''-Mr. President, Türk Ordusunun komuta heyeti Ankara’da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti'' (abç)
Evet, 12 Eylül günü yerel saatle 20.00 civarında ABD Dışişleri Bakanı MUSKİE ''Damdaki Kemancı'' oyununu izleyen CARTER’e cuntayı böyle haber verdi.
Türkiye tarihinde önemli bir dönemece girildiği gündü. Türkiye halkları için kapkara bir dönem; sermayedarların ise ''artık gülme sırası bizde'' diye karşıladıkları bir sefahat dönemidir.
Oligarşinin temsilcileri yıllardır ''12 Eylül öncesine dönmek mi istiyorsunuz'' demagojisi ile halkı korkutmaya çalışıyor. Ama artık kimseyi korkutmuyor bu demagoji. Çünkü halk deneyleriyle 12 Eylül öncesini ve sonrasını bugün çok daha iyi kıyaslayabiliyor ve yarın bu kıyas çok daha net ve etkin tavır almaya gebedir. Yıllardır ''anarşi-terörü önledik'', ''kardeş kavgasını önledik'', ''ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtardık'' demagojisinin toz-dumanı arasında boğazındaki lokmalar birer birer çalınan halk, artık kaybedecek bir şeyinin kalmadığını görüyor. 12 Eylül’de kurtarılanın kendisi değil batık bankerler, bankalar olduğunu, ıskartaya çıkmış fabrikaların, emeğinden, alınterinden çalınan milyarlarla nasıl kurtarıldığını, kimlere kırk kere köşe döndürüldüğünü, halk çok iyi biliyor.
Yaşayarak öğrendi halk .
''Anarşi-terörü önledik'' diyenlerin terörünü, binlerce kişinin işkencelerde, sokakta, dağda ve darağaçlarında katlinde; yüzbinlerce insanın işkence-hanelerden geçirilişinde, köy meydanlarındaki toplu dayak uygulamalarında yaşadı.
''Sağ-sol kavgasını önledik'' diyenlerin, bununla, solun elini kolunu bağlayarak tek yanlı saldırıyı kastettiğini anladı.
''Ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtardık'' diyenlerin, ülkenin dış borçlarını neredeyse üçe katlayarak ekonomiyi batağa sürüklediğini ve ülkeyi emperyalizme daha fazla peşkeş çektiklerini, ülkenin her tarafını Amerikan üsleri ve tesisleriyle işgal ettiklerini ve bugün Kürdistan’daki operasyonlarda Vietnam katliamının deneyimli ''askeri danışmanlarını'' kullandıklarını gördü.
''Ekonomiyi düze çıkarttık'' diyenlerin oligarşiyi iflastan kurtarırken, halkın boğazının sıkıldığını, toplumda korkunç derecede çürümenin, yozlaşmanın başladığını, yüzbinlerce genç kız ve erkeğin fuhuş ve uyuşturucu batağına itildiğini, Amerikan kültürünün topluma nasıl şırınga edildiğini, damarlarında, duygu ve düşüncelerinde hissetti.
Evet, Türkiyeli emekçi halklar, kendisine pahalıya patlamış da olsa deneyleriyle görerek, hissederek, kanıyla, canıyla yaşadı, yaşıyor, öğreniyor, ve artık ''12 Eylül öncesine dönmek'' demagojileri kimseyi korkutmuyor. Çünkü, 12 Eylül öncesinden asıl korkanın oligarşi olduğunu görüyor. Oligarşi, mezarlıktan geçerken korkusunu yenmek isteyen insanın ıslık çalması gibi, 12 Eylül öncesini hatırladıkça ‘o günlere mi dönmek istiyorsunuz?’ diye bilinen nakaratı söylüyor. Evet, 12 Eylül öncesine dönmek istiyoruz! Bu yanıtı verenlerin sayısı her geçen gün artarken, 12 Eylül günü saat 04.00’ü açık açık savunanların sayısı bir elin parmakları kadar bile yok.
Nerede, 12 Eylül günü zafer çığlıkları atanlar?
Nerede, ''ordu, demokrasiyi kurtardı'' diyerek gırtlaklarını yırtanlar?
Nerede, beş generali avuçlarını patlatırcasına alkışlayan yaltakçılar?
12 Eylülcü kalemşörler nerede?
Beş’li generaller çetesinin geçtiği yerlere halı döşeyip, tüm ilk ve orta dereceli okulları tatil ederek, öğrencileri yol boyu dizenler, alkışlatanlar nerede?
Nerede 12 Eylül’e kefil olacak altıncı kişi?
12 Eylül vurguncularının yarattıkları düzenlerini savunmaya cesaretleri yok. Çünkü, bu bir utanç dönemidir. Bir avuç azınlığın dışındaki herkese karşıdır. Herkese zarar vermiştir. Bunun için 12 Eylül’lerden çıkarı olanlar bile, onu açıkça savunamıyorlar.
8 yıl sonra kendini savunacak kimse bulamayan 12 Eylül’ü isteyenler, o zaman da bir avuçtu, şimdi de. Çünkü,12 Eylül oligarşinin belli başlı sorunlarına çözüm bulmak için, tarihe en kaba dikişlerle yamandı.
Cunta lideri EVREN, bu durumun son şansları olduğunu en iyi şekilde kullanacaklarını söyleyecekti. Kimin son şansıydı bu? 12 Eylül’e kim, neden gereksinme duydu? Bu sorunun cevabını verelim.
12 Eylül askeri faşist cuntasının geliş nedenleri konusunda bugüne kadar çok şey söylendi, çok yazıldı. Ancak Marksist-Leninistler devrimci ve yurtseverler dışında kalan kesim yazdıklarıyla ortalığı bulandırmaya, toz-duman arasında gerçekleri gizlemeye, hatta hedef şaşırtmaya, 12 Eylül'ün haklılığını ispatlamaya ya da 12 Eylül ile ilgili tali şeylere dikkat çekmeye özel bir önem verdiler.
Tarihe diyalektik materyalizmin bilimsel yöntemiyle bakmayanlar, daima havayı dövmüşlerdir.12 Eylül'e bütünsel olarak bakamayan burjuva, küçük-burjuva tarihçiler, yazarlar vd.nin konuyu açıklayamaması doğaldır; daha doğrusu gerçeği halk kitlelerine anlatmak diye bir sorunları da yoktur zaten. Çünkü 12 Eylül'ün belli noktalarına karşı çıkmış da olsalar, esasta desteklemişler, akıl hocalığı yapmışlardır.
12 Eylül'ün, ''zorunlu olduğu'', ''yapılacak başka bir şeyin kalmadığı'', ''biraz daha gecikseydi ülkenin uçuruma yuvarlanmaktan kurtulamayacağı'' iddiasında olanların yalanlarını, demagojilerini ve gerçekleri ters yüz etmelerini ortaya sermek için, 12 Eylül 1980'den biraz geriye gidip, 1978'den itibaren bazı gelişmeleri kısaca anlatmak yeterli olacaktır.
-Genelkurmay Başkanı Kenan EVREN, üç kişilik özel ekipten etüt istiyor: ''Bu aşamada silahlı kuvvetlerin müdahalesine gerek var mıdır? Varsa böyle bir müdahalenin temeli ne olabilir?'' (M. A. BİRAND, age, s.30)
-'78 sonbaharında orduda ''iktidara el koyma zorunluluğu doğduğu'' kanaati oluşuyor.
-'79 başları: Eşgüdüm toplantılarında ordu sürekli hükümetten şikayet ediyor. (C.ARCAYÜREK Açıklıyor, cilt 8, s.159)
-'79 yılı boyunca süren toplantılar: ''Bu iş böyle yürümez'' şikayetleri.
-'79 Haziran: Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri'nin ABD'ne ziyaretleri sıklaşıyor.
-30 Ağustos 1979: Genelkurmay mesajı müdahale imajları taşıyor.
-''Bir müdahale için 'gerekli' olan ortamın tam olgunlaşması''nı bekleyen ordu 29 Eylül 1979'da darbe düşünüyor.
-6 Eylül 1979: Bülent ULUSU C.ARCAYÜREK'e ''memleket elden gidiyor, hatta gitti. Eğer bunlar el ele vermezse biz MÜDAHALE ederiz.'' (C.ARCAYÜREK, age, s.270)
-Turhan FEYZİOĞLU, Adnan Başer KAFAOĞLU ve Coşkun KIRCA, cunta için toplantılar yapıyor. Coşkun KIRCA ve A.B. KAFAOĞLU anayasa hazırlıyorlar.
-14 Ekim 1979 seçimi sonrası ordu, CHP-AP hükümetleri isteklerinden vazgeçiyor: Cunta kararı kesinleşiyor.
-22 Ekim 1979 MGK toplantısı bildirisinde her şey normal. 21 Kasım 1979 MGK toplantısındaki bildiride yani bir ay sonra hava tam tersi. Bir ay içinde ne oldu?
-13 Aralık 1979: Uyarı mektubu için toplanan cuntacıların düşüncesi:
''... Bırakalım bu politikacılar biraz daha batsın ki, biz müdahale ettiğimiz zaman ne içerden ne dışarıdan kimse bir şey diyemeyecek duruma girsin. Haklılığımız yüzde yüz biçimde anlaşılmış olsun.'' (M.A.BİRAND, age, s. 134)
Cuntacılar durumun düzeltilmesini mi, batmasını mi istiyorlar?
-27 Aralık 1979: Uyarı mektubu veriliyor. Cuntanın koşulları hazırlanıyor.
-31 Aralık 1979: Kimseye görünmeden Cumhurbaşkanlığı köşkünde toplanan kuvvet komutanları Fahri KORUTÜRK'ten destek istiyor.
-''Bence bir müdahale için hazırlıksızsınız ancak bunu mutlaka yapmak istiyor ve beni engel olarak görüyorsanız hemen istifa ederim.''
''Demokrasinin bekçisi'' KORUTÜRK cuntaya yolu açıyor.
-Ocak-Mayıs 1980 arası komutanlar cuntanın ayrıntılarını tartışıyor.
-Kenan EVREN, CHP'li EYÜBOĞLU'na soruyor: ''İlerde bir devlet görevi almayı düşünmez misiniz?''
Kendini Türkiye'nin efendisi sayan Kenan EVREN, 23 Şubat 1980'de, hükümetten habersiz, ROGERS'in isteği doğrultusunda, hükümetin Yunanistan'a karşı kozu olan NOTAM'ı kaldırıyor. Cunta resmileşmeden Türkiye'yi bağımlılık zincirine biraz daha sıkı bağlayan satış planları uygulanmaya başlanıyor.
-Darbe günü (11 Temmuz 1980) DEMİREL güvenoyu alınca erteleniyor.
-9 Ağustos 1980 son hazırlıklar tamam, komutanlara tarih bildiriliyor: 12 Eylül 1980.
-11 Eylül 1980: Üslerdeki Amerikalılara uyarı: ''Sokağa çıkmayın''.
-11 Eylül 1980 : Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin ŞAHİNKAYA Amerika 'dan dönüyor.
-12 Eylül 1980: Türkiye'den Amerika aranıyor.
''-Paul, seninkiler nihayet yaptı. ( Your boys have done it)
-Kim benimkiler, neden bahsediyorsun?
-Senin generaller, Türkiye'de darbe yaptılar.
-Oo öyle mi? Çok memnun oldum.'' (M.A.BİRAND, age,s.286)
Şimdi soralım: 12 Eylül 1980 günü cunta yapanlara 1978'de ilham veren koşullar neydi?
''Anarşi ve terör''den 5 bin kişi mi ölmüştü?
Ordunun çıkarılmasını istediği yasalar meclisten geçmemiş miydi?
Cumhurbaşkanı seçimi tıkanmış mıydı?
Döviz yokluğu yeni bir olay mıydı?
Anayasadan oligarşinin şikayetleri yeni miydi?
Yüzbinlerce işçi grevde miydi? Fabrikalar mı durmuştu?
Hükümet bunalımları had safhada mıydı?
Politikacılar tencerenin dibini mi pisletmişlerdi?
.....
Soruları çoğaltmak olanaklı. 12 Eylül 1980 günü televizyonda ''niçin yönetime el koyduk''larını anlatan K.EVREN, daha 1978 yılında, bir cuntanın ''gerekçeleri neler olabilir?'' diye üç kişilik özel bir ekibe etüt yaptırırken, anlattığı gerekçelerin hangileri vardı?
Daha 1978 yılında bir cuntaya karar veren ve ''bırakalım biraz daha batsınlar ki, biz müdahale edince kimse bir şey diyemesin'' diyenler yurtseverlikten, ülke çıkarlarından sözedebilirler mi? ''Bizim koltukta hevesimiz yok'' diye halka şirin gözükmeye çalışanların, kendilerini cumhurbaşkanı seçtirmek için çevirdikleri dolaplardan, edindikleri servetlerden sonra, ''kendim için bir şey istemiyorum'' demeye dilleri varabilir mi?
Peki, 1978 yılında tezgahlanmaya başlayan cuntayı sağır sultan bile duymuşken, yıllarca devlet yönetmiş, parti yönetmiş-yöneten DEMİREL'lerin, ECEVİT'lerin bunu anlayamamaları olanaklı mı? Cunta kendilerine siyaseti yasaklayınca ''anti-cuntacı'', ''demokrasi kahramanı'' kesilenlere, MİT ve partilerinin görüşünü savunan komutanlar bilgi vermiyorlardı diyelim, peki gazete de mi okumuyorlardı? Genelkurmay Başkanının 30 Ağustos konuşmalarını da mı dinlemediler? Dinlemediler diyelim, peki 27 Aralık 1979 tarihli ''uyarı mektubu''nu da mı okumadılar? Okuyunca 12 Mart öncesini anımsamadılar mı, tarih bilgileri bu kadar kıt mıydı?
''Haberimiz yoktu'' açıklamalarıyla mağdur pozlara bürünenler kimseyi inandıramazlar. Onlar cuntanın suç ortaklarıdır. Kendi denetimlerinde bir cunta düşünenler, koltuk meraklılarına çatınca planları bozulmuş, ellerinden oyuncakları alınan çocuk örneği ağlamaklı olmuşlardır.
Aylar, yıllar öncesinden bağıra çağıra ''ben geliyorum'' diye ilan çıkartan cuntacılara suç ortaklığı yapanların en başında, burjuva politikacıları gelir. Partileri kapatılıp, siyasetten men edilinceye kadar sessiz kalarak cuntaya onay vermişlerdir. Hem onlar değil miydi, 12 Eylül döneminde cuntacıların iki dudağı arasından çıkan sözlerle yasa olan şeyleri gündeme ilk getirenler? Polis Yasasını, Pişmanlık Yasasını, vb. ilk öneren ECEVİT değil miydi? 12 Eylül'le halkın yoksullaştığını açıklayan DEMİREL, 24 Ocak'ın mimarı değil midir? İnsan hafızası bu kadar zayıf değildir. Hele halk hiç unutmaz!
Evet, ''her on yılda bir cuntanın yapıldığı ülke''de 1978'de başlayan cunta hazırlıkları, 12 Eylül'de askeri faşist cuntanın işbaşına gelmesiyle meyvelerini vermiş ve bu meyveleri emperyalizm ve oligarşi toplamıştır. Çünkü, askeri faşist cunta, emperyalizm ve oligarşinin programıdır; emperyalizm ve oligarşinin temsilcisidir. 12 Eylül cuntası için eğer bir sorumluluktan, ''uçurumun kenarından kurtarmadan'' sözedilecekse, bu, emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarının kurtarılması ve korunması zorunluluğudur. Emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarının, ülkenin ve halkın çıkarları gibi sunulması demagojiden, ihanetin gizlenmesinden başka bir şey değildir.
12 Eylül dönemi açıklanarak, bu tarihsel kesit çözümlenmek isteniyorsa, emperyalizm ve oligarşinin 12 Eylül'ü gerçekleştirdiği dönemdeki iç koşullar ve onu tamamlayan uluslararası gelişmeler, birlikte değerlendirilerek tüm boyutlarıyla ortaya konmak durumundadır.
Cunta bağıra çağıra geliyordu. Ve cunta generallerinden Bedrettin DEMİREL'in de itiraf ettiği gibi, cuntanın tezgahlandığından düzen partilerinin de haberi vardı. Üstelik bir cuntayı davet edenler de onlardı.
DEVRİMCİ SOL bir cuntanın tezgahlandığını daha 1979 yılından itibaren Türkiye halklarına açıklamıştır. 6 Eylül 1979'da çıkan Dev-Genç Dergisi'nin 4. sayısında ''CHP Sınıf Mücadelesini Durdurabilecek mi?'' başlıklı yazıda, ''30 Ağustos bayramı dolayısıyla KORUTURK'ün demeci bir kez daha halk kitlelerinin açık faşizmle tehdit edilmesidir'' deniyor ve ekleniyordu:
''Şimdilik ABD hükümeti, ECEVİT ve şürekasını hâlâ desteklemektedir. MC'nin tüm çabalarına rağmen ABD'nin kredi musluklarını açmasıyla CHP iktidarı bir dönem daha iktidarda kalmayı becermiştir. Buna rağmen ABD, MC ile de flört ederek ikili oynamaktadır. CHP'nin artık kullanılacak bir şeyi kalmayınca yeni alternatifler için MC partileri ve cunta, ABD için her an tetikte beklenmelidir. Ve bu doğrultuda CIA'nın politikası çok yönlü sürmektedir''(abç)
ABD'nin tetikte tuttuğu cuntayı zorunlu kılan koşullar Dev-Genç Dergisi'nde şöyle değerlendiriliyordu:
''Emperyalistlerin güven ve desteğini kazanmanın, onlarla daha sıkı çıkar birliğine girmenin temel yolunun emperyalizmin övgüsünü ve itimadını kazanmış, sınıf mücadelesine karşı acımasız ve kesin tavır alan, tekellerin bekasını düşünen hükümetler olduğunu çok iyi bilinmektedir. İşte CHP'yi hükümetten alaşağı eden budur.
''Sınıf mücadelesinin yeterince balyoz hareketiyle bastırılamaması, faşistlere arenanın tam olarak teslim edilememesidir.
''Tabii ki bu durum devam ettikçe de ne tekellerin huzurunun sağlanması, ne de ABD emperyalizminin Ortadoğu'daki en güvenilir sıçrama tahtası ve üssü olma, ülkesi olma durumunu kazanamamıştır Türkiye...
(...)
''27 Aralık'ta komutanlar tarafından Cumhurbaşkanına verilen muhtıra, -emperyalizmin genel olarak Ortadoğu'daki son gelişmeler ve özel olarak da Türkiye'de sınıf mücadelesinin gelişmesine paralel olarak- oligarşinin mevcut iç çelişkilerinin sonucu baskı ve terör uygulamada rahat hareket edemediğini; çeşitli demokratik hareketlerle halk muhalefetinin bastırılmasını, mevcut yasal görünümdeki hükümet ve parlamento içerisindeki çıkar çatışmalarının polemiğiyle başaramayacağını belgelemektedir.'' (Sayı 4, 21 Ocak 1980, ''Emperyalizm, Ortadoğu'da Güvenilir Bir Üs, Halka ve Devrimcilere Karşı Baskı ve Terörü Azgınlaştıracak Bir Savaş Yönetimi İstiyor'' başlıklı yazıdan)
Koşulların cuntayı dayattığını tespit eden Devrimci Hareketimiz tüm sorunun cuntanın meşruiyetinin sağlanması olduğunu, aynı yazının şu satırlarında dile getiriyordu:
''Gelecek askeri cunta iktidar olmadan önce, kendi açısından tüm 'meşru' yolların denenmesini gündeme getirmek zorundadır. Ve cunta resmi olarak kendini ilan ettiği zaman, kamuoyunda; 'artık başka çıkar yok' düşüncesi oluşmalıdır. İşte Amerikancı askeri paşalar, bu senaryonun perdelerini bölüm bölüm bu biçimde açmaktadırlar.''
Bir cunta için ''meşru'' zeminin yaratılmasının beklendiğini, Ocak 1980'de tespit eden Devrimci Hareketimiz; bastırılamayan devrimci mücadelenin ulaştığı boyutun oligarşiyi korkuttuğunu, oligarşinin krizinin derinleştiğini, emperyalizmin Ortadoğu'daki çıkarlarının Türkiye'nin güvenilir bir ABD üssü haline getirilmesini gerektirdiğini ve oligarşi içi çelişkilerin had safhaya vardığını, tüm bunların da bir cuntayı dayattığını tespit ediyordu. Nitekim,12 Eylül cuntasının gelişi ve hedeflerine varmakta kullandığı araçlar, uygulamalar ve bugün gelinen nokta gözönüne getirilecek olursa DEVRİMCİ SOL'un daha 1980 Ocak ayında yaptığı tespitleri doğruladığı açıkça görülmektedir.
Bir sis perdesi ardına gizlenmek istenen 12 Eylül'ün bu ''iç'' ve ''dış'' nedenlerini incelemek ve halkımıza gerçekleri biraz daha açıklamak istiyoruz. İstiyoruz ki, kapalı kapılar ardında ülkeyi parsel parsel satanları, emekçi halkın geleceğine ipotek koyanları gizleyen kapıların kırılmasına herkes yardımcı olsun.
''Öte yandan (...) oligarşinin deyimiyle 'anarşi' de durmamaktadır. O halde ne yapılacaktır? Bu noktada ordunun yönetimi ele alması kaçınılmaz bir 'görev' durumuna gelmiştir.'' (DEVRİMCİ SOL Dergisi,sayı 1, Nisan 1980, ''Politik Durum ve Devrimci Görevler'')
Bir konuşmasında cunta şefi Kenan EVREN ''biz müdahale etmeseydik şimdi burada biz değil onlar olacaktı'' diyordu.
EVREN bu sözleriyle emperyalizm ve oligarşinin korkusunu dile getiriyordu. Elbette ki bu sözler abartılıydı. Marksist-Leninistler henüz Türkiye'de iktidarı alabilecek güçte değillerdi. Faşist EVREN panoramayı abartarak cuntaya haklılık kazandırmak istiyordu. Ama bu sözler, aynı zamanda, sınıf mücadelesinin boyutunun yüksek olduğunu ispatlıyordu.
Ömrünün sonuna kadar ''bu kış komünizm gelecek'' korkusuyla yaşayan Celal BAYAR gibi 70'li yıllardan itibaren oligarşi hep komünizm korkusuyla yaşadı. Korkması için nedenleri de vardı. Yalnız bizler EVREN'in demagojik biçimde söylediği gibi iktidarı darbeyle değil, halkın durdurulamayacak seliyle hedefledik, her yerde bunu haykırdık. Bizler cuntacı değiliz. Demokratik halk iktidarının halkın devrimci girişimiyle olacağını savunduk, savunuyoruz.
Sivil faşist katiller sürüsünü halkın üzerine saldırtan oligarşi, rüzgar ekmiş fırtına biçmiştir. Halkın en değerli evlatlarını, birer birer katlederek kana doymayan faşistler, halkı yıldırmak, sindirmek amacıyla, bunlar yetmeyince toplu katliamlara yöneldiler. Fakat bu dönemde artık karşılarında örgütlü, direnen bir güç vardır. Günde birkaç değerli evladını toprağa veren halk, suskun bir cenaze topluluğu olmaktan bıkmış, bu gidişe yer yer ''dur'' demek gerektiğine inanmıştı. Halkın can güvenliği istemine sahip çıkan devrimciler, halkın öfkesi, sesi olmuş, anti-faşist mücadeleye hız vermişlerdir. Mahalleler, okullar, köyler, kasabalar, sokak sokak, semt semt faşistlerin işgalinden temizlenmiş, başta İstanbul olmak üzere birçok kentte sivil faşist hareket, dar bir alana sıkıştırılmıştır. Bir dönem, silahsız halkın üzerine azgınca saldıran devlet desteğindeki sivil faşistler, giderek daha hızlı gelişen ve halkın örgütlü gücüyle birleşen devrimci şiddet eylemleri karşısında gerilemeye başlamıştır.
Karşısında örgütlü, silahlı bir güç bulan sivil faşistlerin, halkın mücadelesini önlemekte yetersiz kalışı, oligarşiyi yeni çareler aramaya itmiştir. Çünkü halk artık korkmuyor, yılmıyor, sinmiyordu. O halde terörün boyutu artırılmalıydı! Devlet desteğinde toplu katliamlar dönemi açıldı. 1 Mayıs 1977 Taksim'de, Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta, İstanbul Üniversitesi ve diğer yerlerde tekrarlandı. Devlet kurumları faşistleştirildi, mahalle karakolları bile işkencehaneye dönüştürülmeye başlandı. Resmi ve sivil faşist terör halka kan kusturmaya başladı. Özellikle MC iktidarları, faşist terörün en üst boyuta çıktığı dönemler oldu.
Halkın kendi kendini savunmaktan başka yolu yoktu. Büyük umutların bağlandığı ECEVİT döneminde de saldırılar durmadığı gibi, faşist hareket CHP'yi de sindirmişti. CHP milletvekili Abdullah KÖKSALOĞLU dahil birçok CHP'liye saldıran faşistler, hedeflerine bir ölçüde varmışlar, CHP yönetimini sindirmişlerdi. CHP içinde MHP ile ittifak istenmeye başlandı. Bu durum CHP tabanını da etkilerse faşistler hedeflerine ulaşmış olacaklardı. CHP tabanı yönetimin etkisizliğini, faşizme karşı tavırsızlığını, pasifizmini görüyor, devrimcilerle ilişki kuruyordu. Toplumdaki saflaşma oligarşiyi telaşlandırıyor, burjuvazi devrimcileri halktan kopuk ''bir avuç terörist'' olarak gösterme gayretiyle çırpınıyor, ama inandırıcı olamıyordu. Çünkü, o güne kadar umut olarak burjuva politikacılarına bel bağlayan halkın umutları sönüyor ve yanı başında halkın sorunlarına sahip çıkan Marksist-Leninistlerin faşizme karşı canla başla mücadelesini görüyordu.
Emperyalizm ve oligarşinin beslemesi sivil faşistlerle, devletin kolluk kuvvetleri öyle iç içe girmiş, resmi ve sivil faşist terör öyle bütünleşmişti ki, faşist TÜRKEŞ ''ülkücüler, güvenlik kuvvelerinin yardımcısıdır'' diyebiliyordu. İşte bu koşullarda resmi ve sivil faşist terörün uyguladığı pasifikasyon programını bozmak, biz DEVRİMCİ SOL savaşçılarının en başta gelen görevlerinden biri oluyordu. Katliamlara, karakol ve şubedeki işkencelere, polisin pervasız saldırılarına, halka baskı uygulanmasına ve terör rüzgarları estirilmesine sessiz kalınamazdı. Marksist-Leninistler ''hiçbir faşist, hiçbir işkenceci cezasız kalmadı kalmayacak'' sloganı ile tavırlarını belirlediler; halka terör uygulayan ve faşist katliamların sorumlusu faşist yöneticiler, işkenceci polis şefleri, birer işkence yuvası haline gelen polis ve jandarma karakolları, seyyar işkence ve terör birliği gibi sokak sokak gezen polis ekipleri, MİT elemanları vb. devrimcilerin hedefi haline geldiler. Halkın pasifikasyonu devrimci şiddet eylemleriyle önlendi, halka güven verildi, kendi gücüne güvenmesi gerektiği, kendi dertlerinin dermanının yine kendi ellerinde olduğu gösterildi.
Devrimci Hareketimiz daha ilk günlerinde bile faşist terörle halkın susturulamayacağını göstermiş, anti-faşist mücadeleyi en üst boyutta faşist teröre karşı devrimci şiddetle sürdürmüş, bu mücadelesi halka mal olmuştur. DEVRİMCİ SOL'un kök saldığı halktan koparılamamasının ve aldığı onca darbeye karşın, mücadelesini kesintisiz sürdürmesinin ve her geçen gün dal budak salmasının sırrı buradadır.
1970-80 sürecine damgasını vuran anti-faşist mücadelenin yanında, bu sürecin bir diğer yanı Kürt ulusal bilincinin ve Kürt yurtsever hareketlerinin doğmasıdır. Kemalizm döneminde kanla bastırılan Kürt ayaklanmalarını izleyen soykırımlar, sürgünler, asimilasyon ve diğer baskı yöntemleriyle Kürt halkı sindirildi; Türkiye Kürdistanı'na hep bir Dersim 1938 korkusu yerleştirildi. Türk egemen sınıflarıyla ittifak kuran Kürt toprak ağaları ve tefeci-tüccar takımı oligarşiyle bütünleşerek çıkar birliğine vardılar. Türk ve Kürt egemenlerinin oligarşi içinde birliği sonucu asimilasyon politikası hız kazandı. Kürt ulusal benliği yok edilmeye çalışıldı. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin Türkiye Kürdistanı'na da girmesi ve topraksız köylünün şehre iş için akın etmesi, dışa açılmayı ve asimilasyonu hızlandırdı. Ama öte yandan da şehir-kır, doğu-batı arasındaki uçurumun görülmesinde, ulusal ve sınıfsal bilincin oluşmasında bu olayın büyük payı oldu.
''Bu dönemde askerlerin sabit fikir halinde duydukları en derin kuşku, bir Kürt ayaklanmasıydı... İki üç yıl içinde Türkiye'de kendini Kürt kökenli kabul edenlerin bir ayaklanma gerçekleştirecekleri sonucuna varılmıştı...
(...)
1 Mayıs kutlamalarında Taksim meydanında Kürtçe yazılmış pankartlar dolaştırılması, Eylül ayında Doğuda patlayan olaylara karşı bir gözdağı vermek amacıyla yapılan 'Kanatlı Jandarma' tatbikatına karşı CHP çevrelerinden yöneltilen eleştiriler, duvarlara yazılan Kürtçe sloganlar...'' (M.A.BİRAND age. s. 63-64)
Kürt ayaklanması fobisinden hiç kurtulamayan oligarşinin telaşlanması doğaldı. Çünkü yaklaşık kırk yıldır bastırılan Kürt ulusal bilinci uyanmıştı. Türkiye Kürdistanı'nın kimi bölgelerinde polis ve jandarma denetim kuramıyor ve Kürtler devlete karşı açık tavır alıyor, Kürt yurtsever hareketleri ise ''ayrı devlet'', ''Bağımsız Kürdistan'' sloganını atıyorlardı...
DEVRİMCİ SOL kuruluşundan itibaren Türk ve Kürt işçi, köylü ve diğer emekçilerinin temsilcisi olarak, Türkiye halklarının emperyalizm ve oligarşiden ortak kurtuluşunu savundu ve bu düşünceyle hareket etti. Türkiye Kürdistanı'nda yaşayan Kürt halkının kendi kaderini kendisinin serbestçe tayin etmesini, Türk halkı ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle birlikte mücadelesini savunuyoruz. Ve Kürt yurtsever hareketlerinin henüz devletle açık çatışmaya girmediği dönemde, gerek Kürt ayaklanmasını bastırma tatbikatlarına, gerek Kürt köylerine yapılan jandarma baskısına, gerekse Türkiye Kürdistanı'ndaki genel baskı, işkence ve asimilasyona karşı açık tavır aldık. Türkiye'nin diğer bölgelerindeki işçi ve emekçileri bu konuda bilinçlendirme, bilgilendirmeyi içeren propaganda faaliyetleri sürdürülürken, Türkiye Kürdistanı'nda jandarmaya, halka baskı ve işkence uygulayanlara tavır alındı. Pertek Dereköyü Jandarma Karakolu'nun basılması o süreçte ilk ve önemli bir eylem olmuş, Kürt halkı üzerinde sempati uyandırmıştır. Kürt ve Türk halklarının ortak düşmanları emperyalizm ve oligarşiye karşı sürdürülen mücadele kısa sürede Türkiye halklarından olumlu tepki almıştır.
