardı.

Devrimciler, faşist teröre karşı mücadele ettiler. Bu mücadelelerini kitlelerle birlikte verdiler, kendi çizgilerine uygun düşen bütün mücadele araçlarını kullandılar, harcayabilecekleri tüm enerjilerini harcadılar, bu uğurda canlarına varana dek, tüm fedakarlıkları göze aldılar.

Bu mahkemenin savcısı, bizleri, faşistlerin cezalandırılması eylemlerinden sorumlu tutuyor. Ancak bütün şartlanmışlığıyla bir şeyi görmüyor, ya da görmezden geliyor: Faşizme karşı mücadele, yalnızca silahlı devrimci eylemler değildir. Faşizme karşı mücadele, silahlı mücadeleyle bütünleşmiş kitlesel mücadeledir; okullardaki, mahallelerdeki, fabrikalardaki faşist işgallerin kırılmasıdır; anti-faşist kitlesel gösterilerdir; okul işgalleridir; sokak çatışmalarıdır; bildiri dağıtmadır; sokaklara afiş asma, yazı yazmadır. Faşizme karşı mücadele, devrimcilerin emekçi halkımızın yüreğinde, bilincinde haklı bir yer edinmesidir. Bu mahkemenin savcısı, faşist teröre karşı 1974'te başlayan ve gururla sahip çıktığımız anti-faşist mücadelemizi, bütünüyle ''yargılama'' cesaretini kendinde bulamıyor.

Devrimci Hareketimiz, 1974'ten başlayan ve faşist MC Hükümetlerine karşı devam eden bir kitlesel mücadele içinde gelişti. Devrimci Hareketimizin daha doğuş döneminde bile, önderlik etmediği, içinde yer almadığı anti-faşist eylem yok gibidir.

Savcı Hareketimizin gelişimini ve mücadelesini bilmiyor. Bildiğini sandığı noktada her şeye polisiye gözle baktığı ve faşist terörü gizlemeye çalıştığı için gerçekleri gizliyor.

Bizimle birlikte ölen, yaralanan, oğulları, kızları yok edilen anaları, babaları, onbinlerce insanı neden yargılayamıyor?

Savcı bunu yapamayacak kadar cesaretsiz değilse, kuşkusuz iyi bir gerçekleri yok sayma uzmanıdır! Faşizme karşı kitlesel mücadelemizi, bu nedenle anlatmamıştır.

Ancak biz, bu mahkeme savcısına ve egemen güçlere, ne kadar gizlemeye çalışırlarsa çalışsınlar, halkımıza yönelen faşist terörü, vahşet düzeyine varan bu teröre karşı mücadelemizi anlatacağız. Çünkü bizi, gerçekleri açıklamaktan alıkoyan hiçbir neden yoktur.

B- Faşist Teröre Karşı Devrimci Mücadelede İki Taktik

Faşist terörün karşısına devrimci mücadelenin çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu. Devrimci Hareket; faşist terörün amacına ulaşamaması, korkunun halk üzerinde egemen olmaması için, kitleleri örgütlemek, faşist demagojinin içyüzünü açığa çıkartmak, faşist terörün karşısına kitle mücadelesiyle bütünleşmiş devrimci şiddeti çıkarmak göreviyle karşı karşıyaydı. 1971 yenilgisinden sonra, henüz toparlanma sürecinde olan Devrimci Hareket, öğrenci gençlik içinde örgütleniyor ve örgütlenmesini giderek toplumun diğer kesimlerine yaymaya çalışıyordu. Bu dezavantajlarına karşın Devrimci Hareket, halkın can güvenliği sorununu baş sorun olarak tespit edip, faşist teröre karşı, bütün olanaklarını kullanıp mücadele etmek zorundaydı. Bu tarihsel bir görevdi. Bu görevden kaçmak, halkın faşizme teslim edilmesi anlamına gelirdi.

Faşizme karşı mücadele, faşist katillerin işgal etmeye kalktığı okullarda, sokaklarda, mahallelerde, devlet dairelerinde, fabrikalarda taşlı sopalı çatışmalarla başlayıp, polislerle çatışma ile gelişip silahlı çatışmalara kadar vardı. Çatışma, yalnızca faşistlerle devrimciler arasında değildi. Çatışma, devletin baskı güçleri ile devrimciler arasında da oluyordu. Aslında, devletin resmi güvenlik güçleri ile sivil faşist güçleri birbirinden ayrı tutmak olanaksızdı. Sivil ve resmi faşist güçler birbirini destekler şekilde, koordineli bir şekilde hareket ediyorlardı. Bu koordinasyon, hükümet ve üst bürakrasi kademelerinde sağlanıyordu. Okullarda, sokaklarda acımasızca devrimci kanı döken faşistler, ellerini kollarını sallayarak geziyorlar, yakalansalar bile polis veya yargıçlar tarafından serbest bırakılıyorlardı. MHP ve Ülkü Ocakları silah depoları, silahlı eğitim kampları haline getirildiği halde, polis buralara dokunmuyordu bile. Hükümet ile faşist terörün iç içeliği açık seçik belliydi. Bu nedenlerle, sivil faşist teröre karşı, Devrimci Hareketin verdiği mücadele, resmi devlet terörüne karşı mücadeleden ayrı düşünülemezdi.

Aralık 1975'de Kocamustafapaşa'daki sokak çatışmaları bu tespitin doğruluğunu kanıtlayan deneylerden sadece biri oldu. İki ilericinin, otobüs durağında, faşist katillerin kurşunlarıyla katledilmesinden sonra devrimci, ilerici güçler, gösterilerle bu cinayeti lanetledi. Cenaze töreni, dev bir gösteriye dönüştürüldü. Kocamustafapaşa'daki gösteriye polis saldırdı. Bu saldırı, sivil faşistlerin terörünü tamamlıyordu. Devrimciler, polisin saldırısına, sokaklarda barikatlar kurarak ve bu barikatların arkasında mevzilenip polislerle çatışarak cevap verdi. Kocamustafapaşa sokak savaşında, halk devrimcilere destek oldu, barikatlar kurdu, çatışmaya katıldı, devrimcilere yiyecek, malzeme vb. yardımlarda bulundu. Ve devrimcileri evinde gizleyip sahiplendi. Bütün gün süren Kocamustafapaşa çatışması, faşist terörün devlet terörüyle nasıl iç içe geçtiğini gösterdiği gibi, devrimcilerin de faşist teröre karşı nasıl mücadele etmesi gerektiğini gösteren bir deney oldu.

Bu mahkeme savcısının incelemeye zahmet etmediği, DEVRİMCİ SOL'un doğuşu ve gelişimi, işte bu gibi anti-faşist mücadeleler içinde olmuştur. DEVRİMCİ SOL, Kocamustafapaşa'daki gibi sokak çatışmalarından, Elazığ'daki faşist katliam girişimine (1975) karşı silahlı direnişlerden, üniversite işgallerinden, anti-faşist kitle gösterilerinden, okullardaki, mahallelerdeki, fabrikalardaki faşist işgallerin kırılması mücadelelerinden geçerek gelişti, bugünlere geldi.

Faşist terör, karşısında anti-faşist eylemi bulmasaydı, durdurulabilir miydi? Devrimci Hareket, kimi zaman büyük bir cenaze töreni gösterisiyle, kimi zaman yüzlerce kişilik korsan mitingiyle, kimi zaman faşist katillerin cezalandırılmasıyla, kimi zaman faşist karargahların yerle bir edilmesiyle, kimi zaman mahalleleri sokak sokak savunmasıyla, kimi zaman öğrenci yurtlarını birkaç kişiyle dahi olsa korumasıyla, bildirisiyle, afişiyle, yazılamalarıyla, faşist terörün zaferini, hedefine varmasını engellemeyi başardı, planını bozdu.

Bu mahkeme savcısı, neden MC Hükümetlerinin halkı teslim almayı hedefleyen faşist planlarından ve bu planı kanıyla, canıyla bozmayı başaran devrimci kavgadan söz etmiyor?

Devrim ile karşı-devrim arasındaki savaşım acımasızdır. Ve her türlü ''tarafsızlık'' politikasını reddeder. Bu savaşta en küçük bir hata karşı-devrimin hanesine yazılan birkaç puan haline gelebilir. Aynı şekilde, devrimin karşı-devrimle şiddetli savaşımı, devrimci saflardaki reformist ve ML çizgileri de ayrıştırdı. Devrimci savaşın yükselmesi aşamasında, reformist eğilim korkaklığını ortaya koyarak devrimci safları zayıflattı, karşı-devrim saflarını ise güçlendirdi.

Türkiye'de o dönem MC Hükümetlerine karşı mücadele şeklinde ortaya çıkan anti-faşist mücadelenin niteliğini anlayamayan uzlaşmacı hareketler, faşizmin henüz iktidarda olmadığını, ''tırmanma'' içinde olduğunu söylüyor ve başta CHP olmak üzere MHP dışındaki burjuva partilerine göz kırpıyorlardı. Uzlaşmacılar, faşist terörün karşısına devrimci şiddeti koymanın ''maceracılık'' olduğunu söylüyor ve adeta kitlelere, faşist terör karşısında kaderlerine razı olmalarını öğütlüyorlardı. Uzlaşmacıların bu anti-faşist mücadele çizgisi, onları, halkın gücüne inanma ve kendi özgücüne güvenme yerine, faşizmin reformist koltuk değneğinden başka bir şey olmayan CHP'ye güvenmeye, CHP'den faşist hareketi ortadan kaldırmasını bekleme anlayışına götürüyordu.

Faşist teröre karşı iki taktik ortaya çıkmıştı: Biri, halkın can güvenliğini baş sorun olarak tespit edip, bunu faşist devlete karşı mücadeleden ayrı tutmayan, halkın devrimci gücüyle birleşmiş devrimci şiddet anlayışını benimseyen devrimci taktik; diğeri ise, faşizme karşı mücadeleyi MHP'ye karşı olmaya indirgeyen, halkın gücü yerine CHP'ye dayanan ve ''faşistlere karşı kitlelerle beraber mücadele etmeliyiz'' edebiyatına rağmen bunun gereklerini bile yerine getirmeyenlerin taktiğiydi.

Devrimci Hareketin saflarında da uzlaşmacı kampa gidenler çıktı. Önce 71'in ''eski(miş) tüfekler''inden bazılarının İstanbul'da başlattığı ''sosyal emperyalizm'' tartışmaları neticesinde, Devrimci Hareketin bir bölüm militanı oportünist saflara doğru sürüklendi. Faşist terörün giderek yoğunlaştığı 1975 ortalarında başlatılan ''sosyal emperyalizm'' tartışması gerçekten ilginçtir. Oportünizmin klasik taktiği her zaman bu olmuştur. Dönemin can alıcı sorunlarından, devrimci görevlerden kaçmak ve ardından da kitleleri sürüklemek için oportünizm, somut duruma ilgisiz tartışmalar başlatır, dikkatleri güncel devrimci görevlerden uzaklaştırır. ''Sosyal emperyalizm'' tartışmaları ve ortaya çıkan bölünme, neticede anti-faşist mücadeleyi zayıflatan ve dolayısıyla da faşizmin ekmeğine yağ süren bir rol oynadı.

MC Hükümetleri döneminde, faşist terörün tüm vahşiliğiyle sürdüğü koşullarda, Devrimci Hareketin saflarındaki ayrılıklar, bölünmeler sürdü. Ankara'da yine 71'in ''eski(miş) tüfekler''inden bazılarının yarattığı ayrılık, İstanbul'daki ayrılıktan farksızdı. Sadece ''sosyal emperyalizm'' yerine yine somut durumla ilgisiz ''Kemalizm'' meselesi kalkış noktası yapılmıştı. Onlara göre, ''Kemalizm'' meselesi üzerinde anlaşılmadan anti-faşist mücadele verilemezdi. Aynı şeyi ''sosyal emperyalizm'' teorisinin (!) keskin savunucuları da söylüyordu.

1976 yazında, orta öğrenim gençliği içinde çıkan bir grubun İstanbul'da yaratmaya çalıştıkları ayrılık ise, biçimsel olarak diğerlerinden farklıydı ama, özünde aynıydı. Onlara göre anti-faşist mücadeleyi sürdürmek önemli değildi, bunu yapanlar M.ÇAYAN'ı inkar ediyordu; yapılması gereken, mücadeleyi THKP-C'nin bıraktığı aşamadan sürdürmekti.

Şüphesiz bu ayrılıklar, devrimci potansiyele zarar verdi; ancak bu geçici bir zarardı. Somut durumun ortaya koyduğu devrimci görevlerden uzaklaştıkları için, küçük bir grup olmaktan öteye gidemeyen bu grupların aksine, Devrimci Hareket, Türkiye sathında anti-faşist mücadeleye önderlik ediyor, halkla bütünleşiyordu. Devrimci mücadelenin bu şekilde adım adım gelişmesi ve faşist terörün olduğu her yerde faşizmin karşısına maddi bir güç olarak çıkışı; MHP ve AP'nin kumandanlığını yaptığı faşist planı bozdu ve halkın tümüyle teslim alınmasını engelledi. Bu durum bir yandan devletin bürokrasisi, polisi içinde parçalanmalara neden olurken, diğer yandan da oligarşinin en gerici-faşist kesimlerinin ittifakını yansıtan MC Hükümeti içindeki çelişkileri de derinleştiriyordu. 1 Mayıs katliamı bu şartlar altında meydana geldi. 1 Mayıs katliamı faşist hükümetin, devletin ''gizli'' faşist teşkilatları vasıtasıyla düzenlediği bir katliamdır.

1 Mayıs 1977 katliamı, faşist terörün kitleleri teslim almak için ne denli korkunç terör yöntemlerine başvurduğunu gösterdiği gibi, MC Hükümetlerinin devrimci direniş karşısında düştüğü çaresizliği de gösteriyordu. 1 Mayıs 1976'da, yüzbinlerce emekçinin 1 Mayıs Alanı'nda biraraya gelmesi, faşist terörün tüm vahşetine rağmen, kitleleri teslim alamadığını göstermiştir. Faşist hükümet, 1 Mayıs 1977'yi kana bulayarak, korkuyu egemen kılmaya çalıştı. Oportünistlerle revizyonistler arasındaki çatışmanın, 1 Mayıs 1977 gösterisinde de ortaya çıkması, faşist terörün ekmeğine yağ sürdü. Devrimci Hareketin, sol içi mücadelenin silahlı çatışmaya dönüşmemesi için elinden gelen tüm gayreti göstermesine rağmen, oportünist ve revizyonist sol, faşizme karşı çatışmaktan ziyade kendi aralarında çatışıyorlardı. Aslında bu, faşizme karşı silahlı mücadeleden kaçmanın bir yolundan başka bir şey değildi. 1 Mayıs 1977'de böyle bir çatışmanın yaşanması, faşist hükümete, solcuların kendi aralarında çatıştığı demagojisini yapma imkanı verdi.

Oysa 1 Mayıs 1977 katliamını, MİT, kontr-gerilla, polisin işbirliği halinde gerçekleştirdiğini bugün artık herkes biliyor. Katliam, MC Hükümeti'nin MİT, kontr-gerilla ve İstanbul polisine verdiği gizli bir direktifin sonucunda yapıldı ve bu yüzden katliamla ilgili gerçek bir soruşturma açılmadı. Bugün, hâlâ 1 Mayıs'ın suçlularının bulunamaması, katliamın faşist devletin bir eylemi olduğunu gösteriyor.

1 Mayıs katliamı, faşist terörün hangi boyutlara ulaştığının bir göstergesi olduğu kadar, daha sonraki Kahramanmaraş, Sivas, Malatya, Çorum vd. katliamların ya da katliam denemelerinin de habercisiydi.

1 Mayıs katliamı, faşist terörün sadece MHP kaynaklı olmadığını, bütünüyle faşist devletin koordineli terörüyle halkın karşı karşıya bulunduğunu göstermesine karşın uzlaşmacı sol durumun doğru bir tahlilini yapamadı ve eski çizgilerini savunmaya devam etti. Hatta, bulundukları çizgiden de geri adım atmaya başladı. Uzlaşmacı, pasifist sol, faşizmin oyunlarına gelmeme adı altında, faşistlere karşı mücadelenin yoğunlaştığı her alandan; okullardan, mahallelerden, kentlerden, köylerden geri çekilmeye başladı. Türkiye devrimci hareketi açısından utanç verici olan bu durum, aynı zamanda faşist teröre karşı neden bir anti-faşist güç ve eylem birliği kurulamadığını da açıklar. Oysa '80 öncesi şartlarda, özellikle MC Hükümetleri döneminde, anti-faşist güç ve eylem birliğinin önemi büyüktü. Devrimci Hareket buna gereken önemi vermesine rağmen, bu doğrultuda somut adım atılamamasının nedeni, uzlaşmacı, pasifist solun faşist terör karşısında sürekli geri çekilişiydi.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, anti-faşist mücadelenin yükselmesi ve halkla bütünleşmesi, MC Hükümetlerinin faşist planlarını bütünüyle hayata geçirmelerini engelledi ve hükümet içindeki çelişkileri derinleştirdi.

Oligarşinin temsilcisi olan hükümet, oligarşi içi çelişkileri öteden beri bağrında taşıyordu. Özellikle prekapitalist kesimlerin temsilcisi olan MSP gerek dış politikada, gerekse iç politikada hükümet uygulamalarına sürekli pürüzler çıkarıyordu. Kırsal kesim egemenleri aleyhine kararların çıkmasını engelleme çabası içinde olan MSP'ye karşı, tekelci burjuvazinin tepkisi büyüktü. Ancak onsuz da yapamıyordu. Bunun bilincinde olan N.ERBAKAN, çoğu zaman hükümetin alay konusu olmasına neden olan açıklamalar yapmaktan geri kalmıyordu. Öyle ki TRT'nin hükümet partileriyle ilgili haber programları, halk nazarında komedi programlarına dönüşmüştü.

Daha çok ekonomik planda varolan oligarşi içi çelişkiler, siyasi planda da kendini gösteriyordu. MSP de, devlet kademelerini kendi kadrolarının ''çiftliği'' haline getirmek istiyordu. Ve bundan dolayı MHP ve AP ile çatışıyordu. Hükümet içi çelişkiler, hükümetin yönetemez bir hale gelmesinde rol oynuyordu. Ancak bu çelişkiler, hükümeti oluşturan partilerin devrimci mücadeleye karşı birleşmesine engel değildi. Bu anlamda MC, bir bütün olarak, halka karşı faşist terörün hükümetiydi. MSP'yi, bu hükümetin içinde ayrı bir yere oturtmaya çalışan oportünistlerin ve kimi aydınlarımızın görüşleri, daha '80 öncesinin pratiğinde iflas etmiştir. MSP 12 Eylül'e kadar, ya MC Hükümetleri içinde yer alarak, ya da AP'yi dışarıdan destekleyerek, devrimci halk hareketine karşı, açıktan faşist cephenin içinde yer almıştır.

C- MC Hükümetleri Döneminde Sosyo-Ekonomik Durum

60'lı yılların sonlarından itibaren yükselmeye başlayan ekonomik bunalımı, ne 12 Mart faşizmi, ne de CHP-MSP Hükümeti çözüme kavuşturabildi; çözmesi de imkansızdı. Çünkü ekonomik bunalım, ekonominin kapitalist niteliğinden ve bunun da ötesinde emperyalizme bağımlı olmasından kaynaklanıyordu. Dış borç ve kredilerle geliştirilen kapitalist sistem, halkın alım gücünün düşmesi ve yoksullaşması, iç pazarın tıkanma noktasına gelmesi, dış borçların ödenemez boyutlara varması, petrol krizi ve emperyalist bunalımın yükünün diğer yeni-sömürge ülkelerde olduğu gibi, ülkemiz emekçi halkının omuzlarına yüklenmesi nedeniyle işlemez duruma gelmişti. Yatırımlar azalmış, yoksullaşma, işsizlik artmış ve dış ödemeler açığı giderek yükselmişti.

Bu yapısal bunalıma MC Hükümetleri de, bütün iktisadi ve faşist terör politikalarına rağmen çare bulamadı. İşçi sınıfının sendikal alandaki mücadelesi de bu başarısızlıkta rol oynadı. Oligarşinin sözcüleri bu yüzden işçi sınıfına ödenen ücretleri de bunalımın sebebi olarak göstermeye çalıştılar. Yani onlara göre, işçi sınıfı kendinin azgınca sömürülmesine müsaade etmeyerek, bunalıma neden oldu. Oysa, kapitalist bir toplumda ücretler ne kadar yüksek olursa olsun, yine de sömürü ortadan kaldırılamayacağından, bunalımın gerçek nedenini her zaman kapitalist sömürü çarkında aramak gerekir. Bunalım, halkın azgınca sömürülmesinin sonucundan başka bir şey değildir. Kapitalistler, halkı aşırı ölçüde sömürerek bunalımı hafifletmeye çalışırlar, ama bu bunalımı daha da şiddetlendirir. İşçi sınıfı, '80 öncesi sendikal alandaki mücadelesine rağmen mevcut sömürü düzeni yüzünden bütün halk kesimleri gibi bunalımın sonuçlarından en fazla etkilenen sınıf olmuştur.

MC Hükümetleri döneminde, işsizlik giderek artmıştır. Resmi istatistikler 2 milyon civarında işsiz tespit ediyor. Ancak biliyoruz ki, aslında işsizliğin boyutları çok daha geniştir. Sokak işleri diyebileceğimiz işlerle karınlarını doyurmaya çalışan milyonlarca insan gerçekte işsizdir.

MC Hükümetleri döneminde, dış ticaret açığı 4.043 milyar dolara, dış borçlar 11.5 milyar dolara yükselmiştir. Dış borçların yarısı dövize çevrilebilen mevduattır (DÇM). Bu borç türü, tekelci sermayenin bunalım döneminde bile kasalarını doldurmasının bir yoludur. Devletin garantisi altında ''kendi dövizini kendin bul'' sloganıyla, büyük patronlar, uluslararası finans kuruluşlarından kısa vadeli, yüksek faizli borçlar almışlar ve elbette bunları halktan topladığı vergilerle ve enflasyon sömürüsüyle devlet ödemiştir. Diğer taraftan bunalımın en önemli göstergesi giderek yükselen enflasyondur. Enflasyon, MC Hükümetleri döneminde %10'dan %25'e çıkmıştır. Yatırımların durma noktasına geldiği, fabrika kapasitelerinin %40'lara düştüğü şartlarda, enflasyon, büyük patronların tüketim mallarının fiyatlarını alabildiğine yükselterek spekülasyon, karaborsa vb. yollarla, halkı daha çok sömürmelerinden başka bir şey değildir. Enflasyon sömürüsü çok yönlüdür. Halkın aç kalması pahasına azgınca soyulmasıdır. Devlet, enflasyon yoluyla halkın alım gücünü düşürerek -çünkü ücret artışları hiçbir zaman enflasyon oranı üzerinde olmamıştır- halktan aldığını, çeşitli yollarla tekelci burjuvaziye verir. Halk yoksullaştıkça yoksullaşırken, büyük para babaları kasalarını daha çok doldurur, zevk içinde yaşarlar. Bu yüzden de lüks mallara olan talep artar, diğer yandan da halk tüketim ihtiyaçları için, karaborsa yoluyla yüksek fiyatlar öder veya kuyruklarda ömür tüketir. Enflasyon düzeyi, toplumda sınıf farlılıklarını açıkça ortaya koyar. Devletin hazırladığı istatistikler bile ulusal gelirdeki adaletsiz bölüşümü ortaya koymak zorunda kalır.

Bunalım bunlarla kalmaz. Asıl etkisini sosyal hayatta gösterir. MC Hükümetleri döneminde, daha sonraki dönemlerde de olduğu gibi, toplumda birbirine taban tabana zıt iki yaşam tarzı iyice ortaya çıkar. Faşist terörle teslim alınmaya çalışılan halk kitleleri, sefalet içinde yaşarken, bir avuç sömürücü azınlık, zenginliklerine zenginlik katar ve sefahat içinde yaşar; kumar salonları, lüks eğlence yerleri dolup taşar. Milyonlarca lira harcanan düğünler yapılır. Para babalarının bir ayağı Türkiye'de, bir ayağı dünyanın eğlence merkezlerindedir. Halk ise karnını doyuracak ekmekten bile yoksundur. Fuhuş, hırsızlık, sosyal suçlar giderek artar.

Bu sosyo-ekonomik bunalımın en önemli sonuçlarından birisi, işsizliklerinden, açlıktan dolayı serserileşmiş, bütün ahlaki değerlerini yitirmiş insanların, faşist terör örgütleri tarafından örgütlendirilmesi ve kitle katliamlarında kullanılmasıdır. Kapitalist düzen tarafından yaratılan tortuların, kapitalist düzeni korumak için faşistler tarafından örgütlendirilmesi, kapitalist toplum düzeninin garip cilvelerinden birisidir.

Faşist MHP işte bu sosyal ve ahlaki çöküntü ortamından yararlanarak, serserileri, manyakları, insan kanı dökmekten zevk alan psikopatları saflarında örgütledi. Zaten baştan beri, kapitalist toplumun pislikleri tarafından oluşturulan MHP, MC döneminde bu serseri, manyak insanları, para vererek, fahişe pazarlayarak, esnafın sırtından bedava geçinme olanakları tanıyarak, silah zoruyla insanlar üzerinde hüküm sahibi yaparak, yoğun biçimde örgütlenmeye başladı. MHP bu konuda, faşist teşkilatlarına örneğin şöyle talimatlar yolluyordu:

''Toplum içinde kendini yalnız hisseden, dayanacak bir çare arayan kişiler ve toplum içinde horlanan, aşağılanan kişiler, bu teşkilat içinde yer alıp, onun gücüne ve dayanışmasına ortak olmak isteyebilirler. Diğer yandan macera isteklerini tatmin etmek için ideolojik bir harekete katılanlara da rastlamak mümkündür. Yöneticiler bu konuda hassas davranmalı ve bu tip kimseleri teşkilat bünyesinde bulunsun veya bulunmasın milletimizin menfaatleri doğrultusunda kanalize etmesini bilmelidir.'' (MHP İddianamesi, s. 163-164)

Faşist MHP'nin kadrolarını oluşturan, bu insan bile sayılamayacak psikopatlar, aklın alamayacağı her türden cinayetleri, katliamları rahatlıkla yapabilmişlerdir. Bu serseri güruhu, işledikleri cinayetlerden sonra bir yandan her türlü ahlaksızlığın meşru görüldüğü alemler yapmayı ihmal etmezken, cinayetlerinin tadını çıkarırlarken, bir yandan da nasıl canları sıkıldıkça adam öldürdüklerini de anlatıyorlardı.

Sosyal çöküntüden işte böylesine yararlanan MC'nin elbette bunalımı çözmeye niyeti olamazdı.

MC Hükümetleri, ağırlaşan bu sosyo-ekonomik bunalımı, sömürülen halk aleyhine daha da ağırlaştıran kararlar almaktan başka bir şey yapmadı. ''İstikrar tedbirleri'' denilen bu kararları, aslında IMF alıyor, hükümetler de uyguluyordu. 1950'lerden beri ekonominin iplerini elinde tutan IMF, bunalım dönemlerinde, açıkça ekonominin yönetici gücü olarak ortaya çıkar, ziyaretlerde bulunur ve sonuçta, ülkede yaratılan artı-değerin çoğunun emperyalist devlet ve şirketlerin kasasına, borç faizleri olarak akması için, gerekli olan tedbirleri alır. Bu tedbirler her dönem için aynıdır. Hangi hükümet iş başında olursa olsun değişmez.

IMF'nin hükümetlere yapmalarını emrettiği kararlar şunlardır: Yatırımları durdurun! (veya azaltın) Zam yapın! Kamu harcamalarını kısın! Borçlarınızı ödeyin!

IMF aynı direktifleri MC Hükümetlerine de vermiştir. Faşist DEMİREL hükümeti sınıf mücadelesinin yükselmesine karşın, IMF'nin direktiflerini yerine getirdi. 1970 Ağustos kararlarından sonra ekonomiye yönelik IMF'nin dayattığı en radikal kararlar, uygulamaya ancak tam 7 yıl sonra konulabildi. '77 Ağustos'unda TL. dolar karşısında %4.5 oranında devalüe edildi. Eylül'de ise DEMİREL ''Zamlar emre zaruri haline gelmişti'' diyerek, IMF operasyonunu devam ettirdi. TL. tekrar %10 oranında devalüe edildi. Petrolden demire, PTT'den KİT ürünlerine kadar, kısacası, halkın tüketim maddelerinin, ihtiyaçlarının tümüne %100 oranında zam yapıldı. Yatırımlar ise zaten durmuştu. Böylece IMF direktifleri doğrultusunda hareket edildi. Ve dış borçlar ödenmeye başlandı. Dış ödemeler dengesindeki açık azaltılmaya çalışıldı.

Bütün bunlar nasıl yapılmıştı? Halkın daha çok sömürülmesiyle IMF'nin tedbirleri halkın daha çok sömürülmesinden başka bir anlama gelmiyordu.

Şunu belirtmek gerekiyor: Kıbrıs işgalinden ve Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönüşüne Türkiye'nin veto engeli koymasından dolayı, ABD askeri ve fiili ekonomik ambargosunu sürdürüyordu. Ve bu nedenle, MC Hükümetleri IMF'nin tüm direktiflerini yerine getirmesine rağmen, ABD, MC Hükümetinin yeni borçlar bulmasına engel çıkarıyordu. DEMİREL ''Allah belasını versin Amerika'nın; bize söz verdiler, kredi işlerinde tam destek vaadettiler. Ne oldu anlamıyorum. Birisi bir parmak attı, kredi işi durdu. Bazı umutlarım var, ama IMF 45 milyon dolarlık yeşil ışığı yakmadığı için kredi gerçekleşmiyor. İşte bu tümüyle kesinleşirse ayakta kalamayız. Tam gideriz yoklar dönemi başlar'' diye ağlayıp duruyordu.

Ekonomik gelişmeleri hep kaba determinist yöntemlerle açıklamaya çalışan ekonomistlerimiz işin bu yönünü pek görmek istemeseler de ABD'nin engel koymasının en önemli nedenlerinden birisi, Türkiye'de sınıflar mücadelesinin yükselmesi ve Türkiye'nin ''istikrarsız, güvenilmez'' ülkeler kategorisine girmesindendi.

Neticede DEMİREL'in dediği çıktı. Yokluklar başladı. Bunalımı iyice ağırlaştıran MC'nin yerine, oligarşi ve emperyalizm, taze bir hükümet aramaya başladılar.

III- ECEVİT ''HALKIN UMUDU'' MU OLİGARŞİNİN UMUDU MU?

A- 1977 Genel Seçimleri

Türkiye gibi ülkelerde genel seçimler, demokrasinin değil, faşizmin örtülü halinin bir göstergesidir. Ancak yine de, genel seçimler doğru irdelendiğinde, halkın genel eğilimini ortaya koyan ipuçları verebilir. 1977 genel seçimleri bu bakımdan önemlidir.

Seçimlerden CHP %42 oyla çıktı; bu oy oranı CHP'nin ömründe görmediği bir orandı. Seçimlerde, uzlaşmacı sol ile beraber, faşizmden korkan aydınlar tüm güçleriyle CHP'yi desteklemişlerdi. Faşizmin terörünün tüm şiddetiyle yaşandığı bir ortamda, CHP'ye verilen bu oylar neyin işaretiydi?

Halkın genel eğilimini yakalamak, halkın kime oy verdiğine değil, kime oy vermediğine bakarak mümkün olur. Çünkü halk kitleleri, burjuva seçimlerinde çeşitli vaatlerle aldatılır, kandırılır. Bu demagoji ve yalan ile halk burjuva partilerinden birine oy vermeye ''ikna'' edilir. Henüz kurtuluşun burjuva seçimlerinde olamadığını kavrayamayan halk yığınları, önemli dönemlere rastlayan genel seçimlerde daha çok genel eğilimlerini ortaya koyar. Ama, bu eğilimini cevaplandıracak düzen sınırları içersinde bir Marksist-Leninist parti olamayacağından, hangi burjuva partisi onun bu eğilimini istismar edip şöyle veya böyle yansıtırsa, daha doğrusu onu bu doğrultuda aldatırsa oylarını o partiye verir. 1973 Ekim seçimlerinde halk, 12 Mart faşizmine nefretini dile getirmişti, ama oylarını CHP'ye vererek bir kez daha aldatılmaktan kurtulamamıştı. 1977 Haziran genel seçimlerinde de böyle oldu. Halk faşist MC Hükümeti'nin teröründen, getirdiği yokluk ve sefaletten nefret ettiği için genel eğilimini CHP'ye oy vererek belli etti. CHP'nin oylarını artırmasının başka bir nedeni olamazdı. Ancak CHP, anti-faşist potansiyeli kendine kanalize ederek halkı aldatmış ve neticede ekonomik ve sosyal bunalımı derinleştirmekten, faşizmi güçlendirmekten başka bir şey yapmamıştır.