Ulusal bilince yalnız Kürtlerin gereksinmesi yoktur. Her bir köşesi Amerikan üsleri, radarları, şirketleri, barları vs. ile doldurulan Türkiye'de, tüm halkın anti-emperyalist bilince gereksinmesi vardır. İnsanlarının ''küçük Amerika olacağız'' sloganlarıyla kandırıldığı, Amerika'nın şirin ve dost olarak gösterildiği, yeni-sömürgeci yüzünün alabildiğine gizlenebildiği bir ülkede, emperyalizme ve yeni-sömürgeciliğe, Amerikan ve NATO uşaklığına dikkat çekmek gerekiyordu. 1965-70 sürecinde oluşan duyarlılığın sürdürülmesi, o günkü bilincin geliştirilmesi Marksist-Leninistlerin diğer bir görevi idi. Dünya halklarının birliği, dayanışması, kardeşliği bilinci geliştirilmeliydi.
Nitekim, Türkiye halkları bu konuda duyarlı kılındı. Büyük kitle gösterileri aynı zamanda emperyalizme ve onların işbirlikçilerine karşı nefretin haykırıldığı yerler oldu. Emperyalistlerin dünyanın dört bir yanındaki katliamları DEVRİMCİ SOL militanlarınca kınandı, protesto edildi, başta Filistin halkı olmak üzere halklarla dayanışma duygusu dile getirildi. Katliamcı ve sömürgeci Hollanda, Fransa, İsrail konsolosluklarına yönelik tavır alındı. 6. Filo'nun ziyareti ''NATO'ya Hayır'' kampanyalarıyla karşılandı. 6. Filo askerleri yine ''Yankee Go Home!'' sloganlarıyla karşılandılar. İstanbul'da gezemediler, Türkiye'yi ''genelev'' gibi kullanamadılar.
Görüleceği üzere 1970-80 yılları arasında mücadele salt anti-faşist çizgide sürmemiştir. Halkın en başta gelen talebi ''can güvenliği'' olduğundan faşist saldırıları durdurmak, halkı anti-faşist bilinçle donatıp örgütlemek, dönemin özgül durumundan kaynaklanmaktadır. Ancak, halkın tek sorunu bu değildir. Krizden hiç kurtulamayan ekonominin dengeleri daha çok sarsıldıkça yük halka aktarılmakta, fatura halka çıkarılmaktadır. Bir yandan işsizlik, bir yandan zamlar halkın belini bükmektedir. 1977 yılına kadar gelirler bir ölçüde zamları karşılayabilirken, 1977'den itibaren halkın gelirleri düşmeye başlamış, spekülasyon ve karaborsa almış başını yürümüştür. Bugün ekonomi üzerine bol bol rakam sıralayarak kendi hükümetleri dönemini unutturmaya çalışan ECEVİT ve DEMİREL gibi burjuva politikacıları ''gelen gideni aratır'' demek istiyorlarsa baştan sona haklıdırlar, gerçekten de cuntacılar onları aratmıştır, hatta neredeyse kimi sol örgütleri bile kandırıp demokrasi kahramanı, anti-cuntacı gözükebilmişlerdir. Ancak aradan on yıl da geçse halk o günleri çok iyi hatırlıyor. Zamları, kuyrukları, 70 sente muhtaç hazineyi, 15 milyar dolara çıkan dış borç, vs. vs. unutmadı halk. Hele hele, seçim dönemlerinde ''kontr-gerillayı yok edeceğiz'', ''faşizme geçit vermeyeceğiz'', ''insanca hakça düzen getireceğiz'' vb. diye miting meydanlarını inletenlerin iktidarlarında faşistlerle nasıl dost olduklarını, ''kontr-gerilla yoktur,'' dediklerini, düzende değişme olmadığı gibi, düzeni pekiştirmek için nasıl çalıştıklarını unutmadı milyonlar. Faşistlere arka çıkanları, ''gaz varmış da biz mi içmişiz'' diye kuyrukları ve karaborsayı meşrulaştıranları, ekonomide ''hayali ihracat''ı keşfedenleri, 24 Ocak'ın mimarlarını unutmadı milyonlarca insan.
Evet, belki bir kısım insan geçmişi unutmuş olabilir. Biz hatırlatalım. 1982 Anayasasının ve cunta döneminde çıkan yasaların birçoğunun temel taşları CHP ve AP hükümetleri döneminde konuldu. Ama halk muhalefeti korkusu onları engellediği için oligarşiye tam hizmet veremediler. Ve bunun için Cunta döneminde cezalandırıldılar.
1970'li yılların ikinci yarısından itibaren işçi ve emekçiler, yaşam koşullarındaki geriye gidişe dur diyebilmek için mücadeleye hız verdiler. Elli yıl sonra coşkuyla kutlanmaya başlayan 1 Mayıslar bu uyanışın habercisiydi, 15-16 Haziran ruhu canlanıyordu. Devrimci mücadelenin katalizör rolü oynamasıyla DİSK'in reformist çatısı altında devrimci, militan bir sendikacılık boy vermeye başlamıştı ve DİSK, sarı sendika TÜRK-İŞ'i parçalıyordu. Her geçen gün artan üye sayısı ve tabanında devrimcilerin etkinliklerini artırmasıyla DİSK'in gücü ve etkinliği de artıyor, reformist yönetim zorlanıyordu. Bu nedenle DİSK yönetimi faşist katliamlar karşısında sessiz kalamadı. DİSK'in bu tür siyasal tavır alışından ürken oligarşi DİSK'e saldırılarını artırdı, DİSK Genel Başkanı Kemal TÜRKLER katledildi. Bu katliam tüm işçi ve emekçilere gözdağı vermek için yapıldı. Ama DİSK üyelerini korkutamadı bu saldırı ve kinlerini, öfkelerini biledi. Faşizme karşı daha aktif mücadele etme görevini öğretti.
DİSK'in nicelik olarak gelişmesi reformist yöneticilere karşı siyasal tavır alışı ve genel mücadele de TÜRK-İŞ'in tabanını etkiliyordu. İşçi sınıfının devrimci sendikal örgütlenmesi gelişiyordu; ekonomik ve siyasal istemli grevler, dayanışma grevleri, direnişler, iş yavaşlatmalar, vb. her geçen gün biraz daha yaygınlık kazanıyordu. Tekelci burjuvazi işçi sınıfının gücü karşısında geriliyor, daha merkezi ve örgütlü tavır alma gereği duyuyor, Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) türü örgütlenmelere gidiyordu. Grevlerde işçilerine çok taviz veren işverenler cezalandırılıyor, iflas ettiriliyordu. Ne var ki, evdeki hesap çarşıya uymuyor, tekelci sermayenin simgesi Vehbi KOÇ bile, MİGROS toplu sözleşmesinde dize geliyor, 1 Mayıs'ın işçi bayramı olduğunu, iş yeri disiplin kurullarında işçi temsilcilerinin çoğunluğu oluşturmasını vb. kabul etmek zorunda kalıyordu. Bu, oligarşi açısından tehlikeli bir gidişti.
Bilinçlenen, örgütlenen sadece işçi sınıfı değildi tabii. Öğretmenlerden polislere kadar tüm devlet memurları kendi mesleki örgütlerinde toplanıyordu. TÖB-DER, TÜM-DER, POL-DER, TMMOB, BAROLAR, geniş anti-faşist kesimleri temsil eden demokratik kitle örgütleri olarak toplumsal muhalefette etkin birer güç haline geldiler. İktidar faşist uygulamaları karşısında böylesi geniş ve etkin bir muhalefeti buluveriyordu.
Oligarşinin gelişen ve artan gereksinimleri mevcut durumu kaldıramıyordu. 12 Mart'ta büyük oranda değiştirilen anayasa oligarşiyi rahatsız ediyor, anayasa değiştirilmek ve yeni yasalarla tamamlanmak isteniyordu. Ama halk muhalefeti, güç dengeleri buna izin vermiyordu. Emperyalizmle ikili anlaşma ve pazarlıkların kamuoyuna sızmasından müthiş korkuluyor, tepkilerden çekiniliyordu. ''Yollar yürümekle aşınmaz'' sözleriyle toplumsal muhalefet karşısında rahat gözükmeye çalışan DEMİREL, öte yandan ''bu anayasa ile devlet yönetilmez'' diyerek baskı ve terörü meşrulaştıracak bir anayasaya ve yasalara gereksinme duyduğunu gizleyemiyordu. Baskı ve terör düzenine yasal kılıf geçirme planları uygulama alanı bulamıyordu. Çünkü baskı yasalarının altına imza atma cesaretinde olanlar azdı. Hem yasalar çıksa bile, muhalefet susturulmadıkça uygulanma şansı yoktu.
Sadece siyasal yaşamda, kişi hak ve özgürlüklerinde kısıtlama yapmaya dönük konularda değil, ekonomi konusunda da oligarşinin çıkarına yönelik yasalar bir bütün olarak ele alınıp çıkarılamıyor, uygulama şansı bulamıyordu.
Kısacası, 1970-80 süreci 12 Mart öncesinin daha gelişmiş haline sahne olmuştu. 1965-70 sürecinde tohumları atılan devrimci mücadele 12 Mart darbesine karşın, kısa sürede toparlanmış ve kitlesellik kazanmıştı. '71 silahlı hareketinin sempatisi ve deneyleri yaşıyor, yaşatılıyordu.
Ulusal ve sınıfsal planda anti-emperyalist, anti-oligarşik mücadele (anti-faşist mücadele bu iki olguyla bağlantılıydı), Kürt ulusal sorununu da kapsayarak hızlı bir ivme kazanmıştı. Oligarşinin temsilcileri yeraltından gelen uğultuyu hissediyor, komünizmin gelmesine kaç kış kaldığını hesaplamaya çalışıyorlardı.
Sınıf mücadelesi hızla gelişirken oligarşinin elini kolunu bağlayarak, iktidarı devretmeyi beklemeyeceği açıktı. Sınıf mücadelesinin önüne barikat oluşturulmalıydı. 12 Mart'ın generallerinden Memduh TAĞMAÇ'ın dediği gibi ''sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi aşmıştı'', sosyal uyanış önlenmeliydi. Amerikan emperyalizmi de bu gidişten endişeliydi. ABD Senatosu Dış İlişkiler Raporu, Şubat 1980'de şöyle diyor:
''Türkiye'nin iç durumu kritiktir. 10 yılı aşan koalisyon hükümetleri dönemi, siyasal kutuplaşma, kent terörizmi, canlanan Kürt nasyonalizmi ve temelli sosyo-ekonomik sorunlar Türkiye'yi anarşi ya da askeri yönetimden birinin eşiğine getirdi.'' (Y.KÜÇÜK, Türkiye Üzerine Tezler, cilt 3, s.234)
İşte, 12 Eylül'ün gelişini açıklarken burjuva ve küçük-burjuva yazar çizer takımının gizlemeye çalıştığı nokta burasıydı. Onlar ''anarşi-terör'', ''halk sokağa çıkamıyordu'', ''halk huzursuzdu'' vs. derken bu laf kalabalığının ardında gizledikleri gerçek, sınıf mücadelesi idi.
Evet, bir terör vardı, ama bu terör bizzat devletin, sivil faşistlerle, halkı susturmak, toplumsal uyanışı önlemek için başvurduğu bir silahtı.
Evet, halk huzursuzdu ama bu huzursuzluk emperyalizmin ve oligarşinin faşist yönetimine karşı kıpırdanma ve homurdanmanın sokağa dökülmüş haliydi.
Evet, yer yer halk sokağa çıkmaya korkuyordu ama oligarşinin bundan dolayı yakınır pozlara girmeye hakkı yoktu; çünkü bunu isteyen kendisiydi. Faşist katiller sürüsünü halka saldırtan kendisiydi. Eğer halk sokağa çıkamadıysa çapulcu sivil faşist milislerin, halkın malına, canına, namusuna saldırmasındandı. Eğer insanlar kahvehaneye gidemediyse faşist katillerin kahvehane taramayı alışkanlık ve iş edinmesindendi.
Evet, ''Sakarya muharebesindeki kadar insan öldürülmüştü.'' Ama bundan şikayet etmesi gerekenler; yurtseverler, ilericiler, devrimcilerdi. Çünkü 5000 ölünün en az %70'i sol görüşlüydü. Katliamcı yüzünü gizlemeye çalışanların çabası boşunadır, milyonların hafızasından her şey silinse bile Maraş'ta çoluk çocuk, kadın erkek demeden yüzlerce insanın katledilmesi, hamile kadınların ağaca çivilenmesi, evlerinin yakılması unutulamaz. Kahramanmaraş olaylarıyla ilgili gerekçeli hükmün 292. sayfasından okuyalım:
''... saldırganların daha sonra karşı taraftaki bir gözü görmeyen yaşlı kadın Cennet ÇİMEN'in evine gittiklerini, bu kadını 'gel nene gel nene' diye dışarı çıkarttıklarını; Cuma (529 iddianame numaralı sanık Cuma YALÇIN) ile Nuri BOĞA (552 iddianame numaralı sanık)'nın bu kadının gözünü tornavida ile oyarak silah sıktıklarını ve öldürdüklerini; yakındaki hela çukuruna baş üzeri atıp, oradaki at arabasını kadının üzerine devirdiklerini; saldırganların daha sonra oradaki bütün evleri... yaktıklarını...''
''5 bin kişi öldürüldü'' diyerek yavuz hırsız misali somut ve acı gerçekleri çarpıtmaya çalışanlara bu satırlar ithaf olunur! Sakarya'da böyle bir vahşet yaşanmışmıydı hiç? Emperyalizm ve oligarşinin beslemesi faşist katiller sürüsü PİNOCHET'ye rahmet okutmuşlardır. Ama devrimciler faşist saldırılara karşı sessiz kalındığında sonucun faşizmin zaferi olacağını tarihsel deneyleriyle biliyorlardı. Faşizmin saldırılarına seyirci kalınmayınca her geçen gün sivil faşist saldırılara dayanarak hazırlanan senaryolar iflasa doğru gidince, 12 Eylül'e gereksinme doğmuştur, çünkü sivil faşistlere devletin açık desteği de yetmemiştir.
''Türkiye'de, yeni-sömürgecilik ilişkilerine girileli beri, tarihinin en büyük bunalımını yaşamaktadır. (...) Ekonomik ve siyasal bunalım öyle reddedilecek, üzeri perdelenecek bir seviyede değildir.
(...)
Bizim gibi yeni-sömürge ülkelerin kaderi budur. Ekonomik ve siyasal bunalımın giderek derinleşmesi, yani oligarşinin yönetememesi, tekelci gruplar arasındaki çelişkilerin sertleşmesi, ve devrimci muhalefetin varlığını hissettirmesi, AP 'azınlık' hükümetini daha 36. gününde bir ordu muhtırasıyla karşı karşıya bırakmıştır.(DEVRİMCİ SOL Dergisi, Sayı 1, Nisan 1980, ''Politik Durum ve Devrimci Görevler'')
-Fabrikalar durdu, iflaslar artıyor, sermaye zor durumda
-Enflasyon % 100'ü aştı.
-Döviz yok, ithalat yapılamıyor.
-Grevler yayılıyor.
-Bütçe açıkları her yıl büyüyor.
-Dış ticaret açığı büyüyor, dış borçları ödeyemiyoruz.
Bu ve benzeri cümleler cunta sonrasında da gazete başlıklarından düşmemiş, 12 Eylül öncesinin çok sık duyulan feryatları olmuştu.
Dış borç faizlerini dahi ödeyemez duruma gelmiş bir ekonomi düşünün. İthalata bağımlı montaj sanayiinin var olduğu bir ülkede, 70 sente muhtaç olduğunu düşünün. Ve yine düşünün ki, ithalat yapılamadığı için fabrikalar %30-40 hatta sıfır kapasiteyle çalışsın, fabrikalar kapansın, işçiler sokağa atılsın, fiyatlar her yıl ikiye katlansın, bütçe iki yakası bir araya gelmeyen bir halde perişan olsun, ihracat ithal edilen petrolün parasını zor karşılasın ve bunların üzerine IMF ''biz de zor durumdayız, bizden kredi istemeyin, şu borçlarınızı da ödeyin'' desin. İşte bu düşündüğünüz ülke Türkiye'dir, Türkiye'nin 1980'lerde içinde bulunduğu ekonomik koşullardır.
''...saat 15.30'da ÖZAL içeriye çağrılacak ve yardım miktarı resmen tebliğ edilecekti. Türk heyeti mensupları ve gazeteciler, toplantı salonunun önündeki mermerli holde bekliyorlardı(...) saat 15.30 oldu, içerden bir haber çıkmadı. Saat 16.00 oldu, 17.00 oldu, içerden yine haber gelmiyor ve Türk heyeti kapının önünde beklemeye devam ediyordu(...)
-Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin... Şu hale bak be, iki saattir kapıda bekliyoruz.
(...)
Saat 20.00 dolaylarında toplantı odasının kapısı açıldı ve bir Fransız görevli 'Mr.ÖZAL lütfen!' diye heyete doğru seslendi(...) Turgut ÖZAL'ın, yardım açıklandıktan sonra yapacağı teşekkür konuşması cebindeydi. Kendisini OECD genel sekreteri LENNEP yanına aldı:
-Mr. öZAL, sizden özür dilemek istiyorum... Maalesef Türkiye'ye yardım konusunda üye ülkeler arasında bir görüş birliğine varılamadı...'' (24 Ocak, Bir Dönemin Perde Arkası, E.ÇÖLAŞAN, s. 208-210)
Sivil cuntanın başbakanı Turgut ÖZAL'ın ''itibarımız arttı'' diyerek o günlerle bugünleri kıyaslamak için ifşa ettiği gerçekler, emperyalistlerle girilen onursuz ilişkileri göstermesinin yanı sıra; cuntanın geliş nedenlerinden biri olan ekonomik açmazları göstermesi bakımından da öğreticidir. Zira, ekonomisinin kaderini emperyalizme, ithalata, teknolojik transfere bağlayanları bekleyen sürprizleri göstermesi bakımından öğreticidir.
''Ordunun muhtırası yalnızca AP ve CHP'ye yönelik değildi. Çünkü, sorun yalnızca yıpranmış AP'yi iktidardan alıp, yerine bir başkasını koymak değildi. Sorunun özü, oligarşinin bütün kurumlarının yıpranması ve yönetememesi idi. Ordu bu noktada, (...) 'korunan ve kollanan' durumunda olan tek güçtü'' (DEVRİMCİ SOL Dergisi, sayı 1, Nisan 1980, ''Politik Durum ve Devrimci Görevler'')
17 Eylül 1980 tarihli basın toplantısında Kenan EVREN;
''Terör ile mücadelede normal ve sulh zamanına göre hazırlanmış kanunlarla mücadele etmenin güçlüğü ortaya çıkıyor. Bunlarla mücadele için kanunlarda yapılması gereken değişiklikleri biz defalarca hükümete, parlamentoya ve Cumhurbaşkan'ına ilettik. Fakat muvaffak olamadık...'' (17 Eylül 1980 tarihli Kenan EVREN'in basın toplantısı) diyordu.
26 Temmuz 1981 'de de şöyle konuşuyordu:
''... Gazetelerde okuyordum, her gün yargı yönetimi, yönetim de yargıyı şikayet ediyordu. Bunu ortadan kaldıracağız dedik ve Anayasa çıkmadan evvel de bazı kanunları yapmıştık.'' (Cumhuriyet yıllığı, 1983 II, s. 658)
EVREN'in konuşmalarında sık sık vurgulamayı sevdiği konuların başında, 12 Eylül öncesinde devletin önemli oranda prestij ve otorite kaybına uğraması ve yönetim krizine düşmesi gelmektedir.
Devletin, prestij ve otorite yitirmesinde en büyük payı, sivil faşist milisleri kolluk kuvvetleri desteğinde sokağa salıp halka saldırtması almaktadır. Halkın can güvenliğini sağlayamayan devlet, halkın gözünde giderek devletliğini yitirmektedir. Yüzyıllar boyunca devlet otoritesiyle, ''ceberrut devlet'' imajıyla yaşayan halk, sivil faşistleri üzerine salanın bizzat devlet olduğunu bilmediğinden, faşistlerin tehdit ettiği ''can güvenliği''ni sağlayamayan devlete güvenini, inancını yitirmiş, silahlanma gereği duymuştur.
Sivil ve resmi terör karşısında faşist saldırıları durdurmak için kendini savunan ve devrimci şiddet temelinde mücadele çizgisi izleyen devrimci halk güçlerinin mücadelesi de sivil faşist hedeflerden giderek resmi hedeflere yöneldikçe, devletin otoritesi iyice sarsıldı. Faşist saldırılar karşısında halkın susacağını sanan oligarşinin hesapları yanlış çıkmıştı. Suskun bir kitle yerine, aksine giderek sesini yükselten ve politik ağırlığını hissettiren bir halk hareketi buldu karşısında. Boş meydanda at oynatmaya çalışan egemen sınıflar bu defa yönetme krizine düştüler.
Bir sihirli değnekle yasaları ve anayasayı değiştirip sorunu çözeceklerini sananlar, yasaların, hukukun sınıf mücadelesinin sonucunda ortaya çıkan güç dengelerini yansıttığını unutmuşlardı. Her şeyin kağıt üzerinde hallolacağını sanıyorlardı. Oysa kağıt üzerinde ne kadar ideal programlar yapılırsa yapılsın, tıpkı doğada, fizikte olduğu gibi, toplumun da yasaları vardı. İşte bu yasalar, somut duruma uymayan programların uygulanamayacağını söylüyordu.
12 Mart'ta toplumu disipline etmek için başlar üzerinde balyoz sallayanların yasaları, anayasa değişiklikleri, aradan 3-5 yıl geçmeden toplumsal muhalefet karşısında etkisini yitirmişti. Yasama, yürütme, yargı arasındaki uyum yok olmuş, yasama ve yargı toplumsal muhalefetten etkilenerek yürütmeyle çatışır olmuştu. Elbette cunta bu çelişkiyi yargı aleyhine yürütmeyi güçlendirerek ''çözecektir''.
Hükümetin yasadışı ve usulsüz uygulamaları hakkında açılan davaların, Danıştay'dan dönmesi neredeyse kural halini almıştı. Kağıt üzerinde var olan 141-142 istisnai haller dışında uygulanamıyor, savcı ve hakimler genellikle toplumsal gelişmeye ters düşen bu maddelerle uğraşmak istemiyordu. Birçok mahkeme silah taşımayı, can güvenliğinin gereği sayıyor ve beraat kararları veriyordu. Yargı toplumun sesinden etkileniyordu.
Yasama organı olan TBMM'de düzen partileri dışında parti olmamasına karşın, toplumsal muhalefetten etkilenen birçok milletvekili muhalefete ters düşen uygulamalara suç ortağı olmaya cesaret edememiştir. Sol potansiyeli kendi potasın da eritme misyonunu üstlenen CHP ''reformcu parti'' gözükebilmek için birtakım atraksiyonlar yapmaya gerek duymaktadır. Bu nedenle oligarşinin gereksinme duyduğu yasa değişiklikleri geçmiyor ve hızlı, pratik adımlar atılamıyordu.
Örnek olması açısından meclislerden geçemeyen bazı yasa tasarılarından ve istemlerden örnekler verelim.
- Vergi yasası değişikliği
- Eşel Mobil yasa tasarısı
- Sigarada tekelin kaldırılması tasarısı
- Devletçe yeniden devralınmış bazı madenlerin özel sektöre devri
- Serbest bölgeler ve limanlar kurulması için yasa tasarısı
- Kıdem tazminatında değişiklik öngören ve kıdem tazminatı fonu kurulmasını öngören yasa tasarısı
- Sendikalar, toplu sözleşme, grev ve lokavt yasası değişikliği
- Özel güvenlik örgütleri yasa tasarısı
- Polis selahiyetleri yasa tasarısı
- Pişmanlık yasası tasarısı
........
Meclislerdeki tıkanma oligarşinin bir an önce çıkarılmasını istediği yasaların ya çıkmaması, ya da çok geç çıkması sonucunu yaratıyordu. Bu durum oligarşinin çıkarlarını zedeliyor, krizini derinleştiriyordu; IMF reçetelerinin uygulanması başta olmak üzere oligarşinin programı tam uygulanamıyordu.
Sadece yasaların çıkmaması değil, uzun vadeli bir program uygulayabilecek, bu programda kesinti yaratmayacak bir hükümetin kurulamaması, koalisyonların birbirini izlemesi ve bu koalisyonlar döneminde oligarşinin değişik kanatlarının, programı orasından burasından çekiştirmesi, sık sık seçim olması ve hükümet değişikliklerinin ekonominin disipline edilmesine olanak tanımaması vb. durumlar da oligarşik yönetimin başlıca sorunuydu.
Parlamentonun durumu halkı da derinden etkiliyor, parlamentodan beklentilerin boş çıkması, kitlelere ''parlamenter düzen'' diye yutturulan ve bu düzenin temeli denen parlamentoya güveni sarsıyordu. 12 Eylül'e doğru cumhurbaşkanlığı seçiminin aylarca sürmesi de parlamento zaafını körükledi.
Faşist sistemin kendi kurumları arasındaki çatışmaların (ki bunun kaynağı da yine sınıfsal çatışma ve güç dengeleriydi) yarattığı otorite boşluğu ve prestij kaybının asıl kaynağı, sınıf mücadelesinin aldığı boyuttu. Anti-faşist mücadelenin sivil faşist hedeflerle sınırlı kalmayıp resmi hedeflere doğru yükselmesiyle, devletin faşist yüzü teşhir edilmeye ve gücünün kofluğu ortaya çıkmaya başladı. Zam, zulüm, işkencenin kaynağının faşist düzen olduğu, Türkiye'nin bağımsız olmayıp ABD ve ona bağlı IMF gibi kuruluşlarca yönetildiği, emperyalizmin işbirlikçilerinin birer kukla olduğu halk kitlelerince daha çok anlaşılıp görülür oldu.
Devletin görünen yüzünün altındaki kimliğinin ortaya çıkmaya başlaması, yüzyıllardır halk kitlelerinin gözünde, devletin yıkılmaz, güçlü imajlarının tahrip olması da yeni bir gelişmeydi, 1971 silahlı mücadelesi de böyle bir sonuç yaratmış ancak süreç kesintiye uğramıştır.1980'lere doğru '71 mücadelesinin yarattığı etki -daha ileri boyutta- yine yaratılmıştı. Devlet, halkın gözün de, karakolunu ve başbakanını koruyamayan bir devletti. Karakollarını korumak için etrafını duvarlarla, kum torbalarıyla çeviren, çevresine de jandarmayı dizen, karakola giden yollara dikenli teller ören devlet, halkın gözünde komik ve acınası, zavallı bir duruma düşüyor, zaten halktan manen daima uzak olan polis, içine kapanıyor, kendi kendini tecrit ediyordu. Yıkılmaz denen devletin yöneticileri devletin giremediği, halkın sorunlarını komitelere götürüp orada çözüm aradığı, halk mahkemelerine başvurduğu ''kurtarılmış bölgeler''den şikayet ederek, kendi kendilerini gülünç duruma düşürüyorlar, devletin güçsüzlüğünü itiraf ediyorlardı.
Ağzını açtığında ''bu devlet üç-beş çapulcuya teslim olmaz'' diye mangalda kül bırakmayanlar, ertesi gün ''devletin görevlisi Doğu'ya gidemiyor, çünkü eşkıya pasaport soruyor'' diyerek kendilerini yalanlıyorlardı.
Elbette, gerçek durum, oligarşinin kendince dramatize ettiği ölçüde değildi. Sınıf mücadelesinin devlet otoritesi ve prestijinde önemli denebilecek gedikler açtığı doğruydu ama, güçler dengesi henüz devrimciler lehine dönmemişti. Oligarşinin sözcülerinin durumu biraz abartarak vermelerinde, onların korkuları kadar, cuntaya, orduyu devreye sokmak için davetiye çıkarmalarının da payı vardı. (Zaten yıllardır ordu sıkıyönetimle devredeydi ve hiçbir zaman da devre dışı olmamıştı.) ''Bu memlekete eli sopalı biri lazım'', ''sallandıracaksın üçünü meydanda, bak o zaman sesleri çıkıyor mu?'' basit mantığının uzantısı otorite arayışları, devletin aldığı darbelerle açılan yaralarını kapatacak ve o eski ''güçlü'' görüntüsüne kavuşturacak bir cuntaya davetiye çıkarıyorlardı.
Cuntacı faşist generaller her on yılda bir yapılan bu daveti kabul etmekte hiç tereddüt etmediler.
''... İsrail-Mısır Türkiye üçgeni ile bir 'pakt' kurulmak istenmektedir. Neden? Emperyalizmin çıkarlarını Ortadoğu'da korumak için! Emperyalizm bu pakta Türkiye'yi nasıl dahil edecek, bütün muhalefet seslerini nasıl kesecektir?
''İşte ordunun yönetimi bu yüzden de kaçınılmaz bir hale gelmiş bulunmaktadır.'' (DEVRİMCİ SOL Dergisi, sayı 1, Nisan 1980, ''Politik Durum ve Devrimci Görevler'')
''...Ortadoğu'da herhangi bir rol oynamaktan kaçınmamız mümkün değildir.''(T.ÖZAL)
Sivil cuntanın Başbakanı Turgut ÖZAL, 16 Ocak 1984 tarihinde ANKA Ajansına verdiği demecinde böyle diyordu. Bunları söylemekten hiçbir sakınca duymuyordu. Sanki kendi çiftliğinde at oynatacak, o kadar rahat, o kadar sakınmasız görünüyordu.
Ne zaman bir Ortadoğu lafı geçse, ya da bir Ortadoğu ülkesiyle diplomatik bir ilişki olsa, devlet erkanı söze, atalarımız Osmanlıların Ortadoğu'da tam 400 yıl hükümranlık yaptığını, din kardeşi olduğumuzu, kültürlerimizin birbirine karıştığını, derin kardeşlik ve dostluk bağlarıyla kopmaz biçimde bağlandığımızı anlatmakla başlarlar. Arada biri, atalarımızın Ortadoğu'dan nasıl kovulduğunu anlatmaya kalkışırsa daha baştan İngiliz oyununa alet olma suçlamasını göze almış demektir. Yani oligarşinin demagoglarına göre aslında, Ortadoğu'dan atalarımızın kovulması için bir neden yoktur! ''Arap kardeşlerimiz'' Osmanlı çizmesiyle ezilmekten, Edirne ve İstanbul saraylarından gelen atların nal seslerini duymaktan ve Osmanlıya haraç vermekten çok memnundur! Ne de olsa halifeleri Osmanlı padişahıdır! Ama ''kötü İngilizler'' haracı, Osmanlı hazinesinden dolaylı yollarla Buckhingham'a götürmektense, doğrudan almayı düşünmüş ve Osmanlı hasta iken Ortadoğu'dan tekmelenmişlerdir.
Bir devlet adamının bir başka ülke devlet adamına ''biz sizi 400 yıl sömürdük, ezdik'' demesi nasıl birşeydir bilinmez ama, 400 yıl yabancı çizmeler altında ezilen bir ulus, ''din kardeşi'' bile olsa, ezen ulusa karşı dostça bakmaz.
TC Devleti'nin yöneticilerinin sık sık Ortadoğu üzerine konuşmaları boşuna değil elbette. 400 yıl at oynatılan bölgede hak iddia etmek için tarihi bilgilere başvuruluyor!
Burada bir noktaya değinmekte ve bir tarihsel gerçeği vurgulamakta yarar var.
Bugün Ortadoğu'da oynanacak emperyalist oyunlarda rol almaya aday olan oligarşinin ''Türk ve Amerikan ortak menfaatleri'' olarak ifade ettiği çıkarlar emperyalizme aittir. Nasıl Osmanlı İmparatorluğu'nun yarı-sömürge-leşmesiyle, Ortadoğu'dan elde edilen ganimetler ve haraçlar dolaylı yoldan, Osmanlı'yı sömürgeleştiren ülkelere akmışsa ve Osmanlı Devleti bir köprü görevi görmüşse, bugün ya da yarın Ortadoğu'da rol alacak olanların misyonu da, bir maşa ya da ileri karakol olmaktan daha ''şerefli'' olmayacaktır.
Bilindiği gibi, emperyalizmin Ortadoğu'da stratejik çıkarları vardır. Bugün petrol hâlâ önemli bir enerji kaynağıdır ve Amerika, Japonya vd. Batılı emperyalist ülkeler petrol gereksinmelerinin önemli bir bölümünü Körfezden karşılamaktadır.
Körfez bölgesi salt petrol yatağı olmasıyla değil, bölgesel konum ve hareketlilik itibarıyla da emperyalizmin ilgi alanıdır. Emperyalistlerin, ''Sovyet yayılmacılığı'', ''sıcak denizlere inmek isteyen Sovyetler'in Çarlardan beri bitmeyen düşü'' olarak lanse ettikleri tezlerin altındaki gerçek, bölgenin yoğun bir anti-emperyalist hareketliliğe sahip oluşudur. Filistin direnişinin dinamizm kattığı ve gerek NASIR'dan gerekse KADDAFİ'den etkilenen Arap milliyetçiliğinin Sovyetler'le yakın ilişkiler kurması, sosyalizmden etkilenmesi emperyalizmi ve onun maşası siyonizmi kara kara düşündüren olgular olmuştur.
Ortadoğu'da Filistin, Güney Yemen, Suriye gibi ülkeler, emperyalistler için zaten yeterince çıban başı olurken, İran devrimi ve SSCB'nin Afganistan'a müdahalesiyle Ortadoğu, emperyalizm açısından tam bir kaynayan kazana dönüştü. Ortadoğu'daki en büyük dayanaklarından İran Şahı'nı yitiren ABD, Afganistan'a Sovyet birliklerinin sevk edilmesiyle hepten prestij ve güç yitimine uğramıştır. Daha sonraki yıllarda, REAGAN'ın yeniden kurmaya çalıştığı Ortadoğu dengelerinin ABD aleyhine değişimi, emperyalistleri yeni arayışlara itmiştir. Planlarını İran-İsrail-Mısır üçgeni üzerine kuran ABD, İran'ın yerine üçgene üçüncü bir kenar aramaya başladığında, en uygun ülkenin Türkiye olduğunu biliyordu. Ortadoğu'ya konum itibariyle yakınlığı, Ortadoğu ülkeleriyle müslümanlık ortak paydasına sahip oluşu ve ordusunun gücü, ABD ile bağımlılık ilişkileri bunun için bulunmaz fırsatlardı. Ortadoğu'daki gelişmelere anında müdahale gücüne sahip olacak Çevik Kuvvet projesi için Türkiye iyi bir adaydı.
Yalnız bir sorun vardı: Türkiye bu görevi uzun vadeli üstlenebilecek ''istikrar''a sahip değildi.
Türkiye'deki ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi, Ortadoğu'daki ülkeler içinde ileri bir aşamaydı. Üstelik devlet otoritesi sarsılmış, ekonomi iflas noktasındaydı. Bu durum emperyalizm ve oligarşiyi huzursuz ediyordu. Devrimci Hareketin hızla geliştiği bir ülkeye, uzun vadeli bir programda yer vermek kumar olurdu.
NATO dışında bir görev yüklenmek istenen Türkiye'nin bu koşullarda, değil Ortadoğu'da rol almak, NATO görevlerini dahi yerine getirmesi beklenemezdi. Bunun bir başka tali nedeni NATO'nun Güneydoğu kanadında görev alan Türkiye ve Yunanistan arasında körüklenen düşmanca tutumlardı. Kıbrıs olayı yüzünden NATO'nun askeri kanadından kopan Yunanistan, Türkiye onay vermediği için NATO'ya dönemiyordu. Bölgesel savaşlardan ve halkların düşmanlığından medet uman emperyalistler kendi oyunlarıyla açmaza düşmüşler, gerekli olduğu anda Türk-Yunan hükümetlerini biraraya getiremiyorlardı. 1974 yılında Türkiye üzerinde şovenizm rüzgarları estirenler, ''Kıbrıs Fatihi'' kesilenler ve şovenizmi körüklemekte çıkarı olanlar, ellerindeki üyelik kozunu daha iyi koşullarda kullanmak için, Yunanistan'la anlaşmaya oturmuyorlardı. Bu ise emperyalist çıkarları zaafa uğratan bir durumdu.
Emperyalistler, önlerine çıkan her türlü sorunu Türkiye kamuoyunun baskısı olmaksızın, hükümetler düzeyinde ilişkilerle çözebilecekleri bir yönetim istiyorlardı. Anti-emperyalist gösterilerin, emperyalist hedeflere saldırıların durdurulacağı, ''NATO'ya Hayır!'', ''IMF'ye Hayır!'' türü kampanyaların önlenebileceği, bir açık faşizm dönemiydi emperyalistlerin hayalindeki.
12 Eylül sürecinde emperyalistlerle girilen ikili ilişkileri incelerken konuyu daha da somutlayacağız. Ve o zaman göreceğiz ki; 10 Eylül 1981 tarihinde New York Times da yayınlanan ''batılı ortakları içinde Türkiye'yi şevkle destekleyen ve yardımı arttıran tek ülke Amerika'' (Çevik Kuvvetin Gölgesinde, Ufuk GÜLDEMİR, s.145) mesajlarıyla, Kenan EVREN'i memnun eden destek, kimsenin kara kaşı kara gözü için verilmemiştir; emperyalistlere kölece bağlılığın ödülüdür. Hiçbir efendi iyi bir uşağı yitirmek istemez.
ABD Dışişleri Bakanı MUSKİE'nin CARTER'a Türkiye'deki cuntayı haber verirken söylediği sözleri anımsarsak:
''Mr.President ... Herhangi bir kaygıya gerek yok. Kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa, onlar müdahale etti'' diyordu.
ABD Dışişleri Bakanı doğru söylüyordu. ABD açısından kaygıya gerek yoktu. Çünkü cuntayı tezgahlayan ABD idi. Ve cuntayı hangi güçlerin yapmasını istiyorlarsa onlar yapmıştı. Burada hemen belirtelim ki, biz emperyalizmin gücünü kadr-i mutlak olarak görenlerden değiliz. O dev gibi görünen ve kolları heryere uzanan bir ahtapot gibi tasavvur edilen emperyalizmin II. Paylaşım Savaşından bu yana birçok ülkede ve özellikle Vietnam'da nasıl paçavraya çevrildiğini bilenlerdeniz. Bu nedenle her gelişmenin altında emperyalizmin mutlak gücünü arayanlardan değiliz. Ama 12 Eylül cuntasındaki Amerikan parmağı o kadar açıktır ki, tarihsel gerçekleri yerli yerine oturtmak gerektiği için, cuntanın Amerikancı ve faşist yüzünü ortaya sermek, Amerika'nın rolünü vurgulamak zorunludur.
Ülkeyi daha 1978 yılında cunta arayışına iten koşulları bilmek, Türkiye'yi ve Türkiye gibi emperyalizmin yeni-sömürgesi ülkeleri tanımak demektir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin simgesi Vehbi KOÇ, 12 Eylül'ün programını bir cümleyle özetliyor: ''12 Eylül, devletin yeniden kurulması devridir.''
12 Mart'la devlet yeniden ''kurulmak'' istenmiş ama operasyon yarım kalmıştı. Bu operasyon tamamlanmalıydı. Cunta lideri Kenan EVREN 20 Mart 1982'de Kuveyt'i ziyareti sırasında uçakta gazetecilere şöyle diyordu.
''12 Mart'la işler şöyle bir cilalandı, ama gene işlemedi. Bu tecrübelerin ışığında bir daha geri dönüş olsun istemiyoruz.''
Her cuntayla biraz daha yıpranan ordunun, bir kez daha müdahalesine gerek kalmayacak tarzda devletin yeniden ve açık faşist tarzda organizasyonundan, açık faşizmin kurumlaştırılmasından söz ediyor cuntacı EVREN. Yani bir daha askeri cuntalara gerek bırakmayacak bir düzenlemeyle halkı her zaman açık faşizm koşullarında yaşatacak bir dönem istiyor.
En küçük demokratik haklardan tedirginlik duyan oligarşi, Türkiye halklarının sürekli baskı koşullarında sindirilmesini, hiçbir demokratik muhalefetin yaşatılmamasını istiyordu. Böylesi koşulların 12 Mart ve 12 Eylül gibi askeri faşist cuntalar döneminde gerçekleşmesini oligarşi, bir zaaf olarak görüyor ve cuntalara sivil kıyafet giydirildiği, açık faşist saldırılara yasallık kazandırıldığı bir devlet örgütlenmesine gidilmesini bangır bangır bağırıyordu. 12 Eylül böyle bir programın ürünüdür. Yukarıya aldığımız Vehbi KOÇ ve Kenan EVREN'e ait sözler de bu programın iki değişik ifade edilişidir.
12 Eylül'e neden gerek duyulduğuna açıklık getirirken üzerinde durduğumuz nedenlerden biri de, devletin otoritesini ve prestijini yitirmesi olduğu konusunu vurgulamıştık. Devletin açık faşist tarzda yeniden organize edilmesi programı, devlet otorite ve prestijinin yeniden sağlanmasını da içermektedir. Programın içeriği, devlet aygıtının güçlendirilmesi, etkinlik kazandırılması, aygıtlar arasındaki aksaklıkların giderilmesi, aygıtlar arasında kurumların kendi özgül durumlarından doğan görece özerkliklerin önünün tıkanmasıdır.
Bilindiği gibi burjuva demokrasileri, yasama, yürütme ve yargı organlarının birbirinden ayrılmasına, kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Bu anlamda yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsız organlardır ve bu bağımsızlık, burjuva özgürlüklerin korunmasının güvencesi olarak görülür.
Bir başka burjuva devlet biçimi olan faşizmde ise, kuvvetler ayrılığına son verilir. Yasama ve yargı, bir ya da birkaç kişide, ya da bir komitede simgeleşmiş, yürütmeye bağımlı kılınmış, güç ve etkinlikleri yok edilmiş, göstermelik, kukla kurumlar düzeyine indirgenmiştir. ''İnsan hiçbir şey, devlet her şey'' ilkesi egemendir. Ve devleti benliğinde simgeleyen ''FÜHRER'', ''DUÇE'' ya da Türkçesiyle ''BAŞBUĞ'' (tek şefler) her şeye hükmeder.
Faşizme niteliğini veren kuvvetlerin tek elde toplanması ilkesi her zaman dört dörtlük işlemeyebilir, ya da gerçekleşememiş olabilir. Bu durum faşizmin yokluğu anlamına gelmez. Çünkü, toplumsal olgular fiziki olgular değildir ve koşulları, toplumsal yapısı birbirine tıpatıp benzerlik gösteren toplumlar yoktur. Her toplumun tarihi, sosyal, kültürel, psikolojik, vb. özellikleri, aynı tipte toplumlar arasında bile birçok ayrımlar yaratır. Bu anlamda temel benzerlikler gösteren toplumlardan sözetmek gerekir. Türkiye'de, İtalyan ya da Alman faşizminin aynısını arayanlar yanılmaya mahkumdurlar. Türkiye ne Almanya'dır ne de yıl 1930'lardır.
Kimse bugün HİTLER'e, MUSSOLİNİ'ye sahip çıkamıyor, çünkü onların maskeleri düştü. Hatta onların kopyası TÜRKEŞ'e bile sahip çıkamıyor, bir çok eski faşist militan kullanıldığını düşünerek TÜRKEŞ'i sorumlu tutuyor. Dünya ve koşullar değişiyor. yeni yüzler, yeni maskeler, yeni taktikler aranıyor.
Emperyalizmin yeni-sömürgesi olarak yeni baştan 1950'lerden itibaren biçimlendirilmeye başlanan TC devleti, emperyalizmin danışmanlığında faşist tarzda örgütlendirildi. Ancak bu sürecin yerli yerine oturması 12 Mart'ı buldu. 12 Mart birtakım rötuşlar daha yaptı. Ama hedefine varamadan, ordu 1973'de kışlasına çekildi. Ancak bir kez daha vurgulamak zorundayız ki, toplumlara laboratuvarlarda biçim verilemez, böyle bir laboratuvar da yoktur. Toplumlar sınıf mücadelesinin, sınıf güçlerinin mimarlığında ve kendi yasalarınca şekillenir. Nitekim 12 Mart operasyonu ile, Türkiye toplumunu bir daha değişmemek üzere şekillendirdiklerini sananlar, yanıldıklarını kısa sürede anladılar. Bu topluma geniş geliyor diye düşünerek daralttıkları ''elbise'', daha 1974'den itibaren dikiş atılan yerlerinden sökülmeye başlamıştı bile. Toplum özgürlüklerini istiyordu ve yasalarda tanınmayan özgürlüklerini fiilen kullanıyordu. Toplum kendi fiili yasalarını ve anayasasını dayatıyor, elbisenin ölçülerini kendisi belirliyordu. Cunta lideri ''12 Mart'ta işler şöyle bir cilalandı'' derken zaafların yeterince giderilmediğini ifade ediyordu. Bu yüzden de toplum cilayı kazıyordu. Bu kez devlet öyle bir yontulmalı, ardından da öyle bir astar, boya ve cila vurulmalıydı ki, yeni bir operasyona gerek kalmasındı!
Devlet faşist tarzda örgütlendirilmişti, ama bu faşizme ''demokrasi'' şalı örtmek, zaman zaman demokrasicilik oyunu oynamak gerekiyordu. Yalnız bu oyunun az da olsa bir bedeli vardı: Nispi demokrasi. ''Haklar kötüye kullanılıyor'' diye feryat ediyordu oligarşi. Ve hedef gösteriyordu: ''Haklar yok edilsin!'' Hak ve özgürlüklerin gasp edilmesine ''yasallık'' kazandıracak güçlü bir iktidar arayışına girişen oligarşi, hak ve özgürlüklerin gaspını seçim oyunlarına muhtaç bir parlamento ile gerçekleştiremezdi. Cunta gerekiyordu.
Askeri faşist cuntaya süreklilik kazandırılamazdı. Bu, orduyu yıpratacağı gibi, ''Türkiye Asya'daki dört demokratik ülkeden biridir'' demagojisine de son verip, oligarşinin ömrünü kısaltırdı. O halde, askeri faşist cuntanın olmadığı koşullarda da, yeni bir ordu müdahalesine gerek kalmayacak biçimde işleri düzenlemek gerekiyordu. İşte, 12 Eylül bu programı hayata geçirdi.
Devletin açık faşist tarzda kurumlaştırılmasının her şeyden önce yasama-yürütme-yargı arasında az da olsa var olan çelişkilere son vermeyi de kapsadığını söylemiştik. Cunta şefi EVREN, bu isteği şöyle açıklıyordu:
''... Her gün yargı yönetimi, yönetim de yargıyı şikayet ediyordu. Bunu ortadan kaldıracağız dedik.'' (26 Temmuz 1982)
Yargıyla yönetim arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmakla yargıyı yönetimin vesayeti altına almak kastediliyordu. Her şey yönetimin etki ve denetimine alınmalı, tek bir aykırı ses çıkmamalıydı! Daha sonra hayata geçirilen ve yargının bağımsızlığını tamamen (daha önce görünüşte yarı-özerkti) ortadan kaldıran uygulamalar ve yürütmeyi, yasama ve yargı karşısında güçlendiren, cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler veren, Anayasa ve Anayasanın özüne uydurulan yasalar bunun ifadesi olacaktı.
Tüm demokratik örgütlenmelerin etkisizleştirildiği bir ortamda, cumhurbaşkanına olağanüstü yetkiler tanıyordu. ''Sorumsuz'' olduğu ilkesine bağlı cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinden bazılarını sıralayalım:
- Kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin, meclis iç tüzüklerinin Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesine dava açmak;
- Bakanları azledebilmek;
- Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek;
- Başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu kararıyla sıkıyönetim ve olağanüstü hal ilan etmek, kanun hükmünde kararname çıkarmak;
- Devlet Denetleme Kurulu başkan ve üyelerini atamak;
- Yüksek Hakem Kuruluna üye atamak
- YöK üyelerini, rektörleri seçmek;
- Anayasa Mahkemesi üyelerini atamak;
- Danıştay üyelerinin dörtte birini atamak;
- Yargıtay Başsavcısı-Başsavcı Vekilini atamak;
- Askeri Yargıtay üyelerini atamak;
- Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini atamak;
- Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini atamak;
- TBMM'nin feshedilmesine karar vermek;
- Seçimleri yenileyebilmek;
- Devlet Denetleme Kurulu aracılığıyla tüm kamu kurum ve kuruluşlarını denetleyebilmek.
TBMM'yi feshetmekten, bakanları azletmeye, bakanlar kurulu vasıtasıyla kararname çıkarmaktan Silahlı Kuvvetleri kullanmasına karar vermeye kadar, hemen tüm yetkileri ve gücü elinde toplayan cumhurbaşkanı, bir diktatörün tüm yetkilerine sahiptir. Yargıyı tam denetimine alan cumhurbaşkanı, YÖK gibi faşist kurum aracılığıyla tüm üniversitelerle gençliğe müdahale hakkını da almıştır. Devlet Denetleme Kurulu gibi yeni bir anayasal organ aracılığıyla tüm kurum ve kuruluşları da denetleyebilmektedir. Çalışma yaşamı üzerinde ki denetimi kurmak üzere anayasal bir kuruluş haline getirilen YHK'na atadığı üyelerle de emek dünyasını denetleyebilecekti.
Daha önceki anayasada bürokrasideki yeri; ''tavsiye kararları alır'' olarak belirlenen Milli Güvenlik Kurulu için, 1982 Anayasası ''uyulması zorunlu tavsiye kararları'' ilkesi getiriyordu. Böylece ordunun hükümet üzerindeki vesayeti de garanti altına alınıp, süreklileştiriliyordu. Ayrıca sıkıyönetim komutanlarının başbakana değil de genelkurmay başkanına bağlanması; ordunun hükümet üzerinde yer aldığı ve demokratik hakları tehdit eden bir kuruluş olarak, meclis aritmetiğinden etkilenmemesi gerektiği düşünülmüş, bu nedenle bağımsız davranabilme olanağı tanınmıştır.
1961 Anayasasında Silahlı Kuvvetleri kullanma kararı TBMM'ye tanınmışken, 1982 Anayasası ile bu yetki cumhurbaşkanına veriliyordu. Bunun anlamı cumhurbaşkanının TBMM'den habersiz, savaş ya da olağanüstü hal kararları da alabilmesi demektir. Böyle bir yetki TBMM'nin göstermelik kukla bir organ olduğunu gösteren önemli bir başka veridir.
Yasama organı olan TBMM'nin varlığını göstermelik bir kurum düzeyine indiren 12 Eylül Anayasası, sadece yürütmeyi ve özellikle cumhurbaşkanını yasama ve yargı aleyhine güçlendirmekle kalmıyor, devletin silahlı güçlerini de olağanüstü ölçüde yetkiyle donatıyor, kişi özgürlüklerinin keyfi uygulamalarla, ayaklar altına alınmasına olanak tanıyordu.
''Özgürlük yok, ödev var'' diyordu '82 Anayasası. '61 Anayasasındaki temel haklar ve özgürlükler başlığı, ''temel haklar ve ödevler'' olarak değiştirilmişti. Açık faşizmi kurumlaştıran 12 Eylül, ödevleri halka, özgürlükleri kolluk kuvvetlerine veriyordu.
Anayasanın 12. maddesinde, ''herkes kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir'' dendikten sonra, 13. maddeyle tüm hak ve özgürlükleri gaspetme meşrulaştırılıyordu. Şöyle diyordu 13. madde:
''... Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel anlayışın, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacıyla...''
Bu maddeye dayanarak tüm hak ve özgürlükler sınırlanabilirdi. Örneğin bir sel felaketi ardından salgın hastalık tehlikesi başgösterdiğinde ''genel sağlığı korumak amacıyla'' kolluk kuvvetleri kişinin mektuplarını açabilir, telefonunu dinleyebilir, evini basıp arama yapabilir, gözaltına alabilirdi. Sıkıyönetim ya da olağanüstü hal ilan edilebilirdi. Çünkü bu maddenin son fıkrası ''bu madde de sayılan sınırlama sebepleri temel hak ve özgürlüklerin tümü için geçerlidir'' hükmünü getiriyordu.
''Genel anlayış'' ne demektir? ''Genel anlayışı korumak'' ne demektir? Örneğin sivil cunta Başbakanının eşinin düzenlediği ''1001 Gece Masalları'', toplumun ''genel anlayış''ına bir kıstas olabilir mi?
''Genel ahlak''ın ölçüsü nedir? Örneğin cunta hükümeti bakanlarının kalbur üstü burjuvalarla yaptıkları Uzakdoğu gezisinde, otelin bir katını kapatıp seks alemleri yapmaları bir ölçü olabilir mi?
Amerikan üsleri ve ülke topraklarına yerleştirdiği füzeler ''milli egemenliği'' tehdit etmiyor mu?
İnsanları ve köyleri, mahalleleri siyasal eğilimlerine göre kategorilere ayırıp fişlemek ''milletin bölünmez bütünlüğünü bozmak'' kabul edilebilir mi?
Görüldüğü gibi Anayasa esnek. Ne olduğu bilinmeyen kavramların ardına gizlenerek, temel hak ve özgürlük kırıntılarının dahi, her istendiği an rafa kaldırılması için gerekçeler içermektedir. Öyle ki, 19. madde ile ''suçlu adayı'', ''serseri'', ''tehlikeli kişi''lerin kovuşturmaya uğrayabilecekleri, sürgüne gönderilebilecekleri, haklarının kısıtlanabileceği kabul ediliyor.
Peki, ''bizim hırsımız, koltukta gözümüz yoktur'' diyerek işbaşına gelen cuntacılardan biri, sekiz yılda dünyanın en zengin 10 generali arasında 7. sıraya oturursa, o kişiye ''suçlu adayı'' denip hakları kısıtlanabilir, sürgüne gönderilebilir, kovuşturmaya uğrayabilir mi?
Ya da, kendi adı çıkmasın diye oğullarını, kızlarını birtakım yolsuzluklara sokanlar, devlet için ''tehlikeli kişi'' görülüp hakları kısıtlanabilir, kovuşturmaya uğrayabilir, hatta bu süreçte Amerika, İsviçre gibi ülkelerde satın aldıkları villalara, çiftliklere ''sürgün''e gönderilebilir mi?
Bunların yanıtı HAYIR'dır. Çünkü Anayasanın kısıtladığı haklar ve özgürlükler halka yöneliktir, oligarşiye ve temsilcilerine değil. ''Savaş, sıkıyönetim, olağanüstü hal ve ekonomik kriz'' dönemlerinde tüm hak ve özgürlükler tamamen dondurulup anayasaya aykırı önlemler alınabilecek (madde 15) ve bu sırada ''yetkili merciin verdiği emrin yerine getirilmesi sırasındaki öldürme fiilleri'' kişinin haklarını ihlal sayılmayacaktır (madde 17). Yetkili merci kimdir? Polis şefi, vali, bakan vs.dir. Savcı ve hakim kararı gerekmiyor. Kolluk kuvvetlerine ''öldür, hakkında dava açılmayacak'' güvencesi veren bu anayasa ile, egemenlik halka değil, egemen sınıfların silahlı güçlerine verilmektedir.
Devleti güçlendirmek için olağanüstü yetkiyle donatılan kolluk kuvvetleri, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı vs. gibi özgürlükleri ihlal edenler savcılık emri beklemeyecek; ve ''gecikmesinde sakınca bulunan haller'' sınıfına sokulacak, halkın yaşadığı bölgelerde terör estirilecektir.
Yürütmeyi ve oligarşinin vurucu güçlerini gerek silah, teçhizat vs. yönünden, gerekse yetki yönünden olağanüstü ölçüde donatan cunta yaşamın her alanına dönük önlemlerini almıştır. YÖK, YHK, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Devlet Denetleme Kurulu, hükümete emir verebilecek olan Milli Güvenlik Kurulu, emri başbakandan değil genelkurmaydan alacak sıkıyönetim komutanları ve Harp Akademisi bünyesinde kurulan Milli Güvenlik Akademisi'nin eğitiminden geçmiş yüksek bürokratları ile açık faşizm koşullarına süreklilik kazandırılmış, cunta, üniformalarının üzerine sivil kıyafetlerini giydiğinde de, 1980 12 Eylül sonrasındaki koşulların aynen devamı sağlanmıştır.
''Anayasa, önsözünden, geçici maddelere kadar militarizmi hukuki yapıya kavuşturan bir metindir.''
Bu sözler bize ait değildir, 10 yıl Türkiye başbakanlığı yapmış olan ve Zincirbozan'daki zorunlu ikametgahında Dünya ve Türkiye kamuoyuna (ama daha çok batılı dostlarına) şikayet mektubu yazan Süleyman DEMİREL'e aittir.
10 yıl başbakanlık yapmış, oligarşinin has temsilcilerinden DEMİREL'in bu sözü doğrudur. Her ne kadar kendisi de yıllarca böyle bir Anayasayı çıkarmak için mücadele etmiş ve geçici maddeler dışında her maddesine ve fıkrasına seve seve imza atacağı bir anayasa için, o anın ''kazıklanmışlığı'' ve tepkiselliğiyle, belki bugün reddedeceği ifadeler kullanmak zorunda kalmışsa da, doğru bir tespit yapmıştır. Evet 12 Eylül; Anayasası, yasaları, kanun hükmünde kararnameleri ve uygulamalarıyla militarizme hukukilik kazandırmıştır. Devlet baştan ayağa militarize edilmiş, tüm kuruluşlara anayasal organ özelliği kazandırılmıştır.
Bütün bunların adı ''açık faşizmin kurumlaştırılması''dır. Ne kadar inkar edilmeye çalışılırsa çalışılsın, militarizm yaşamın her hücresine enjekte edilmiştir. 12 Eylül bu yanıyla tam başarı sağlamış, oligarşiden hak ettiği övgü ve ödülü almıştır.
''Anayasaya 'eşit işe eşit ücret', 'insan haysiyetine yaraşır' gibi beşeri temennilerin girmesine taraftar değiliz'' (Anayasa Komisyonu Üyesi Şener AKYOL'un Danışma Meclisi konuşmasından)
İnsan onurunun ayaklar altına alındığı bir dönem bundan güzel sözlerle formüle edilemezdi. Cunta yeni anayasada insan onurunu korumak gibi bir yükümlülük altına girmek istemiyordu. '82 Anayasasının baş mimarlarından Şener AKYOL, aksi yönde konuşsaydı da kimseyi inandıramazdı ama, açık konuşmakla tarihe bir belge bırakmıştır. Tarih yazıcıları, 12 Eylül'ü ''insan onurunun çizmeler altında ezildiği dönem'' diye yazarken Şener AKYOL'a ''teşekkür'' edeceklerdir!
12 Eylül topluma layık gördüğü anayasa ile insan onurunu, özgürlükleri asker postalları altında çiğnemeye yasallık kazandırmış, kışla disiplinini tüm topluma hakim kılmıştır. ''Özgürlük yok, ödev var'' ilkesi ile hareket eden cunta, Anayasanın her satırında kişilerin ödevlerini belirlemiş, özgürlüklerin korunacağının değil, nasıl kısıtlanacağının belgesini hazırlamıştır. Yaşama hakkı dahil hiçbir hakkın güvenceye kavuşturulmadığı '82 Anayasası, örnek aldığı anayasaları bile gölgede bırakacak kadar pervasız hazırlanmıştır. Ama onun bu hali 12 Eylül gerçeğini en iyi şekilde belirlemektedir.
Faşizmin bir özelliği de toplumu tek tipleştirmesidir. Toplumu bir sürü gibi güdebilmenin en iyi yolunun tek tip insanlar yaratmak olduğuna inanan faşizm, topluma ''tek şef''in iradesini hakim kılar.
Faşist cuntacılar işbaşına geldiklerinde, kendilerini tüm dünyaya kurtarıcı olarak tanıtmaya özel bir önem verdiler. Türkiye'nin onlara gereksinmesi vardı! Onlar Türkiye'yi kurtarmak için yaratılmışlardı! En vatansever, en akıllı onlardı! Herşeyi bilirler, herşeyi görürlerdi! Her konuda konuşmak haklarıydı! Her gün TV'de dakikalarca, saatlerce boy gösteriyorlar, akıl dağıtıp, nasihatlarda bulunuyor, emir yağdırıyorlardı. Ne yasa, ne hukuk tanıyorlardı; yasa da onlardı, hukuk da!
Tüm Türkiye'yi askeri kışlaya çevirme operasyonuna 12 Eylül'ün ertesi günü başlamışlardı. Önce tüm kurum ve kuruluşların başına emekli subaylar atandı. Zincirbozan'dan Avrupa'ya mektup yazan DEMİREL, ''bakanlar birer sekreter ve oyuncaktır. Her bakanlıkta bulunan kurmay subaylar cunta adına komiserlik görevini yapıyorlar'' diyordu. Doğruydu bu ve sadece bakanlıklarla sınırlı değildi. PTT'den mahalle muhtarlıklarına kadar işgal altına alınmış, muhtarlar bile istifa ettirilmiş, yerlerine güvenilir emekli subaylar atanmıştı.
Kilit noktaları emir-komuta zincirine bağlayan cunta, daha sonra birbiri ardına eklenen MGK ve sıkıyönetim bildirileriyle toplumu disipline etmeye yöneldi. Çöp tenekelerinin boyasından evlerin badanasına, insanların kılık-kıyafatlerinden sakal ve bıyığına kadar her konuda kurallar bütünü oluşturuldu.
Kışla disiplini altına alınmaya çalışılan topluma üç şey egemen kılındı: Baskı-terör-işkence. Yaşam güvencesi ortadan kaldırılmış ve en temel haklarına ve özgürlüklerine sınırlama konulmuş insanlardan oluşan sinmiş bir toplum yaratılmak isteniyordu. Yargı organları da yürütmenin vesayeti altına alındıktan sonra, halk da bir baskı-terör-işkence üçgeni içine sıkıştırılmış oluyordu.