Genel seçimlerde Devrimci Hareket, oportünist ve revizyonist hareketlerin tersine, varolan anti-faşist potansiyelin CHP'de erimesini engellemeye çalışmış, faşizmin ancak devrimle ortadan kaldırılabileceğinin propagandasını yaparak, CHP'nin de çözüm olamayacağını savunmuştur. Devrimci Hareket, o anki duruma boyun eğip, CHP kuyrukçuluğu yapsaydı, daha sonraki gelişmeler kendisinin haklılığını kanıtlamasına yetmezdi. Reformistler ise, her zaman olduğu gibi devrimci çıkarları, anlık çıkarlara feda ederek, CHP'nin peşine takılmışlardır.

B- CHP Hükümete Yönelirken DİSK'in ve Aydınların Tavrı

1977 Haziran genel seçimlerinde ortaya çıkan olgu, MC Hükümeti'nin yıpranmasıydı. MC'nin faşist planı, gerçekleştirmekteki başarısızlığı ve ekonomik bunalımın ağırlaşması, onu yıpratmış ve bu durum, emperyalizm ve oligarşi tarafından yeni hükümet formüllerinin aranmasına yol açmıştı. Ancak herşeye karşın, ECEVİT'in tek başına hükümet olacak kadar gücü yoktu Meclis'te. Bu güç, tekelci sermaye tarafından sağlanacaktı. Bu süre içinde, bir anlamda geçici olarak MC'nin (CGP dışında) hükümet olması kaçınılmaz bir formül olmuştur. Ancak burjuva kamuoyu, tekelci sermaye ve emperyalizm; sınıf mücadelesinin ivmesinin düşürülmesi, devrimci harekete yönelen halk desteğinin nötralize edilmesi, uygulanması zorunlu bir hale gelen ekonomik ''istikrar tedbirleri''nin, yeni bir hükümet tarafından hayata geçirilmesi için, bütün güçlerini seferber ediyorlardı.

Bu seferberliğe soldan, DİSK'ten ve solcu geçinen aydınlardan destek verilmesi şaşırtıcı bir gelişme değildi. Öteden beri, faşist MC Hükümeti'ne karşı; halkın gücüne ve mücadelesine değil, CHP'nin gücüne ve parlamento oyunlarına bel bağlayan DİSK ve aydınlar, güvenoyu alamayan CHP hükümetinin yerine, 2. MC'nin kurulmasını engellemek için tekelci burjuvazi ile aynı paralelde bir kampanya başlattılar. Bu, ECEVİT'in seçimler sonrası yaptığı konuşmasındaki (8 Haziran 1977) şu sözlerinin açıkça savunulmasından başka bir şey değildi. Diyordu ki ECEVİT; ''Ulusumuz fiilen iktidarda bulunan faşizmi oylarıyla yenmiştir''. Statükocuların inancı ve mücadelesi bu aldatmacaya dayanıyor, faşizmin ''oy'' yoluyla iktidardan uzaklaştırılacağına ve sosyal-demokrasinin hükümete geçerek, faşist devlet mekanizmasını demokratikleştireceğine inanıyorlardı. Bu nedenle siyasi hayatları boyunca sürekli hayal kırıklığına uğramışlardır. CHP hükümeti dönemi, bu hayal kırıklığının bir kez daha yaşamasından başka bir şey olmayacaktı. Yaşanan gerçekler bir kez daha gösterdi ki, hükümete geçen sosyal-demokrasi ya faşist devlet mekanizmasını güçlendirecek, ya da oligarşi ve emperyalizm tarafından hemen iktidardan alınacaktı. Çünkü sosyal-demokrasi, bizim gibi ülkelerde, halka söylediği bütün yalanlara karşın, her zaman tekelci burjuvazi safında yerini almış ve karşı-devrimci bir rol oynamaktan, faşizmin yedek gücü olmaktan kurtulamamıştır. Bunu anlamak istemeyen, öz gücüne güvenmeyen sol her dönem, özellikle sınıflar mücadelesinin yükseldiği koşullarda ellerini burjuvazinin ılımlı kesimine uzatmış ve böylece gericiliğin zulmünden kurtulmayı ummuşlardır.

CHP'nin iktidara yöneldiği 1977 Haziran-Temmuz'unda II. MC Hükümeti döneminde, DİSK reformistlerinin ve TKP'nin başını çektiği statükocular Ulusal Demokratik Cephe (UDC) sloganlarıyla CHP'nin iktidara gelmesi için soldan açık destek verdiler.

30 Haziran-2 Temmuz arasında toplanan DİSK Genel Yönetim Kurulu'nun basına yaptığı açıklama, ECEVİT'in değerlendirmesinden pek farklı değildir:

''5 Haziran genel seçimlerinin demokrasi ve ilerleme güçleriyle faşizm ve gericilik güçleri arasındaki çatışmanın çok önemli bir dönüm noktası olduğu ve seçim sonuçlarına göre CHP'nin oy oranının artmasının, oyların bu partiye verilmesi çağrısında bulunan tüm Ulusal Demokratik Güçlerin ortak başarısı olarak değerlendirilmesi gerek(ir).'' (Aktaran Y.KÜÇÜK, Türkiye Üzerine Tezler, 3. Kitap, s.394)

Faşizme karşı mücadeleyi, seçim mücadelesine indirgeyen bu revizyonist-reformist anlayışın, faşizme karşı mücadelede öncülük görevini, dolaylı olarak ifade ettiği gibi, ulusal burjuvazinin temsilcisi olarak gördükleri CHP'ye bırakması, hem de proletarya adına (!) kaçınılmazdı.

II. MC'nin hükümet olmasından sonra paniğe kapılan DİSK reformistleri, işçi sınıfı öncülüğü adına, sadece bir çağrıdan ibaret olarak kalan ve hayat bulması için hiçbir çaba sarfedilmeyen, UDC çağrısında bulunuyordu. Böylesine örgütsüz, cansız bir çağrının, doğrudan CHP'ye yönelik olduğu belli bir şeydi. DİSK reformistleri, işçi sınıfının öncülüğü adına, CHP'ye, ''hükümet kur, seni destekleyeceğiz'' diyordu. Bütün demagojik laflara karşın söylenmek istenen budur. Önce şöyle diyorlar:

''İşçi sınıfımız, onun sınıf ve kitle örgütü DİSK, UDC çağrısını yaparak, her şeyden önce bu öncülüğün gereğini yerine getirmiştir. Öncülüğünü bir kez daha dosta düşmana göstermiştir.'' (agy. s.392)

MC hükümetleri döneminde, yüzlerce ilerici, devrimcinin katledilmesi karşısında sessiz kalan DİSK'in, öncülükten ne anladığı aşağıdaki görüşlerinden daha iyi anlaşılacaktır:

''Ulusal burjuvazinin görüşlerinin ve çıkarlarının etkin politik temsilcisi, köyde ve şehirde yaşayan geniş küçük-burjuva yığınların umut bağladığı CHP'nin UDC (...) içindeki onurlu ve tarihi yerini alması, bu yoldaki güç ve eylem birliği çalışmalarına katılması, işçi sınıfının birliği açısından da önemlidir. (...) Dünyada ve ülkemizde işçi sınıfı düşmanlığı yapan MAO'cular ve bireysel teröre dayananlar hariç, işçi sınıfı içindeki etkinliği az da olsa çeşitli isimlerdeki sosyalist partilerin de UDC içinde yer almaları ve bu uğurda sürdürülen sürekli eylem birliği çalışmalarına katılmaları yararlı olacaktır.'' (Maden-İş'in UDC Deklarasyonu, aktaran Y. KÜÇÜK, T. Ü. Tezler, 3. Kitap, s. 393-394)

Böylece UDC'nin kapsamı belli oluyor: CHP + reformist ve revizyonistler. Faşizme karşı mücadelede barışçıl mücadele taktiğinin sınıf mevzilenmesi budur. Ve böyle bir taktiği, anti-faşist mücadeleyi kanıyla, canıyla verenleri, büyük bir kibirlilikle ''dışta'' bırakması doğaldı.

İşin ilginç yanı, CHP için yapılan çağrının CHP tarafından bile ciddiye alınmamasıdır. ECEVİT, pasifistlerin, kendi peşinden gelmeye ''mahkum'' olduklarını bildiğinden, onlara aldırış bile etmemişti.

UDC'nin misyonu, CHP'nin hükümete gelmesi için soldan destek vermekti; CHP'nin hükümete gelmesinin belli olmasıyla, UDC de bitmiş ve unutulmuştur. Aralık 1977'deki DİSK'in genel kurulunda, UDC'nin mimarı Kemal TÜRKLER, DİSK genel başkanlığından alınmış, yerine CHP'li Abdullah BAŞTÜRK getirilmiştir. Böylece UDC gibi, ''işçi sınıfının öncülüğü''de sona ermiştir.

CHP'nin hükümete gelmesinde aydınların payı da unutulmamalıdır. Aydınlar, DİSK reformistlerinden pek farklı bir tavır göstermemişlerdir. Koro halinde CHP'nin hükümete geçmesini ve faşizme son vermesini arzulamışlardır. O dönemin gazetelerine şöyle bir göz atılsa, aydınların tek çözüm olarak CHP hükümetini gösterdikleri anlaşılır.

Genel olarak küçük-burjuva ''demokrat'' aydın kesiminin sözcülüğünü yapan Cumhuriyet gazetesinin köşe yazarları, aydınlarımızın genel eğilimlerini şöyle yansıtıyorlardı: Başyazar Nadir NADİ yazıyor: ''Ülkemizi çıkmazdan, demokrasiyle karanlıktan kurtarmanın tek seçeneği CHP'ye bir hükümet kurma olanağı tanımaktır.'' (12.6.1977)

''Koalisyonlu zayıf hükümetlerden bıkan ve otorite arayan Alman halkı arasında HİTLER Nazizminin, parlak ve hayali vaatlerle çabucak yayılıp gelişerek devleti nasıl ele geçirdiğini gözleriyle görmüş... bir Türk aydını olarak'' H. V. VELİDEDEOĞLU, gördüklerinden hiçbir ders çıkarmadan ''özlemini'' şöyle dile getiriyor: ''Benim özlemim ve bugünkü toplumsal ve siyasal koşullardan çıkardığım 'gerekircilik' görüşüm, hükümeti en büyük parti olan CHP'nin kurması yönündedir.'' (12 Haziran 1977)

Pasifist, geleneksel Türk aydın tipinin örneklerinden biri olan Oktay AKBAL, CHP'ye, TİP ve TSİP ile bir ''ortaklık'' kurması ve onlara hükümet içinde yer verilmesini tavsiye ettikten sonra, şöyle diyor: ''Türkiye'de faşizmin tırmanışı, kanlı olayların günden güne azması, toplumca bir uçuruma doğru sürükleniş, ancak geniş cepheli, sağduyulu iktidarca önlenebilir. Bu da ECEVİT'in başkanlığında kurulacak bir CHP hükümetidir.'' (10.3.1977)

Yıldız SERTEL, DİSK'in ''Ulusal Cephe'' çağrısını seçimlerden önce yapmamasını eleştirerek ve ''tarihi sorumsuzluk''la suçlayarak, CHP'ye destek çağrısı korosunun içinde yer alıyor: ''CHP bu tehlikeyi toplum içindeki kısmi çelişkinin anti-demokratik, faşist bir rejime yönelmesini önlemek için bu orta yol politikaları güttü, burjuva demokrasisini gerçekleştirerek, Türkiye'yi ileri bir aşamaya getirmek istedi. Kanımca Türkiye'nin ne tür bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu görmeyen veya vaktinde görmek istemeyenler, demokrasinin bu son kalesini desteklemeyenler, büyük bir tarihi sorumluluk altına girdiler. Şimdi Ulusal Cephe diye pazarlanan bazı sol örgüt ve partilere sormak hakkımız değil mi? Seçimlerden önce neredeydiniz?'' (8.11.1977)

Terörün silah kaçakçılığından doğduğunu bilimsel (!) araştırmalarla kanıtlayan (!) ünlü terör uzmanı U. MUMCU, siyasal tutumda CHP'nin arkasına sığınan bir korkak olduğunu, '80 öncesi de kanıtlamıştır. CHP destekçisi Uğur MUMCU şöyle yazıyor: ''Cephe hükümetine karşı savaşan ilerici güçler, güçlerini seçim sandığı ile ortaya koymuşlardır. Bundan sonraki görevimiz, Bülent ECEVİT'in hükümeti kurmasına ve hükümeti kurduktan sonra da barış ve özgürlük getirmesine destek olmaktır.'' (8.6.1977)

Burjuvazi tarafından binbir yolla aldatılan, kandırılan ve şartlandırılan geniş halk yığınlarının, CHP'yi iktidara getirme istediğini anlamak mümkündür. Ancak ''aydın''larımızı, okuyan, yazan, tarihi bilen, her zaman büyük bilgiçlik havalarıyla ders veren ''aydın''larımızı anlamak, hem zor hem de kolaydır. Zordur, çünkü aydın insanların durumu değerlendirememeleri, çözüm olarak çözümsüzlüğü göstermeleri anlaşılmaz. Kolaydır, çünkü, aydın geçinen bu okur-yazar tayfasının beyinleri hem de korkunun ecele faydası olmadığı biline biline faşizmden duydukları korku yüzünden çalışmamaktadır; ''akıl'' değil, içgüdülerle, can korkusu ile hareket etmektedirler.

C- ECEVİT Hükümeti Açık Faşizmin Kurumlaşmasının Önünü Tıkamamış Tersine Açmıştır

1977 Haziran seçimleri öncesi herkese cennet vaadeden, hatta dağ köylerine ''havai hat'' kurulacağını söyleyen ECEVİT, hükümete geldiği 1978 Ocak'ında, birkaç ay içinde topluma barış getireceğini iddia ederek göreve başladı. Gerçi ECEVİT'in barıştan ne anladığı, Kıbrıs'a götürdüğü ''barış''tan belliydi. Buna karşın, yine de halkın büyük kısmı, ''demokrat'' aydınlar, ECEVİT'in gerçekten topluma barış getireceğine inanıyorlardı. ECEVİT, kendisinden beklenenlere, daha başbakanlık koltuğuna oturduğu ilk günlerde, TÜRKEŞ'i ziyaret ederek karşılık verdi. Bu ziyaret sırasında ECEVİT, elini TÜRKEŞ'in kanlı eline uzatarak şöyle diyebiliyordu: ''Can güvenliği, öğrenim özgürlüğü ve asayişe önem vereceğiz''. Böylece ECEVİT'in topluma nasıl bir ''barış'' getireceği ortaya çıkıyordu; ama yine de ECEVİT'in ''Erim yüzü''nün açığa çıkması için 22 aylık bir devreye ihtiyaç olacaktı.

Devletin faşist tarzda örgütlendiği ve ezilen sınıfları faşist yöntemlerle baskı altına aldığı koşullardı, sosyal-demokrat olduğunu iddia eden bir partinin hükümet olması ne anlama gelir? ''İktidar olamayan ama hükümet olabilen'' sosyal-demokrat partinin böylesi bir durumda iki seçeneği vardı: Ya halkın taleplerine kulak vererek ve onun desteğine dayanarak, faşist devlet örgütlenmesini, burjuva demokratik bir örgütlenmeye dönüştürmek, ya da faşizme teslim olarak, faşist devleti daha da güçlendirerek yetkinleştirmek. Üçüncü bir yol yoktur. Ancak, Türkiye'de demokrat geçinen aydınlar ve bir kısım statükocu sol gruplar, meseleyi, hiçbir zaman bu şekilde değerlendirmemişlerdir. Onlara göre sorun, faşizmin iktidara gelmesini önlemek ve burjuva demokrasisini CHP'ye dayanarak korumaktır. Türkiye'yi 1920'lerin Almanya ve İtalya'sına benzetenlerin anlamadıkları şey, sorunun burjuva demokrasisinin korunması ve faşizmin iktidara gelmesinin önlenmesi şeklinde konulmasının, faşizmin ekmeğine yağ süreceğidir. Kaldı ki, durum dedikleri gibi olsaydı bile, faşizmin zaferinin engellenebilmesinin sosyal-demokrasiye güvenerek başarılamayacağı tarihsel bir tecrübedir.