Resmi olarak yüzbinlerce insanın gözaltına alındığının kabul edildiği bu dönemde, insanlar sokakta, kahvede, köy meydanında gözaltına alınmamış gibi; işkence, baskı ve devlet terörüyle yüz yüze gelmeleri resmi açıklamalarda gözlerden uzak tutulmaya çalışılıyordu. Oysa baskı-terör-işkence yaşamın tüm hücrelerine girmişti. Milyonlarca insan hakkında fiş düzenleyen, insanları, köyleri, kasabaları, mahalleleri siyasal durumlarına göre renklere ayıran ve uygulamalarında buna göre davranan 12 Eylül'ün amacı insanları çocukluğundan ölümüne dek gözaltında tutmak, yaşamın her alanını tam bir denetim ve disiplin altına alabilmekti. Bu konuda hiçbir sınır tanımıyordu.
Demokratik kitle örgütlerini dağıtan ve -tüm engellere karşın kurulsalar bile- güç ve etkinliklerini yok eden, kişinin ya da toplumsal sınıf ve tabakaların hak arama, hak alma yol ve araçlarını sınırlayan, partileri ve hatta TBMM'yi bile güçsüz bırakan faşist cunta, kişiyi güçsüzleştirdiği oranda devleti güçlendirmiştir. Bunun sonucunda toplum baskı-terör-işkence karşısında hak arayamaz olmuş, güvenceden yoksun olarak sindirilmiş, yıldırılmıştır.
Utanç Verici Bir Olay
12 Eylül'ün nasıl bir toplum yarattığı yapılan iki deneyin gözlemleriyle ortaya çıkmıştır. Birincisinde, Nazi askerlerinin kıyafetlerini giyen ve Almanca-Türkçe karışımı konuşan tiyatrocular, İstanbul Beyoğlu'nda kimlik kontrolü yapmış, istisnasız herkes uymuş, hiçbir tepki gösterilmemiştir. İkincisinde ise, yine İstanbul'un kalabalık bir caddesinde sivil giyimli kişiler, kendilerine sivil polis havası vererek, komutla caddedeki tüm insanları yere çömeltmiş, daha sonra kentin değişik yerlerinde insanlara ''şu duvarı tut devrilmesin!'' gibi en anlamsız şeyleri emirle yaptırmışlar, yine itiraz eden, tepki gösteren olmamıştır. Devletin resmi güçlerinin militarizmi nasıl yaydıklarını ve topluma emir-komuta ile yönetilme alışkanlığını nasıl benimsettiklerini, kolluk kuvvetlerinin baskı-terör-işkence uygulamalarının toplumu ne hale getirdiğini en iyi bu iki örnek anlatıyor. Elbetteki bu örnekler cuntacıları memnun etmiştir. Hedeflerine ulaştıklarını; kışla disiplinini topluma hakim kılmakta başarılı olduklarını görmüşler, göğüsleri kabarmıştır. Güce tapan kişilikleriyle, bu onlara yaraşır, ama hiç kimsenin İstanbul gibi bir yerde yabancı askerlerin kimlik kontrolü yapmasına itiraz edilmemesinden ''en azından yurtseverlik adına'' gurur duymaması gerekir. Bu utanılacak bir şeydir. Bu utanç, toplumu bu hale getirenlerindir. Çök deyince çöken, en anlamsız emirlere uyan bir toplum yaratmak kimseye onur kazandırmamıştır. Bu şerefsizlik de cuntanın taşıdığı nişanlara eklenmiştir.
Toplumu kişiliksizleştirebilmek için ideolojik-kültürel saldırı araçlarını harekete geçiren 12 Eylülcülerin birincil hedefi, kitleleri politik konulardan uzaklaştırmaktı. Eğer halk kitlesinin sosyal-politik konulara ilgisi yok edilebilirse, faşist uygulamaları kabul ettirmek daha kolay olacaktı. Şiddetle istenen, kendi sorunlarına karşı duyarsız, ilgisiz ve tepkisiz bir toplumdu.
Cuntacılar ''anarşi orta dereceli okullara kadar girmişti'' diye şikayet ediyordu. Politikanın ekmek, su, hava, güneş gibi günlük yaşamın bir parçası haline gelmesi rahatsız ediyordu onları. Faşist katliamların, faşist terörün yaş ve cinsiyet gözetmeksizin herkese yöneldiği bir dönemde, politikanın seviyesinin yükselmesi ve herkesin ilgi konusu haline gelmesinden daha doğal ne olabilirdi. Orta dereceli okulların faşist işgal altına alınmak istendiği bir dönemde, buna karşı koyan ve can güvenliğini, öğrenim özgürlüğünü savunan gençlerin kendilerini siyasal olarak geliştirmeleri ve yaşamı savunmalarında doğal olmayan hiçbir şey yoktu.
Egemen sınıflar politikayı sadece kendi ayrıcalıkları kabul edip, geniş halk kitlesini politikadan soyutlamak istiyorlardı. 12 Eylül'ün programındaki temel konulardan biri de buydu. Bir yandan toplumsal yaşama kışla disiplini; emir-komuta zinciri hakim kılınmaya çalışılırken, bir yandan da politika yasaklanacak, kitleler siyasal yaşamdan uzaklaştırılacak, böylece toplumda tam bir ''kişiliksizleştirme'' yaratılacaktı. Ancak önlerinde birçok sorun vardı. Bunlardan biri de 1980 öncesinin sosyal-politik alışkanlıkları, kültürü, gelenekleri, ahlakı, kısacası toplumun değerlerini bir çırpıda yok etmenin, hafızaları silmenin ve kitleleri ideolojik olarak şekillendirmenin, yeni bir ideoloji, yeni bir kültür vermenin kolay kolay gerçekleştirilemeyeceğiydi. Ancak cuntacılar kendilerine verilen görevi başarmaya kararlıydılar. Ne pahasına olursa olsun, hangi araçları kullanmak gerekirse gereksin topluma 12 Eylül'ün faşist ideolojisi, yoz-kozmopolit kültürü aşılanacak, kitleler apolitikleştirilecekti.
Öncelikle halk kitlelerine, geçmişleri karalanmalı, unutturulmalıydı ki, beyinlere yeni motifler işlenebilsin. ''Anarşi-terör'' edebiyatı ve devrimcileri karalama kampanyası bunun için başlatıldı. Kendilerini kurtarıcı olarak kabul ettirebilmek için ''anarşi-terör'' adını verdikleri sınıf mücadelesinin ülkeyi uçurumun eşiğine getirdiğine kitleler inandırılmalı, böylece geçmişlerinden suçluluk duymaları sağlanmalıydı. Öyle ki, grevci işçiler ekonominin kendileri yüzünden çöktüğüne, can güvenliğini korumak için silaha sarılan insanlar dış mihraklara alet olduklarına; gençlik tüm kötülüklerin kendi ''tepkici''liğinden, aktivitesinden doğduğuna inansın, pişmanlık duysun, tövbe etsindi. Halkın güven duyduğu, yakından tanıdığı insanlar hakkında tüm basın-yayın organları kampanya açmış her gün yeni bir yalan, yeni bir demagojiyle kuşku yaratılmaya çalışılmıştı. Bu yalan ve demagojiye yanıt vermek olanaklarından yoksun olan devrimcilere veryansın edilmişti.
İletişim kaynaklarının cuntanın denetimine girmesi ya da oto-sansür uygulanması üzerine ortalığı tek tip resmi haberler kapladı. ''Halkı telaşa sürükleyecek'' haber yasaktı. Örneğin enflasyonu yüksek göstermek de telaşa neden olabilirdi, bankerlerin ya da bankaların birbiri ardına battığını söylemek de... ''Kişinin itibarını sarsıcı, özel hayatın gizliliğine aykırı'' yayın yapılamazdı. ''İtibar'' deyince sermayenin ve sermayedarların temsilcilerinin itibarını anlıyorlardı, onların gözünde halkın itibarı yoktu. Yolsuzluklar, rüşvetler, görevini kötüye kullananlar hakkında yayın yapılamıyordu. Çünkü tüm bunlar cuntacıların itibarına dokunuyordu. Ama cuntacılar, gerek zorla miting meydanlarına toplanmış insanlara, gerekse gazete, radyo ve televizyondan, kendilerine karşı gördükleri herkes hakkında her şeyi söyleyebiliyorlardı. Hatta yasalar ''süren bir dava hakkında olumlu ya da olumsuz görüş belirtilemeyeceği''ni hükme bağladığı halde, faşist cuntanın şefi EVREN, başta devrimci örgüt davaları olmak üzere ECEVİT, DEMİREL, ERBAKAN gibi burjuva politikacılar ve onların süren davaları, duruşmaları hakkında dahi her türlü şeyi söyleyebiliyor, keza aynı şekilde BARIŞ DERNEĞİ, DİSK vb. davaları da olumsuz yönde etkileyen, mahkemelere yön veren konuşmalar yapabiliyordu.
Türkiye'de imparatorlar vardı artık ve onlar sınırsız özgürlüklere sahiptiler.
Basın-yayın organlarını borazanı haline getiren faşist cunta, elinden gelse tüm gazete ve matbaaların başına da TRT'de olduğu gibi, bir emekli general dikecekti. Bunu yapmasa da, daha yayın çıkmadan sansürden geçme zorunluluğu, el koyabilme, dağıtımını engelleme ve istenmeyen yayınları yapanlara yönelik kapatma, yazarlar hakkında dava açıp cezalandırma, kağıt kotasını kesme gibi yollarla denetim kurulmuştu.
İşte bir örnek:
''Birinci Ordu ve İst. Synt. Komutanı Orgeneral Necdet ÜRUĞ, geçen gün gazetemizin Yazı İşleri Müdürü Orhan ERİNÇ'i telefonla aramış. 'Ankara'dakilerin' gazetenin yayınından memnun olmadıklarını, gazetenin kapatılması için birçok gerekçe bulunabileceğini söylemiş.'' (Tank Sesiyle Uyanmak, H.CEMAL, s.72)
Baskı, yasak, tehdit her zaman telefonla olmamıştır elbette. Örneğin 6 Eylül '83 günü I.Ordu ve Synt. Komutanlığı'nın gazetelere bildirisi şöyledir:
''l. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı'ndan bildirilmiştir: 5 Eylül 1983 günü Baştabya'da bulunan Askeri Mahkeme salonunda yürütülen DEV-SOL davasında atılan sloganlar, 'Seçimlere Hayır, Cunta Bizi Yargılayamaz, Kahrolsun Faşistler' şeklindeki sözler basın ve yayın organlarında yer almayacaktır.'' (Demokrasi Korkusu, H.CEMAL s.403)
Cuntacılar kendilerine karşı olan sesi susturmak istiyor ama buna bazen yasaklar da engel olamıyordu.
Basın ve TRT'yi çeşitli yollarla susturan faşist cunta, gençliği yalan ve demagojileriyle etkilemek için eğitim sistemine, üniversitelere yönelik özel çalışmalar başlattı. YÖK sistemi üniversite gençliğini uyuşturacak, faşist tarzda eğitecekti. Zorunlu din ve ahlak eğitimi, Atatürkçülük dersleri, gerici-faşist öğretmenler aracılığıyla doğrudan doğruya anti-komünist düşünceleri yayacaktı. 1402 uygulamasıyla ilerici, devrimci öğretmenler okuldan uzaklaştırılmış, TÖB-DER kapatılmış, okullar faşist düşüncenin yayıldığı karargaha dönüştürülmüştü. Özellikle üniversitelerde subaylar, emekli valiler, emniyet müdürleri, devrimci mücadelenin yükselmesi tehlikesi üzerine konferanslar, dersler veriyorlar, YÖK rektörleri öğrencileri muhbirliğe özendiriyordu.
Bir yandan eğitim-öğretim kurumları, öte yandan basın-yayın organları ve buna ek olarak da kültür-sanat alanındaki etkinlikler hep 12 Eylül'ün ideolojik saldırılarının araçları oldular. Holdinglerin birdenbire kültür-sanat alanına ilgi duyması boşuna değildir. Birbiri ardına kurulan holding sanat vakıfları 12 Eylül felsefesine uygun biçimde sanat-kültür etkinlikleri düzenlediler, ya da bu doğrultudaki etkinlikleri desteklediler, finanse ettiler. Sinema, tiyatro, müzik, roman, şiir vd. dallarda 12 Eylül öncesine sövgü, devrimcileri karalamak (kimi doğrudan, kimi de ''özeleştiri yapma'' adına) moda oldu. Birçok sol örgütün faaliyetine son verdiği, mücadeleyi terk edip mülteciliği seçtiği ve genel olarak yılgınlığın yaşandığı bir dönemde, 12 Eylül'ün yalan ve demagojiye dayalı ideolojik saldırılarının etkili olmadığı söylenemezdi. Kitlelerin apolitikleştirilmesi için uygun bir ortam yaratıldı. Bu ortamı değerlendiren 12 Eylül, ideolojik saldırılarının yanı sıra, kitlelerin dikkatini politikadan başka konulara çekmek için de çaba gösteriyordu. Gençleri altyapıdan yoksun, bilimsel temele dayanmayan, sadece enerjilerini harcayacakları spor faaliyetlerine kanalize etmek isterken, bunun dışında kalanları uyuşturucu ve seks batağına itiyorlardı. Spordaki küçük başarıları dahi büyük başarılarmış gibi kullanan cuntanın, televizyonunda spora (özellikle futbola) ayrılan sürenin çoğalması, futbol taraftarlığını körükleyen yayınlar, cunta şefi ve başbakanlarının sporla çok ilgiliymiş görüntüsü veren yayınlar, sporcuları şatafatlı törenlerle ödüllendirmeler, futbol yatırımlarının artırılarak kulüplerin holdingleşmesine doğru gidiş, faşist cuntanın kitleleri bu yöntemlerle deşarj etmek istemesi ve bunun uygulanması sonucuydu. En önemli işleri arasında futbol maçlarını hiç kaçırmayan taraftar devlet adamı tipi yaratılmıştı.
Sporu böyle sömüren cunta döneminde, seks ve uyuşturucu toplumun kanayan diğer iki yarası oldu. Cinsel suçlarda ve uyuşturucu kullanımında rekorlar kırılması, cinsel sapıklıklara neredeyse normal bir davranışmış gibi hoşgörüyle yaklaşılmasının topluma benimsetilmeye çalışılması, faşist cuntanın marifetlerinden biridir. Görünüşte bunlara karşı gözüken cuntanın, gençliğin, politika yerine oligarşiyi ve emperyalizmi rahatsız etmeyen sapıklıklar yapmasını dert etmediği, aksine teşvik ettiği açıktır. Yılda birkaç kez değişen moda akımlar, büyük şehirlerin en işlek caddelerini bile kasıp kavuran çete savaşları, hastanesi olmayan ilçeye diskotek açılması, yoz bir diskotek yaşamın özendirilmesi, en büyük tirajlara ulaşan porno gazeteleri ve dergileri, Türkiye'nin Michael JACKSON'ları haline, getirilen arabesk yıldızları vb. ile 12 Eylül, tüm faşist diktatörlerin yönetmek için gereksinme duydukları toplumsal dejenerasyon araçlarının işletilmesine titizlikle uymuş, kitleleri politikadan uzaklaştırmak için ne gerekiyorsa yapmıştır. Öğrenci gençliği, devlet memurlarını, silahlı kuvvetler üyelerini, polisleri derneklerden, partilerden, sendikalardan uzak tutan 12 Eylül, derneklerin şube açmasını zorlaştırmış, ''sınıf esasına dayalı parti kurulamaz'' anayasal ilkesiyle, işçi ve emekçilerin kendi partilerini kurmasını önlemiş, partilerin köylerde, mahallelerde örgütlenmesini, kadın ve gençlik örgütleri kurmalarını yasaklamış; partilerin sendikalarla, derneklerle, kooperatiflerle dayanışmasını, ortak platform oluşturmasını da yasaklayarak politikanın, geniş kitlelere ulaşmasını olabildiğince önlemeye çalışmıştır.
''Uğrunda ölünecek hiçbir ideal yoktur'' felsefenin kitlelere empoze edildiği 12 Eylül sürecinde, ''köşeyi dönmek'' temel amaç haline getirilmiştir. ''Ne yaparsan, nasıl yaparsan yap, ama köşeyi dön'', ''iş bitirici''lerin temel şiarıdır. Sonuca gitmek (iş bitirmek) için hiçbir kural, yasa, ahlak tanımayanların yarattığı 12 Eylül olanaklarıyla, ''köşeyi dönenler''in basın-yayın organlarında reklam edilmesi, övülmesi halkın dikkatinin buraya çekilmesi, düzenin kendi propagandası açısından yetmiştir. Kitlelerin yaşam derdine düştüğü, çığ gibi büyüyen pahalılık karşısında ayakta kalma savaşının öne çıktığı bir dönemde, ''köşeyi dönme'' felsefesine olan ilginin çok olacağı açıktır. Maişet derdinden bunaltılan halkın ilgisinin giderek politikaya kayacağının bilinciyle politikaya açılan tüm kanalları tıkamaya çalışan cunta ne kadar çaba gösterse de tam bir depolitizasyonu gerçekleştirememiş, 1984'ten itibaren politik atmosfer giderek yükselmiştir. Yıllarca baskı, terör ve işkence ile halkı maişet derdine düşürerek politikadan uzak tutmayı başaran cuntanın politikaya aç bıraktığı kitleler, o günlerin etkilerini hızla üzerinden atıyor.
''Yer: Kazlıçeşme'de büyük bir tekstil fabrikası, l5.00 vardiyasında çalışacak işçiler birazdan servislerle gelip kapıdan içeri girmeye başlayacaklar. Ancak onları bir sürpriz bekliyor. Bu kez içeri girmek için parmak izi vermeleri gerekecek. Kendilerine hiçbir açıklama yapmayı düşünmüyoruz. Erol siyah pardösüsünü giymiş elinde siyah bir defter, kapının önünde işçilerin yolunu gözlüyor. Yanında diğer arkadaşımız, o da elinde megafon üç adımlık voltalar atıyor.
(...) Bay otoritenin, 'Bundan sonra parmak basacaksınız! Sırayla parmak basın!' komutu üzerine işçiler adeta otomatiğe bağlanmışlar gibi sorgusuz sualsiz parmaklarını önce ıstampaya, sonra da deftere basmakta bir an bile tereddüt etmiyorlar.'' (Nokta Dergisi, 7 Şubat 1988)
Nokta Dergisi, bay otorite'nin insanlarımız üzerindeki etkisini araştırıyor. Yedi deneyin yedisinde de, otoriter görüntüdeki sivil polis izlenimini veren ve elinde bir megafon bulunan kişi, emirler veriyor ve istisnasız emirlerine uyuluyor. İstanbul İstiklal Caddesinde, insanları sıraya sokup saymak da dahil, otoritenin emirlerine itiraz edilmiyor. Yukarıya aldığımız deney fabrika işçileriyle ilgili. BAY OTORİTE ''parmak basın'' diyor, basılıyor. Bir işçi neden parmak bastığı sorusuna, ''polis sandım'' diye yanıt veriyor.
Bu örneklerde gösterilen olaylar, EVREN'lerin, ÖZAL'ların, bir yandan başlarında kasklarla maden ocaklarında işçi sınıfının durumunu yakından görerek üzülmelerinin (!), diğer yandan ise işçileri fabrika çıkışlarından, servis arabalarından işkencehanelere alan, ellerindeki tek ekonomik ve sendikal örgütler, DİSK ve diğer devrimci-ilerici sendikalarını kapatan ikiyüzlü politikalarının ürünüdür. Tekelci burjuvazi askeri faşist cunta aracılığıyla olsun, sivil cunta hükümetiyle (ÖZAL) olsun, giriştiği azgın saldırılar sonucu, Devrimci Hareketin etkisizleştirildiği koşullarda, işçi sınıfını bu duruma düşürmüş; böylece sessiz, hakkını arayamayan bir işçi sınıfının sırtından milyarlarda ifadesini bulan kazanç elde etmiştir. Bu sonuçta, fabrikalara yönetici olarak alınan, emekli faşist subayların sağladığı disiplinin önemi yadsınamaz.
Evet, genelde tüm toplumsal yaşamı, özelde çalışma yaşamını kışla yaşamına dönüştürmekle görevli faşist cunta, anayasa ve ilgili yasalarda yaptığı değişikliklerle, bu hedefine büyük ölçüde varmıştır. Faşist cunta, işbirlikçi tekelci burjuvazinin krizine çözüm bulma ve artı-değer sömürüsünü en yüksek seviyeye çıkarmak için, emek dünyasını kışla kurallarıyla yönetmeyi yasallaştırmıştır.
Sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı, işbirlikçi tekellere bir tehlike olarak görünmektedir. Güçlü sendikalar ve etkili direnişler, toplu sözleşmelerle sağlanan hakları yüksek tutmaktadır. Bu nedenle burjuvazinin denetimi altına alabileceği sarı sendika dışında sendika olmamalı, olsa bile yasal yollarla etkisizleştirilebilmelidir. Aynı şekilde grev ve toplu sözleşme hakkını tümden kaldırmak olanaksızdır. O halde görünüşte sendikal hak tanıyarak, gerçekte ise sendikanın etkisini yok etmek oligarşi açısından en ''akılcı'' yoldur! Yirminci yüzyılın son çeyreğinde kendisini ''demokratik'' göstermeye çalışan bir ülke de, bu hakların varlığı reddedilemeyeceğinden, anayasada da grev, sendika ve toplu sözleşme haklarına yer verilmiş, böylece kağıt üzerinde bu haklar işçi sınıfına tanınmıştır. (Madde 55)
Burjuvaziyi işçiye karşı korumayı görev edinen faşist cunta, lokavt hakkını yeni anayasaya koymuş ve toplu sözleşme düzenine, işçilerin ve burjuvaların ''karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını düzenleme'', ''ekonomik istikrarı koruma'', ''mali kaynakların yetersizliğini gözetme'' yorumlarını getirmiştir. İşçi sınıfının emeğinin karşılığını sömürüyle sınırlayabilmek için, elindeki grev ve direniş silahıyla harekete geçirdiği toplu sözleşme yasasına ''işverenin ekonomik ve sosyal durumunu düzenleme'' ve ''mali kaynakların yeterliliği'' (Madde 65) yorumunu getiren bir sistem, burjuvaziyi korumayı ilk görev kabul etmiştir. Kapitalist düzende burjuvazinin ekonomik ve sosyal durumunun korunması diye bir sorun olamaz. Çünkü işçi lehine en iyi koşullarla imzalanmış bir toplu sözleşme bile, sömürüyü yok etmez. Ancak, bir ölçüde sınırlayabilir. Bu gerçek biline biline, hazırlanan '82 Anayasasında toplu sözleşmeye getirilen bu yeni yorum ile, toplu sözleşmelerde hak genişletilmesine karşı olduğunu açık açık ilan eden TİSK, TÜSİAD gibi işveren kuruluşlarının istemleri yerine getirilmekte, bu yorum ile toplu sözleşmelerde istenecek hakların reddi yolu açılmakta, işçinin pazarlık yolu yasal olarak sınırlanmaktadır.
12 Eylül'e hazırlık yapılırken, DİSK'in 15 bin silahlı militanının fabrikaları ''işgal'' edeceğinden hareketle, 12 Eylül sabahı fabrikaları tanklarla kuşatan cuntacılar kan stoku yapmışlardır. Binlerce insanın katledilmesini göze alarak fabrikaları kuşattıran cunta ''gereken yapılsın'' emri ile direnecek işçilerin katledilmesine yeşil ışık yakmıştır. Onlar PİNOCHET'den çok şey öğrenmişlerdi...
Faşist-cuntanın kan dökmeden geldiği iddiasında olanlar, cuntanın 15 bin DİSK militanını katletmek planları yaptığını unutmaktadırlar. Aynı şeyi işçi ve emekçilerin yoğun olarak yaşadığı gecekondu bölgeleri için de planlayan cunta, onbinlerce insanı katletmediyse bu, cuntaya karşı kitlesel bir direnişin örgütlenememesindendir. Cuntanın iyi niyetinden değil.
Daha ilk gününde ve ilk emirleriyle grevleri yasaklayan, mevcut grevdeki işçilerin işbaşı yapmasını, aksi taktirde zor kullanılacağını açıklayan cunta, 800 bin işçinin toplu sözleşmesini onların aleyhine tek bir cümleyle bağlamış, burjuvaziye ilk büyük hediyesini vermiştir. Bunu, biriken yüz milyonlarca liralık kıdem tazminatları ödemesinde burjuvazi lehine düzenlemeler izlemiş, burjuvalar büyük bir yükten kurtulmuşlardır.
Cuntanın ilk günlerinde ve onu izleyen yıllarda, cuntacıların iki dudakları arasından çıkan sözlerle düzenlenen çalışma yaşamına ilişkin yasal düzenlemeler tümüyle emek düşmanıdır.
Hak ve özgürlüklerde sınırlamayı kural, özgürlüğü istisna olarak gören Anayasa, bunu ''özgürlük'' yerine ''ödev''i koyarak formüle etmiştir. '82 Anayasasında ''çalışma hayatı'' bölümünü, Türkiye İşverenler Sendikası Genel Sekreteri Rafet İBRAHİMOĞLU'na hazırlatan faşist cuntanın tutumuna bundan güzel örnek olabilir mi? Halkımızın sık kullandığı bir özdeyiş vardır; körün aradığı bir göz, allah verdi iki göz. Oligarşi, demokrasi manevralarına gereksinme duyduğu dönemlerdekinin aksine her şeyi açık oynamaktadır. Sendika, grev, lokavt, toplu sözleşme konularını anayasaya sokan TİSK Genel Sekreteri Rafet İBRAHİMOĞLU; Amerikan tipi sarı sendika TÜRK-İŞ Genel Sekreteri Sadık ŞİDE'den Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına: MESS eski başkanından cuntanın ekonomi sorumlusuna; tek bir gerçek işçi temsilcisinin yer almadığı YHK vb. cuntanın saymakla bitmeyen emirerleridir. Oligarşinin hedefine varması için ille de açık oynaması gerekmiyor, ama bu kez demagojiye başvurmadan, demokrasiciliği zaman kaybı olarak gördüğünü açıkça koyuyor. Nasıl olsa oligarşiyi zorlayacak bir muhalefet yok!...
Biraz da, TİSK Genel Sekreteri Rafet İBRAHİMOĞLU'nun işçi haklarını anayasa ile nasıl güvence altına aldığına bakalım:
1982 Anayasasının çalışma hayatına ayrılan bölümü, her zaman olduğu gibi önce hakları sıralıyor; sendika, grev, toplu sözleşme ve bunun karşısında lokavtın da hak olduğuna değindikten sonra asıl konuya, hakların nasıl yok edileceğine geliyor. Anayasada hakları ve özgürlükleri sınırlayan bir genel hükümler, bir de her hakkı sınırlayan özel hükümler bulunuyor.
''Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamaz'' demiyor '82 Anayasası. 1961 Anayasasının bu hükmü, bilinçli bir biçimde siliniyor metinden. Böylece en temel hakların bile yok edilebileceği kabul ediliyor. Nitekim '82 Anayasası yaşama hakkı konusunda bile kimseye güvence vermiyor. Tüm hak ve özgürlüklerin özüne dokunulabileceği ve en temel hak ve özgürlüklerin özüne aykırı önlemlerin alınabileceğini (Madde 15) kabul eden Anayasa, savaş, sıkıyönetim, olağanüstü hal ilanında, ekonomik kriz, doğal afet durumunda temel hak ve özgürlüklerin tamamen kaldırılabileceğini, Anayasaya aykırı önlemler alınabileceğini ve ücretsiz çalışma kuralı getirebileceğini belirtiyor. Yani bir ekonomik kriz anında (Türkiye'de kriz hiç bitmediğine göre, bu madde her an uygulanabilir) işçi, patronu için ücretsiz çalışabilecektir. Bunun adı angaryadır. Derebeylik düzeninde kaldığı sanılan angaryayı, çağımıza uyarlayan '82 Anayasasından çağdaşlık beklememek gerekiyor. Çünkü '61 Anayasasında yer alan ''çağdaş'' sözcükleri de çıkartılmıştır zaten.
Hakların hangi koşullarda sınırlanabileceği konusunda bir de 13. maddeye bakmak gerekiyor. 13. madde tam dokuz durum sıralıyor:
1- Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün,
2- Milli egemenliğin,
3- Cumhuriyetin,
4- Kamu düzeninin,
5- Milli güvenliğin,
6- Genel anlayışın,
7- Kamu yararının,
8- Genel ahlakın,
9- Genel sağlığın (?!)...
Ne anlama geldiği belirsiz ''kamu düzeni'', ''genel anlayış'', ''genel ahlak'', ''kamu yararı'' vb. gibi her yoruma açık kavramların ardına gizlenerek, istenildiği her an, hak ve özgürlüklerin yok edilmesine yasallık kazandırılmaya çalışılmaktadır. Kamu yararının, genel ahlakın, genel anlayışın ölçüsü nedir? Kim, nasıl saptayacaktır? ''Kamu yararı'', ''kamu düzeni'', ''milli güvenlik'' vs.nin oligarşinin yararı; faşist düzenin, oligarşinin ve emperyalizmin güvenliği olduğu gayet iyi biliniyor. Demek ki emperyalizmin ve oligarşinin çıkarlarının gerektirdiği her an ve her durumda istisnasız her türlü hak ve özgürlük kırıntıları da yok edilecektir.
Anayasada işçi hakkına yönelik sınırlama bu kadarla da kalmıyor elbette. Bir de çalışma yaşamına özgü kısıtlamalar ekleniyor, örnekleyelim:
1-Anayasanın 51. maddesi işçiye birden fazla sendika üyeliğini yasaklıyor. Bir işverenin birden çok işveren örgütüne üyeliğini yasaklamayan Anayasa, bunu işverenin ayrıcalığı olarak kabul ediyor. Yine bu madde sendika ve üst kuruluşta yönetici olabilmek için fiilen on yıl işçi olarak çalışmış olma ilkesi getiriyor. Bu madde doğrudan ilerici, devrimci işçilerin sendika yönetimine gelmesini engellemek ve alanı sarı sendikacılara bırakmak içindi. Halbuki işveren örgütleri yöneticiliği için böyle bir yasak yok.
2- Anayasanın 52. maddesine göre:
a- Sendikalar siyasal amaç güdemezler, siyasal faaliyette bulunamazlar. Ama TİSK, TÜSİAD, vb. örgütler siyaset yapabilirler, hükümetlere rapor sunabilir, ilanlarla hükümet düşürebilirler, hükümetlere ültimatom verebilirler.
b- Sendikalar partilerden destek alamaz, destek veremezler. Peki aynı yasak, TİSK, TÜSİAD, MESS, TOBB vb. için de geçerli mi? Cunta partileri kurulurken halktan mı maddi destek gördüler, yoksa holdinglerden mi?
c- Sendikalar, partiler, dernekler, kamu kurumu niteliğindeki kuruluşlarla, vakıflarla vb. ortak hareket edemezler. Bundan amaç sendikayı kamuoyu desteğinden yoksun bırakarak güçten düşürmek, etkinlik alanını daraltmak değil midir? Aynı yasakların sermaye çevreleri için olmaması -olsa da kağıt üzerin de, göstermelik olacağı- ise ayrı bir konudur.
d- ''İşyerinde sendikal faaliyette bulunanlar, o işyerinde çalışmama yoluna gidemezler'' diyor Anayasa. Böylece sendikacıların sendikal faaliyetlerine ayırabilecekleri zaman bırakılmamak istenmektedir.
e- Sendikalar mali ve idari denetim altına alınarak gelirlerini kullanmaları gözleniyor, bir baskı oluşturuluyor ve paralarını bir bankaya yatırma zorunda bırakılan sendikaların yatıracakları bu paranın da burjuvaziye fon olarak aktarılması planlanıyor.