ECEVİT Hükümeti'nin 22 aylık uygulamaları, ML'lerin görüşlerinin doğruluğunu gösterdi. CHP Hükümeti, faşist devleti demokratikleştirmek için hiçbir tedbir almamış, tersine faşist devleti daha da güçlendiren, açık faşizmi kurumlaştıran tedbirler almıştır. Bu durumu Ağustos 1978'de şöyle tespit ediyorduk:

''... İktidara gelmeden halka vaadettiği;

- 141-142'nin kalkacağı,

- Faşistlerden hesap sorulacağı gibi vaatleri yerine getirmesini bir yana bırakalım, 12 Mart döneminin azgın işkencecilerini bile işbaşına getirmiştir. (Bu durum öyle bir hale gelmiştir ki, CHP içinde çatlamalara yol açmıştır.) Faşistlerden hesap sorulacağını (!) söyleyenler faşist devlet mekanizmasını güçlendiren, yetkinleştiren tedbirler almakta, açık faşizm uygulamalarını kurumsal hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bir anlamda CHP, yıpranmış MC'nin uygulamaya sokamadığı ''tedbir''leri uygulamaya çalışmaktadır. Devletin resmi emniyet görevlilerinin bizzat emperyalist uzmanlar tarafından eğitilmesi, jandarmanın seferber edilmesi, halka yönelik baskı, terör ve pasifikasyonun hız kazanması, Kürt halkına yönelik asimilasyonun yoğunlaşması, açık faşist uygulamaların adım adım kurumlaşması ve giderek de halk kitlelerinin buna alıştırılması, faşist devletin yetkinleştirilmesine hizmet etmektedir.'' (Dev-Genç Dergisi, s.1)

CHP hükümeti faşist devleti yetkinleştirmek için ne yapmıştır?

ECEVİT iktidara gelmeden önce, 141-142'nin kaldırılacağı, sivil faşist örgütlerin kapatılacağı, kontr-gerillanın lağvedileceği vaatlerini unutmakla işe başlamıştır. Demokrat aydınlar, bir kısım sol gruplar, bu taleplerin karşılanması için yalvarıp dururken, ECEVİT kestirip atıyordu: ''Mesele TÜRKEŞ meselesi, ÜGD meselesi değil. Mesele ana muhalefet partisi lideridir. MHP'yi de, ÜGD'yi de kullanan O'dur. MHP kapanmış, ÜGD kapanmamış ne olacak?'' (D. AVCIOĞLU, Devrim ve Demokrasi, s. 13) ECEVİT böylece faşizmin vurucu gücü MHP ve Ülkü Ocakları üzerine gitmeyi reddederek, halka ve kendisine güvenen aydınlara sırtını dönüyor ve faşizme cesaret veriyordu.

ECEVİT, hükümeti döneminde yoğunlaşan kontr-gerilla tartışmalarını da bir çırpıda kesmiştir: ''Yaptığım araştırmalara göre Türkiye'de devletçe düzenlenmiş kontr-gerilla resmen yoktur.'' (3.2.1978 tarihli konuşması)

İkiyüzlülüğü karakter edinmiş ECEVİT, sonraki konuşmalarında, kontr-gerillanın varlığını kabul edecektir. Ama hükümet olduğu dönem faşist devletin CIA ile bağlantılı çalışan bu gözde örgütünü koruyarak gerçek yüzünü gösterdi. Böylece ECEVİT'in, faşizm ve devrimciler karşısında tercihini ortaya koyması, yani emperyalizm ve oligarşi yanında saf tutması, İsrafil'in kıyamet borusunu çalmasından farksızdı. ECEVİT'ten hem cesaret alan ve hem de ECEVİT'ten nefret eden faşistler, İstanbul Üniversitesi'nden çıkan bir grup devrimci öğrencinin üzerine bombalar atarak ve tarayarak, faşist cinayetlerini katliam boyutuna vardırdılar.

1 Mayıs 1977'de başlayan ve 16 Mart Katliamı ile devam eden faşist katliamlar daha sonra da sık sık gündeme gelecekti.

16 Mart Katliamı sonrası, DİSK silkinir gibi oldu. Beyazıt Meydanı devrimcilerin kanlarıyla boyanırken, DİSK sadece 20 Mart'ta 2 saat iş durdurma (''Faşizme İhtar'') eylemi yapmakla yetindi. DİSK yöneticilerinin kendi vicdanlarını rahatlatan bu eylem bile, ECEVİT'i çileden çıkarmaya yetti: ''Diktatörlerin tuzağına göz göre göre düşecek kadar sorumsuzsunuz'' diyerek, DİSK yöneticilerine ateş püskürdü. Ama önemli olan faşistlere verilen mesajdı. Şöyle demek istiyordu ECEVİT: Siz saldırın, sizi telin edenlerin hakkından da ben gelirim.

Faşist saldırılar, tüm halk kesimlerine olduğu gibi aydınlara da yönelmeye başladı. Bilim adamları, öğretim üyeleri, yazarlar, evlerinin veya üniversite kapılarının önlerinde pusu kuran faşist katillerce katledilirken, ECEVİT'in yine kılı kıpırdamıyordu. Bütün bu olup bitenlere arkası dönüktü, Hz. LUT gibi geriye dönüp bakınca, taş kesileceğinden korkuyordu sanki.

Aydınlar şaşkınlık içindeydi. Güvendikleri dağa kar yağmıştı. Yine de, denize düşen yılana sarılır misali ECEVİT'e güvenmeye devam ettiler. Refik ERDURAN, aydınların şaşkınlığını, aczini şöyle dile getiriyordu:

''ECEVİT iktidarının en yararlı desteği faşistler. Çünkü, tüm aydın kesimi 'artık illallah' diye ayağa kalkmıyor ve şu iktidara olanca gücüyle yüklenmiyorsa, bunun tek bir nedeni var:

''Faşistler hâlâ ezilmedi. ECEVİT giderse onların devleti ele geçirme komplosu yine hızlanır kaygısı.

''Tuhaf ama gerçek. Bu hükümetin en büyük başarısızlığı, iktidarda kalmasını sağlayan en önemli etken oluyor.'' (Milliyet 13.9.1979)

Aydınlar işte böylesine bir şaşkınlık ve acizlik içinde, faşist namluların ne zaman kendilerine yöneleceğini bekleyip dururken, faşist saldırganlık tüm şiddetiyle sürüyordu. Bu ortamda ECEVİT, ''toplumsal barış''ı sağlayacak tedbirlerini kamuoyuna açıkladı. Tarihin cilvesine bakın ki, bu tedbirlerin birçoğunu ECEVİT, 12 Mart'tan sonra Anayasa Mahkemesi'ne başvurarak iptal ettirmişti. Ama şimdi aynı ECEVİT, ERİM rolü oynayarak, demokratik özgürlüklerin ortadan kaldırılması, halkın polisin insafına terkedilmesi anlamına gelen tedbirleri gündeme getiriyordu. ECEVİT, bu tedbirleri gündeme getirmeden önce, POL-DER'i ve birçok demokratik örgütü kapatarak işe başlamıştı. POL-DER'in kapatılması, POL-BİR'in ise açık tutulması ilginçti. ECEVİT'in ''sivil sıkıyönetim'' olarak adlandırılan tedbirlerinin, kimler tarafından uygulanacağı böylece belli oluyordu. ECEVİT'in faşist devleti yetkinleştirmek amacıyla gündeme getirip, yasallaştırmak istediği tedbirler şunlardı:

Adından başka, Devlet Güvenlik Mahkemelerinden bir farkı olmayan İhtisas Mahkemelerinin kurulması. (Bu mahkemeler siyasi davalara bakacaktı)

Polisin nakil, tayin ve cezalandırılması için yeni tüzük hazırlanması.

Askerliğini komando olarak yapanların polis teşkilatına alınmasının sağlanması.

''Demokratik düzen içinde halkı devreye sokma'' adıyla, muhbirliğin teşvik edilmesi.

Sivil savunmanın güvenlik amacıyla kullanılması.

İl İdareleri, Polis Vazife ve Selahiyetleri, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri, Ateşli Silahlar, Ceza Muhakemeleri Usulleri vb. yasaları kapsayan daha pek çok yasanın çıkarılması.

Pişmanlık yasasının çıkarılması.

ECEVİT'in sivil sıkıyönetimi işte bu tedbirleri içeriyordu. Bunlar tek kelimeyle, faşist devletin güçlendirilmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Bu yasaların hemen tamamının, 12 Eylül döneminde ve günümüzde yasalaştırılarak uygulandığını göz önüne alırsak, ECEVİT'in sivil sıkıyönetiminin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır.

Acaba aydınlar ve bazı statükocu sol gruplar, bugün SHP'nin kuyrukçuluğunu yaparken, ECEVİT'in sivil sıkıyönetim tedbirlerinin üzerinde düşünmüşler midir? Sanmıyoruz! Huylu huyundan vazgeçmiyor. Kırk kere dilleri yansa da, başlarının üzerinde sallanan faşist kılıcın korkusuyla, yine de çorbayı dillerini yakarak içiyorlar.

ECEVİT'in sivil sıkıyönetim tedbirlerini gündeme getirmesiyle, DEVRİMCİ SOL'un daha baştan tespit ettiği görüşler doğrulanmış oldu. ECEVİT ''barış'' getireceğim diyerek, sivil faşistlere gözünü yumdu ve devrimcilere saldırmaya başladı. ECEVİT hükümeti, kamuoyunun baskısıyla yakalanan birkaç faşist dışında, esas olarak sola yöneldi. Tutuklamalar, işkenceler, dernek kapatmalar birbirini takip etti.

Bütün bunlara rağmen ECEVİT, yine de faşizme yaranamadı. ECEVİT'in sivil sıkıyönetim tedbirlerini yeterli bulmayan faşist parti MHP, devrimciler üzerinde terörün daha da yoğunlaşması için doğrudan sıkıyönetim istemeye başladı. TÜRKEŞ 1978 Ekim'inde şöyle diyordu: ''Şanlı Türk Ordusu, devlet ve demokrasinin düşmanlarını, vatan bölücülerini susturacak huzurlu bir ortamı meydana getirdikten sonra, 1979 Senato seçimleriyle birlikte erken seçime gitmelidir.''

MHP'nin sıkıyönetim istemesinin başlıca iki nedeni vardı. Birincisi, faşist saldırıların tüm vahşiliğiyle sürmesine rağmen devrimci mücadelenin durmaması, tersine giderek yükselmesi, halkın faşizme teslim olmaması ve giderek, devrimci saflara daha fazla destek vermesi, bizzat mücadelenin içinde yer almasıdır. İkincisi ise, MHP'nin, AP ile beraber veya tek başına iktidar olmak istemesidir. MHP'nin taktiğine göre ordu iktidara gelecek, devrimci hareketi ezecek, ve ondan sonra da MHP, bir seçim hilesi ya da darbe yoluyla açık faşist diktasını kuracaktır.

Böylece sınıf mücadelesinin bastırılmasına ilişkin iki farklı yaklaşım ortaya çıkmıştı: ECEVİT demokrasi yanlısı (!) gözüktüğü için ''sivil'' bir sıkıyönetim isterken, MHP ise ''askeri'' bir sıkıyönetim yanlısıdır.

ECEVİT'in korkak destekçileri, ''demokrat'' aydınlar ve geleneksel sol, hemen, ECEVİT'in sivil sıkıyönetiminin TÜRKEŞ'in sıkıyönetiminden ehven-i şer olduğunun teorisini yapmaya başladı. Bu şu anlama geliyordu. Asker kurşunuyla değil, polis kurşunuyla ölmek istiyoruz, ya da askere değil, polise teslim olmak istiyoruz. Bu ibret verici tabloyu Dev-Genç Dergisi şöyle anlatıyordu:

''Bir yanda MHP'nin ve çeşitli sağ çevrelerin sıkıyönetim isteği, öte yanda CHP'nin demokrasi havariliği. Ama halk kitleleri açısından değişen bir durum yoktur.

MHP'nin istediği sıkıyönetim, kitleler üzerinde baskı uygulayan resmi yönetimlerin el değişikliğidir. Halk kitlelerine uygulanacak baskı daha da katmerleşecektir. Bugün ise emekçi kitleler sessizce pasifize edilip gerçekten 'anarşi' tehlikelerine karşı, her türlü faşist uygulamaya psikolojik olarak hazır hale getiriliyor. Ve faşistlerin, sıradan halka vahşice saldırıp katliamlar düzenlemeleri, faşist yasa ve uygulamalara biraz daha alışkanlık kazandırmaktadır ve faşist terör bu anlamda amacına ulaşmaktadır.

'Akıllı' sol bizim bu deyişlerimiz karşısında hemen düşünecektir, 'Ne yani sıkıyönetim daha mı iyi?' Elbette daha iyi değil. Ama bugün hiç de 12 Mart sıkıyönetiminden farklı olmayan, hatta daha katmerli baskı var. Yalnız bir fark var. Bütün kuyrukçu geleneksel sol, bürolarında rahat oturup dergisini çıkartıp yazıyor. Tabii ki bugünlük böyle!'' (Dev-Genç Dergisi, sayı.2, s.3, ''Oligarşinin Çıkmazı ve CHP'')

Ölümlerden ölüm beğenmenin bir çıkar yol olmadığını, MHP Kahramanmaraş'daki faşist katliamla ortaya koydu ve böylece sivil sıkıyönetim tartışmaları bir çırpıda sona erdi. ECEVİT Hükümeti, bir kere daha faşizme teslim bayrağı çekerek, onun isteğini yerine getirdi ve birçok ilde sıkıyönetim ilan etti.

Maraş katliamı, sivil faşistlerin resmi devlet güçlerinin yardımıyla gerçekleştirdikleri, 1973-80 döneminin en büyük katliamıydı. Yüzlerce insan en iğrenç yöntemler kullanılarak katledildi; çocuklar öldürüldü, kadınların ırzına geçildi, insanlar ağaçlara çivilendi, diri diri yakıldı. HİTLER ve benzeri faşistleri mezarlarında dirilten bu katliamları burada anlatmayacağız. Sadece şunu vurgulamak istiyoruz: Maraş katliamından yalnızca MHP'li faşistler ve resmi faşist devlet güçleri sorumlu değildir. Bu katliamın gerçekleşeceği, hazırlıklarının yapıldığı, günlerce önce belli olduğu halde, hiçbir şey yapmayan, katliam sırasında gözü dönmüş faşist güruhu durdurmak için kılını bile kıpırdatmayan, başta ECEVİT ve eski 12 Mart generali İçişleri Bakanı İrfan ÖZAYDINLI olmak üzere, ECEVİT Hükümeti de bu katliamdan sorumludur. Öyle görünüyor ki, sınıf mücadelesinden bunalmış ECEVİT ve hükümeti de, sıkıyönetim ilan etmek için bir vesile bekliyordu. Bu yüzden de Maraş katliamına, bile bile seyirci kalan ECEVİT Hükümeti, bu iğrenç ve vahşi katliama ortak olmuştur.

Kahramanmaraş katliamı sonrası sıkıyönetim ilan edilmesi, ECEVİT Hükümeti'nin, kendi idam fermanını kendisinin imzalaması, faşizme teslim olması anlamına geliyordu. Dev-Genç Dergisi'nde yayınlanan 'DEVRİMCİ SOL Bildirisi'nde, bu durum şöyle tespit ediliyordu:

''Yıllardır MHP ve Ülkü Ocaklı faşistlerin saldırıları, emekçi halkımızın, aydınların ve gençliğin can güvenliğini ortadan kaldırmış durumdadır. Tüm bunlar Türkiye ve dünya kamuoyunun gözleri önündeyken; işkenceciler, kontr-gerillacılar, yüzlerce insanın katilleri ortada açık açık dolaşırken; CHP ve lideri ECEVİT, faşist katillerin üzerine gitme cesaretini gösterememiştir, gösteremezdi de zaten. Çünkü reformculuğun varacağı yer, faşist terör karşısında pes etmek, susmak veya onlara teslim olmaktır. İşte CHP faşist teröre teslim olmuştur bugün. CHP Hükümeti'nin faşist devlet aygıtını ve onun kurumlarını kullanmak zorunda kalması, faşist terör karşısında teslim olmasından başka bir sonuç yaratamazdı.'' (Dev-Genç Dergisi, sayı 3, s.3, ''CHP Faşizme Teslim Oldu'' başlıklı DEVRİMCİ SOL bildirisi)

Sıkıyönetim ilanıyla birlikte, halka karşı sürdürülen faşist teröre, sıkıyönetimin terörü de eklendi. Artık faşistlerin giremediği okullara, mahallelere, köylere ordu kuvvetleri giriyor; baskı uyguluyor, aramalar yapıyor, toplu gözaltılar gerçekleştiriyordu. Aydınların ve geleneksel solun ''demokratik sıkıyönetim'' beklentisi de böylece boşa çıkıyordu.

Sıkıyönetim dönemi, bir anlamda, Ecevit Hükümeti'nin siyasal planda hiçbir inisiyatifinin kalmadığı bir dönemdi. ECEVİT, iktidarın tüm iplerini faşistlere kaptırmıştı. Kendisi böylece, faşistler tarafından kullanılan bir kukla durumuna gelmişti ve göstermelik başbakanlığına son verileceği günü, sabırsızlıkla beklemeye başlamıştı.

ECEVİT döneminde, faşist saldırganlığın kitlesel katliamlar boyutuna varmasına, sivil sıkıyönetim ve sıkıyönetim vasıtasıyla hükümetin devrimci hareketlere ve halka karşı, baskı ve terör uygulamasına rağmen sınıf mücadelesi durdurulamadı, devrimci mücadele giderek yükseldi ve gelişti.