3- Anayasanın 53. maddesi, bir işyerinde aynı dönem için birden fazla sözleşme yapılamaz diyor.
4- Grevi uyuşmazlık durumuyla sınırlayan 54. madde, hak grevleri, dayanışma grevleri, siyasal amaçlı grev, genel grev, işyeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme vb. direnişleri yasaklamaktadır. Peki, aynı Anayasa, işyerinde grev olan burjuvaziye, burjuva örgütlerinin belirlediğinin üzerinde hak vermeyi cezalandıran ve bu burjuvanın işçi karşısında dayanabilmesi, direnişi kırabilmesi için maddi-manevi destek veren diğer burjuvaların dayanışmasını yasaklıyor mu? Hayır, Anayasanın amacı işçiyi cezalandırıp burjuvaziyi silahlandırmaktır.
5- Anayasa, grev, ''iyi niyet kurallarına aykırı yönde'', ''toplum zararına'', ''ulusal serveti tahrip edecek biçimde'' kullanılamaz diyor. Bunların herbirinin her grevi yasaklamanın ''yasal'' kılıfı olabilecek gerekçeler olması bir yana, grevdeki işyerinde meydana gelen zararlardan sendikanın sorumlu tutulması ilkesi getirilmiştir. Yani grev sırasında bakımı yapılmadığı için paslanan makinenin bedelini sendika ödeyecektir; grevden zarar göremeyeceğinden emin olan bir burjuva niçin anlaşmak istesin? Ayrıca, grevden dolayı meydana gelen, işçinin, ailesinin ve sendikanın zararını kim ödeyecektir? Grev sırasında işçi çalıştırıp işlerini yürüterek, anlaşma masasına oturmayacak bir burjuvayı topluma verdiği zarar nedeniyle kim cezalandıracaktır?
6- 55.madde, asgari ücretin ''ülkenin ekonomik ve sosyal durumu gözönünde bulundurularak'' belirleneceği ilkesini getiriyor. Asgari ücret, işçinin sosyal durumunu düzeltmek için mi belirleniyor, belli değil. Bu maddede geçen ''ülke'' kelimesiyle anlatılmak istenen burjuvazidir. Asgari ücret belirlemesinde burjuvazinin durumunun esas alınacağı görülüyor.
Görülüyor ki, Anayasa, işçiye hak değil yasak getirmektedir; işçinin hakkını nasıl kullanacağının değil, burjuvazinin bu hakları nasıl kullandırmayacağının yolunu göstermektedir.
Anayasada bunca hak gaspı yapan oligarşi, bununla yetinmemiş, yasalardaki değişikliklerle işçiye son darbeyi vurmuştur.
274 sayılı sendikalar yasasının yerine, 12 Eylülcülerin getirdikleri 2821 sayılı yasa, sendikalara, işçilerin eğitimini, kültürel düzeyini geliştirme, yükseltme hakkını, ''ücretli eğitim izni'' hakkını yasaklamaktadır. İşçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda eğitilmelerini ve işçinin eğitim-kültür düzeyini yükseltmeyi, bilinçlenmesini sağlamayı yasaklayan bu madde, ''sürü toplum'' yaratma çabalarının bir parçasıdır.
Eski yasada hiçbir kısıntıya tabi olmayan sendikalar konfederasyonlarının uluslararası sendikal kuruluşlara üyelik hakkı, yeni yasayla bakanlar kurulu iznine tabi kılınmakla, objektif olarak yasaklanmıştır. Amaç açık... İşçi sınıfının dayanışmasını engelleme, güçsüz bırakma ve teslim alma...
Cuntacıların aklına onlarca yıldır burjuva örgütlerinin başını tutmuş kimseler gelmez de, sendika yöneticilerinin dört kezden fazla üst üste seçilme hakkını kaldırmak gelir. Niçin? Burjuvazi karşısında tecrübeli sendikacı olmaması için mi?
İşkolları sayısını ve düzenleme yetkisini Çalışma Bakanlığına veren yeni yasa, ilerici, devrimci sendika ve sendikacıları etkisizleştirmeye yönelik bir uygulamadır.
2822 sayılı yeni toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt yasası ise, grev hakkının, kullanılmasını hemen hemen olanaksız hale getirmiş, burjuvaziye greve karşı önlemler alması ve korunması için her türlü aracı sunmuştur. Grev yapılmayacak işkollarının sayısını artıran ve bir sendikanın toplu sözleşme yetkisi alabilmesi için o işkolunun en az %10'unda örgütlenmesi koşulu, işçileri gerici-sarı sendikalara mahkum etmek, sınıf sendikacılığının gelişimini engellemek için konmuştur. Ayrıca grev erteleme yetkisi, sıkıyönetim ve olağanüstü haller de grevlerin tümüyle yasaklanabilmesi de işin cabasıdır. ILO gibi burjuva demokratik platformda mücadele veren örgütün ilkelerine bile ters düşen Anayasa ve yasalar, çalışma yaşamını ''kışla disiplini''ne bağlamayı hedeflemektedir. 600 bin üyeli ve her geçen gün gelişip güçlenen DİSK'i kapatarak işe başlayan cunta, işçi sınıfı mücadelesine ve kazanılmış haklarına darbeler indirmiştir.
İşçi ve emekçi halka düşman bir anayasayı ve buna uygun yasaları ciddi hiçbir direnişle karşılaşmadan onaylatan ve uygulamaya sokan cunta, emekçileri ''boğaz tokluğuna'' bile denmeyecek derecede düşük ücretle çalışmaya mahkum etmiştir.
'82 Anayasası ve onu tamamlayan yeni yasalar ile, oranı 1980'de %13 iken bugün %24'e fırlamış olan işsizliğin tehdidi altında olan işçi sınıfı, ulusal gelirden aldığı payı nerede ise yarı yarıya kaybetmiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, kârlarını süper boyutlara tırmandırırken, gerçek ücretler en az %50 oranında düşmüş, işçinin sırtından edinilen artı-değer sömürüsü, dünya ortalamalarının 8-10 katına ulaşmış, KİT'ler bile işçi başına kârlılıklarını %1000-2000'lere çıkarmışlardır.
İşçi sınıfının var olan haklarını gasp eden cunta, memurların sendikalaşma hakkını bir kez daha yasakladığı gibi, derneklerde örgütlenmesini de yasaklamıştır. Geçmişte TÜM-DER gibi merkezi ve güçlü bir örgüte sahip olan memurların bu hakları da ellerinden alınmıştır. Siyasal partilere üye olmaları, siyasal konularda görüş belirtmek hakkı bir yana, mesleki konularda eleştiri yapma ve amirinden izinsiz yazılı, sözlü açıklamalarda bulunma hakkı bile elinden alınmıştır. Göreve yemin ettirilerek başlatılan memur, faşist sembollere saygıya ve faşist disipline uymaya zorlanmakta, en küçük bir disiplinsizlik en ağır cezayla sonuçlanmaktadır. Haklarını dile getirmek ve savunmak gücünden yoksun bırakılan memurlar, her şeyleriyle hükümetlerin insafına terk edilmişlerdir.
Maaşın ev kiralarına dahi yetmediği bir ülkede memurlar, ikinci bir işte çalışmaya ya da rüşvet vb. yollara zorlanmaktadır. Bunun yarattığı toplumsal tahribatın boyutu her gün biraz daha ortaya çıkmaktadır.
Artan fuhuş, rüşvet, yolsuzluk, çareyi uyuşturucuda ya da intiharda bulan insanlar, cinayetlerde ve soygun, gasp olaylarında hızlı yükseliş, pazar yerlerinde çürük meyve, sebze toplayan aileler. İşte ''çağ atlayan'' Türkiye'den manzaralar...
12 Eylül'ün uygulamalarından en çok etkilenenlerden biri olan köylülüğün sorunları, kamuoyunda en az tartışılan konu olmuştur neredeyse. Türkiye nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan köylülük, örgütsüz, bilinçsiz ve sorunlarını dile getirecek araçlardan yoksun oluşundan dolayı, sorunlarını kamuoyuna duyurup tartıştıramamış, cunta üzerinde baskı gücü oluşturamamıştır. Yer yer konu tartışıldığında da bu, çoğu kez, işbirlikçi tekelci burjuvazi ile büyük toprak sahipleri arasındaki çelişkilerin yansıması biçiminde olmuştur.
Oysa bu dönemde yoksul köylülüğün topraklarının sürekli azalması, yok olması devam etmiştir. Tarımsal girdi fiyatları periyodik olarak yükselmiştir. Ürün taban fiyatlarının sürekli enflasyonun gerisinde kalması, temel gereksinmelerini ve hizmetleri her geçen gün daha pahalıya sağlaması, 12 Eylül'ün olumsuz koşullarıyla birleşince, cuntanın uygulamalarından en çok etkilenen kesimlerden birisi olmuştur. Buna rağmen basının, ''aydınlarımız''ın, bilim adamlarımızın ve araştırmacılarımızın köylüye ''uzaklığı'', köylünün, cuntanın uygulamalarından gördüğü zararı gündeme getirmelerini engellemiştir.
12 Eylül'ün ilk uygulamalarından biri olan ''silah toplama operasyonları''ndan en çok çeken köylü olmuştur. Türkiye insanının silaha olan tutkusunu bilen cunta, halkı silahsızlandırmak için başlattığı silah toplama operasyonlarında, muhbirlerinden edindiği bilgileri de değerlendirerek, her köy için belli bir rakam belirlemiş ve en azı belirlenen sayıda olmak üzere silah teslimini şart koşmuştur. İstenilen sayıda silah teslim etmeyen köyler toplu işkenceden geçirilmiş, sürekli baskıyla karşılaşmışlardır. Sık sık köylüler jandarma karakollarına çekilmiş, işkenceyle muhbirliğe zorlanmışlardır. Köy muhtarları doğal muhbirler kabul edilmiş, aksi davrananlar görevden, alınmış, cezalandırılmışlardır.
Özellikle Kürt yurtseverlerinin silahlı eylemlerinden sonra, başta Kürt köylüleri olmak üzere, yoksul köylüler sürekli gözaltına alınmış, devrimci faaliyetlerin sürdüğü bölgelerde, köylüler üzerindeki baskı ve işkenceler süreğenleştirilmiştir. Öyle ki köyler karakollarla çevrilmiş, gece sokağa çıkma yasakları uygulanmış, evlerde yiyecek depolanması bile suçlu ilan edilmek için yeterli bir neden haline gelmiştir. Sınır boylarındaki köylerin boşaltılarak binlerce köylü ailesinin yerinden-yurdundan edilmesi, cuntanın bir diğer uygulamasıdır. Aynı şey Tunceli'deki ve yurdun diğer bölgelerindeki orman köylerinin boşaltılmasının düşünülüyor olmasıyla, daha geniş bir boyuta yayılmak istenmektedir. Kırsal alanlarda devrimci mücadelenin yaygınlaşması, ilk etapta bu düşüncenin uygulamaya konulmasını getirecektir. Ki böyle bir uygulama TC tarihinde en büyük ''sürgün dönemi''nin yaşanmasına yol açacaktır.
Yoksul köylülerin muhbirliğe, koruculuğa zorlanması; genel olarak ülkenin her yanında her kesimin baskı, işkence ve katliamlara uğratılması; jandarma baskısının, en şiddetli biçimlerinin yaşatılması, köylülüğü etkileyen uygulamalardır. Ancak hepsi bu değil. Genelde demokratik hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar, aynen köylülüğe yansımış, partilerin köylerde örgütlenememesi, kooperatifler üzerinde sıkı bir denetim ağı kurulması, 2,5 milyon üyesi olduğu açıklanan KÖY-KOOP'un susturulması gibi özgül baskı ve yasaklar getirilmiştir.
Demokratik hak ve özgürlüklerine yönelik saldırılar, ekonomik durumunun sarsılmasıyla birleşince, köylülük, 12 Eylül sonrası her açıdan zor durumda kalmıştır.
KİT ürünlerinde devlet sübvansiyonlarının kaldırılması direktifini veren IMF'nin ekonomik programına uyulması sırasında, tarımsal girdilerdeki sübvansiyon da kaldırılınca, gübre ve tarım ilaçları fiyatları en az %1000 oranında artmıştır. Köylünün ürününün değersizleşmesini, alım gücünün düşmesini göstermesi açısından, aşağıdaki tabloyu incelemek yerinde olacaktır.
Bir Traktör Alabilmek için Köylünün Satması Gereken Ürün:
1979 |
1985
|
||
Buğday |
24.486 |
65.000 |
|
Pamuk |
5.300 |
18.700 |
|
Ayçiçeği |
8.292 |
31.473 |
|
Şeker pancarı |
102.000 |
380.000 |
|
Tütün (Ege) |
1.020 |
4.211 |
|
Ç. kuru üzüm |
3.317 |
14.238 |
(24 Ekim 1985 Cumhuriyet)
Fiyatlar yüzde yüzlere yaklaşan enflasyon hızıyla artarken, köylünün ürününün ucuza kapatılması ve tüketiciye ulaşana kadar geçen sürede aradaki farka el konması yoluyla aracılar, tüccarlar, fabrikatörler zengin edilmektedir.
Bir örnek verecek olursak; 1987 yılında un fabrikalarında kilo başına 150 TL'ndan fazlaya işlem gören buğday köylüden 70 TL'na alınmaktadır ve aradaki 80 TL'lık fark fabrikatöre kalmaktadır. Buğdayın üretimi için emeğini ortaya koyan, bütün riskleri göze alan ve zorluklara göğüs geren köylü, üretim harcamalarının karşılığını bile alamayıp borçlanırken, fabrikatörün köylünün sırtından astronomik kârlar elde etmesi, sistemin çarklarının kimin lehine döndüğünü göstermektedir.
Öte yandan köylünün ürününe ucuz taban fiyatı biçilerek, köylü ürününü tüccara satmak zorunda bırakılmakta ve borçlandırılarak tefeciye muhtaç edilmektedir. Yüzde 120'leri aşan faiz ile tefeciden borç alan köylü, bu borcunu ödeyemeyerek ipotek altındaki toprağını, mülkünü kaybetmektedir. Bu sistemin temelinde destekleme fiyatlarındaki artışın düşmesi vardır. Aşağıdaki tablo bunu göstermektedir.
Tarımsal Ürünlerin Destekleme Fiyatları:*
Yüzde Artışlar
1980 |
1981 |
1982 |
1983 |
|
Buğday |
103.4 |
83.3 |
22.4 |
13.3 |
Pamuk |
100.0 |
26.0 |
23.8 |
21.8 |
Tütün |
83.4 |
23.6 |
53.0 |
33.9 |
Çay |
91.0 |
48.0 |
34.2 |
31.0 |
Şekerpancarı |
118.3 |
47.7 |
28.0 |
13.4 |
Ayçiçeği |
150.0 |
33.3 |
25.0 |
22.0 |
Fındık |
193.3 |
13.6 |
20.0 |
16.7 |
Canlı hayvan |
40.3 |
13.8 |
19.5 |
12.2 |
Tiftik |
106.8 |
4.6 |
10.6 |
- |
(*): Tablonun tamamı alınmamıştır.
Kaynak: Y.KEPENEK, T. Ekonomisi, s.502
Yukarıdaki tabloda cuntanın ilk üç yılı içinde tarım ürünlerindeki destekleme fiyatlarının nasıl bir eğri çizdiğini gösteriyor. Tablonun tamamını almadık. Köylünün ürününe verilen destekleme fiyatları artış oranının cunta döneminde çok büyük bir düşüş gösterdiği, %100'leri aşan destekleme fiyatı artış oranının %20'lere düştüğü tablodan anlaşılabilmektedir. Buna, destekleme fiyat uygulanan ürün çeşidinin düşürülmesi de eklenmelidir.
Köylünün ürününe ucuz taban fiyatı verilmesinden kârlı çıkan sadece aracı-tüccar-tefeci değildir. İhracatı teşvikin en üst boyutlara ulaştığı 12 Eylül'de, köylünün sırtından geçinenler arasında yer alan ihracatçıların sömürü payı artmıştır. Bir örnek verecek olursak, 1981 yılında, iç pazarda 120 TL olan mercimek 70 TL'na ihraç edilmiştir. Aradaki farkı ödeyen devlet, ihracatçıya on çeşit teşvik uygular, trilyonları bulan tutarda parayı ihracatçıların kasasına aktarırken, köylünün ürününün karşılığını taksitlerle ödemiş ve bu süre içinde enflasyon köylünün parasını pula çevirmiştir. Böylece, birkaç koldan çevrilerek azgınca sömürülmüştür.
1960-80 arasına ilişkin araştırmalar, küçük ve orta köylünün tarımsal girdi kullanımında güçlükleri olduğunu göstermektedir. Toplam işletmelerin % 66.1'inde yapay gübre, %44.7'sinde traktör, %57.8'inde tarımsal ilaç kullanıldığı ve sadece %33.5'inde sulama yapıldığı (Y.KEPENEK, age, s.486) göz önüne alınır, cunta sonrasında sübvansiyonların kaldırıldığı ve girdi fiyatlarının çok yükseldiği düşünülürse, tarımsal girdi kullanımında geriye gidildiği ortaya çıkacaktır.
1987'de 3.5 trilyon lirayı bulan tarımsal krediden köylünün yararlanamadığı, bunun köylüye gelmeden paylaşıldığını biliyoruz. Hem bu yeni bir durum da değildir. Kredilerden yararlanmada tarım, yıllardır üvey evlat muamelesi görmektedir. Merkez Bankası kredilerinden 1979'da % 12.2, 1980'de % 14.1 oranında yararlanan tarım kooperatiflerinin payının 1983'de %0.4'e düştüğü (Y.KEPENEK, age, s.486) resmi ağızlardan bile kabul edilmektedir.
Aynı olumsuzluk vergi oranlarında da yaşanmaktadır. 1981 yılında çıkan yasa ile küçük üretici köylünün 50 ila 225 bin lira arasındaki gelirlerinin %40'ı, 15 bin liradan az olmamak kaydıyla vergi olarak ödenecektir. ''Küçük çiftçi'' tanımını dar tutarak geniş bir köylü kesiminin vergi miktarı ve oranını artırmak yoluyla işbirlikçi tekelci burjuvaziye aktarılacak yeni bir kaynak yaratılmıştır.
Bu sürecin sonunda çıkan tablo şudur: Köylünün ulusal gelirden aldığı pay düşmüştür. 1980-86 yılları arasında tarım kesiminden 7.5 trilyon liranın, işbirlikçi holdinglerin kasasına aktığı hesaplanmıştır. Bu bile tarımdan sanayiye korkunç bir değer aktarımına gidildiğinin somut göstergesidir. 1979'da ulusal gelirin % 24'üne sahip olan köylünün bu payının 1987'de %16.7'ye düşmesi (24.11.1987, Hürriyet), 12 Eylül'ün köylüye ne verdiğini daha doğrusu neleri vermediğini çok iyi anlatmaktadır.
Destekleme fiyat uygulamasının alanının daraltılması ve destekleme fiyatlarının artış oranında düşüş, köylüyü üretimden soğutan ve aracıya-tefeciye muhtaç eden bir uygulama olurken, sistemin bir diğer işleyişi de köylüyü sıkıştırmaktadır.
Bilindiği gibi köylüyü sömürmenin bir diğer yolu, tarım ürünlerinin fiyatları ile sanayi ve hizmetler sektöründeki fiyatların artışı arasında doğru orantının kurulmayışıdır. Yani tarım ürünleri fiyat artışının tarım-dışı, sektörlerdeki fiyat artışının gerisinde kalmasıdır. Yukarıda örneğini verdiğimiz 7.5 trilyonluk kaynak aktarımı ve ulusal gelirdeki payın düşüşü hep bu sürecin sonuçlarıdır.
DİE'nin istatistik yıllıklarındaki bir tablodan 12 Eylül cuntası sonrasına ilişkin rakamları aşağıya alarak, bunu rakamlarla ifade ettik. Bu tablo incelendiğinde görülecektir ki süreç hep tarım aleyhine gelişmektedir.
Türkiye'de İç Ticaret Hadleri:
1976=100.0 |
|||
Yıl |
Tarım/Tarım dışı |
Tarım/Sanayi |
Tarım/Ticaret |
1976 |
100.0 |
100.0 |
100.0 |
1980 |
73.3 |
61.9 |
65.5 |
1981 |
74.2 |
61.4 |
65.1 |
1982 |
68.0 |
56.0 |
59.8 |
1983 |
66.4 |
53.8 |
57.7 |
1984 |
68.8 |
55.6 |
58.3 |
Tablo bize, tarım ürünlerinin sanayi, ticaret vd. sektörler karşısında ortalama %40 oranında bir değer yitimine uğradığını, bu değer kaybının cunta sürecinde de devam ettiğini göstermektedir. 1984 yılı sonrasında da köylünün bu kan kaybının sürdüğünü söylemek bile gereksizdir.
Köylünün ulusal gelirden aldığı payın düşmesinin yanında, genellikle tartışılmayan bir konu da, köylülüğün kendi içinde çok çeşitli tabakalara ayrıldığı, topraksız köylüden ortakçıya, az topraklı köylüden tarım işçisine kadar geniş bir kesimi oluşturduğudur. Toprakta çalışanların hiçbir sosyal güvenlik hakkından yararlanamaması, tarım işçilerinin çok düşük ücretle çalışmak zorunda bırakılması, yılın büyük bölümünde işsizliğe mahkum olması vb. göz önüne alınırsa, köylünün sömürüsünün, yoksulluğunun değişik boyutları olduğu, kırsal kesimde gelir düzeyleri arasında derin uçurumlar bulunduğu görülecektir.
Gelir düzeyleri arasındaki uçurumu somutlamak açısından bir kıyaslama yapacak olursak; 1975'lerde tarımsal faaliyet içinde olanların ortalama geliri, tarım dışında faaliyet gösterenlerin ortalama gelirinden 4 kez daha az iken, bu oran 10 yıl içinde, yani 1985'e doğru 5 kattan daha fazla küçülmüştür. Bu rakamların ortalama gelir düzeyleri arasındaki bir kıyaslamayı içerdiği gözden kaçırılmamalıdır. En üst ve en alt gelir düzeylerine ilişkin rakamların arasındaki uçurumun yanına bile yanaşılamadığı bilinmektedir.
Tarımın 1963-80 arası dönemine ilişkin araştırmalar, küçük topraklı köylülerin topraklarını yitirdikleri ve ellerindeki toplam toprak alanının % 50'lerden % 40'lara gerilediğini göstermektedir. Cunta sonrası yukarıda özetlediğimiz gelişmeler, bu gelişimin köylü aleyhine daha hızlı bir seyir izlediğinin göstergesidir. Bu kadar olumsuzluğa karşın yoksul köylü hâlâ üretim yapıyorsa, bu başka çıkar yolunun olmayışından, çaresizliğinden, kentlerde iş alanlarının yıllar öncesinden iş gücüne doyarak, ''taşı toprağı altın'' olmaktan çıkışındandır.
Sadece 1980-84 arasında, %30 oranında yoksullaşma sonucu ülke nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan köylünün ekonomik durumunda büyük gerilemeler ortaya çıkmıştır. Köylü baskı ve işkenceyle susturulurken, köye elektrik, telefon götürülmesi ''bir parmak bal'' taktiğinden başka bir şey değildir.
Bu politika, köylüyü aldatmak ve uyutmak için, bir yandan dini duyguların sömürülmesi ve tarikatçılığın körüklenmesiyle, öte yandan ''telefonsuz köy kalmadı'' vb. demagojileriyle sürdürülüyor. Ancak bu şimdiye dek başarı kazanmış da olsa, köylünün sessizliği sonuna kadar sürmeyecektir.
12 Eylül öncesi lise ve üniversite gençliğinin politik duyarlılığı ve üniversite gençliğinin mücadelede oynadığı fonksiyon, oligarşinin gözüne batan bir konudur. Gençliğin depolitizasyonu 12 Eylül programının önemli bir noktasıdır.
''Bu işler hep masumane öğrenci talepleriyle başlar'' diyordu oligarşi. Öyleyse öğrencilerin ''masumane'' istemlerine de son verilmeliydi. Elbette bununla öğrenci gençliğin sorunlarını çözmek kastedilmiyordu. istenen akademik-demokratik mücadelenin bastırılması ve önlenmesiydi.
Eğitim sistemi öyle düzenlenmeliydi ki, öğrenci gençliğin derslerden burnunun ucunu görecek hali kalmasın. ''Ders çalışma makinaları''na dönüştürülen öğrenciler, ayrıca 12 Eylül'ün ideolojik bombardımanı ve baskı-terör, işkence, atılma korkusu ile bunaltılmalıydı. Kısaca, cuntanın metropollerden ithal ettiği sapık burjuva akımlara zorla itilen gençlik, egemen sınıflar açısından, tehlike olmaktan çıkacak, düzene uyumlu, ''rehabilite edilmiş'' kişiler olacaklardı. 12 Eylül'ün tüm toplumu ''rehabilite etme'' planı içinde gençliğin payına düşen bu olacaktı.
Eğitim-öğretim kurumlarına yönelik programın tam uygulanabilmesi ve sonuç alınabilmesi için ''ayrık otları''nın temizlenmesi gerekiyordu. Gerek öğrenci gençlik içerisinden, gerekse eğitim-öğretim kadroları içerisinden ayıklanma yapılması ve okullarla ilişkilerinin kesilmesi amacıyla geniş bir operasyon başlatıldı. Önce öğrenci gençlik liderleri ya cezaevlerine dolduruldu, ya da okuldan atıldılar. Okul kapıları, aranan ve okul ile ilişiği kesilen öğrencilerin fotoğrafları ve görüldükleri yerde güvenlik güçlerine ihbar edilmelerini isteyen yazılarla dolduruldu. Sağ görüşlülerin muhbirliğinde temizlik hareketi hızla sürdürüldü. Bu arada TÖB-DER kapatılmış, hakkında dava açılmıştı ve 1402 sayılı yasa ile liselerden ve üniversitelerden öğretim kadroları tasfiye ediliyordu. Resmi rakamlar bile binlerce öğretmenin görevden alındığını kabul ediyordu. YÖK Başkanı DOĞRAMACI'ya göre atılan öğretim üyesi yoktu. Onlar kendileri istifa etmişlerdi.(!) Üniversiteden 3000 öğretim üyesinden kiminin 1402 ile atılmasını, kiminin rotasyon usulü ile istifaya zorlanmasını, çalışma koşullarının ortadan kaldırılması yoluyla tasfiyesini YÖK Başkanı böyle açıklıyordu.
İlerici, demokrat, yurtsever öğretmenlerin, bilim adamlarının eğitim-öğretim kurumlarından uzaklaştırılmasıyla bu kurumlar, gönül rahatlığıyla gerici-faşist kadrolara teslim edilebilirdi. Nitekim, bilim adamlığıyla ilgisi olmayan, gerici-faşist hareketle ilişkisi olan öğretim üyeleri üniversite yönetimlerine getirildi. Liselerde ise faşist ve gerici öğretmenler kurumlaştı. Artık eğitim programının uygulanmaması için hiçbir neden kalmamıştı.
Asıl sorun üniversitelerdi. Üniversitelerin onlarca yıllık gelenekleri, kökleşmiş alışkanlıkları vardı ve asıl olarak da gençlik hâlâ tam susturulamamıştı. Üniversitelerde hâlâ direnenler vardı. YÖK sistemi bu son direniş odaklarının etkisini de yok etmeliydi.
5 Kasım 1981'de yürürlüğe giren YÖK uyarınca, tüm üniversitelerin yönetim kurulları lağvedildi. Ve cuntanın seçtiği kişiler rektör atandı. Böylece üniversitelerin idari özerkliği yok edildi. Yürütmenin tam denetimine girdi. Bu geçici bir uygulama da değildi. YÖK yasası uyarınca rektörlerin seçiminde son söz Cumhurbaşkanında olacaktı. Görev süreleri dolmadan yöneticiler görevden alınabilecekti. Öğretim üyelerinin %78'inin (Anka Ajansı, 11 Temmuz 1982) karşı olduğu YÖK düzeni ile; '61 Anayasası hükümleriyle yarı-özerk bir yapıya kavuşan ve bu konumundan 12 Mart düzenlemeleriyle biraz daha gerileyen üniversitelerin, özerkliğinden kırıntı olarak dahi artık söz edilemeyecektir.
YÖK düzeni ile özerkliği kalmayan, lise ayarı bir öğretim kurumu düzeyine düşürülen üniversitelerden 3000 civarında bilim adamının tasfiyesi, bilimsel düzeyi de sıfırlamıştır. Üniversiteden koparılan bilim adamları ya başka ülkelere gitmek, ya da bilimsel yaşamla ilgisi olmayan işlerde çalışmak zorunda bırakılırken, üniversitelerde ders verecek hoca bulunmuyor, akademik-bilimsel yeterliliği olmayan gerici-faşist öğretim üyelerine hızla kariyer verilerek boşluk doldurulmaya çalışılıyordu. ''Yetiştirdiğimiz doktorlara can teslim edilemez'', ''bu dönem mezun olacak inşaat mühendisi köprü kuramaz'' sözleriyle, içleri kan ağlayarak gerçekleri dile getiren üniversite hocaları, 12 Eylül'ün bu alandaki en çarpıcı tanıklarıdır. Üniversiteler bilim adamı, mühendis vb. değil teknik eleman yetiştiren bir düzeye, yani geçmişten çok daha geri bir düzeye düşürülmüştür.
27 Kasım 1981'de Ankara'dan 901, İTÜ'den 450 öğretim üyesinin, Boğaziçi Üniversitesi Senatosu ve Ankara SBF Yönetim Kurulu üyelerinin imzalarını taşıyan YÖK'ü eleştiren açıklamaları basında çıkıyor, YÖK'e yönelik yoğun eleştiriler gündeme geliyor, ancak bilim adamlarının tepkisi yeterli olmuyor, etkili bir direnişe dönüşmüyordu. Aynı şekilde öğrenci gençlik terör ve saldırılar karşısında kendilerini koruyamıyor, başta DEV-GENÇ'in ''YÖK'e Hayır'' kampanyası olmak üzere anti-YÖK kampanya geniş bir kitlesellik sağlayamadığından sonuçsuz kalıyordu.
YÖK ile, üniversite yönetimleri üzerinde tahakküm kuran yürütmeye, böylelikle bilimsel çalışmaları denetleme, sansür koyma, engelleme hakkı da tanınıyordu. Araştırmalar YÖK denetiminden geçmeden yayınlanamayacaktı. Bütçede üniversitelerin payı düşürülerek bilimsel düzeyin yükselmesi gibi bir niyetin de olmadığı görülüyordu. İlahiyat Fakültesi öğrencisine ayrılan ödenek, Elektrik-Elektronik Mühendisliği öğrencisininkinden fazla tutularak tercihin ne olduğu belirtilmiş oluyordu. 1985'te üniversite bütçelerinin 1981'e göre %25; öğrenci başına ödeneklerin ise %154 oranında azaldığı koşullarda, ne laboratuvar, ne kütüphane, ne de bilimsel çalışmalar için diğer olanaklar bulunabiliyor, üniversite kütüphanesindeki ''sakıncalı'' kitaplar depoya kaldırılıyor, böylece bilimsel eğitimden ne anlaşıldığı ortaya çıkıyordu.