MC döneminde geçerli olan iki taktik, 'statükocu sol' taktik ile, devrimci taktik, farklı özellikler kazansa da ECEVİT Hükümeti döneminde de varlığını korudu.

Tüm pasifist sol'un taktiği, ECEVİT ve CHP'nin yapması gereken ''görevler'' üzerine bol bol akıl vermekti. Yani reformizm kuyrukçuluğu.

Uygulanması gereken devrimci taktik ise, faşist teröre karşı halkı devrimci saflarda örgütlemek, mücadeleyi yükseltmek, faşist terörün zaferini engellemek, kurtuluşun Anti-emperyalist, Anti-oligarşik Halk Devrimi'nde olduğunun propagandasını yapmak ve faşizmin koltuk değneği CHP'yi, halkın gözünde teşhir etmekti.

Bu süreçte DEVRİMCİ SOL, yapılması gerekeni yaptı. CHP iktidarının gerçek yüzünü halk kitlelerine teşhir ederken, faşist saldırganlığa karşı da; devrimci şiddet temelinde, ulaşabildiği her yerde, her alanda mücadeleyi yükseltti.

Sıkıyönetim ilan edildikten sonra da DEVRİMCİ SOL, sıkıyönetimin halka ve devrimcilere karşı ilan edildiğini tespit edip, ''anti-faşist mücadeleyi yükseltelim'' çağrısı yaptı.

DEVRİMCİ SOL, sıkıyönetimin MHP'ye karşı değil, halka ve devrimcilere karşı ilan edildiğini tüm güçlerini seferber ederek açıklamış, mücadele araç ve yöntemlerini de bu duruma göre biçimlendirmiştir.

ECEVİT'in sıkıyönetimi döneminde, halkımızın tüm hakları gaspedilmiş, devrimciler tutuklanmaya başlanmıştır... Halkımız üzerindeki faşist teröre ilave olarak oligarşinin resmi terörü başlamıştır.

Bu dönemde sınıf mücadelesinin yükselmesi, Türkiye Kürdistanı'nda da etkisini gösterdi. Kürt ulusal mücadelesi uzun yıllar sonra canlanmaya başlamıştı. Kürt yurtsever hareketi birçok yanlışlar yapmasına karşın esas olarak oligarşiye karşı silahlı mücadele temelinde, Kürt ulusal hareketini geliştirmeye başlamış, oligarşinin Kürdistan'daki uzantılarıyla yoğun bir çatışmaya girmiştir.

Devrimci Hareketimiz ise gelinen süreçte siyasal ve örgütsel planda nitelik sıçraması yapabilecek bir aşamaya ulaşmıştı. Kendiliğindenci bir süreçte legal, yarı-legal ve illegal platformda başlayan; kitlelerin ekonomik, demokratik mücadelesiyle anti-faşist mücadele içinde gelişen Hareketimiz, anti-faşist mücadeleyi yükseltebilmek için, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. O koşullarda doğru olan da buydu. Yani, anti-faşist mücadelenin THKP-C perspektifi doğrultusunda yükseltilmesi, halkın örgütlü gücünü devrimci şiddet temelindeki mücadele ile birleştiren bir siyasal örgütlülüğün yaratılması, yetkinleştirilmesi ve olası bir açık faşizm koşullarına göre hazırlanılması gerekiyordu.

Fakat Devrimci Hareket içerisindeki yeni oportünist hizbin, böyle bir mücadele ve buna uygun örgüt biçimleri yaratmaya niyeti yoktu. Bu nedenle Devrimci Hareket kaçınılmaz bir ayrışma yaşadı. Bu durum, genelde örgütlülüğün bölünmesiyle sonuçlanmış olsa da, Türkiye sınıf mücadelesinin geldiği aşamada nitelik sıçraması yapabilmesi için, Marksist-Leninistlerin göze alması gereken bir zorunluluktu.

D- CHP Hükümetinin Ekonomik Politikası

ECEVİT'in başbakan yapılmasının belki de en önemli nedeni, daha geniş bir toplumsal dayanağı olmasından dolayı, emperyalizm ve oligarşinin sömürüsünü artıracak, bunalıma ''çare'' olacak tedbirleri alabilecek durumda olabilmesiydi. MC Hükümetleri öylesine yıpranmıştı ki, emperyalizm ve işbirlikçi tekelci sermayenin istediği tedbirleri alamazdı. MC döneminde, ülke, DEMİREL'in deyişiyle 70 sente muhtaç duruma gelmişti. ECEVİT, hükümet olduktan sonraki durumu şöyle değerlendiriyordu: ''1974'te hükümeti bıraktığımızda, 230 milyon dolar olan kısa vadeli borçlar, 1977 sonunda 6 milyar doları aşmıştı. Dış ticaret açığı yaklaşık iki katına yükselmişti. Oysa yalnızca petrol dışalımına 1.5 milyar dolar döviz ödememiz, ayrıca kapıya dayanan dış borç faiz ve taksitlerini ve ülkenin daha birçok gereksinmelerini karşılayacak döviz bulmamız gerekiyordu. Enflasyon %50'yi aşmıştı. Devlet dışarıdaki bazı büyükelçilerinin aylıklarını ödeyemez duruma gelmişti. Büyüme hızı önemli derecede düşmüştü.''

Durumu bu şekilde değerlendiren ECEVİT çözümü IMF'nin dayattığı 'istikrar paketi'nde buluyordu. bu bakımdan ECEVİT'in ekonomik politikasının iki amacı olduğunu söyleyebiliriz: Biri dış borçları ödemek veya ertelemek; ikincisi ise dış ticaret açığını düşürmek... Bunlar Türkiye'den emperyalist devletlere ve şirketlere aktarılan artı-değer sömürüsü (burjuva ekonomistleri buna ''kaynak aktarımı'' diyor) anlamına gelir. ECEVİT bu amaçlarını gerçekleştirmede başarısız sayılmaz.

Bu noktada ister faşist, ister sosyal-demokrat görünümlü olsunlar, bütün hükümetlerin hemen hemen aynı ekonomik programı uyguladıkları saptamasını yapmak gerekmektedir. Yeni-sömürge ülkelerin ekonomik yapılarında köklü bir değişim olmadan (ki bu ancak demokratik bir devrimle olabilir) hükümetlerin bu ortak kaderi paylaşması kaçınılmazdır. ECEVİT de ''cennet vaadeden'' programına rağmen, bu kaderi paylaşmaktan kurtulamamıştır.

ECEVİT, emperyalizm ve tekelci sermayenin isteklerini yerine getirmek için, IMF direktiflerini uygulamaya başlar. Bilindiği gibi, IMF direktifleri, yüksek devalüasyon, kamu harcamalarının kısılması ve borçların ödenmesini esas almaktadır. 22 aylık iktidarı döneminde ECEVİT, üç defa IMF'nin dayattığı ''istikrar tedbirleri''ni uyguladı. Bunlar 1978 Nisan, 1978 Eylül ve 1979 Mart'ında gerçekleşti. Elbette bu önlemleri destekleyen ''ilave'' önlemler de alındı.

Ekonomik bunalıma çare olarak uygulanan politikanın sonuçları, emperyalizm ve oligarşi açısından olumlu, halk açısından ise olumsuzdur.

ECEVİT, bu ekonomik politikalar sayesinde, emperyalist devlet ve finans kuruluşlarına olan borçları, emekçi halkı daha fazla sömürerek öder, ya da borçları erteler, yeni borçlar bulur. Bu borçları nasıl bulur? Birkaç örnek verelim: ECEVİT Hükümeti, 150 milyon dolar kredi alabilmek için uluslararası WELS-FARGO tekeline, Toprak Mahsulleri Ofisi'nin tarım ürünlerini rehine verir. ECEVİT, ABD'nin uyguladığı silah ve fiili ekonomik ambargoyu kaldırabilmek için, örneğin taviz vermez göründüğü Kıbrıs konusunda toprak tavizleri verir. Emperyalistlere ödenen bedeller ağırdır. 1979'daki İran İslam Devrimi sonrasında, Ortadoğu'da doğan boşluğu doldurabileceğini ABD'ye söylemiş; NATO'nun ''Havadan Erken İhbar ve Kontrol Sistemi'' çerçevesinde, Konya'da yeni bir üs kurulmasını talep etmiş, böylece ABD ve NATO üslerini yeniden çalışır hale getirmiştir. Yani ECEVİT, emperyalizm ve oligarşinin ekonomik düzenini sürdürebilmek için aldığı ekonomik tedbirler yanında, faşist devleti güçlendiren, ülkeyi ABD'ye daha çok bağlayan siyasal tedbirler almaktan da çekinmemiştir. Sonuçta ECEVİT, dış ticaret açığını, 4043.3 milyon dolardan, 2310.8 milyon dolara indirmeyi başarmıştır! Ama öte yandan dış borçların daha da yükselmesini önleyememiş, dış borçlar 1979'da 14.6 milyar dolara yükselmiştir.

ECEVİT'in uyguladığı ekonomik politikalardan kazançlı olarak çıkan emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazidir. Tekelci burjuvazi bu dönemde bir bunalım politikası izleyerek, yani üretim kapasitesinin yarı yarıya düştüğü, elektrik kesilmelerinin günde beş saati bulduğu koşullarda, ''yok''lar politikasıyla kârlarını olağanüstü derecede artırmıştır. Bu kârlar, yatırımlar yoluyla değil, daha çok spekülasyon yoluyla sağlanmıştır. Hükümetin enflasyon politikasından yararlanan tekelci burjuvazi, bu dönemde en kârlı çıkan sınıf olmuştur. Doğan AVCIOĞLU'nun derlediği bilgileri buraya aktarırsak, bu azgın sömürü hakkında kısa bir fikir vermiş oluruz: ''Prof. Erdoğan ALKİN, 1978 yılında havadan kazançların milli gelirin %40'ını aştığını kabaca hesaplamaktadır. Ona göre 1978 yılında resmi kurdan 25 liraya alınan doların piyasa değeri 50 lira olduğundan, resmi izinli ithalat 117.5 milyar lira açıktan gelir sağlamıştır. Kaçak ithalattan gelir ise 100 milyar liradır. Resmi faiz ile piyasa faizi arasındaki %30 civarındaki fark kredi alanlara 93 milyar sağlamıştır. Resmi fiyattan KİT ürünleri alanlar 50 milyar, fiyatı devletce saptanmış malları karaborsaya sürenler 40 milyar, çeşitli devlet sübvansiyonlarından yararlananlar 50 milyar, emek ve sermaye harcamadan tatlı kazanç elde etmişlerdir. Havadan gelirler, 400 milyarı aşar! (Doğan AVCIOĞLU, Devrim ve Demokrasi Üzerine, s.38)

Elbette, 1940'ların savaş dönemi sömürüsünü andıran sömürü, bu kadar değildir. Tekelci sermaye ve diğer sömürücü kesimler, akla gelmedik yöntemlerle, halkı sömürmüşler, halktan toplanan vergilerle oluşan devlet kasasını soymuşlar, dış borç ve kredileri ceplerine indirmişlerdir.

Bu sömürü tablosunda, halkın yeri nedir? Halk, enflasyon, spekülasyon, karaborsa, vergi sömürüsü altında, azgınca sömürülmektedir. Halkın payına düşen, MC Hükümetleri döneminden farklı değildir. Sefalet, işsizlik, yokluk!... ECEVİT, işçi sınıfının sesini çıkarmadan sömürülmesini sağlamak için, ''toplumsal barış'' adına ''faşizm tehlikesi var'' demagojisini kullanarak, Türk-İş'le işverenlerin işbirliğini sağlamış ve böylece grevleri ve ücretlerin yükseltilmesini engellemeye çalışmıştır. ECEVİT'in ikiyüzlülüğüne aldanan sendikalar, onun hükümeti döneminde uslu durmuşlardır. Bütün bunlara rağmen yine de, MC Hükümetleri dönemine oranla, grevlerde artış olması, sömürü karşısında işçilerin tahammül edilmez bir noktada olduğunu göstermektedir. ECEVİT döneminde, 1978'de grevci işçi sayısı 30.000'e, 79'da ise 40.000'e ulaşmıştır.

Devletin hazırladığı istatistikler bile, sosyal durumun halk aleyhine nasıl bozulduğunu ortaya koymaktadır. ECEVİT döneminde sömürünün en amansız biçimi olan enflasyon oranı, 1978'de %50, 1979'da ise %65 olmuş, işsiz sayısı 3 milyona yükselirken, gelir dağılımı emekçiler aleyhine bozulmuştur. 1977'de ücretlilerin gelir dağılımındaki payı %36 iken, bu oran 1978'de %35'e, 1979'da ise %32'ye düşmüştür.

Sömürü tablosunu daha fazla anlatmak olanaklı, ancak bu kadarı bile herkese ''cennet vaadeden'' ECEVİT Hükümeti döneminin emperyalizm ve oligarşi açısından gerçek bir ''cennet'', halk açısından ise, tam anlamıyla bir ''cehennem'' olduğunu anlatmaya yeter... Tüm bu uygulamalarıyla ECEVİT, 24 Ocak Kararlarının da temellerini atmıştır.

IV- YENİ BİR CUNTAYA DOĞRU: DEMİREL AÇIK FAŞİZMİ HAZIRLIYOR

A- Ecevit Hükümeti'nin Sonu ve AP Azınlık Hükümeti

1979 ortalarına gelindiğinde, ECEVİT Hükümeti gerek siyasal gerekse de ekonomik olarak, emperyalizm ve oligarşi lehine aldığı kararlar ve uygulamalar sonucu iyice yıpranmıştı. Emperyalizm, İran İslam Devrimi nedeniyle Türkiye'nin yükleneceği görevleri yerine getirebilmesi için, sınıf mücadelesini bastıracak, emperyalistlerin ekonomi politikalarını tam anlamıyla uygulayacak bir hükümete veya askeri faşist bir yönetime ihtiyaç duyuyordu. ECEVİT'in ''demokratik'' görünümlü yöntemleriyle, emperyalizmin istekleri yerine getirilemezdi artık.

ECEVİT döneminde kârlarına kâr katan tekelci burjuvazi ve diğer sömürücü kesimler, sınıf mücadelesinin tam anlamıyla bastırıldığı, sömürünün disipline edildiği bir iktidar arzuluyorlardı. Bu nedenle, ECEVİT Hükümeti'ni artık istemeyen tekelci burjuvazinin sözcüsü TÜSİAD açıktan muhalefet yürütmeye başladı ve gazete ilanlarıyla, daha düne kadar baştacı ettiği ECEVİT'e karşı savaş ilan etti.

Tekelci burjuvazi artık nispi demokratik bir rejim istemiyordu. Bunlardan bazılarının aşağıya aktaracağımız sözleri, bunun kanıtlarıdır.

Sakıp SABANCI'nın; ''Parlamento, ekonomi-sanayi gelişmesinin gerisinde kaldı. Hastalığın kökünde ve gerisinde parlamento vardır'' sözlerini, Nejat ECZACIBAŞI; ''Türkiye'nin hastalığı, bir kelime ile ifade etmek gerekirse politikadır'' sözleriyle destekliyor. (Devrim ve Demokrasi Üzerine, s. 22, D. AVCIOĞLU) TÜSİAD ise ilanında, ''bunalımın kaynağında öncelikle gelenek haline gelmiş bir politik savurganlık yatıyor'' (agy, s. 24) diyordu.

Tekelci sermayenin sorunu, sömürünün disipline edilmesi, yani ücretlerin dondurulması ve grevlerin yasaklanması, tarımın vergilendirilmesi, kamu harcamalarının iyice kısılarak, kendilerine aktarılması vb. idi. Bunların yerine getirilmesi için de, mevcut rejimin ortadan kaldırılması, sınıf mücadelesinin kanla bastırılması gerekiyordu. Çünkü MHP'li faşistler ve mevcut devlet terörü yeterli olamamıştı. Kısacası, tekelci sermaye ve emperyalizmin çıkarları açısından, toplum, tamamen sessizleştirilmeliydi, N. ECZACIBAŞI'nın deyişiyle ''demokrasi kurban edilmeliydi.''