Derslerde tartışma yöntemine son verilmişti. Lise eğitiminde bile olmaması gereken şekilde dersler anlatılıp geçiliyor, yılda 50-70 arası sınavı başarmak zorunda olan öğrenciler ''ders çalışma makinası''na; bu kadar çok sayıda sınavın kağıtlarını okuyup değerlendirmek zorunda olan öğretim üyeleri de, öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının (1984-85 döneminde) 11'den 22'ye çıktığı koşullarda ''sınav kağıdı okuyan makina''lar durumuna dönüşüyorlardı. Rotasyon yöntemi ile huzursuz edilen öğretim üyeleri, hiçbir bilimsel çalışma olanağı olmayan ''gecekondu üniversiteler''e tayin edilerek çalışmalardan kopartılıyor, cezalandırılmış oluyorlardı.
Her biri bir seçim yatırımı olarak kurulmuş Anadolu üniversiteleri, derme-çatma binaları, laboratuvarsız, kütüphanesiz, yurtsuz olarak ve hiçbir sosyal olanağa (spor salonları, dinlenme yerleri, sanat-kültür etkinlikleri için salonlar vs.) kavuşturulmadan açılıyordu. Tek bir profesörü olmayan üniversiteler bile vardı. Her yıl yarım milyon öğrencinin, kapısına yığıldığı üniversiteler de, kontenjanların arttırıldığı açıklanıyor ve ÖSS ile üniversitelere yerleştirilen öğrenci sayısı artarken, olanaklar artmadığından, yerlere oturarak ders dinlemeye razı olan öğrencilere karşın anfiler öğrenci almaz oluyordu. Bu durumda YÖK, üniversitelere ''doldur-boşalt sistemi''ni uygulamalarını öneriyordu. Her yıl binlerce öğrenci bir-iki dersten başarısızlığı, ya da disiplinsizliği bahane edilerek atılıyor, böylece üniversitelerdeki şişkinlik önlenmeye çalışılırken, bunun ülke bütçesine, ailelere yükü ve yaratacağı toplumsal sorunlar düşünülmüyordu. (Sadece 1985 Şubat'ında 5 bin öğrenci yüksek okullardan atılmıştı.)
Baskı ve terör ile susturulan ve yemek, barınma, kredi, ders araç-gereçleri bulma; sosyal, kültürel yaşamdan koparılma gibi onlarca sorunun içinde bunaltılan öğrenci gençlik, vizelerin okulda kalma-atılma günlerine dönüştürülmesiyle, psikolojik bunalımlara ve uyuşturucu kullanımına yöneltiliyordu. Toplam intiharlar içinde %28-40 oranındaki kitleyi 15-24 yaş grubunun oluşturduğunu söyleyen ''Türkiye 83 istatistik Yıllığı'' rakamları, bunalımın niteliği hakkında bir fikir vermektedir. Okulda, yurtta yüzlerce maddelik yönetmeliklere, emir ve talimatlara harfiyen uyması istenen öğrenci gençlik, buralardan atılma, fişlenme korkusuyla yaşamak zorunda bırakılıyordu. Herşeye karşın mezun olanları bekleyen sorun ise, işsizlikti.
YÖK sistemi, öğretim üyelerinin ve öğrencilerin fişlenmesi esasını getirerek (18 Aralık 1984), baskılara yeni bir boyut getiriyordu. Bu sistem yoksul halk çocuklarının ve üniversite bünyesinde hâlâ barınan yurtsever öğretim üyelerinin temizlenmesine yönelik yeni bir operasyonun başlangıcıydı. YÖK sistemi, yoksul halkın çocuklarına üniversite kapılarını kapamak istiyordu. özel üniversitelerin kuruluşuna izin verilmesiyle, eğitim düzeninin lise ayarına indirildiği ve işbirlikçi tekelci burjuvaziye teknik eleman yetiştirmek misyonuyla yüklenen üniversitelerin yanında, BİLKENT türü, oligarşiye teorik, pratik seçme kadrolar yetiştirecek özel üniversiteler kurulmaya başlandı. Halk çocuklarının okuduğu üniversitelerde yasaklanan haklar BİLKENT'te teşvik görüyordu. Neden? Çünkü, BİLKENT'de okuyabilmek için zengin çocuğu olmak gerekiyordu ve onlar tehlikesizdi. Dernek de kursalar, üniversite senatosunda temsil de edilseler bir zararları olmazdı. Hem yönetmeye şimdiden alışmalıydılar, nasıl olsa oligarşinin yönetici adayıydılar. Halk çocuklarının bin bir zorlukla kurabilecekleri dernek, BİLKENT'de milyonlarca liralık bütçe İle desteklenen derneğe dönüşüyordu. Birkaç kilometre ötedeki BİLKENT'de bu olurken, onun yanındaki ODTÜ'de nice uğraştan sonra kurulan Öğrenci Derneği'nin yöneticileri, örgüt üyesi oldukları gibi bir senaryo ile tutuklanıyor, dernek üzerinde korku yayılmaya çalışılıyordu. Aynı ülkede, aynı şehirde ve araları bir kaç km olan üniversitelere çifte standartlı davranış, ülkemizin sınıfsal yapısını, oligarşi ile halk arasındaki derin uçurumu çok net gösteriyordu.
Öğrenci gençliğin depolitizasyonu için, öğrenci derneklerinin kuruluşunu ve dernek üyeliğini rektörlük iznine bağlayan YÖK; dernekler önüne birçok engel çıkarmıştır. Dernek kuruluşu için bürokratik engeller bir yana, yıllarca izin vermeme ve böylece derneğin yasallaşmasını engelleme, dernek hakkında kuşku yayma, dernek kurullarının ve üyelerinin fişlenerek sürekli izlenmeleri, polis baskısına ve soruşturmalara uğramaları, tehdit edilip, ajanlığa zorlanmaları vb. sayısız yolla, öğrenci derneklerinin kitleselleşmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Tüm bu engellemelere karşın kurulan ve yasallaşan derneklerin kapatılması ve rektörlüklere bağlı tek tip derneklerin kurulması da, iktidarın yeni oyunları arasındadır.
12 Eylül'ün gerek üniversiteler, gerekse lise ve hatta ortaokul ve ilkokul düzeyinde yeniden ele aldığı eğitim-öğretim sistemi, devletin açık faşist tarzda kurumlaştırılması programına bağlı olarak, devletin her kademesinde güvenerek görev verilebilecek faşist kadroların yetiştirilmesi sistemidir. Eğitim sistemine getirdiği eşitsizlik ve ayrıcalıklarla sınıfsal farklılıkları iyice su yüzüne çıkaran YÖK; yüksek öğrenimi her gün biraz daha paralı hale dönüştürmekte ve ''parası olmayan okumasın'' ilkesini benimsetmektedir. Yüzbinlerce liralık harçlar bu sistemin simgesidir. Harcın miktarından daha çok kendisi YÖK mantığını anlatır. Halk çocuklarının, üniversitelerden birden bire tasfiyesi olanaklı olamayacağından, uzun vadede sonuca gidecek bir sistem belirlenmiştir. Ayrıca, işbirlikçi tekellere ucuz, teknikten az çok anlayan işçiler gerektiğinden, ''baraka'' üniversitelerde şimdilik bu işlevi görmekte, hem de faşist kadrolaşmaya hizmet etmektedir. Öğrenci gençliğin devrimci geleneklerinden, politik konulara duyarlılığından ve anti-emperyalist, anti-faşist mücadele sürecinden koparılması için, ayrıntılı programlar hazırlanmış, hızla depolitizasyon tüneline sokulmuştur. Ancak hedefe varılamamıştır.
Kenan EVREN, Ocak 1984'de;
''Anayasayı değiştirme gücünü kendisinde bulabilen bir güç gelmedikçe YÖK'ü kaldırmak mümkün değildir'' diyordu.
Anayasalar toplumu yansıtmadıkça, er ya da geç kağıt üzerinde kalmaya mahkumdurlar. Ne YÖK, ne de 1982 Anayasası kalıcı değildir. Gençlik daha şimdiden haykırıyor cuntacıların yüzüne: ASLA BAŞARAMAYACAKSINIZ!
Toplumbilimde tesadüflere yer yoktur. Rastlantı, zorunlulukların buluşması, bilince çıkmasıdır.
24 Ocak uygulamalarına, 12 Eylül'ün ''tesadüf etmesi'', başka bir deyişle 24 Ocak'la 12 Eylül'ün çakışması bir rastlantı değildir. Aksine 12 Eylül'ü gerektiren koşullar, 24 Ocak'ı gerektiren koşullardır. 12 Eylül olmasaydı, ''24 Ocak Kararları'' uygulanamazdı ve aynı şekilde ''24 Ocak Kararları''nı uygulamayı zorunlu kılan koşullar doğmasıydı, belki 12 Eylül'e gerek olmayacaktı. Dolayısıyla 24 Ocak ve 12 Eylül ikiz gibidirler. 24 Ocak, 12 Eylül'ün ekonomi cephesidir.
''24 Ocak'ın mimarı'' Olmakla övünen sivil cuntanın başbakanı ÖZAL ve temsilcisi olduğu işbirlikçi sermayedarlar da defalarca itiraf etmişlerdir ki, ''12 Eylül olamasaydı 24 Ocak uygulanamazdı''. Evet, gerçekten de uygulanamazdı, uygulanamıyordu. Böyle bir program ancak açık faşist bir iktidar tarafından eksiksiz uygulanabilirdi. Çünkü toplumsal muhalefet susturulmadan, topluma 24 Ocak'ın acı ilaçları yutturulamazdı. Daha önce denenmiş, olmamıştı.
Bugün 24 Ocak Kararları üzerine bir miras kavgası veriliyor. DEMİREL ve ÖZAL baş mimarlığı kimseye kaptırmak istemiyorlar. 24 Ocak gibi faturası halka ödetilmiş bir programın baş mimarı olmanın ''şerefli'' yanı nerededir bilemiyoruz, ama eğer ille bir baş mimar aranıyorsa bunun IMF olduğu ve IMF'nin bu programı ilk kez ECEVİT'e dayattığı biliniyor. İşbirlikçi tekelci burjuvaziye reformist görünümüyle çözüm üretmek misyonunu yüklenen ECEVİT'in, döviz darboğazı içindeki oligarşiye dış kredi bulabilmek ve borç ertelemek için kapı kapı dolandığı 1978'de, IMF'nin eline tutuşturduğu ''ekonomiyi güçlendirme programı'' adlı bu reçeteyi uygulamaya, ne gücü ne de cesareti vardı. Bu reçeteyi tam uyguladığı takdirde ECEVİT'in toplumda bıraktığı imaj tamamıyla silinecekti. Bu nedenle ECEVİT böyle bir riske giremezdi. Ayrıca bu programı topluma kabul ettiremeyeceğinin de bilincindeydi.
ECEVİT'in yapamadığına DEMİREL talip oldu. ''24 Ocak Kararları''nı o günkü koşullarda bir sivil iktidarın uygulayamayacağını kuşkusuz DEMİREL de iyi biliyordu. Bu nedenle, iplerin kendi elinde olacağı açık faşist bir iktidarın hazırlıklarına başlayarak, IMF'nin mimarlığını yaptığı programın uygulanabileceği koşulları oluşturmaya başladı. Bu mühendisliğin ''şerefi''ne nail oldu.
24 Ocak, kaynağını salt iç ekonomik gelişmelerden alan bir ''önlemler paketi'' değildi. Emperyalizmin derinleşen kriz koşullarında yeni-sömürgelerine dayattığı bir programdı aynı zamanda. Ve bu noktada emperyalizmle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarları çakışıyordu.
''1930'lardan bu yana ilk gerçek dünya krizinin yaşandığını'' söylüyordu emperyalizmin sözcüsü Financial Times. Ve şöyle sürdürüyordu: ''Sanayileşmiş ülkeler için savaş sonrası ekonomik canlılık, 1960'ların sonlarına doğru sönmeye başlamıştı, pek çoklarının sandığı gibi 1973-74 petrol şoku sonunda değil...''
Evet, kriz 60'ların sonlarında büyüyor ve ''düşmez kalkmaz'' dolar 71'de ilk kez değer yitiriyor, onu petrol şoku izliyor ve 1980'e doğru IMF, borç isteyenlere para yerine nasihat veriyordu. Ve diyordu ki, ''bizde de hal kalmadı, yüz milyonlarca dolar alacağımızın faizlerini bile alamıyoruz. Artık borç istemeyin ve ihracat yapıp borçlarınızı ödeyin.''
Her ne kadar, emperyalistler verdikleri dış borçları ve faizlerini birçok yoldan yeni-sömürgelerden misliyle alsalar da bunun onları kurtarmaya yetmediği ortadaydı. Dünya ticareti geriliyor, büyüme oranları eksilere doğru gidiyor, dev tekeller bile çökmekten zor kurtarılıyor, yatırımlar duruyor, enflasyon ve işsizlik metropollerde giderek artıyor, emperyalist ülke bütçeleri büyük açıklar veriyordu. Bu koşullarda uygulamaya sokulan ''Freidman Modeli''nden hem metropollerde, hem yeni-sömürgelerde mucizevi sonuçlar bekleniyordu. Oysa bu ''model'' emperyalistleri yükten kurtarmayı, yükü ezilen halkların sırtına yıkmayı içeriyordu. Modellerin biri gidiyor, biri geliyor, hiçbirinde sonuç değişmiyordu: Emperyalistler her defasında tehlikeyi ucuz atlatırken, yeni-sömürge ülkeler biraz daha iflasa yaklaşıyordu. 70'li yıllarda, yeni-sömürgelere örnek gösterilen, reklamı yapılan Brezilya, Meksika dönemin sonunda iflasın eşiğinde, borç faizlerini ödeyemeyecek duruma geldiklerinde bu kez yeni bir örnek bulundu: ''Güney Kore modeli''. Sanki kendi yoksulluğunu gidermiş, gelişmiş ülkeler kategorisine katılmış gibi sunulan Güney Kore mucizesi neydi? Güney Kore'nin örnek gösterilmesi, ihracatını artırıp borçlarını ödüyor olmasıydı. Güney Kore'de halkın gelir düzeyi mi artmıştı? Hayır. Artan fuhuştu, uyuşturucu kullanımıydı, serbest bölgede çok düşük ücrete çalışan işgücü ve emperyalistlerin kârı idi! G. Kore teknoloji üretmeye mi başlamıştı? Hayır. Üretilen teknoloji değil, metropollerde ömrünü doldurduğu, pahalıya mal olduğu için Tayvan, Filipinler, Türkiye gibi ülkelere aktarılarak montajı yaptırılan, ambalajlanan, depolanan mallardı. Bunca yaygarası yapılan ''model''in bütün püf noktası yüksek teknolojide değil, yoğun emek gerektiren malların ucuz işgücüyle üretilmesi ve ülkenin tüm olarak ''serbest bölge''ye çevrilmesindeydi. Böylesi bir ''model''i Türkiye halklarına göğüslerini gere gere savunanlara, halkımız onur payesi vermeyecektir.
İşbirlikçi tekelci burjuvaziyi 24 Ocak Kararlarına getiren koşullar neydi? Burjuvazinin 24 Ocak dışında başka bir şansı var mıydı?
Her şeyden önce şunu söyleyelim ki, 24 Ocak'a çeşitli burjuva kesimlerden kısmi eleştiriler getirilmiş de olsa, bunlar programın özüne ilişkin eleştiriler değildir. Daha fazla taviz koparmak isteyenlerin yüzeysel eleştirileridir. Oligarşi içi çatışmalara yol açan 24 Ocak'a karşı, oligarşinin değişik kanatlarından ciddi bir alternatif sunulmamış, 24 Ocak bu kesimlerce de ''ehven-i şer'' kabul edilmiştir. Sivil cunta döneminin ana muhalefet partisi SHP bu konuda çok laf üretmesine karşın alternatif üretememektedir. Çünkü temsil ettikleri oligarşinin çıkarları başka bir yol öngörmüyor. SHP en çok 24 Ocak Kararlarında rötuşlar yapabilir. Nitekim gerek IMF, gerekse sermaye çevreleri bir SHP iktidarında programdan ciddi sapmalar olmayacağını -SHP istese de temel taşları yerinden oynatamayacağını hissettirerek- söylemektedirler. SHP lideri İNÖNÜ'nün ve SHP'nin bugün ikinci adamı olan ama birinci adam adayı Deniz BAYKAL'ın çeşitli toplantılarda boy göstermesi de sermaye çevrelerine güven vermeye yöneliktir.
24 Ocak uygulamalarına eleştiri getirenlere, oligarşinin temsilcileri, 1978 sonrasındaki ekonomik verileri sıralayıp bugünle kıyas yapmaktadırlar, Peki, işbirlikçi tekelci burjuvazinin 24 Ocak programını bu kadar çok istemesi nedendir? Bu soruyu, o günkü ekonomik panoramayı kısaca özetleyerek cevaplayalım. Birincisi; ithalat yapacak döviz bulamayan sermayedarların fabrikaları durma noktasına gelmiş, genelde kapasite kullanımı %30-40'lara düşmüştü. İkincisi; dış borç ödemeleri durduğundan kredi ve borç alamadığı gibi dış ödemeler dengesi ve bütçe açıkları da giderek büyüyordu. Üçüncü olarak; büyüme hızı düşmüş, '80 yılına doğru eksi olarak seyretmeye başlamıştır. Dördüncü olarak; sürekli değer yitiren TL ve 15 milyar dolar sınırına dayanan dış borç, kanayan birer yaraydı. Beşincisi; enflasyon %100'ün üzerinde, işsizlik, %15'e çıkmış, yatırımlar durma noktasındaydı. Altıncısı; grevde 35 bin, toplu sözleşme masasında 800 bin işçi vardı. Ve bu durum oligarşi için alışılmamış bir durumdu.
Bu verileri arttırmak, daha ayrıntılı bir tablo çizmek olanaklı, ancak dönemin belli başlı özellikleri bunlardır. Bu sorunlar ve bunlardan doğan sorunlar oligarşinin elini kolunu bağlamış, bundan kurtulmak için mucize reçete arayışına çıkmıştır.
a) 24 Ocak Mucize Yaratacak Bir ''Reçete'' midir?
''Liberalizm'', ''sıkı para politikası'', ''konkordato'', ''konvertibilite'', ''Friedman modeli'', ''Şikago okulu'', ''ihracata yönelik sanayileşme''...
24 Ocak kararları ile halkın yaşam düzeyi hızla düşerken, politik tartışmalar yasaklandı. Ekonomik konuları tartışmak serbestti, ama bu da bilinçli çabalar sonucu kitlelerin bilincinin çarpıtılmasını beraberinde getirdi. özellikle burjuva ve küçük-burjuva ekonomistlerin, köşe yazarlarının bilinçli çabalarıyla 24 Ocak kitlelere; ''liberalizm'', ''sistemin yeniden yapılanması'', ''ihracata yönelik sanayileşme'' vs. olarak sunuldu.
24 Ocak ''liberal'' bir program mıydı?
Tekelci sistem, liberalizmin ruhuna fatiha okuyalı çok yıllar olmuştur. Tekelci aşamada liberalizm olmaz, olsa olsa birkaç tekelin kendi aralarında dövüştükleri, yarıştıkları bir sistem olabilir ki, buna da liberalizm denemez. Ama burjuvazinin, kapitalist-emperyalist sistemi ''serbest yarış'' sistemi olarak sunmakta yararı vardır. ''Sende çalış, sen de kazan'', ''aklını kullan köşeyi dön'' kitlelere empoze edilen sloganlar haline getirilir ve ardından eklenir; ''sosyalizmde çok kazanma şansı yoktur''. Sosyalizmde ''köşeyi dönme'' anlayışıyla hareket edilemeyeceği doğrudur, ancak kapitalist sistemi rekabetçi, ''aklını kullananın köşeyi döndüğü'' bir sistem olarak tanıtanların söylemedikleri şudur: Kapitalist sistemde kitlelere köşeyi dönmek için sunulan şans, milli piyango, spor-toto, spor-loto vb. lotarya sistemlerine dayalıdır. Burjuvazinin kendisi ise, işi hiç şansa bırakmaz ve zenginliği, emekçi halkın korkunç biçimde sömürülmesine dayanır.
24 Ocak ''ihracata yönelik sanayileşme modeli'' ve ekonominin bu modele göre ''yeniden yapılanma''sı mıdır?
Bu sorunun yanıtı için birkaç soru daha soralım. 24 Ocak'tan bugüne sanayi alanında ne kadar yatırım artışı olmuştur? 24 Ocak'tan sonra yatırımlar hangi sektörlerde birikmiştir? Ülkemizin sanayileşmesine hizmet ettiği iddia edilen emperyalist sermaye hangi alanlarda yatırım yapmıştır?
Bu soruları uzatmadan cevaplayalım. Ülkemize sanayileşmemiz için geldiği iddia edilen emperyalist sermaye sanayiye değil, bankacılık, turizm ve hizmetler sektörüne yöneldiği gibi, giriş izni alanların da ancak yarısı projelerini gerçekleştirmiştir. Sanayileştiğimiz yaygarası yapanların gizlediği bir diğer gerçek de, 1980 öncesi GSMH'nın %11-12'si oranında özel sermaye yatırımı yapılırken, bunun, 1984-85'de %7.5'e (Cumhuriyet Gazetesi, ''24 Ocak'' yazı dizisi), harcamalar içindeki payı %37 olan kamu yatırımları oranının da 1982'de %21'e (M.SÖNMEZ age, l.cilt, s. 100-101) düştüğüdür. Ve yine çok bilinen bir gerçek 12 Eylül sonrası ''ihracat patlaması'' değil, ''hayali ihracat patlaması'' olduğudur. Büyüme hızının düştüğünü de eklersek ne biçim bir sanayileşme ve nasıl bir yapılanma olduğu sorusu cevaplanmış olur.
24 Ocak'ı, Türkiye'yi ihracata yönelik sanayileşme yoluna sokacak mucizevi bir reçete olarak sunan ve halka ''beş yıl dişinizi sıkın, köşeyi dönüyoruz'' müjdesini verenler, sekiz yıldır boğazı sıkılan halka ne vermişlerdir? Sekiz yıldır halkın yaşamında ileriye doğru bir gidiş olmuş mudur, yoksa yaşam standartları gerilemiş midir? Bunun cevabının olumsuz olduğunu somut verilerle ortaya koyacağız. Şimdi 24 Ocak üzerine bol bol yapılan demagojileri sergileyelim.
24 Ocak'ın Türkiye'de bir sanayileşme hamlesi yaratmadığı, birtakım sanayi yatırımlarının da sanıldığı gibi yüksek teknoloji isteyen ve teknoloji üreten, kendi kendini geliştiren alanlara yönelmediği ortadadır. Aynı şekilde 24 Ocak'ı Türkiye'ye önerenlerin de böyle bir niyeti yoktur. 1979 yılında bir seminerde konuşan Dünya Bankası danışmanı Bela BALASSA, petrol ürünleri ve temel madenlere üretim için fon ayrılmasını eleştirdikten sonra şöyle konuşuyor:
''Dayanıksız tüketim malları büyük ölçüde yerli madde kullandıkları gibi aynı zamanda Türkiye'de bol ve oldukça ucuz olan emek gücüne dayanırlar. Nispeten emek-yoğun olan yatırım ve dayanıklı tüketim malları üretiminde Türkiye, düşük maliyette kullanabileceği vasıflı ve vasıfsız emek gücünden yararlanmak avantajına sahiptir. Aynı zamanda yatırım ve dayanıklı tüketim mallarına, Ortadoğu ve diğer gelişmiş ülkelerde uygulanan gümrük vergileri düşüktür. Ve bu ülkelerde bu mallara nadiren miktar kısıtlamaları uygulanır...Türkiye turizm alanında önemli bir potansiyele sahiptir'' (Bela BALASSA ''Türkiye'nin Döviz Politikaları ve Döviz Kuru'' Mekan Yayınları,1979)
Görüldüğü gibi önerilen alanlar turizm ve emek-yoğun tüketim malları üretimidir. Yüksek teknoloji isteyen petrol ürünleri ve madenler alanına girmeyin diyor Dünya Bankası. Ve tabii Dünya Bankası böyle diyorsa, istemediği alanlarda yatırımı önleyecek demektir. Nitekim Türkiye gibi yeni-sömürge ülkelere gelen emperyalist sermaye ve emperyalist finans kuruluşlarının verdiği proje kredileri, montaj sanayiine, düşük teknolojili alanlara, ya da turizm, bankacılık gibi hizmetler sektörüne yöneliktir.
Türkiye gibi ülkelerin emperyalist sisteme bağımlılıkları korundukça, ekonomisini ''yeniden yapılanma'' içine sokması olanaklı değildir. Yeni-sömürgelerin nasıl yapılanacaklarını belirleme şansları yoktur. Türkiye ekonomisinin rotasını emperyalist tekeller, finans kuruluşları belirler, hükümetlere düşen, onların verdiği rapora kendi imzalarını atmaktır.
24 Ocak uygulamalarıyla herhangi bir yapı değişikliği sözkonusu olmamıştır. Ama sömürünün belli ellerde toplanması anlamında, işbirlikçi tekelci burjuvazinin daha kârlı çıktığı, oligarşik yapı içerisindeki konumunu daha da güçlendirdiği açıktır.
Türkiye halklarına 'beş yıl içinde mucizeler yaratacağız' imajı verilen 24 Ocak, 12 Eylül'ün halka yönelik saldırılarının ekonomi cephesinde devamı olmuş ve sonuçta ortaya çıkan mucize, sayıları elliyi geçmeyen holdingin süper kârlar elde etme rekorları kırdıkları ve bunların on tanesinin yıllık cirosunun devlet bütçesini aştığıdır. İşte mucize reçetenin marifeti: Bir yanda devlet içinde devlet olmuş holdingler, öte yanda yıllık geliri 1980 öncesine göre yarı yarıya düşen halk. Bir yanda yüz milyonlarca liraya mal olan düğünlerde yerlere saçılan paraların üstünde dans edenler, öte yanda parasızlıktan organlarını satılığa çıkartanlar. Bir yanda ''hayali ihracat'', devleti yüz milyonlarca dolandıranların törenle ödüllendirilmesi, öte yanda hakkını isteyen işçilerin cezalandırılması. Kısacası bir yanda sermayenin cenneti, öte yanda emeğiyle geçinenlerin cehennemi.
b) Sonuçlarıyla Birlikte ''24 Ocak''
24 Ocak programı, bir yandan kriz içindeki uluslararası tekelci sermayeye olan borçları öderken, öte yandan daha fazla borçlanma ve daha fazla bağımlılaşma programıdır.
1980 yılından beri hükümetlerin en çok övündüğü konular ihracatın arttığı, borçları tıkır tıkır ödedikleri, bu yüzden dış itibarlarının arttığıdır. Ama ne ilginçtir ki ihracatı artan ve borçlarını tıkır tıkır ödeyen Türkiye'nin dış borçları sekiz yılda 13.5 milyar dolardan 40 milyar dolara yükseliyor. Bu nasıl bir cenderedir ki Türkiye halklarına yedirmeyip, giydirmeyip, dışarıya satılmak suretiyle arttırılan ihracat rakamlarına ve borç ödemelerine karşı, dış borçlar üçe katlanıyor? Bu nasıl sistemdir ki, bir yandan çöldeki adamın suyu araması gibi ''döviz, döviz'' diye dört dönülürken, öte yandan çikita muz, sprey, çıt çıt, lüks otomobil, uçak, Fransız hıyar turşusu, müzikli terlik için milyonlarca dolarlık ithalat yapılabilmektedir.
IMF, Dünya Bankası vd. emperyalist finans kuruluşları, borçlarını ödemeleri için, Türkiye gibi ülkelere, ''iç tüketimi kısın, halkın tüketiminden çekilenleri ihraç ederek kazandığınız dövizle borcunuzu ödeyin'' nasihatında bulunmaktadırlar. IMF'nin ''nasihat'' gibi sunduğu raporları, gerçekte emir olduğundan buna harfiyen uyan işbirlikçiler, bunu kitlelere ''ihracata yönelik sanayileşme'' olarak sunmaktadırlar. Onlara göre Türkiye daha önce ''ithal ikameci'' bir yol izlemiş, bu yol tıkanmış, sanayileşme durmuştur. Sistemin tıkandığı, çünkü üretim yapabilmek için bolca ithalat yapmak gerektiği, ama ithalat için döviz bulunmadığından fabrikaların stop ettiği doğrudur. Ancak o günden bugüne değişen bir şeyin olmadığı, sanayinin yapısında bir değişiklik yapılmadığı, yapılamayacağı gizlenmektedir. Bugün farklı olan tek şey, devletin hazineden yaptığı büyük destek ile, iç piyasadan çektiği malları ucuza dışarı satıp (aradaki farkı ihracatçıya devlet ödüyor) ihracatı şişirmektir.
Çünkü özde değişiklik yapılmadan, yapay yöntemlerle ihracatı artırmak sağlıklılık örneği değil, kof bir şişkinliktir. İç dinamizmden, öz kaynaklardan yoksun, ucuz kredilere, devlet yardımlarına ve teknoloji transferine muhtaç montaj sanayiinden atılım beklemek, safdillik değilse, halkı kandırmaktır.
Emperyalist ülkelerde ömrünü tamamlayıp kârlılığını yitiren ve yoğun emek kullanımı gerektirdiğinden metropollerde pahalıya mal olan bir kısım üretim süreçlerinin Türkiye gibi ülkelere aktarılması, bu ülkeleri emperyalizme daha çok bağlamakta; emperyalist ülkelerden yapılan ithalatı artırmaktadır. Bu durum, yeni-sömürge oligarşilerinin uluslararası sermaye ile daha fazla bütünleşmelerini getirmekte ve bu arada, yeni-sömürgelerde emperyalistlerin programı dışındaki gelişmeler önlenmekte, istenmeyen sektörler tasfiye edilmekte ya da zapturapt altına alınmaktadır.
Kriz içindeki emperyalistlerin çıkarı gereği, iç tüketimi kısıp ihracata yöneltilmek istenen çarpık sanayi, on yıllardır iç tüketime yönelik üretime ve pazarlamaya, yüksek kârlara alışmıştır. Uluslararası piyasada rekabet şansı yoktur. Ne kalitesi, ne de fiyatı yönünden rekabet şansı olmayan malları dışarıya pazarlamanın tek bir yolu vardı: Ucuza satarak, TL'nın değerini yabancı paralar karşısında düşürerek rekabet şansı yaratmak. Bunu örnekleyecek olursak, 24 Ocak Kararlarıyla birlikte ilk etapta 47 TL olan dolar 70 TL'na yükseltilmiş ve ardından günlük kur ayarlamaları sistemi benimsenmiş ve sonuçta bugün dolar 1550 (Eylül 1988 itibariyle) TL'na yükselmiştir. Böylece 1 doları olan bir yabancının alım gücü 1980'e göre 31 kat arttırılmıştır. İhracatı artırdık diye övünenler, 1981 yılında iç pazarda 180 TL olan fasulyeyi 85 TL'na, iç pazarda 120 TL olan mercimeği 70 TL'na, 90 TL'lık makarnayı 46 TL'na ihraç ederek halka ne kadar değer verdiklerini göstermişlerdir.