ECEVİT hükümeti bunları yerine getiremeyecek kadar güçsüzdü; görevini yapabildiği kadar yapmış, misyonunu yerine getirmişti. Bu yüzden ECEVİT, '79 genel seçimlerini bahane ederek hükümeti bıraktı. Ve AP-CHP koalisyonunun propagandasına başladı. ECEVİT'in kuyruğundan ayrılamayan korkak aydınlar ve pasifist sol da, MHP'li faşizm yerine, AP-CHP koalisyonunun başında olduğu bir faşist devleti tercih ederek, ECEVİT'in ''büyük koalisyon'' korosuna katıldılar. Daha dün, faşizmi AP ile özdeşleştiren ve MHP'yi kapatmanın bu anlamda bir öneminin olmadığını söyleyen ECEVİT ve onu onaylayan aydınlar; şimdi, AP'nin tek başına bir azınlık hükümeti kurmasını ve desteği ise MHP'den değil, CHP'den almasını savunuyorlardı. Bu, CHP-AP koalisyonu olmazsa, tercih edilecek kötünün iyisi bir yoldu. ECEVİT, Kasım 1979'daki olağanüstü kurultayda ''... bugün eğer Adalet Partisi bir hükümet kurmak istiyorsa, Milliyetçi Hareket Partisi'ne böyle bir gereksinme duymadan... hükümeti kurabilir'' diyordu.

İlhan SELÇUK ise o dönem, bir köşe yazısında ''Yoksa Türkiye'de Moliere'in komedilerinden biri mi oynanıyor? Sağcısı solcusu elbirliğiyle Süleyman beyi başbakan koltuğuna iteliyor'' sözleriyle mevcut durumu komediye benzetiyordu.

Gerçekten de Türkiye'de oyun oynanıyordu. Ne kadar karmaşık görünürse de bu oyunun oyuncuları ve roller de belliydi.

Sıkıyönetimli parlamenter faşizm, artık sınıf mücadelesini bastırmaya yetmiyordu. MHP, ordu desteğini alarak, açık faşist bir iktidar kurmak istiyordu. Ve tüm saldırılarını bu amaca uygun olarak yapıyor, ona göre örgütleniyordu. Ancak, hemen bir darbe yapacak denli gücü yoktu ve bu yüzden de AP azınlık hükümetini desteklemek zorundaydı.

CHP'nin çıkarları, kendisinin de sonu olacak bir açık faşizmden yana değildi ama, bataklıkta çırpındıkça batan bir insan gibi, faşizmle uzlaştıkça, açık faşizmin gelişini kolaylaştırmaktan başka bir şey yapmıyordu.

AP, açık faşizmden yana bir partiydi. Onun açısından da, parlamenter faşizm bitmişti, devlet işlemez durumdaydı. Ancak AP, iplerin kendi elinde olacağı bir faşist cuntadan yanaydı. Ve planlarını buna göre yapıyordu.

Devrimci Hareket açısından sorun, açık faşizm mi, parlamenter faşizm mi olduğu değildi. Sorunu, ülkede var olduğu öne sürülen burjuva demokrasisini faşizm karşısında korumak gerekiyormuş gibi ele almak, yani reformistler gibi meseleyi koymak yanlıştı. Açık faşizmi önlemenin yolu, parlamenter faşizme boyun eğmek değil, faşist saldırılara karşı örgütlenerek, silahlı mücadeleyi halkla birleştirmektir. Bu yol, açık faşist cunta koşullarında mücadeleyi sürdürmenin de hazırlığı anlamına gelecektir. ''Tek Yol Devrim'' sloganı bu anlamda, soyut bir propaganda sloganı değil, mevcut durumda halka çözüm yolunu gösteren bir slogandı. AP'li, CHP'li, MSP'li Hükümetler, açık faşizmi önleyecek hükümetler değil, onun önünü açan hükümetler olabilirdi ancak. Oysa burjuva milliyetçisi PDA'dan TKP'ye kadar bütün statükocu sol ''ulusal hükümet'' çağrısında bulunuyordu. Bu, 'kırk katır'ı değil, 'kırk satır'ı tercih etmek gibi bir şeydi. Oportünizmin gerçekçilik adına, mevcut duruma teslim olması anlamına geliyordu.

Bu noktada, CHP-AP Koalisyonu'nun veya CHP destekli bir AP azınlık iktidarının neden kurulamadığına kısaca değinelim.

AP ile CHP'nin neden bir koalisyon hükümeti kuramadığı, bugün bile hâlâ tartışılır. Burjuva yazarları bunu ECEVİT ile DEMİREL'in karakterlerine, kişisel hırslarına bağlarlar. Sol aydınlar ise, bunun bir sorumsuzluk olduğunu, eğer AP-CHP koalisyonu kurulmuş olsaydı, 12 Eylül cuntasının önlenebileceğini iddia ederler.

Meseleyi DEMİREL ve ECEVİT'in karakterleri açısından ele almak, materyalist bir bakış açısı değildir. AP-CHP koalisyonunun neden kurulamadığını ancak o günkü mevcut durumu tahlil ederek anlayabiliriz. AP azınlık hükümetinin kurulması sırasında ve sonrasında, Türkiye'de devrimcilerle karşı-devrimcilerin çatışması giderek gelişiyordu. Devrimci Hareketimizin ve halkın faşistlere karşı mücadelesi yükseliyordu. Devlet, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi karşısında aciz kalıyordu. Polis bölünmüştü, memurlar bölünmüştü, sıkıyönetim yetersizdi. Halkın bazı kesimleri şöyle veya böyle faşist terörün etki alanına giriyordu, geniş yığınlar ise anti-faşist mücadeleye ya katılıyor, ya da destekliyordu.

Tekelci burjuvazinin partileri, sınıfsal nitelikleri gereği kendi çıkarlarını savunsalar da, demagoji ve yalanla halkın desteğini almak zorundadırlar. Bu bakımdan, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, AP ve CHP'nin dayandıkları oy tabanlarının farklı eğilimlerde olması, bu partilerin yönetim kademelerini de ister istemez etkiliyordu. DEMİREL ''milliyetçilerin'' lideri görünümündeydi ve bu nedenle solcularla anlaşması, kendi tabanını kaybetmeyi göze almak olurdu. Öte yandan DEMİREL'in, CHP de dahil sol görünümlü hiçbir partiye, gruba tahammülü yoktu. MHP'yi kendisine vurucu güç olarak almış bir partinin, CHP ile koalisyon hükümeti kurması, sınıf mücadelesinin o günkü seyri içinde mümkün olamazdı. DEMİREL yıllar sonra Cüneyt ARCAYÜREK'e bu durumu, ''bazı meselelerin tabiatında uzlaşma imkanı olmayabilir. Bundan dolayı da 'niye uzlaşmadınız' diye kimse suçlanamaz. Zira her şey uzlaşarak çözülebilseydi, harpler olmazdı, mahkemelere lüzum olmazdı'' şeklinde açıklıyordu.

Görüldüğü gibi DEMİREL'in tavrı, faşist saldırganlığın uzlaşmaz karakterini yansıtıyor. Ancak ECEVİT ve parti üst kademesi, parti tabanının aksine, anti-faşist olmadığı için, DEMİREL'in uzlaşmaz tavrını gösteremedi. Mayasında faşizmle uzlaşma eğilimi taşıyan yeni-sömürge sosyal-demokrasisi, Türkiye'de bu uzlaşmacılığın en aşağılık örneklerini vermiştir. AP-CHP koalisyonunun kurulması için, adeta DEMİREL'e yalvarmışlardır. ECEVİT, ''devleti ve demokrasiyi'' kurtarmak adına, sayısız defa ortak hükümet kurma çağrısında bulunmuştur. CHP'li üyeler faşist kurşunlarına hedef olurken, ECEVİT her şeyi göze alan bir kahraman edasıyla, elini hep faşizmin kanlı eline uzatmıştır. Ve her defasında da, aşağılanarak reddedilmiştir.

CHP-AP koalisyonunun mümkün olmadığı şartlarda, hükümet krizinin biricik çözümü, ''örtülü MC'' yani AP azınlık hükümetiydi.

B- DEMİREL Cunta Koşullarında Uygulanabilecek 24 Ocak Kararlarını Çıkarıyor

DEMİREL, azınlık hükümetini kurduktan sonra ilk saldırısını ekonomik planda yaptı. Çünkü IMF'nin ve oligarşinin ekonomik bunalıma tahammülleri kalmamıştı. Öte yandan sınıf mücadelesi kısa bir süre içinde bastırılabilecek gibi değildi. Bu yüzden ekonomik saldırı sınıf mücadelesinin bastırılmasından sonraya ertelenemezdi.

1979-80'de üretim durma noktasına gelmiş, enflasyon %100'e ulaşmış, dış borçlar ödenemez olmuştu. Ülke kuyruklar ve yoklar ülkesi haline gelirken spekülasyon ve karaborsa, en kârlı ve geçerli kazanç yoluydu. Mevcut ekonomik yapı bu duruma tahammül edemez hale gelmişti.

O döneme kadar uygulamaya sokulan IMF reçetelerinin devamı olan ve daha geniş çaplı emperyalist direktiflerin uygulanması, emperyalizm ve oligarşi açısından bir zorunluluk haline gelmişti.

Oligarşinin bunalımdan çıkış yolu olarak gündeme getirdiği ve bugüne kadar burjuva ekonomistleri tarafından, çok çeşitli adlar altında yorumlanan 24 Ocak Kararları, gerçekte, ülkenin emperyalizmin açık pazarı haline getirilmesi planından başka bir şey değildi. Bu ekonomik plana göre dış borçların ödenmesi, emperyalist şirketlerin ve oligarşinin sermayesinin daha da arttırılması amacıyla, ülkenin bütün zenginliklerinin ve emeğin eskisine oranla daha da çok sömürülmesi gerekiyordu. Bunun için de her şeyden önce sınıf mücadelesinin durdurulması, ''politik istikrar''ın sağlanması şarttı.

24 Ocak Kararları ücretlerin dondurulması, ve giderek daha da düşürülmesi, grevlerin yasaklanması; yatırımların azaltılması ve işsizliğin artması, kamu harcamalarının kısılması yani maaşların dondurulması, eğitim, sağlık gibi hizmetlere ayrılan paraların azaltılması, kamu yatırımlarının durdurulması, aşırı zamların yapılması; sürekli devalüasyon ile ülke üretiminin ucuza dışarıya satılması; yüksek faiz oranlarıyla halkın elindeki son kuruşun da elinden alınması anlamına geliyordu. 24 Ocak Kararları, sömürü ve soygun kararlarıdır ve bu kararları, ülkeyi tamamen emperyalizmin açık pazarı haline getirmeyi amaçladığı için; örneğin 1970 kararlarından ve ECEVİT'in uyguladığı ekonomik politikalardan çok daha kapsamlıydı.

C- DEMİREL'in ve Generallerin Açık Faşizm Hesapları! Tercihi ABD Yapacak

CHP Hükümeti'nin, yükselen sınıf mücadelesi ve derinleşen ekonomik bunalım karşısında çaresiz kalmasından sonra, MHP ve MSP'in parlamentoda AP'ye güvenoyu vermesiyle kurulan AP azınlık hükümeti; oligarşinin parlamenter faşizm koşullarında başvurduğu son çareydi.

DEMİREL'in yeniden iktidar koltuğuna oturduğu koşullarda, Türkiye derin bir ekonomik ve siyasal bunalım içindeydi. Ekonomik işleyişin durma noktasına gelmesi yüzünden, IMF ve oligarşi, emperyalizmin direktiflerinin daha pervasızca uygulanmasını istiyordu.

DEMİREL, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasını oligarşi ve emperyalist tekellerin güvenilir adamı Turgut ÖZAL'a bıraktı. Böylece siyasal ve ekonomik platformda bir işbölümü yapılmış oluyordu. DEVRiMCİ SOL Dergisi'nin l. sayısındaki başyazıda da belirtildiği gibi, ÖZAL ekonomik alanda ''gizli başbakan'' durumundaydı. ÖZAL, IMF ve tekelci sermayenin, ekonomik işleyişi doğrudan kontrolleri altına almalarını temsil ediyordu.

Asıl sorun politikti. Faşist terör kudurmuş bir şekilde sürüyordu. Ancak karşısında, güçlü bir Devrimci Hareket ve anti-faşist yurtsever gruplar vardı. Halk kitleleri ise, daha yoğun bir şekilde devrimci hareketlerin saflarında yer alıyordu.

Bu durum karşısında devlet, tüm resmi güçleriyle saldırmasına rağmen, tam bir çaresizlik içindeydi. Sıkıyönetim bütün terörcü uygulamalarına karşın, devrimci mücadeleyi durduramıyor ve yükselen sınıf mücadelesi karşısında etkisiz kalıyordu.

Bu şartlar altında, emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarını savunan güçlerin, yani ordu, AP, MHP ve CHP'nin kendi planlarında farklılıklar olsa da, hepsi devlet aygıtının yetkinleştirilmesinde, devrimci mücadelenin ezilmesinde birleşiyorlardı. Bunun tek çıkar yolunun ise açık faşizmde olduğu biliniyordu.

DEMİREL'in planı açıktı: Devrimci Harekete ve halka karşı büyük bir faşist saldırı için hazırlıklar yapmak, yani devletin güçlendirilmesi için gerekli yasal hazırlıkları yapmak, ordu ve polisin ihtiyaçlarını karşılamak. Devrimci hareketlere yönelik operasyonlar başlatmak. Bundan sonra da erken seçimleri, faşist silahların tehdidi altında yaparak, parlamentoyu ya tek başına, ya da MHP ile beraber ele geçirerek, faşist parlamentoya dayalı açık faşist bir rejim kurmaktı. Böylece 24 Ocak Kararlarının uygulanabilmesi için, uygun siyasal şartlar da sağlanmış olacaktı.

Türkiye'de o günden bugüne, sürekli olarak açık faşizmin askeri biçiminden söz edilmiş, DEMİREL'in açık faşizm manevraları ise görülüp değerlendirilmemiştir. 12 Eylül döneminde ve günümüzde ''demokrasi'' havariliğine soyunan ve bir kısım sol gruplar tarafından ''demokrat'' olduğuna inanılan DEMİREL'in, gerçek yüzünü AP azınlık hükümeti dönemindeki politikasında görebiliriz.

Olguları bir araya getirdiğimizde, DEMİREL'in faşist parlamentoya dayalı hesaplarını, faşist yüzünü görmek mümkündür.

DEMİREL'in daha iktidara geldiğinin ilk ayında 24 Ocak Kararları'nı alması, onun açık faşizm planı yaptığını gösterir. Çünkü, bugün herkes kabul ediyor ki, 24 Ocak Kararları ancak, halkın tümden susturulup yıldırıldığı, grevlerin yasaklandığı, devrimci hareketlerin ezildiği bir ortamda uygulanabilirdi.

Açık faşist saldırının yasal hazırlıklarını süratle yapmaya başlamıştı. Aldığı yasal tedbirler şunlardı:

2559 sayılı Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası. Bu yasayla polisin yetkileri genişletildi.

3201 sayılı Emniyet Teşkilatı Yasası. Böylece polislerin dernek kurmaları yasaklanıyordu.

5442 sayılı İl İdare Yasası. Bu yasayla vali ve kaymakamların, istedikleri zaman askeri kuvvetleri kullanmalarına olanak tanınıyordu.

171 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüş Hürriyeti Yasası. Bu yasayla gösteriler denetim altına alınıyor, izinsiz gösteri yapanların cezaları arttırılıyordu.

1630 sayılı Dernekler Yasası da, dernek çalışmalarını denetim altına alıyor, devrimci derneklerin kapatılmasını sağlıyordu.

Elbette, DGM, Olağanüstü Hal, 1402 sayılı yasa gibi daha sonra askeri faşist dönemde çıkarılan yasaların da çıkarılması gerekiyordu. Ama mevcut parlamentoda bu yasalar çıkarılamıyordu. Bu nedenle DEMİREL, istediği yasaları istediği an çıkarabilmek için, tamamen faşist bir parlamentoya ihtiyaç duyuyordu. ''Bu anayasayla bu memleket yönetilemez, değiştirilmelidir'' diyerek, 12 Eylül Anayasası gibi bir anayasa taslağını kabul ettirmeye çalışıyordu.

DEMİREL, bugünkü ANAP parlamentosu gibi, istediği an yasa çıkarabileceği bir parlamentoya sahip olmak için, erken seçimlere gidilmesini istemeye başladı. Ve parlamentoyu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kilitledi. Cumhurbaşkanı seçilmesini önlemek için her yola başvurdu. Örneğin seçilmesi olanaksız Saadettin BİLGİÇ gibi bir faşisti, cumhurbaşkanlığına aday gösterdi.

DEMİREL, CHP'siz bir parlamento veya CHP'nin hiçbir varlık gösteremeyeceği bir faşist parlamento arzuladığından, CHP ile bütün köprüleri attı. DEMİREL'in, kamuoyu baskısına rağmen, bırakalım CHP-AP koalisyonu kurulmasını, CHP'nin varlığına bile tahammülü yoktu. Her şey kendi denetiminde faşist bir cunta için yapılıyordu.

Ordunun kendi inisiyatifi dışına çıkmaması, kendinden bağımsız bir faşist cunta tertiplememesi için, ordunun araç-gereç benzeri ihtiyaçlarını karşılamaya azami özen göstermişti.

DEMİREL, sola karşı büyük bir hazırlık içindeydi. 12 Eylül'ün sol karşısındaki başarısını, DEMİREL'in kendi istihbarat çalışmasına bağlamasının, ordunun hazıra konduğunu ima etmesinin nedeni, kendi faşist saldırı hazırlıklarıdır. DEMİREL'in faşist saldırısının bir örneği, 'Nokta Operasyonu'nda yaşanmıştı. DEMİREL'in ''Çorum'u bırakın Fatsa'ya bakın'' direktifi üzerine ordu, polis ve sivil faşistler, Fatsa'ya karşı büyük bir saldırıya geçtiler. Bu saldırının önemi, DEMİREL'in Türkiye çapındaki asıl saldırısının küçük bir örneği olmasındaydı.

DEMİREL'in açık faşizm planlarını hükümet olduğu dönemde yaptığını, Cüneyt ARCAYÜREK şöyle anlatıyor:

''...DEMİREL iki ay sonra ekonominin daha güçleneceği kanısındaydı.

'''Enflasyonu durduracağız; eğer dedikleri gibi bir sonuç çıkarsa seçimden, AP-MHP Hükümeti yapmayacağız da ne yapacağız?'

'''Ama' dedim DEMİREL'e 'böyle bir hükümet oluşursa başımız daha da derde girecek, solun her kanadı birleşecek, daha çok kan akacak.'

''DEMİREL, 'bu da doğru' dedi.'' (C.ARCAYÜREK Açıklıyor, 10. Kitap, s.128)

Olgular tespitimizin doğruluğunu ortaya koymaktadır. 12 Eylül dönemin de DEMİREL'le yapılan bir röportajda, açık açık belirttiği bir şey vardır: ''Ordu görevini yapmadı,12 Eylül'den sonra anarşiyi önleyen ordu aynı şeyi neden 12 Eylül'den önce yapmadı?''

DEMİREL, ordudan 'kazık' yediğini ima ediyordu. Burada önemli olan şudur: DEMİREL, 12 Eylül'de sınıf mücadelesi nasıl önlendiyse,12 Eylül'den önce de, sadece MHP'li faşistlere daha az dokunularak, önlenmesini savunuyordu.

Hükümete geldiğinde siyasi durumu ''yangın'' olarak değerlendiriyordu DEMİREL. Onun faşist planı, MHP ile, bu ''yangın''ın, bu devrimci yangının, devrimcilerin ve halkın kanıyla söndürülmesine dayanıyordu.

MHP'de, DEMİREL'in faşist planı içindeydi. Kuşkusuz TÜRKEŞ'in de ayrı bir faşist planı vardı. Baştan beri, faşist terörle kitleleri teslim almaya, kendisine korkuya dayalı bir faşist taban edinmeye çalışan MHP, elverişli bir durum da ordunun da desteğiyle, faşist bir cunta tezgahlama peşindeydi. Ancak, faşist teröre karşı devrimci şiddet temelinde yürütülen ve kitle mücadelesiyle birleşen devrimci mücadele, faşist MHP'nin planını büyük ölçüde bozmuştur. Bu yüzden MHP, 12 Eylül öncesi koşullarda daha çok DEMİREL'in faşist planı içindeydi. Ancak ordudan gelecek bir faşist cunta içinde de rol almaya hazırdı. MHP'nin hesabı ''hangisi tutarsa''ya dayanıyordu.

Mevcut durumda, hiçbir ciddi planı olmayan ama anlamsız gevezelikler yapmaktan da geri durmayan ECEVİT, postunu kurtarmak ve DEMİREL'le orduya yaranmak için elinden geleni yapıyordu. 27 Aralık'ta verilen ordu muhtırası sonrasında, elinden geleni yaptığını göstermek için, DEMİREL'in çıkardığı bütün yasaları onaylıyor, faşist terörün CHP milletvekillerine dahi yöneldiği bir dönemde, DEMİREL'e ''demokrasiyi kurtarma'' adına öneri üstüne öneri götürerek küçülüyordu. Siyasette kişiliksizliğin ve ikiyüzlülüğün, ''kültürlü'' bir örneği olan ECEVİT, böylece devlete karşı vicdan borcunu yerine getiriyordu. Ama faşist terör tarafından dökülen CHP'lilerin kanları, onu hiç mi hiç rahatsız etmiyordu.

ECEVİT'in önerisi AP ile uzlaşmaktan başka bir anlama gelmiyordu. Böylece, ona göre demokrasi ve devlet kurtulacaktı. ECEVİT 1980 Haziran'ında küçük kurultayda şunları söylüyordu:

''Devleti ve demokrasiyi kurtarmak amacıyla, geçici bir dönem için bir ortak hükümet...

''(bu hükümetin) hedefleri neler olabilir?

''Devleti yeniden devlet yapmak... teröre karşı ortak bir tavırla devletin etkinliği arttırılabilir...

''İyi niyetli yurttaşlarımızı bölücü akımlara sürüklenmekten kurtarabilir.

''Belli bir süre içinde Türk Silahlı Kuvvetleri'ni sıkıyönetim yükünden kurtarabilir...'' (Cüneyt ARCAYÜREK Açıklıyor, 10. Kitap, s.37-38)

ECEVİT bu ''programı'' daha sonra, ''12 Eylül müdahalesine demokratik bir alternatifin programı'' olarak nitelendirecekti. Askeri faşist iktidara karşı, faşist olarak suçlamaktan geri kalmadığı AP ile koalisyon hükümeti... İşte tam da ECEVİT'e yakışan misyon buydu!

Hemen belirtelim ki, karşı-devrimci burjuva milliyetçisi TİKP (AYDINLIK)'den, TKP'ye kadar birçok kesim, ECEVİT'in bu ''ulusal hükümet'' önerisini destekleyerek faşizm karşısında halka değil, burjuvaziye güvendiklerini bir kere daha göstermişlerdir.

Açık faşizm hesabı yapan bir diğer güç ise ordu idi.

DEMİREL'in iktidar koltuğuna oturması üzerinden daha 35 gün geçme den, faşist ordu generallerinin verdiği muhtıra, oligarşinin sivil siyasal güçlerine şu mesajı veriyordu: Ya sınıf mücadelesini durdurup istikrarı sağlarsınız, ya da ben gelir sağlarım.

Zaten sıkıyönetimle idare edilen bir ülkede, ordunun muhtıra vermesinin başka anlamı olamazdı. Ordu, açıkça iktidara aday oluyordu. Faşist bir askeri cunta tezgahlayan generaller, öteden beri uygun bir an kolluyorlardı. Parlamenter faşizm koşullarında, bütün ''meşru'' yolların denenmesini bekleyen faşist generaller, AP azınlık hükümetinin kurulmasıyla, dananın kuyruğunun kopacağını anlamışlardı. AP'nin açık faşist cunta alternatifine karşı, kendi alternatiflerini muhtıra ile kamuoyuna duyurdular.

DEVRİMCİ SOL, ordunun muhtıra vermesinden sonra durumu şöyle tahlil ediyordu:

''Ordunun muhtırası, yalnızca AP ve CHP'ye yönelik değildir. Çünkü sorun yalnızca yıpranmış AP'yi iktidardan alıp yerine bir başkasını koymak değildi, sorunun özü oligarşinin bütün kurumlarının yıpranması ve yönetememesi idi.

(...)

''Artık, bütün koalisyonlar, partiler birer birer denenmiştir. CHP ve AP koalisyonu ise... bir türlü gerçekleşmemektedir. Öte yandan da ekonomik bunalım, oligarşinin deyimiyle 'anarşi' de durmamaktadır.

''O halde ne yapılacaktır? Bu noktada ordunun yönetimi alması artık kaçınılmaz bir 'görev' durumuna gelmiştir. İşte ordunun muhtırası bunun bir belirtisidir ve bugün de ordunun yönetimi ele geçirmesinden 'başka yol yok' propagandasıyla gerekli zemin yaratılmaktadır. (...)

''Ayrıca, uluslararası durumun da bunu gerektiren boyutlarda olduğunu, sanırız burada tekrarlamaya gerek yok...'' (DEVRİMCi SOL Dergisi, sayı 1, s.3, ''Politik Durum ve Devrimci Görevler'')

AP ile faşist generaller arasında ekonomiye yapılacak müdahalede bir farklılık yoktu. Bu nedenle 24 Ocak Kararlarının sonuçlarını beklemek, faşist generaller açısından bir avantajdı. Ancak, 24 Ocak'ın oligarşi ve emperyalizm açısından başarılı olması halinde, DEMİREL'in erken seçiminden önce davranmak ve faşist darbeyi gerçekleştirmek gerekiyordu. Bunun için Beyaz Saray'daki efendisinden onay alması şarttı.

ABD emperyalizminin, Türkiye'deki oligarşik yönetimin bizzat içinde olduğu, 12 Eylül faşist darbesiyle bir kere daha doğrulanmıştır.

DEMİREL'in planıyla, faşist generallerin planı arasında son tercihi yapacak güç ABD idi. CIA, Türkiye uzmanları vasıtasıyla durumu değerlendirdi ve Ortadoğu'da ''istikrarlı'' bir Türkiye'nin, en kısa sürede ve en az maliyetle, ''demokratik saçmalıklar''la vakit kaybetmeden kurulabilmesinin, ancak bir ordu müdahalesiyle mümkün olabileceği sonucuna vardı. DEMİREL'in planı riskliydi. MHP ile kurulacak bir iktidar sınıf savaşımını daha da keskinleştirebilirdi. Halk, MHP'ye duyduğu tepki sonucu, daha aktif olarak devrimci saflara katılabilirdi. DEMİREL'in faşist planı, devrimci hareketin yürüttüğü devrimci şiddet temelindeki mücadele ve halkın mücadelesiyle işlemez hale geldi. AP azınlık hükümeti, ekonomide emperyalizmle oligarşi lehine başarılar elde ettiği halde, devrimcilere ve halka karşı faşist saldırısında aynı başarıyı gösteremedi. Bunda hükümet ile ordu arasındaki çelişkinin de payı büyüktür. Neticede DEMİREL, Washington'da kaybetti.

D- DEMİREL'e Darbe Olacağını ''Yüzlerce Kişi Söylemiştir''

Onyılların kurt politikacısı, açık faşist yönetim planını bir bir uygularken, bir şeyi unutuyordu: Bizim gibi yeni-sömürge ülkelerde, milli krizin derinleştiği, oligarşinin birbiri ardına hükümet dayandıramadığı bunalım koşullarında, son sözü hep emperyalizm söylerdi.12 Mart'ta yediği ''kazık''tan ders çıkaramayan DEMİREL hâlâ kendi açık faşist iktidar planlarında ısrar ediyor, ordunun Kenan EVREN eliyle verdiği muhtırayı üzerine alınmayarak, başka adreslere postalıyordu. Oysa Beyaz Saray'da atlar çoktan değiştirilmiş, kırat ikinci kez geri çekilmiş, ama bu sefer geçmiştekinden tamamen farklı olarak, ömrünün son yıllarını geçireceği köşesine yollanması hesaplanmıştı.

DEMİREL, hem 24 Ocak Kararlarıyla, siyasi baskı önlemleriyle, anayasa değişikliği, polis, sendikalar yasası vb. önerileriyle; dizginsiz faşist teröre yol vermesiyle, askeri faşist bir darbenin tüm nesnel koşullarını hazırlıyor; ama diğer yandan da ordu darbesinin artık gün saydığını, bakanlarının kendisine iletmesine rağmen; bir askeri faşist darbenin yapacaklarını kendisinin de pekala yapabileceği düşüncesiyle onun tüm gereklerini yerine getirdiği inancıyla, aldırmaz görünüyordu. DEMİREL (AP) için sonuçta değişen bir şey olmayacaktı! CHP-AP koalisyon önerisinin reddi vd. konulardaki dayatmalarının anlamı buydu.

12 Eylül generalleri pusuda, DEMİREL iktidarının da çözüm olmadığı, artık ''ordu darbesinin şart olduğu'' düşüncesinin, bilinçsiz halk kesimlerinde vücut bulacağı bir ortamın olgunlaşmasını sabırla bekliyordu. AP Hükümeti; ordunun (emperyalizm ve oligarşinin), kendisine biçtiği sürede alınmasını istediği faşist önlemleri alamaması, çıkarılması gereken faşist yasaları çıkaramaması sonucu ömrünü dolduruyor, DEMİREL bir kez daha oligarşi nezdinde beceriksizliğini gösteriyordu. Generaller, 12 Eylül günü askeri faşist darbeyi gerçekleştirdiler. DEMİREL, haberi olmaksızın kendisine biçilen sürede, askeri faşist darbeyi bu süre dolmadan son anda öğreniyordu. Ama artık yapabileceği bir şey yoktur. DEMİREL'in, ''darbeden, daha önce haberim yoktu'' sözü, beceriksizce yapılmış bir demagojidir.

''Acı'' haberi önce kendisinin eski Dışişleri Bakanı ÇAĞLAYANGİL öğreniyor. Gazeteci Ahmet KAHRAMAN, 12 Eylül'ün II. Ordu Komutanı Bedrettin DEMİREL'e soruyor:

''Dönemin başbakanı Süleyman DEMİREL de darbenin olacağını biliyor muydu?

''-Bedrettin DEMİREL: O da bekliyordu. Yüzde yüz O da bekliyordu. Bir Beyanatında O da, ''devleti yürütemedik'' dedi...

''Eski Başbakan DEMİREL, 12 Eylül'e sonradan karşı çıktı. Haberinin olmadığını söyledi...

''-B. DEMİREL: Aman efendim, O'na yüzlerce kişi söylemiştir, orduda bir şeyler oluyor diye. Hatta Genelkurmay Başkanı (EVREN) Cumhurbaşkanı Vekili'ne (ÇAĞLAYANGİL) söylüyor... Bunlar açıkça söylenecek sözler değil ama...

''Ama buna rağmen darbe hazırlıkları sızmadı (mı)?

''-B. DEMİREL: ...Açıkça söyleyeyim ki, o zamanki en yüksek devlet ricali dahi biliyordu. Biliyor ve bekliyordu.

''Gün ve saatini bilmiyordu öyle mi?

''-B. DEMİREL: Bilmiyordu. Ama o zaman bakanların hepsi bekliyordu. İçlerinden (darbeyi -bn-) tasvip ediyorlardı.

''Konuştuğunuz bakanlardan böyle diyen oldu mu?

''-B. DEMİREL: Olmuştur.

''İsim verebilir misiniz?

''-B. DEMİREL: Veremem, ama 'daha ne bekliyorsunuz' diyorlardı...

''Bu bakanlardan biri (DEMİREL'in-bn-) Savunma Bakanı Ahmet İhsan BİRİNCİOĞLU muydu?

''-B. DEMİREL: Evet zannederim.

''O halde neden bir yıl önce darbe yapmadınız da beklediniz?

''-B. DEMİREL: Olmadı çünkü vasat (ortam)... genel kanaat... kamuoyu... Kamuoyu aynı merkeze tevcih edilmedikçe, tasvibini almadıkça.

''Ortamı olgunlaştırmak...

''-B. DEMİREL: Olgunlaştırmak... Artık olsun değil de... Kamuoyu artık çare kalmadı. Biz demokrasiyi de zedelemeyiz. Maksat başka bir kurtuluş yolunun kalmadığını bütün vatandaşlar idrak etsin.'' (15-16.9.1988 Milliyet)

Savunma Bakanının cunta generallerinin çalışmalarını yakından izlediği bir başbakanın, ''darbeden haberim yoktu'' demesi, görüldüğü gibi, darbenin tüm koşullarını bilinçli olarak yadsımak anlamına gelmektedir. DEMİREL'in bu gerçeği yalanlamaya kalkışması boşunadır.

E- Sivil Faşist Terörle Devlet Terörünün Birleşmesi ve Devrimci Mücadele

AP azınlık hükümeti DEMİREL'in açık faşist planına uygun olarak saldırılarını yoğunlaştırmaya başladı. O güne kadar sivil faşist terörün işlevini tamamlayıcı pozisyonda olan devlet terörü, AP azınlık hükümeti döneminde, sivil faşist terörle kaynaşmış ve hatta yer yer faşist devlet terörü ön plana çıkmıştır. Bu yeni bir durumdu ve devrimci taktiğin de buna göre değiştirilmesi gerekiyordu.

Tasfiyeci'lerle kopuştan sonra, ideolojik, örgütsel ve siyasal planda büyük bir aşama kaydeden ve mücadelesiyle, siyasal gündemin belirleyici bir parçası durumuna gelen DEVRİMCİ SOL, yeni durum ve yeni taktiği şöyle tespit ediyordu:

''...Türkiye'de varolan sivil faşist teröre, resmi devlet terörü de eklendi, hatta devlet terörü sivil faşist terörün yerini alarak emekçi halklara karşı savaş açılmış durumda (...)