180 TL'lık fasulyeyi 85 TL'na ihraç eden ihracatçı, aradaki farkı nereden kapatıyor, vatanseverliğinden dolayı cebinden mi ödüyor? Elbette hayır. İhracat yapan burjuva kesimler teşviklerle desteklenmektedirler. 1980-86 yılları arasında ihracatçılara sadece vergi iadesinden 2 trilyon liralık ödeme yapılmış olması bile, ihracatın arttırılmasının faturasını göstermekte yeterli bir ölçüdür. 12 Haziran 1986'da ihracatçının getirdiği her 1 dolara, o günkü değeri olan 672.7 TL yerine 986.3 TL ödeyen devlet, o günden sonra da, ''hayali ihracat''la da gelişmiş olsa, dolara değerinin en az %60'ı kadar bir fazla fiyat ödemektedir. Böylece, günbe gün değişen fiyatları artık izleyemeyen halkımız, temel gereksinmelere her gün bir kat fazla para öderken, malların dışarıya hemen hemen yarı fiyatına satılıp, bir de üstüne üstlük halkın ödediği vergilerin 16 firmaya, ihracatı teşvik etme adına aktarılmasını, hangi mantık kabul edebilir? Ülkenin kaynaklarının bu yolla dışarıya aktarılmasını kabul edebilecek bir yurtsever düşünemiyoruz. Ama bizleri ''vatan hainliği'' ile, ''dış mihrakların uzantısı'' olmakla suçlayan burjuvazinin, kendi finansman sorununu çözmek için hayalisiyle, gerçeğiyle ihracat vurgunculuğu yapması ve bu burjuvalara, 50 milyon insanın gözü önünde devlet erkanının ödül vermek için çırpınması, onların yurtseverlikten ne anladıklarını ortaya koyuyor. Bu noktada, büyük ozanımız Nazım HİKMET'in dediği gibi, biz vatan hainliğine devam edeceğiz, varsın böyle yurtseverlik onların olsun.
Bir de yeri gelmişken, ihracat şampiyonluğunu kimseye bırakmak istemeyenlerin halktan gizledikleri bir-iki olaya daha değinelim.
İhracat artışının bedelini halkın ödediği biliniyor. Malları dışarı satmak için fiyatları yükselterek iç tüketimi kısan ve halkın alım gücünü düşürenlerin, yine halkın vergilerinden trilyonlarca lirayı sermayeye ''teşvik'' olarak ödediği ve sonuçta elde edilen dövizin de dış borç ödemelerine ya da emperyalist metropollerden yapılan ithalata gittiği artık sır değil. Sır olmayan bir başka konu ise ihracat artışında konjonktürel bazı gelişmelerin, örneğin İran-Irak savaşı, Mısır'ın Arap ülkeleriyle ilişkilerinin bozuk oluşu (ki, Mısır bunu gidermek için epey adım attı) ABD'nin, İran gibi ilişkilerinin bozuk olduğu İslam ülkeleriyle ticarette Türkiye'yi köprü olarak kullanmasının rolü vardır. Bugün gelinen noktada bu avantajlar da yok olmak üzeredir. Bitmesi istenmeyen İran-Irak savaşı ateşkes aşamasındadır, Mısır'ın Arap ülkeleriyle ilişkileri düzelmektedir, büyük olasılıkla ABD-İran ilişkileri eski soğukluğunu yitirecektir. Bu durumda ihracatın artışı nasıl sağlanacaktır, ki daha şimdiden hedeflere varılamamış, ihracat artış hızını yitirmiştir. Üstelik dışsatımın artması da pek bir şey ifade etmemektedir. Çünkü dışarıdan alınan malların fiyatı artmakta, dışa satılan malların fiyatıysa düşmektedir. Örnek verecek olursak, 1973 yılında bir birim mal satıp bundan elde ettiği dövizle 1 birim mal alan Türkiye, 10 yıl sonra, 1983'te 1 birim mal alabilmek için 2 birim mal satmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla ihraç ettiği mal miktarı artarken, elde ettiği dövizin düşmesi ve sonuçta dış ticaret açığının büyümesi gibi bir açmaz içinde çırpınmaktadır.
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız dış ticaret çarkının işleyişi sonucunda, 8 yılda dış borcu 13.5 milyar dolardan 40 milyar dolara, dış ticaret açığı (petrol fiyatlarındaki büyük düşüşe karşın) 4 milyar dolara ulaşan ülkemizde (1987'de ihracat 10 milyar dolar, ithalat 14 milyar dolardır. 8.2.1988, Cumhuriyet) 1987'de doğan her çocuğun 620 bin TL. (3.12.1987, Cumhuriyet) dış borcu yükleniyor olması sistemi yeterince anlatmıyor mu?
c) Emperyalist Sermayeye Çağrı: ''Ne Olursan Ol, Gel!''
Türkiye'ye yeni-sömürgecilik ilişkilerinin yerleştirilmeye çalışıldığı ilk yıllardan beri, emperyalist sermaye hep baştacı edilmiş ve ''ne olursan ol, gel'' çağrılarıyla davet edilmiştir. Ancak emperyalist sermaye öyle kolay kolay gelmez. Nazlıdır. Çok özel koşullarda az parayla gelir, çok para götürür.
Daha çok gelmesi için nice teşvik yasaları çıkarılan ve ayaklarının altına kırmızı halılar döşenen emperyalist sermayeye, bir davetiye de 24 Ocak ile çıkarıldı. Yatırım alanları genişletilen emperyalist sermaye için, yabancı sermayeyi teşvik yasası, turizmi teşvik yasası, serbest bölgeler yasası gibi yasalar da değişiklikler gerçekleştirilmiş, KİT projeleri emperyalist sermayeye açılmış, birçok önemli proje (Akkuyu Nükleer Santralı, otoyol projeleri, silah sanayii, Boğaz'a köprü vb.) emperyalist sermayeye ihale edilmiştir. Yine de beklenen emperyalist sermaye akını olmamış, hatta 1980-1984 arasında projeleri kabul edilenlerin sadece %52'si giriş yapmıştır. (Kaynak: Yabancı Sermaye Derneği, YASED) Ve yine bunların bir kısmı da yanlarında döviz getirmemişler, ödenmediği için ertelenen dış borçlar döviz girişine karşılık sayılmıştır. Yani dış borç alacaklılarına yatırım olanağı sunulmuştur.
Emperyalist sermaye yatırımlarına altyapı hizmetlerinin devletçe yapılması, 99 yıllık alan tahsisi, kârını dışarıya kolayca transfer etmesi, sağladıkları dövizle ithalat yapma hakkı, fiyat belirleme hakkı, yabancı bankalara şube açma, kâr transfer etme hakkı, düşük faizli kredi, yabancı personel istihdam hakkı, gümrük vergisi bağışıklıkları, yatırım indirimi gibi onlarca kolaylık ve hak tanınmıştır.
Aralık 1981 yılında ''Leadess'' dergisine konuşan T.ÖZAL emperyalist sermayeye tanınan olanakları şöyle sıralıyor:
''(...)
- Bütün ülkeyi serbest bir imalat bölgesi haline getiren hammadde ve ihracat mallarının yapımında kullanılan malzemelerin ithalatında vergi bağışıklığı uygulaması
(...)
- Yüksek nitelikli ve sıkı çalışan bol işgücü ile donatılmış yönetim kadroları
(...)
- Bütün sektörler yabancı yatırımlara açıktır, yabancı sermayenin düzeyi ve yönünü belirleyen katı kurallar yoktur.
(...)
- Yatırımların %50'si vergi iadesine konudur.
-Yatırımlar ile üretim için gerekli girdilere gümrük ve öteki ithalat vergilerinden bağışıklık olanağı
- Yatırım teşvikleri ve ihracat kredileri
- Yeterli altyapı, uygun iklim ve iyi yaşama koşulları
- Yabancı yatırımcılar için etkin bürokrasi DPT bünyesindeki yabancı sermaye dairesi, başvuruları hem kabul ediyor, hem de izin veriyor.
- Uygun fiyatlarla arazi seçimi''
(Cumhuriyet, 4.12.1981, abç)
T.ÖZAL'ın bu sözleri ''satılık ülke'' ilanı değilse nedir? Bu koşullarla gelecek emperyalist sermayenin ülke ekonomisine katkısı ne olacaktır? Bütün ülkeyi serbest bölge ve ucuz emek gücü cenneti olarak sunan ÖZAL, bir arsa komisyoncusu gibi pazarlamacılık yapmaktadır. Uygun fiyatla arazi, uygun iklim, iyi yaşam koşulları, her alana giriş serbest, hiçbir kural yok vs. vs. Bunlar bilinen şeyler; fakat bir zamanların Başbakan Yardımcısının ağzından duyulması ve itiraf edilmesi ilginç ve öğreticidir.
Acı, ama ülkemizin gerçeği bu. Emperyalist sermayeden medet umanlar, emperyalizmin sofrasından artan kırıntılarla beslenmeye alışmış olan işbirlikçilerdir. Onlar için ülke çıkarları değil, kasalarıdır önemli olan. Bunca çağrı yapılan emperyalist sermayenin sanayiye değil de kârlılığı yüksek bankacılık, danışmanlık, pazarlama gibi üretken olmayan alanlara yönelmesi de işbirlikçiler için sorun değildir. Yeter ki emperyalist sermaye ile girişeceği ortak yatırımdan biraz yararlansın!
d) Büyüme Hızı ve Yatırımlar Düşüyor, İşsizlik Artıyor, Enflasyon Yükseliyor
24 Ocak programının eksiksiz uygulanması durumunda Türkiye'nin ''makus talihi''nin yenileceği, Avrupalı ülkeler arasına girileceği, halk bir beş yıl kemer sıkarsa, az harcarsa (çok harcamaya para varmış gibi) her şeyin hallolacağı propagandası o kadar çok yapıldı ki, neredeyse bu yalanı ortaya atanlar, kendi yalanlarına kendileri de inanacaktı! Ancak ilk 5 yılın rakamları suratlarına tokat gibi çarpınca, ekonomik konuları unutturmayı tercih eder oldular. Artık eskisi gibi ekonomi üzerine bol rakamlı konuşmalar yapmaya yeltenmiyorlardı. Çünkü söylenebilecekler, yalan ve demagoji sınırını zorlayarak da olsa umut vermiyordu.
En büyük iddia enflasyonun %10'un altına çekileceği idi. Ancak yıl 1980'di; 1989'a gidiyor, enflasyon %75'i aşmış durumda. Ama enflasyonun düşme gibi bir niyeti yok. Bu durumda ister istemez şöyle bir soru geliyor akla: Acaba gerek askeri cunta, gerekse sivil cunta dönemlerinde enflasyon düşürülmek istenip, enflasyonla savaşıldı mı? Bu sorunun yanıtı HAYIR'dır. İç tüketimi kısarak dışarıya mal satmayı gerektiren 24 Ocak programının enflasyon diye bir sorunu yoktur. Hem enflasyon demek büyük vurgunlar demektir ve oligarşi açısından kârlı bir kazanç kaynağıdır. Halkın temel gereksinmeleri üzerindeki sübvansiyonu kaldırarak KİT'lere ''zam yapın'' diyen bir iktidarın, enflasyonu düşürmek diye bir sorunu yok demektir. Yıllardır enflasyonu düşürdük-düşüreceğiz diye açıklama yapılmasının ve devletin resmi kuruluşlarının ağzından, enflasyonu düşük gösteren yalanlar söyletilmesinin nedeni, halkı kandırmak ve toplu sözleşme masalarında işçi ücretlerindeki artışı düşük tutmak içindir. 1980 yılından beri toplu sözleşme masalarında enflasyon genellikle %25 kabul edilerek anlaşma bağıtlanmakta; ama enflasyon resmi rakamlarda bile %50'nin altına düşmemektedir. Ücret artışları daha ilk 4-5 aylık sürede enflasyonla sıfırlanmakta, yılın geri kalan bölümünde ise gerçek ücret kemirilmektedir. Ne holdingler, ne de onların temsilcisi hükümetler enflasyonu düşürmek istemiyorlar. Ama halka ''biz enflasyonu düşürmek istemiyoruz'' diyemeyeceklerinden, halkı yıllardır ''düştü, düşecek''lerle kandırmaktadırlar.
Cunta ekonomisinin hangi dalına el atılırsa atılsın, olumlu, halktan yana bir şey bulmak olanaklı değildir. Enflasyonu düşük göstermek için sahtekarlığa başvurulurken, yatırım ve büyüme konusunda suskunluk hakim oluyor. Çünkü onca desteğe, teşviklere karşın özel sermaye yatırımları artmıyor, hatta özel sermaye şampiyonluğuna karşın, hâlâ kamu yatırımları önde. Ayrıca IMF, enflasyonu arttırdığı için büyüme hızının artmasını istemiyor. Yatırımların artmadığı bir gerçek.
Cunta hükümetleri ne kadar çabalarsa çabalasın, rakamları uzun süre gizlemek olanaklı olamıyor. Rakamlar üzerinde biraz oynuyor da olsalar gerçek çok fazla değişmiyor. Çünkü durum gizlenmeyecek kadar çarpıcı. Örneğin işsizlik rakamları için, İş ve İşçi Bulma Kurumu başvurularını esas alan hiç bir hükümet ciddiye alınmamıştır. AET'ye girmek isteyen Türkiye'nin kabul edilmeme gerekçelerinden önemli bir tanesi de, işsizliğin çok büyük oranda olması değil midir?
İhracat yaparak sanayileştiği iddia edilen bir ülkede yatırımların ve büyüme hızının gerilediği, işsizliğin %24'e fırlamasıyla da ispatlanmıyor mu? Bu ters orantılı bir gelişmedir; büyüme hızı ve yatırımlar düşüyorsa, işsizlik artıyor demektir. Bunu bilmek için kimsenin ekonomist olmasına da gerek yok, cunta döneminde sıkıyönetim komutanlarının izniyle işten çıkarılanların sayısına bakmak bile yeterlidir.
e) Büyük Sermaye Küçükleri Yutuyor, Sonuç: ''İflas ve El Değiştirme''
24 Ocak'ın sonuçlarını incelerken görüyoruz ki 24 Ocak liberalizmi değil, merkeziyetçiliği esas almıştır. ''Banka faizleri serbest bırakıldı'' diye açıklandığında bile faizler tamamen serbest bırakılmamıştı. Büyük bankaların centilmenlik anlaşmaları ile faiz saptaması, hükümetin de buna uymak istemeyenleri cezalandırarak yola getirmesi sözkonusu. Sermayenin belli ellerde merkezileşip yoğunlaşması da, tekelleşmenin arttığının göstergesidir ki tekelcilikle liberalizm bir arada olamaz.
Büyük balığın küçük balığı yutmaya çalıştığı ve yuttuğu bir düzende, eşit koşullarda yarış olabilir mi? 1980'li yıllar boyunca gazetelerin ekonomi sayfalarının iflas, el değiştirme, protesto edilen senet, karşılıksız çek, konkordato ilanı haberleriyle dolması ve yine gazetelerde ''satılık fabrika'', ''satılık firma'' ya da ''firma aranıyor'', ''fabrika aranıyor'' türü ilanların çoğalması neyin sonucudur?
1986 yılına kadar 17.7 milyar lira sermayeli 980 şirketin iflas etmesi, 10933 şirketin tasfiyeyi seçmesi, 68345 tüccar ve esnafın ticareti terk etmesi neyin sonucudur?
Transtürk Holding, Okumuş Holding, Bezmen'ler, Has'lar, Sapmaz'lar, Çavuşoğlu-Kozanoğlu vb. gibi bir dönemin büyük balıklarının '80 sonrası yem olması ya da küçülerek yaşamaya çalışması, kurtarma operasyonuna gereksinim duymaları hangi eğilimin sonucudur? Tekelleşmenin mi, liberalizmin mi?
Sorun açıktır: 24 Ocak ''ölen ölsün'' mantığının ürünüdür. Ama oligarşik istikrarsız sistem, her holdinge ''ölsün'' demeyi kaldıramıyor ve düzenin bekaası için bazı kurtarma operasyonlarına girerek, işbirlikçi tekelci sermaye programını gerektiği gibi uygulayamıyordu. 24 Ocak'ın amacı küçük ve orta sermayeyi, tekel-dışı unsurları yok etmek, en azından disiplin altına almaktır. Bunlar disipline edilirse, ana şirketin etrafında ona bağlı ve onun için çalışan bir yedek konumuna düşerken, tekeller daha az sermaye ile daha çok iş alanını denetleyebileceklerdir.
'80 sonrası cunta koşullarında birkaç holdingin olağanüstü ölçüde büyümesi, kârlılıklarını dev boyutlara yükseltmeleri, devlet bütçesiyle yarışır güce erişmeleri ve bu holdinglerin sanayicilikten bankacılığa, bankerlikten ihracatçılığa kadar her sektöre el atmak suretiyle ekonomiyi yönlendirir hale gelmeleri, tekelleşmenin hangi boyuta ulaştığını gösterir. Birçok yoldan desteklenen büyük holdingler karşısında diğerleri rekabet şansını daha baştan yitirmişlerdir. Ya büyük holdingin kanatları arasına gireceklerdir ya da iflas edeceklerdir. (7 devlet bankasının batık kredilerinin 422 milyar TL olduğu açıklandı. 24.3.1988 , Milliyet)
1986 yılında İş Bankası, Yapı Kredi, Akbank, Garanti ve Ticaret Bankası'nın, mevduatların %73.8'ini toplayıp, kredilerin %52'sini dağıtıyor olması, tekelleşme değil midir?
Koç, Sabancı, İş Bankası, Dinçkök, AEH, OYAK, Çukurova, Profilo, Yaşar, Çukurova Elektrik olarak bilinen 10 holding grubunun Türkiye'nin en büyük 500 firması içerisinde yer alan 406 özel firma içindeki güçleri kıyaslandığında şöyle bir tablo çıkıyor:
Bu 10 holdingin cirosu, 406 firma cirolarının toplamının %39'una sahip.
Bu 10 holding, 406 firmanın elde ettiği katma değerin % 41 'ini sağlıyor.
Bu 10 holding, 406 firmanın bilanço kârının % 47'sine el koyuyor.
Bu 10 holding, 406 firmada çalışan işçilerin % 34.2'sini istihdam ediyor.
Böyle bir tekelleşme oranına hiçbir emperyalist ülkede ulaşılamamıştır. Ama sanayii baştan tekelciliğe göre biçimlenen çarpık yapısıyla Türkiye, holding cenneti olmuştur. İhracatta 26, inşaatta 10-15, denizcilikte 7-8, uluslararası kara taşımacılığında 8-10, sanayide 25 kadar sermaye grubu (ki bunlar her biri birçok alanda tekeldir) Türkiye'nin efendisidir.
f)- Oligarşi Halkla Hesaplaşırken, Kendi içinde de Hesaplaşma Sürüyor.
Cuntanın ekonomik programının özü halkla hesaplaşması, ekonominin yükünü halkın sırtına yüklemesidir. Sömürüyü arttırma savaşının, beraberinde sömürüyü paylaşma sorununu da getireceği açık. Nasıl emperyalistler dünya halklarını sömürmek ve ardından da bu sömürüyü paylaşmak için aralarında çarpışıyorlarsa, emperyalizmin artıklarıyla beslenen yeni-sömürge oligarşileri de, artığı aralarında paylaşmak için çatışıyorlar.
Sınıfsal dengelerdeki her değişim, bölüşüm oranlarını da değiştirir. 12 Mart cuntasıyla oligarşi içindeki egemenliğini kimsenin itiraz edemeyeceği biçimde onaylatan işbirlikçi tekelci burjuvazinin 1980'e doğru artan kriz ortamında sömürü paylarının yeniden belirlenmesi yolundaki girişimleri, 12 Eylül'le sonuçlandı. Sömürü payları işbirlikçi tekelci burjuvazi lehine değişti.
İşçi ve emekçilerin alınterlerini bölüşen işbirlikçi tekelci burjuvazi, tefeci-tüccar, büyük toprak sahipleri ve toprak ağalarının arasında onyıllardır süren kavga büyüdü. Bu, 12 Eylül sürecinde kamuoyuna kimi zaman ''banka-banker çatışması'', kimi zaman ''babalar operasyonu'', kimi zaman ''toprak reformu'', ''tarım vergisi'' vb. vb. olarak yansıdı. Bunların hepsi de oligarşi içi çelişkilerin, çatışmaların dışa vurumuydu. Hepsinin özünde sömürüden daha fazla pay kapma yarışı yatıyordu. Ancak bu savaşta işbirlikçi tekeller (holdingler) büyük avantajlara sahiptiler. Çünkü ekonominin ve siyasetin asıl efendileri, para-kredi kaynaklarında suyun ucunu tutan onlardı. Fiyatları para ve kredi dolaşımını güçleri oranında denetleyerek bazı kesimlerin iflasını ya da hizaya sokulmasını sağlayabiliyorlardı. Bu olanağı elinde tutanlarla böyle bir olanağa sahip olmayanlar arasındaki savaş, bankası ve bankerlik kuruluşu olmayan yada olsa da dikiş tutturamayanların aleyhine sonuçlandı. Bir kesim istediği kadar bol ve daha ucuz kredi kullanabilirken, %120'lere varan oranda faizlerle kredi kullanmak zorunda bırakılan sermaye kesimlerinin yaşaması, rekabet şansı yaratması olanaklı değildi. Bu çelişki ve çatışma bu boyutta kalmadı. Diğer sektörler arasında da (sanayicilerle ihracatçılar, ihracatçılarla uluslararası nakliyat firmaları, sanayicilerle finans kurumları vb. gibi) yaşandı.
12 Eylül sürecinde en çok sözü edilen ve övünülen konulardan biri de ''babalar operasyonu'' idi. Büyük çapta finansman sorunu yaşayan ve ekonomide tam denetim kuramayan işbirlikçi holdingler, ''kara para'' diye bilinen kaçakçılık ve karaborsacılıktan edinilen ve tekelci burjuvazinin denetim ve dolaşım ağı içine girmeyen bu milyarları denetimlerine almak istiyorlardı. Bu, kara borsacılığa, kaçakçılığa karşı olunduğundan değildi ve zaten en büyük kaçakçılığı, yeri geldiğinde karaborsacılığı kendileri yapıyorlardı; sorun bunun kendi dışlarında oluşması, denetlenememesiydi. İşte 12 Eylülcülerin övündükleri ''babalar operasyonu''nun altında bu sektörü denetime almak istekleri vardı. Ve 12 Eylülcüler halkın çıkarlarını düşündüklerinden değil, holdinglerin çıkarlarını düşündükleri için, ''kara para''ya ve bu paranın aklandığı piyasa bankerlerine tavır aldılar, ''kara para''yı denetime almak için de, ''sırdaş hesap'', ''hamiline yazılı mevduat sertifikası'' vb. yollar buldular. Yoksa, Türkiye'de yaşayan herkes biliyor ki, kaçakçılık işleri devletin en üst düzeyine kadar uzanan bir ilişkiler ağıyla dönmektedir. Şimdi bu işi ''saygıdeğer'' görünümlü burjuvaların yapıyor olması farkı var, o kadar.
12 Eylül'de yaşanan oligarşi içi çatışmanın bir başka boyutu da kırsal alanda üretim ve para dolaşımı üzerinde doğrudan denetim kuramayan işbirlikçi tekelci burjuvazinin TÜSİAD raporlarında önerdiği değişikliklerin yapılmak istenmesi sırasında yaşandı. GSYİH'nın %31.4'ünü (1981'de) sağlayan tarım kesiminin ödediği vergi oranı sadece %3.5'ti. Topraklar boş duruyor, verimli işlenmiyor, köylü yılın birkaç ayında çalışıyor, kalanında boş yatıyor diye şikayet ediliyordu. TÜSİAD 14 Kasım 1980 tarihli ''Olaylara Bakış'' adlı yayınında, tarımın vergisinin %20'ye çıkarılmasını, verimli işletilmeyen toprakların dağıtılmasını, köylerde el zanaatlarının ve sanayiye yardımcı olacak ev işçiliğinin geliştirilmesini vb. öneriyordu. TÜSİAD'ın isteği tarımda kapitalist çiftçiliği geliştirmek ve ucuz işgücünü sanayiye açmak, kırda kapitalist ilişkileri yaygınlaştırmaktı. Ama programını tam uygulayamadı. Kapitalist çiftçiliği geliştirmeye yönelik bir toprak reformu çalışması daha Danışma Meclisi döneminde bile engellendi. ''Türkiye Çiftçi Kuruluşları Ekonomik Komitesi''nde örgütlenen tarım kapitalistleri, tarımın vergilendirilmesine karşı çıktı. Ve işbirlikçi tekelci burjuvazi, ancak tarımda %5'lik bir vergi kabul ettirebildi. Böylece bir kez daha oligarşi içinde uzlaşma sağlanmak zorunda kalındı.
Para arzının kısıtlanması, sürgit devalüasyon yöntemine gidilmesi, yeni vergi yasaları, ithalatta serbestleşme, belli sektörlerin devlet yardımıyla teşviki, yüksek faiz vb. uygulamaları ile ekonomiye yapılan yukarıdan müdahaleler sonucu sermaye belirli ellerde merkezileşip yoğunlaşmış, tekelleşme had safhaya çıkmış, bu arada özellikle müteahhitlik ve hizmetler sektöründe yeni zenginler türemiştir. Bu türedi zenginler çok şey borçlu oldukları 24 Ocak'ın en keskin savunucuları ve cunta hükümetlerinin baş destekleyicileri oldular.
Oligarşinin kendi iç hesaplaşmasından zararlı çıkan yine halk olmuştur. Çünkü kendi içlerinde ne kadar çatışırlarsa çatışsınlar, sonuçta hepsinin üzerinde birleştiği nokta ortak sömürüye dayalı sistemin sürdürülmesidir. Nitekim, 12 Eylül oligarşi içinde egemen durumdaki işbirlikçi tekelci burjuvazinin damgasını taşır, onu temsil eder, ama oligarşinin diğer kesimlerinin de gelinen noktada açık faşizm dışında şansları olmadığından destek vermişlerdir. Ve sonuçta 12 Eylül askeri faşist cuntası tüm oligarşinin temsilcisi gözükmüştür.
12 Eylül döneminde, kesintisiz bir program uyguladığı ve bu programa muhalefet edilmediği görüntüsü yaratılmaya çalışılmışsa da var olan oligarşi içi çelişki ve çatışmaları gizlemek kimi zaman olanaklı olmamıştır. ''Batan batsın'' anlayışıyla programını tavizsiz yürütmeye çalışan ÖZAL'ın bu programı bankerlerin çöküşüyle aksadı. Her önüne gelenin piyasadan para toplayabildiği tam bir kap-kaç dönemi. Bu, 1981 sonbaharında, 200'e yakın bankerin en az 100 milyar TL'yla birlikte yok olmaları sonucunu yarattı. 300-500 bin arasında oldukları tahmin edilen bir vatandaş grubu emekli maaşını, evini-barkını, toprağını satarak bankere parasını kaptırmıştı. Ama hükümet sözcüleri ''vatandaş kumar oynadı'', ''tasarruflarınızın üstüne bir bardak soğuk su için'' diyebiliyorlardı. Sanki bu politikayı kendileri yaratmamış, bankerlerle yanyana poz vermemişler, bankerlere üniversitelerde ders verdirmemişler, okul yapıp, vakıflar kurarak halk nezdinde güvenilirlik sağlayarak daha fazla mevduat toplamayı hedefleyenlere törenle nişan, ödül verenler onlar değilmiş gibi ''soğuk su için'' deme sorumsuzluğunu gösteriyorlardı. Ancak bunda şaşılacak bir yan yoktu. KASTELİ'nin ''Abi'' diye hitap edebileceği kadar yakını olan ÖZAL ve ekibi, bu sistemi böyle kurmuşlardı. Bankerlerin topladığı mevduat, finansman sıkıntısı çeken holdinglere aktarılacak ve sonuçta, bankerlerden yüksek faizle kredi alan sanayici borcunu ödemese de zarara uğrayan küçük ve orta tasarruf sahibi olacak, sistem ayakta kalacaktı.
Özkaynaktan yoksun sermaye çevrelerini, bankerlerden aktarılan yüz milyarlarca lira da kurtaramadı. Yıkılmaz gözüken holdingler sallanmaya, birbiri ardından konkordato ilan etmeye başladılar. Bu çöküntüyü bankaların çöküntüsünün izlemesi kaçınılmaz olacaktı, vakit geçirilmeden bu holdinglerin kurtarılması, 24 Ocak'ın ''batan batsın'' kararının yumuşatılması gerekiyordu. Ama bu değişiklik ÖZAL ile olmazdı. ÖZAL gitti, ekonomi KAFAOĞLU'na teslim edildi. Böylece 24 Ocak'ta birtakım değişimler yapılıp, toplu iflaslar önlendi. 24 Ocak programı esnedi ama sistemi toptan iflasa götürebilecek yoldan dönülmüş oldu.
g)- 12 Eylül Ekonomisinden Kimler ''Vurgun Vurdu'', Kimler ''Vurgun Yedi''
''Şimdi gülme sırası bizde.''
Bu sözler TİSK Başkanı Halit NARİN'e aittir. 12 Eylül sonrası, 24 Ocak Kararlarının uygulanma olanağı bulmasıyla rahatlayan TİSK Başkanı, bu sözlerle sevincini dışa vuruyordu. Sevinmekte haklıydı; 24 Ocak, 12 Eylül ile buluşmuş, oligarşiye gün doğmuştu. Toplumsal muhalefet susturulmuş; sendikalar kapatılmış, grevler yasaklanmış, toplu sözleşme işverenleri temsil eden YHK'nın insafına terkedilmiş, fiyatlarda hiçbir denetim kalmamış, devletin sermayeyi teşviki en üst boyuta ulaşmış, kısacası sömürüyü rekor düzeyde artırmanın tüm koşulları hazırlanmıştı. Oligarşi bu olanakları en iyi şekilde değerlendirdi elbette. 24 Ocak dönemi, karikatürcülerin iflas eden burjuvaları para içinde yüzerken ya da büyük bir neşe içinde iflas ettiklerini açıklamalarının çizilmesiyle karakterize edilen bir dönemdir. İflas eden burjuvaların milyarlar içinde yüzdüğü 24 Ocak'ın ''devlet malı deniz'' örneği ''vurgun''undan bazı rakamlar verdiğimizde, dönem kafalarda daha iyi canlanacaktır.
Oligarşik kesimler sömürülerini kâr-faiz-rant olarak gerçekleştiriyorlar. Ulusal gelir içinde kâr-faiz-rantın oranı işçi ve emekçilerin alınterinden çalınan bölümü göstermektedir. 24 Ocak Kararlarının ilanından önce, ulusal gelir içinde %43'lük payı oluşturan kâr-faiz-rantın, 1988'de %70'i aşacağı saptanmıştır. (Kaynak 24.11.1987, Hürriyet) Bu demektir ki, faaliyet göstermeyen ve başkasının sırtından geçinenler ulusal gelirin 2/3'ünden fazlasına el koyarken, geriye kalanı işçi ve emekçiler paylaşmaktadır. Bu da oligarşi ile halk arasındaki gelir uçurumunu göstermektedir.