''Faşist terörün amacı, bugün biraz daha netlik kazanmış durumdadır: Bitmek tükenmek bilmeyen tutuklama, katliam, işkence ve aramalarla, halkın sindirilmesi ve faşist demagoji altına sokulmasıdır. İşte bu amaçla faşist AP Hükümeti hızlı bir biçimde tüm bürokratik kademeleri yenilemiş ve planlı devlet terörü ile saldırıya geçmiştir. Faşist terörün bu amacını etkisizleştirmenin temel yolu; devrimci şiddeti yalnızca sivil faşistlere yönelik olmaktan çıkarıp, ağırlıkla faşist devlet güçlerine, işkencecilere ve muhbirlere yöneltmekten geçiyor. Çalışma alanlarının özel durumlarına göre, bölgelerde sivil faşistlere saldırılmalı ve faşist terörün nispi olarak kazandığı moral güçlülüğe, halk üzerinde yarattığı korkuya son verilmeli 'güçlü devlet', 'devrimci hareketler ezilecek' imajı kaldırılmalıdır.

''Böylesi bir ortamda (Hareketin) temel taktiği... faşist devlet terörünü etkisizleştirmek ve kitle pasifikasyonunu önlemek için, devlet terörüne karşı devrimci şiddet olmalıdır.'' (DEVRİMCİ SOL Dergisi, sayı 2, Mayıs 1980)

AP azınlık hükümetinin işbaşına gelmesiyle beraber, bu taktiği uygulayan DEVRİMCİ SOL, faşist devlet terörünü etkisizleştirmek için, işkence yapılan, devrimcilerin katledildiği polis karakollarını bastı, faşist polislere karşı eylemler düzenledi, kırsal bölgelerde jandarma karakollarını bastı. Ve bu mücadelesiyle bir bütün teşkil edecek şekilde, kampanyalar çerçevesinde kitlesel gösteriler yaptı, propaganda ve örgütlenme çalışmalarını hızlandırdı. Öte yandan, faşist terörün halk üzerindeki moral üstünlüğünü yıkmak için, Nihat ERİM ve Gün SAZAK'ın cezalandırılması gibi devrimci eylemleri gerçekleştirdi.

DEVRİMCİ SOL'un bu eylem çizgisi faşist hükümeti şaşkınlığa uğratıp, planlarını işlemez duruma getirirken, oportünist-revizyonist sol, faşizme karşı mücadeleyi yükselteceğine, provokasyon edebiyatını ve birbirine karşı sol içi çatışmayı yükseltti. ''Yangın var'' diyen DEMİREL'i sol'dan destekleyerek, Devrimci Hareketimize, ''yangının üzerine körükle gidiyorsunuz'' diye saldırıya geçti.

Statükocu solun taktiği aynıydı; devlet terörüne karşı yükselen mücadele karşısında, ''açık faşizm gelir'' korkusuyla daha yüksek sesle provokasyon çığırtkanlığı yapmaya başladı. Statükocu sola göre, devlet terörüne karşı mücadeleyi yükseltmek, sivil faşistlerin oyununa gelmektir, çünkü devlet faşist değildir. Bu yüzden sivil faşist hareketle bir tutulamaz.

Bu pasifistlerin, değişen şartlar karşısındaki taktikleri buydu. Sivil faşist ve devlet terörüne karşı, devrimci mücadelenin fabrikalarda, kırsal bölgeler de, hayatın her alanında ve Kürdistan'da yükseldiği, onbinlerce işçinin grevlerde olduğu, 120 bin işçiyi kapsayan grevlerin ertelendiği, 300 bin KİT işçisinin greve gitme aşamasında olduğu bir evrede, statükocu solun bu uzlaşmacı taktiği hiç şüphesiz devrimci saflara zarar veriyor, faşizmin ekmeğine yağ sürüyordu. Çünkü bu aşamada anti-faşist bir güç ve eylem birliğinin önemi büyüktü. DEVRİMCİ SOL bunun önemini hep vurgulamıştır. Örneğin şöyle diyordu:

''Faşist devletin tüm güçleriyle halk kitlelerine saldırdığı bir ortamda, gerçekten faşizme karşı olanlar, küçük hesapları bırakmalı eylem birliği-ittifak-güçbirliği hayata geçirilmelidir.

(...)

''Tüm grup ve örgüt sözcüleri faşist devlet terörünü ve neye hizmet ettiğini tekrar tekrar düşünüp tedbirler almak zorundadır. İş işten geçtikten sonra günah çıkarmalar hiç kimseyi kurtaramayacaktır.'' (DEVRİMCİ SOL Dergisi, sayı 2, Mayıs 1980, s.15)

Ama geleneksel sol'un bu çağrılara aldırdığı yoktu. Gelişen sınıflar savaşı onun basiretini bağlamıştı. İçinde bulunulan dönemin tarihi önemini kavramaktan uzaktı. Provokasyon edebiyatına karşı kaleme alınan bir yazıda, aşağıya aktaracağımız şu sözler, dönemin bilincinde olanlarla basireti bağlanan pasifist sol arasındaki farkı ortaya koyuyor:

''Oligarşinin devlet terörüne ve sivil faşist teröre karşı alternatif devrimci şiddet hareketini geliştirip yaymazsak, halk kitlelerinin geçici de olsa faşizmin sultası altına girmesini engelleyemeyiz. Zaman geçmiş değil. Tüm devrimci ve yurtseverler böylesi bir savaşı geliştirmek için canla başla çalışmalıdır. Bu soylu görevi yapamadığımız taktirde, kendisine devrimci ve yurtsever diyen herkes, faşizmin kitleleri sindirmesi ve pasifikasyona uğratmasının sorumlusu olacaktır.'' (DEVRİMCİ SOL Dergisi, Sayı 4, Eylül 1980, s. 14, ''Faşizme Karşı Mücadelede Doğru Devrimci Önderlik Sorunu ve Provokasyon Teorileri'')

Ne yazık ki sol, bu soylu görevin gereklerini yerine getiremedi. DEVRİMCİ SOL'un ve yurtsever grupların mücadelesi işçi sınıfının Tariş, Gültepe (İzmir), Çukobirlik, Antbirlik, Yeni Çeltek, Adana Sabancı Holding'e başlı işyerlerinde yaptığı aktif direnişler ve diğer halk kesimlerinin cesur direnişleri, DEMİREL'in açık faşizm planlarını işlemez hale getirmesine rağmen, askeri faşist cuntanın gelişini engelleyemedi.

F- ''12 Eylül Öncesi'': Oligarşinin Korkusu ve Korkutma Aracı

Amerikancı faşist cuntanın lideri EVREN, burjuva siyasi literatürüne bir deyim getirdi. Bu, ''12 Eylül öncesi''dir. Kendisini ATATÜRK'e benzetmek için tüm davranışlarına büyük özen gösteren, fakat gerçekte daha çok, ''biraderim'' diye hitap ettiği Pakistan'ın ''merhum'' diktatörü Ziya Ül-HAK'a benzeyen EVREN hemen hemen her konuşmasında, ''12 Eylül öncesi'' deyimini kullandı ve miladı, kendisinin iktidara geldiği gün olarak ilan etti.

Bilinçli olarak propagandası yapılan ''12 Eylül öncesi'' teranesi, halkı korkutma aracına dönüştürüldü. Bugün de, 12 Eylül'ün devamı ÖZAL'ın sürdürdüğü ''12 Eylül öncesine dönmeyelim'' propagandasıyla, gerçekte ne anlatılmak isteniyor?

Oligarşinin, bir cellat baltası gibi halkın ensesi üzerinde salladığı ''12 Eylül öncesi'' umacısının birincil amacı, halkın yükselen devrimci mücadelesini ''anarşi'', ''terör'' olarak gösterip, sahip çıkılmaz bir miras durumuna sokmaya çalışmaktır. Bu yönüyle 12 Eylül öncesi, celladın yüreğindeki korku gibi, 12 Eylülcü faşistlerin bir gün gerçekleşecek diye ürktükleri korkulu rüyadır. ''12 Eylül öncesi'' Türkiye sınıflar mücadelesi tarihinde halkın faşizme karşı kavgasının üst boyutlara ulaştığı bir dönemdir. Bu yüzdendir ki, EVREN'le başlayan ''12 Eylül öncesine dönmeyelim'' propagandası, bu mahkemenin savcısı da dahil, bütün oligarşi sözcüleri tarafından, bıktırırcasına sürdürülmektedir. ''12 Eylül öncesi'' oligarşi açısından bir korku dönemidir. 15-16 Haziran'da ve '71 silahlı mücadelesi karşısında duydukları korku gibi bir korku. Oligarşi bu dönemde kendini ölüm döşeğinde hissetmiştir. İğrenç, kanlı ve acımasız terör silahının halkı teslim alamadığı, Devrimci Hareketle bütünleşen halkın mücadelesinin, oligarşinin düzenini salladığı bir dönemi, bu yüzden oligarşinin sözcülerinin, ''tarih öncesi'' olarak görmek ve göstermek istemeleri doğaldır. Ancak oligarşinin diğer sözcüleri gibi, bu mahkeme savcısının da ''12 Eylül öncesi''ni, ne olduğu belirsiz bir ''fetret'' dönemi olarak gösterip, dönemin gerçeklerini canlı canlı toprağa gömmeye çalışması boşunadır.

''12 Eylül öncesi'' propagandasının ikinci amacı ise, halkı tehdit etmektir. Bu yönü ile, 12 Eylül faşist rejiminin sözcüleri, sivil faşistlerin ve faşist devlet güçlerinin vahşi cinayetlerini, işkencelerini, 1 Mayıs ve Kahramanmaraş gibi faşist katliamlarını anımsatıyor ve savunuyorlar. Ve halka şöyle demek istiyorlar: 'Uslu durun, sömürüye, yoksulluğa Osmanlı reayası gibi razı olun, yoksa 12 Eylül öncesi olduğu gibi, kurt köpeklerimizi üzerinize salarız. Dahası 12 Eylül vahşetini tekrar tekrar yaşatırız.' Özellikle, bugün ÖZAL tarafından yürütülen ''12 Eylül öncesine dönmeyelim'' propagandası tastamam bu amaçla yapılıyor.

Bu mahkemenin savcısı da, ''12 Eylül öncesi'' propagandasını mütalaasında bol bol kullanıyor. İddianame ve mütalaa, toplumbilimciler ve psikologlar tarafından, toplumbilimden hiç nasibini almamış, kana, vahşete susamış birinin, histerik çığlıklarının yer aldığı sayfalar yığını olarak incelenecektir...

Savcı 12 Eylül öncesini, ''dış mihrakların bir tezgahı'' olarak yorumluyor ve milyonlarca lirayla, yüzbinlerce silahın Türkiye'ye kaçak olarak sokulmasıyla, dış mihrakların ajanları olan solcuların terörüyle, Türkiye'nin parçalanmak istendiğini belirtiyor. Savcıya göre, 12 Eylül öncesi işte bu kadar basit bir şekilde ortaya konabilir ve bu tahlillere(!) dayanılarak, yüzlerce insanın idam sehpasına gönderilmesi talep edilebilir.

Türkiye'deki eğitim sistemine göre, bir kişinin savcı olabilmesi ve bu mahkemenin savcısı gibi yüksekteki bir koltuğa, soğuk bir yüzle oturabilmesi için, ilk, orta, lise ve hukuk fakültesi eğitiminden geçmesi gerekiyor. Eğitim sisteminin niteliğini yakından biliyoruz, ancak ne kadar gerici olursa olsun, yukarıda belirttiğimiz eğitim sürecinden geçen bir insan; eğer derslerini hiç çalışmadan geçmemiş ve torpil ile diploma almamış ise, yine eğer 12 Eylül faşizminin, ''tek tip itaat'' derslerinden geçmemiş ise; sayfa kenarları yüzlerce insanın darağaçlarında sallandığı süslerle dolu bir iddianame ve mütalaa hazırlayamaz, 12 Eylül öncesini yukarıda belirttiğimiz gibi değerlendiremez. En basit bir eğitim düzeyi bile, sorunları ekonomik, sosyal ve siyasal bağlantılardan kopuk ele alamaz. Biz bu mahkeme savcısının, bütün diplomalarını torpille aldığını iddia edemeyiz. O halde bu mahkeme savcısının 12 Eylül öncesi değerlendirmesini(!) ''tek tip itaat'' derslerine dayanarak yazdığını söyleyebiliriz. Bu bakımdan, savcının 12 Eylül öncesine ilişkin karaladıkları, faşist propagandanın bir devamından başka bir şey olmayan ve ele alınıp eleştirilemeyecek kadar saçma ve basittir. Ancak, biz burada, faşist sözcülerin dillerinden düşürmedikleri ''12 Eylül öncesi''nin bir de emekçi halkımız ve devrimci mücadele açısından ne anlama geldiğine kısaca değinmek istiyoruz.

G- ''12 Eylül öncesi''nin Devrimci Ruhunu Savunuyoruz

Bu mahkeme savcısının, ''dış mihrakların kışkırtmasıyla yaratılan anarşi ortamı'' diye nitelediği, gerçekte ise oligarşi ile emekçi halkımız ve devrimci örgütleri arasındaki sınıf mücadelesinin tarihimizdeki bir kesiti olan, ''12 Eylül öncesi''ne ilişkin düşüncelerimizi genel hatlarıyla ortaya koyarken bu gerçeği bir kez daha tekrarlıyoruz.

Bizleri ''yargılama'' talihsizliğine uğramış sizlerin ve başta bu mahkeme savcısı olmak üzere, oligarşi ve onun sözcülerinin ''12 Eylül öncesi''nin devrimci ''yangın''ını hatırladıkça, uykularının kaçtığını biliyoruz. Ama ''12 Eylül öncesi''; MHP'li faşistlerin ve devletin cinayetlerine, katliamlarına karşı halkın can güvenliğini sağlayarak onları faşizmin karşısına dikmek ise, 12 Eylül öncesini savunuyoruz.

''12 Eylül öncesi''; halkın boğazını sıkan emperyalist IMF ve zamlara karşı çıkmak, onlara karşı savaşmak anlamına geliyorsa, 12 Eylül öncesini savunuyoruz.

''12 Eylül öncesi''; başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın tüm kesimlerinin faşizme karşı devrimci eylem içine girmesi, örgütlendirilmesi, sorunlarına sahip çıkılması, işkence merkezi karakolların basılması, emekçilerin devrimcilere kucak açması ise, 12 Eylül öncesine sahip çıkıyoruz.

Biz, 12 Eylül öncesinde faşist katiller tarafından ölüm kusan namlularla, bombalarla, işkencelerle katledilen devrimcilerin, ilericilerin, faşizme karşı olan herkesin anılarına, mücadelesine, devrimci onurlu mirasına sahip çıkıyoruz.

İşkenceci faşist polislerin karakollarda, polis otolarında tir tir titrediği, emekçilerin oturduğu mahallelere giremediği, MİT mensuplarının görev yapamadığı, işkenceci subayların can telaşına düştüğü 12 Eylül öncesini savunuyoruz.

Oligarşi ve emperyalizmin çıkarlarının bekçileri, bu mahkemenin heyeti, savcısı, sizler, 12 Eylül öncesinin neyine sahip çıkıyorsunuz? Bunu açık açık söyleyemezsiniz! Ama biz söyleyelim:

Size ''12 Eylül öncesi''nden, faşist terör kalıyor!

Size faşist cinayetler, katliamlar, işkenceler kalıyor!

Size halkımızın açlığı, yoksulluğu, sefaleti, sömürüsü kalıyor!

Size ülkemizin emperyalizme peşkeş çekilmesi kalıyor!

Evet, size bunlar kalıyor! Bunlara sahip çıkabilir misiniz?

''12 Eylül öncesi'' Türkiye sınıf mücadelesine kazandırdığımız Devrimci Ruh, halka inanç ve bağlılık, fedakarlık ve atılganlık yani sınıf mücadelesine devrimci dinamizm kazandıran geleneklere sahip çıkmak, 12 Eylül öncesine dönmeyi istemek anlamına geliyorsa; oligarşi ve sözcülerine bir çift sözümüz var: Biz 12 Eylül öncesinden hiç çıkmadık ki!

Biz 12 Eylül öncesinin Devrimci Ruhunu savunuyoruz.

''12 Eylül öncesi''ni, bize ve halkımıza karşı korkutma aracı olarak kullanmak isteyenler, şunu bilsinler ki, biz emekçi halkımızın 11 Eylül'ünü, sınıf mücadelesini yeniden yaratacağız. Ama bu defa onu zaferle taçlandırarak!