Ulusal gelirin %70'ine kâr-faiz-rant olarak el koyan nüfusun küçük bir azınlığı, bu orandaki sömürüyü kendi aralarında ne oranda paylaşıyorlar, bu konuda veri yoktur. Ancak işbirlikçi tekelci burjuvazinin bu sömürüden en büyük payı aldığı açıktır. Tekeller kârlılık oranlarını 1987'de %10-%28 arası düzeye çıkarmışlardır. Dünyanın sayılı dev tekellerinden EXXON'un %7.4; IBM'in %9.3, General Motors'un %2.8 kâr oranıyla çalıştığı dünyada, Türkiye'deki tekellerin %28'e varan oranda kâr elde etmesi, sömürünün dizginsizliğini göstermesi açısından bir göstergedir.
12 Eylül; 1980-86 arasında (1986 fiyatlarıyla ) işçi ve memurlardan 22 trilyon, tarım kesiminden ise 7.5 trilyon lira olmak üzere toplam 30 trilyon liranın işbirlikçi tekellere, 24 Ocak'ın türedi zengini ihracatçılara, enflasyon zenginlerine ve rantiyelere aktarıldığı bir vurgun sistemidir.
12 Eylül+24 Ocak; en büyük 7 holdingin (Koç, Sabancı, Şişe-Cam, Yaşar, Dinçkök, Profilo, Ercan) satış gelirlerini (1987'de) 10.8 trilyon liraya çıkararak,10.5 trilyonluk devlet bütçesini aştığı bir tekelcilik sistemidir.
12 Eylül+24 Ocak; 4,2 trilyon cirosuyla (1987'de) 365 milyarlık kâr elde eden Koç Holdingin kârlarını bir önceki yıla göre % 161; 3.2 trilyon liralık ciroyla 395 milyar lira kâr elde eden Sabancı Holdingin ise kârını bir önceki yıla göre %122 artırdığı dizginsiz bir sömürü düzenidir. (23.5.1988, Cumhuriyet)
12 Eylül+24 Ocak; 1982-1985 yılları arasında, işçi başına kâr oranının -her biri KİT olan- Etibank'ta %2234.0; THY'da %8641.0 TZDK'da %936.8, (Kaynak 3.2.1986, Cumhuriyet, O.ULAGAY) artırıldığı, devletin de halkı ''sağmal inek'' olarak gördüğü bir ekonomik dönemdir.
12 Eylül+24 Ocak; İtalyan FİAT firmasının işçi başına 6.304 dolar, PİRELLİ'nin 2.043 dolar artı-değer elde ettiği bir dünya sistemi koşullarında Türkiye'de KALEBODUR'un 11.925 dolar, AKSA'nın 49.948 dolar, (Kaynak: 11.12.1987, Söz) sömürüye ulaştığı, işçi ve emekçilerin acımasızca sömürüldüğü bir sistemdir.
12 Eylül+24 Ocak; kişi başına düşen ulusal gelirin 1300 (1980'de) dolardan 1000 doların altına düştüğü koşullarda, nüfusun %80'i ulusal gelirin %44.1'ine sahip olurken, en yüksek gelirli %5'lik bir nüfus azınlığının ulusal gelirin %28.7'sini (Kaynak: ''Türkiye'de Hane Gelirleri...'', TÜSİAD Araştırması, s.16) aldığı ve en alt-en üst gelir düzeyi arasında 7250 kat farkın yaratıldığı bir sistemdir.
12 Eylül+24 Ocak; bir işçinin gerçek ücretinin resmi rakamlara göre bile en az yarı yarıya azaldığı, bir günlük ücretiyle 1979'da 31 ekmek alabilen sigortalı işçinin,1985'te 12 ekmek alabildiği, 1 günlük ücreti ile 1979'da 3,1 kg, sığır eti alabilen işçinin 1987'de 1,1 kg. sığır eti alabildiği (8.11.1987, Milliyet) bir işçi düşmanı sistemdir.
12 Eylül+24 Ocak;1 kg. et alabilmek için Amerikalı işçi 13 dakika çalışırken, Türkiyeli işçinin aynı şeyi alabilmek için 1 saat 36 dakika çalışmasıdır. Yani ''Bir Türk Dünyaya Bedeldir'' sözünün aksine, 1 Amerikalının 35 Türkiye'liye bedel olduğu, insana değer verilmeyen bir sistemdir.
12 Eylül+24 Ocak; 1979'da ulusal gelirin %24'üne sahip olan köylünün payının 1987'de % 16.7'ya düşürüldüğü (Kaynak: 24.11.1987, Hürriyet) emek düşmanı bir sistemdir.
12 Eylül+24 Ocak; memurun maaşının 1/4 oranında düştüğü, devletin memuruna bile sahip çıkmadığı bir sistemdir.
12 Eylül+24 Ocak; küçük esnafın kepenk kapattığı, serbest meslek sahiplerinin, zanaatçının tekeller karşısında çöktüğü, küçük esnaf ve zanaatçıların, serbest meslek sahibinin krediden bile faydalanamadığı, iflasların, senet protestolarının günlük sıradan olaylar haline geldiği, ''büyüklerin küçükleri yuttuğu'' orman yasalarının geçerli olduğu bir sistemdir.
Evet, rakamlar gerçeği bir bir ortaya seriyor. Hâlâ bu sistemin ülkemiz için, bu ülkenin insanları için olduğu söylenebilir mi? Bir tek örnek var mıdır ki, 12 Eylül sonrası halkın yaşamında bir iyileşmeyi göstersin. Küçük tasarruf sahiplerinin paraları kaçırıldığında parmaklarını dahi oynatmayıp ''üstüne bir bardak su içsinler'' diyebilecek kadar sorumsuz, duyarsız ve halk düşmanı olanlardan halk yararına bir ''icraat'' beklenebilir mi?
Halkın yaşam düzeyinde korkunç bir düşüş olması bir yana, buna paralel olarak sosyal çöküntü baş göstermiştir. Uyuşturucu kullanımındaki artış, cinsel sapıklıkların, ahlaksızlıkların çığ gibi büyümesi, İstanbul'da 400 bin fahişe olduğunun Meclis kürsülerinde açıklanması, 1980'e göre intiharların % 69, akıl hastalıklarının iki buçuk kat artışı, rüşvetin, yolsuzlukların devletin en üst kademelerini kapsar biçimde, TC tarihinin en yaygın dönemini yaşıyor olması, ihale ve kredi yolsuzlukları, emniyet müdürlerinden ordu komutanlarına ve cunta şeflerine kadar uzanan rüşvet, yolsuzluklar... dönemin toplumumuza ''hediye''leridir.
Soygun ve sömürü düzeninin yeni adı olan ''12 Eylül+24 Ocak'' döneminde toplum büyük bir çöküntü yaşarken, Anayasaya TC'nin ''sosyal devlet'' olduğu yazılabilmiştir.
Bu nasıl ''sosyal devlet''tir ki; beş yaşından küçük çocuklarda ölüm oranı %20'ye çıkıyor, günde ortalama bir kişi açlıktan ölüyor.
Bu nasıl ''sosyal devlet''tir ki; Sağlık Bakanlığının 1980'de bütçe payı %4 iken, 1986'da %2.7'ye, Milli Eğitim Bakanlığı'nın bütçe payı aynı yıllarda %11'den %8'e düşerken, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün payı iki kat artıyor, ''savunma ve iç güvenlik'' bütçesi, bütçenin 1/3'üne yükseliyor.
Bu nasıl ''sosyal devlet''tir ki; genel gıda tüketimi son on yılda %12 oranında düşüyor.
Bu nasıl ''sosyal devlet''tir ki; Türkiye gelir dağılımı en bozuk 12 ülke arasında beşinci sırayı işgal etmektedir.
11 Nisan 1982 tarihinde Danışma Meclisi Anayasa Komisyonuna ''sosyal devlet ilkesi anayasadan çıkarılmalı'' diye görüş ileten TİSK, ülkenin ve kendi gerçeklerinin bilincinde olduğundan ''sosyal devlet''in lafızda bile olmasına tahammül edemiyordu.
Sonuç olarak;
Oligarşinin göklere çıkardığı 24 Ocak ekonomisi, ülkemizin sadece 1980-84 arasında % 30 oranında yoksullaşmasına (Kaynak: 8 Nisan 1986, Cumhuriyet) yol açmıştır. 1983-87 yılları arasında sadece %6.5 oranında büyüyen ulusal gelir dağılımındaki büyük eşitsizlik, olayın bir başka yönüdür. 24 Ocak ekonomisi 12 Eylül desteğine karşın hedeflerinin hiçbirine varamamıştır. Ne iddia edildiği gibi dış ticaret açığı kapatılabilmiş, ne dış borçlar ve faizleri azalmış, ne bütçe açıkları kapatılabilmiş, ne ihracat beklenildiği kadar artmış, ne de yabancı sermaye akışı istenilen düzeyde olmuştur. 24 Ocak'ın başarılı olduğu nokta işbirlikçi tekelci burjuvazinin kârlarını azami düzeye çıkarmasıdır.
1980'de ''beş yıl daha dişinizi sıkmanız yeter'' diyerek 24 Ocak paketini açanlar bugün şöyle diyorlar:
''1980 yılında başlayan işimiz henüz bitmedi(...) 1988 yılından başlamak üzere bir yıllık, iki yıllık, üç yıllık bir programı uygulamaya koyacağız'' (Merkez Bankası Başkanının konuşmasından, 4 Ekim 1987, Milliyet)
24 Ocak'ın mimarı olmakla övünen sivil cuntanın başbakanı Turgut öZAL, 23 Aralık 1987 günü %70'i bulan zamları açıklarken, yeni paketlerin açılacağını, bunun da kimilerini ''bağırtabileceğini'' söylüyor.
Demek ki, halkın çilesi daha bitmemiş, demek ki boğazı sıkılan halkımız daha epey bağırtılacak, ta ki emperyalizm ve oligarşiyi başından kovuncaya kadar.
''Ara rejim''
''Geçiş süreci''
''Demokrasiye geçtik; geçiyoruz''
''Sivil yönetim''
Türkiye'de sekiz yıldır bu tartışma yürütülüyor. Rejimin ne olduğuna karar verilemiyor. Ama bu tartışmaya en doğru yanıtı T.ÖZAL verdi: ''Ekonomik işlere biz, siyasi işlere askerler bakıyor'' dedi. Böylece o çok merak edilen rejimin adının değişmediğini ağzından kaçırmış oldu.
Askeri faşist cunta, belli bir süreden sonra askeri üniformasının üzerine sivil bir kıyafet geçirmek zorunda kaldı. Çünkü orduyu daha uzun süre halkla karşı karşıya getirmek ve görüntüde de olsa seçim ile oluşacak bir parlamento kurmamak risk olur, bir daha gerektiğinde ordunun kullanılması olanaksız hale gelebilirdi.
Tüm cuntaların ortak özelliklerinden birisi de ''en kısa zamanda demokrasiye geçileceği'' sözü vermeleridir. Süre belirsizdir ama ortada verilmiş bir söz vardır: Demokrasi. Her ne kadar sözü çok edilen demokrasinin ne mene bir demokrasi olduğu bilinse de açık faşist diktatörlükler yerine ''ehven-i şer'' görülüyordu.
Uzun yılların deneyimi göstermiştir ki, cuntalar işbaşında ne kadar uzun süre kalırlarsa o kadar çok yıpranıyorlar ve toplumsal muhalefete karşı kullanılan silahlar o ölçüde etkisizleşiyordu. Bu nedenle açık faşist diktatörlüklerin programlarını bir an önce tamamlayıp demokrasi manevralarıyla görevini ''icazetli'' sivillere devri gerekiyordu. Özellikle 80'li yıllarda ABD ''demokratikleşme programı'' adını verdiği bu program ile açık faşist diktatörlüklere sivil görünüm kazandırılmasını istiyor ve yeni-sömürgelerinde bunu uyguluyordu. Seçim aldatmacasına dayalı bu dönüşüm, Latin Amerika'da, Filipinler ve benzeri ülkelerde uygulandı ve toplumsal muhalefetin şiddetini bir ölçüde düşürebildi. Onlarca yıldır açık faşist diktatörlüklerin baskı, terör, işkencesi altında yaşayan bu ülkeler halkları için, emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin icazetiyle lider konumuna yükseltilmiş, kitlelere sahte umutlar aşılayan AQUİNO gibileri ön plana itildi. Kitleler onlarca yıllık açık faşist saldırılardan kurtulmanın, bir nebze de olsa demokratik haklardan ve özgürlüklerden yararlanmanın özlemiyle bu liderlere sahip çıktılar. Emperyalizm ve işbirlikçilerce etrafları hale ile süslenmiş bu liderlerin kısa sürede yıldızları dökülmeye başlasa da emperyalizme ve yerli oligarşiye zaman kazandırabilmekte, yeni oyunlar için güç toplama şansını verebilmektedirler.
Yeni-sömürge bir ülke olması itibarıyla Latin Amerika ülkelerine pek çok bakımdan benzeyen Türkiye'nin, onlardan ayrıldığı birçok nokta da vardır. Türkiye,de oligarşinin demokrasi oyununa duyduğu gereksinme nedeniyle, açık faşist diktatörlüklerin ömrü Latin Amerika'daki gibi uzun olmamakta, ordu yönetimi bir süre sonra sivillere devretmek zorunda kalmaktadır. Ülkemizde sınıflar arasındaki uçurum da açık faşist diktatörlükleri sürekli kılacak kadar derinleşmemiştir. 1980'e doğru oligarşi yeni bir faşist cuntaya gereksinme duyduğunda, her on yılda bir bu yönteme baş vurmanın zorluğunu görüyordu. (Milli krizin niteliği ve diğer koşullar, iki cunta arası süreci uzatabilir yada kısaltabilir.) Bunun yerine açık faşizmin kurumlaştırılması ve böylece devletin baskı araçlarının -sık sık cuntalara başvurmaksızın- rahatlıkla kullanılabilmesine olanak sağlanması amaçlandı. Hem böylece ''demokrasi''ye söz gelmemiş, hem de ''meşruiyet'' tartışmalarına girilmemiş olacaktı.
12 Eylül cuntası da işbaşına gelir gelmez, en kısa sürede demokrasiye dönüleceği sözünü verdi. Darbeden hemen sonra, 12 Eylül sonrası hemen her taşın altından çıkan ve artık bizden biri kadar yakın olduğumuz Paul HANZE, Beyaz Saray'a verdiği raporunda şöyle diyordu:
''Askerler yeni anayasayla başkanlık sistemini getirip Cumhurbaşkanının yetkilerini artıracak, yeni seçim ve parti kanunlarıyla da eskisi gibi büyük partilere çoğunluk verici bir sistem oluşturacaklardır.'' (12 Eylül Saat 04.00 s.300)
Her ne kadar bunlar Beyaz Saray'ın yeni duyduğu şeyler olmasa da, Paul HANZE bir prosedürü tamamlamak için raporunu yazıyor ve her nasılsa Türkiye kamuoyundan önce cuntanın programını öğrenmiş oluyor. 12 Eylül sonrası yapılanlara bakıyoruz, P.HANZE'nin dedikleri bir bir çıkıyor!
Cunta, Danışma Meclisi'yle, Anayasa Referandumu sonrası, ortalama yılda bir yapılan seçimlerle, partilerin kuruluşu ile vs. sekiz yıllık bir süreç yaşadı, yaşıyor. Bu süreç kendi içinde birtakım dönemlere bölünerek siyasal gelişmeler ve siyasal tansiyon incelenebilir.
Cuntanın icazetli partiler kurdurup sivil cuntaya dönüşmesi ve gelişmeleri üzerinde kısaca duralım:
12 Eylül 1980 günü 7 no'lu bildiriyle siyasi faaliyetleri yasaklayan faşist cunta, siyasal partilerin idaresi ve mal varlıklarına ilişkin konularda ''kayyum tayini'' yoluna gidiyor, ardından da 51 sayılı kararıyla ''genel siyasi faaliyet yasağının'' bütün parti ve parlamento üyelerini kapsadığı kararını veriyordu.
Her açık diktatörlük gibi cunta da, kendisinden başkası konuşmasın, izinsiz nefes bile almasın istiyordu. Programının önüne kimse taş koymasın düşüncesindeki cuntanın, işbirlikçi tekelci burjuvazinin tüm hedeflerine varabilmesi için eski partilerin olası muhalefetini önlemesi gerekiyordu. Çünkü AP, CHP gibi eski partiler ne kadar oligarşinin has partileri olsalar da, oligarşinin değişik kanatlarını içlerinde barındırıyorlar ve dolayısıyla saf olarak işbirlikçi tekellerin çıkarlarını temsil etmiyorlardı. Oligarşinin diğer kesimlerinin çıkarlarına da şu ya da bu oranda karşılık vermeleri gerekiyordu. Bu ise işbirlikçi tekelci burjuvazinin programında kesinti ya da sapmalar ortaya çıkarabiliyordu. Askeri faşist cunta, böyle bir olasılığı da ortadan kaldırmak için en iyi fırsattı. Bu fırsat değerlendirilerek oligarşi içi çelişkilere de kulak tıkayıp işbirlikçi tekelci burjuvazinin saf programını uygulayabilecek cuntaya her türlü kolaylık sağlanıyordu. Cuntaya başından beri yeşil ışık yakan, ancak kendi denetiminde olması için çabalayan AP ve CHP, parlamento kapatılınca şaşırdılar. Onlar 12 Mart gibi bir dönem arzuluyorlardı. Ya da en çok bir yıl içinde her şeyi düzene sokup yönetimi kendilerine bırakacak bir cunta bekliyorlardı.
AP ve CHP ülkeyi rahatça yönetebilecekleri ve uzun süreden beri arzuladıkları anayasa ve yasa değişikliklerinin yapılıp, sınıf mücadelesinin bastırılarak, işlerin rayına girdiği bir dönemde kendilerine çağrı yapılmasını bekleyedursunlar, onları bir sürpriz bekliyordu: 16 Ekim 1981'de siyasi partiler feshedildi. DEMİREL, bu olaydan duyduğu şaşkınlığı Zincirbozan'dan yazdığı mektupta şöyle dile getiriyordu:
''İçerde ve dışarıda ordunun 1960 ve 71'de olduğu gibi, bir süre sonra kışlasına çekileceği, demokratik idareye tekrar dönüleceği sanıldı...''
Cunta niçin partileri kapatmıştı? Birincisi, halkın gözünde egemen sınıf temsilcilerinden geçmişe ilişkin suçlu aranıyordu. işbirlikçi tekelci burjuvazinin programını uygulayamayan, devleti zaafa uğratan, devrimci mücadeleyi bastırmada başarısızlığa düşen siyasal partiler ''tencereyi pisletmek'' benzetmesi ile suçlu ilan edildi. İkincisi, geçmişin suçlularıyla tüm bağların kopartılması ve cuntanın ''biz farklıyız'' imajını vermesi gerekiyordu. Üçüncüsü; eski partiler yıpranmıştı, oligarşinin yeni dönemde yeni ve yıpranmamış güçlere gereksinimi vardı.
12 Eylül sabahı evlerinden alınarak götürülen siyasi parti liderleri ilk darbeyi yemişlerdi. Bu kadarını beklemiyor ve bunu hakketmediklerini düşünüyor olmalıydılar. Cuntanın işini kolaylaştırmış, davetiye çıkarmışlardı. Niçin kendilerine bu tavır alınıyordu? Bir anlam vermiyorlardı ama cuntaya anlayış gösteriyorlardı. Şu işler kazasız-belasız bitip, iş kendilerine teslim edilebilirdi. Önemli olan buydu. Hem zaten cunta lideri 16 Eylül 1980'deki ilk basın toplantısında güvence vermemiş miydi?
''İlk günkü konuşmamda da ifade etmiştim zannediyorum ve demiştim ki 'şimdilik bütün siyasi partilerin faaliyetleri durdurulmuştur'. Kapatılmıştır demedim, durdurulmuştur. 'Seçim Kanunu, Partiler Kanunu ve Anayasa hazırlandıktan sonra, seçimlere gidilecek zamandan muayyen bir süre evvel, onların hazırlıklarını yapabilecekleri kadar bir süre önce parti faaliyetlerine müsaade edilecektir' demiştim.''
Generaller ''asker sözü'' vermişti, sözünden cayacak değillerdi ya. Ama ''asker sözü''nün hiç de güvenilir olmadığını anlamakta gecikmediler, tasfiye ediliyorlardı. Türkiye'nin siyasal yaşamında vazgeçilmez olduklarını sananlar, egemen sınıflar için yıpranmış politikacının önemi olmadığını, çıkarları için kurban vermekten kaçınmayacaklarını unutmuşlardı. Yeni dönemde oligarşinin bekası için kurban edilmeleri gerekiyordu.
Burada bir noktaya açıklık getirmek gerekiyor. Her gelişmenin ya da olgunun ayrıntılarının önceden egemen sınıflarca planlandığını, ya da onları yönetim düzeyinde temsil edenlerin basit bir kukla olduklarını, hiçbir kişisel hırsları ve inisiyatifleri olmadığını söylemek istemiyoruz. Elbette devlet doğrudan Vehbi KOÇ ve Sakıp SABANCI'nın bürosundan yönetilmez. Devlet mekanizmasını bu kadar basit ve düz mantıkla açıklamak olanaklı değildir. Devlet politikası son tahlilde egemen sınıfın çıkarına göre şekillenir, hatta kimi zaman bu çıkarlara ters kararlar da çıkabilir. Ama sonuçta önemli olan egemen sınıfın uzun erimli çıkarlarıdır. Sınıf güçlerinin, sınıf çatışmalarının bu politikalara yansımadığını düşünmek, tarihin yapıcısının sınıflar mücadelesi olduğunu yadsımaktır. Aynı şekilde, egemen sınıf temsilcisi liderleri basit bir kukla olarak görmek de idealist tarih anlayışıdır. Tarihi kahramanlar yapmaz ama kahramanların kişisel becerileri, hırsları yani insani olan yanlarıyla tarihe olumlu ya da olumsuz yönde etkileri olduğu unutulmamalıdır.
Bunu niçin söylüyoruz? Şunun için: 12 Eylül'ün sekiz yıllık dönemindeki her gelişmenin 11 Eylül günü hazır olan ''Bayrak Planı''nda yazılı olduğunu ve her şeyin işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve ABD'nin isteklerinden hiçbir sapma göstermeden tıkır tıkır işlediğini ve yine, cuntacı Beşli Generaller Çetesi'nin hiçbir konuda inisiyatifleri olmadığını sanmanın, 12 Eylül sürecini açıklamayı olanaksız kılacağından.
Bu kısa açıklamamızda belirttiğimiz üzere, siyasi partilere ilişkin gelişmeler sürecin kendi iç evrimi ile ilgilidir. Ta baştan siyasal partilerin kapatılmasının programda olmadığı görülüyor. Cunta generallerinin kafalarından geçiyor olabilir, ama siyasal partilerin kapatılmasında ve on yıllık siyaset yasaklarında, iplerin ellerinden kaçtığını gören eski siyasilerin, cuntaya karşı eleştirilere başlamasının yarattığı tepkiselliğin payı olduğu unutulmamalıdır.
''Daha başlangıçta o kadar iyi niyetliydik ki, parlamenterleri izinli falan saymayı bile düşünüyorduk... Sonradan vazgeçtik... Hamzakoy'a gönderdik ve sadece bir ay kaldılar. Sürekli tutsaydık kim ne diyebilirdi ki... ama anlamadılar bizim iyi niyetimizi... (...) Bizden günah gitti, son bir defa daha uyardık. (Bursa konuşmasını kastediyor.) Bundan sonra onlara karşı en sert tedbirleri alacağız. Hâlâ parti kuracaklarını sanıyorlar. Ne onlar, ne de etrafındaki hiziplere parti kurdururuz... unutsunlar bunları artık...'' (''Tank Sesiyle Uyanmak'', Hasan CEMAL, s. 520)
EVREN'in iyi niyetine diyecek yok doğrusu! Herhalde ''asmadığımıza şükretsinler'' demek istiyor. Burjuva kültüründen dahi yoksun, apoletlerinin verdiği gücü en kaba haliyle kullanmaktan başka bir becerisi olmayan bu zavallılar herkesi asıp kesiyor, adeta kendilerini dünyanın en büyük bilgeleri ve kurtarıcıları olarak görüyorlardı. Şubat 1988'de ''Bay Otorite'' operasyonunu gerçekleştiren Nokta Dergisi elemanlarının düşünceleri, cuntanın yarattığı olumsuz etkiyi gösteriyordu:
''İlk bakışta hepimizin kafasında çok büyük bir hacim oluşturan acaba sorusu, insanlar verdiğimiz emirlere programlanmış bir makine gibi uydukça yerini büyük bir güvene bırakıyordu. Giderek diktatörlerin 'bu da yapılmaz ki' denen şeyleri yapmak için buldukları o büyük özgüvenin kaynağını da iyi anlıyorduk... giderek biz de daha akıl almaz şeylere yöneliyor(duk)...''
Gücünü göstermek için her şeyi yapabilecek olan generallerin, seçimden önce çalışmalarına izin vereceklerini açıkladıkları siyasi partileri, açıklamanın üzerinden iki ay bile geçmeden kapatmalarını biraz diktatörlüklerinin hazzına varmak istemelerinde ve artık ipleri tamamıyla ele geçirmelerinde aramak gerekir. Ama asıl neden, oligarşinin programını uygulamakta daha az bağımsız davranabilecek, toplumsal muhalefetten etkilenmeyecek 'icazetli yeni yüzler'e duyulan gereksinmeydi. Miting meydanlarında eski siyasilere veryansın eden cunta liderine, halkın olumlu tepkiler göstermesinden, artık eskiye rağbet olmadığı imajını edinmelerinin etkisi olmuştur. Partileri kapatma kararını etkileyen başka birçok faktörün olması doğaldır. Ancak sonuçta bu karar, oligarşinin 'yeni döneme yeni yüzler' anlayışının bir ürünü olduğunu kabul etmek gerekir.
Siyasal partilerin kapatılması ve Danışma Meclisi'nin kurulması, cuntanın ilk dönemine damgasını vurmuştur. Yeni Anayasanın hazırlanması ve seçim, partiler vb. yasalarda değişiklikler yapılması ve cuntanın onayına sunulması misyonuyla yüklenen Danışma Meclisi'nin, sadece adı meclistir. Hatta danışmanlığından bile söz edilemez. Cuntanın uygulamalarına yasal bir kılıf geçirmede göstermelik bir organ olarak düşünülmüştür Danışma Meclisi. Ama faşist cunta böyle bir organı, onlarca devrimcinin idam kararını onaylattırarak tarihsel bir sorumluluk altına sokmuş, suç ortağı yapmıştır.
Cuntanın seçtiği 160 kişiden oluşan Danışma Meclisi'nin hiçbir yetki ve sorumluluğu yoktur. Sadece yasaları ve anayasayı tartışıp görüş belirtecek, ama sonuçta bir kurucu meclis görüntüsü yaratılmış olacağından, cuntaya manevra yapma yeteneği kazandıracaktır. Zira anayasa taslağı, daha cunta öncesinde Coşkun KIRCA, Adnan Başer KAFAOĞLU gibi cunta danışmanlarına hazırlatılmıştır. Danışma Meclisi'nin yapacağı, en çok bunlar üzerinde rötuşlar yapmaktır. Ancak ne kadar göstermelik bir memurlar organı da olsa, yer yer oligarşi içi çelişkilerin yansımasının da önüne geçilemedi. Toprak ve tarım reformu sorunu böyle oldu. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, yarı-feodal kalıntıları temizlemek, toprakta verimliliği artırmak, orta ve büyük ölçekli kapitalist çiftlikleri teşvik etmek için düşündüğü ''reform'', Danışma Meclisi ve ULUSU Hükümeti içindeki çatışmalar sonucu yapılamadı. Aynı şekilde, tarımda vergilerin artırılmasını isteyen TÜSİAD'ın istemi tam olarak gerçekleştirilemedi. Aynı şekilde sanayiciler mi, ihracatçılar mı daha çok desteklenmeli tartışmaları da buna örnek verilebilir.
Cuntanın işbaşına geldiğinde önemli problemlerinden biri de başbakanın kim olacağı idi. 12 Eylül öncesinde bu konuda girişimler olmuş, kumpaslar kurulmuştu. CHP'den Orhan EYÜBOĞLU, CGP'li Turhan FEYZİOĞLU düşünülen isimlerdendi. AP ve CHP'den oluşan ılımlı isimlerden bakanlıkların doldurulması düşünülüyordu. Ancak daha ilk etapta FEYZİOĞLU'nun başbakanlığı gerek sermaye çevrelerinde, gerekse orduda tepki uyandırınca bu isimden vazgeçildi. Ve ULUSU başbakan oldu.
Ekonomi yönetimi sermaye çevrelerinin ve ABD'nin yakından tanıyıp güvendiği ÖZAL'a verildi. Daha başbakan belli olmadan, dışişleri bakanı olacağını Amerikan Büyükelçisi J.SPAIN'e, hem de 12 Eylül günü müjdeleyen İlter TÜRKMEN de, Amerika'yı fazlasıyla sevindiren isimlerdendi. 6 Aralık 1981 günü Ankara'da ziyarette iken '' beklentilerimiz tam anlamıyla gerçekleşti'' diye açıklama yapan ABD Savunma Bakanının sevincini anlamak gerekir. Bir dışişleri bakanının, bakan olduğunu ilk önce ABD Büyükelçisine müjdeleyecek kadar kartların açık oynandığı bir dönemde ABD'nin tüm beklentilerinin gerçekleşmemesi olanaklı mı?
14 Temmuz 1982'de gazete sahiplerini Çankaya Köşkü'ne toplayıp Anayasa referandumu için destek isteyen EVREN, bir ara ''Anayasa kabul edilse de, edilmese de mesele yok'' der. Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesi sahibi Nadir NADİ ile aralarında geçen konuşmayı ''Tank Sesiyle Uyanmak'' kitabından aktarıyoruz:
''Kabul edilse de kabul edilmese de mesele yok dediniz. Anayasa kabul edilirse sorun olmayacağını anladım. Ama kabul edilmezse nasıl mesele olmayacak, orasını anlayamadım.'' EVREN gülümseyerek, şu yanıtı vermiş Nadir Beye:
''Evet kabul edilmezse, halk bizden memnun demektir.''
(...)
Öğle yemeğinde de aynı konuya dönülmüş bir ara. Sabahki sohbette bulunmayan, fakat öğle yemeğine katılan Başbakan ULUSU'ya EVREN demiş ki:
''Bakın, Nadir Bey sordu, Anayasa kabul edilmezse nasıl mesele olmaz diye. Siz ne dersiniz?''
ULUSU Paşanın karşılığı da ilginç:
''O zaman mesele kalmaz. Biz de kalırız.''
EVREN, memnunlukla,
''Gördünüz mü, aklın yolu birdir'' demiş.
(age, s. 550)
Yukarıdaki alıntı cuntacıların kafa yapılarını sergilemek açısından da ilginçtir. Her durumda halkın kendilerinden memnun olacağını, gitmelerini istemediğini söyleyebilmek için, düşünmeyen ilkel bir beyne sahip olmak gerekir. Böyle bir konuşma daha çok kendini ''kurtarıcı'' olduğuna ikna etmiş bir faşist diktatörün, istenmediğini anladığı durumda da işbaşında kalmasını meşrulaştırmaya çalışmanın ürünüdür. Onlar için kitlenin durumunun, düşüncelerinin önemi yoktur, tek gerçek, temsil ettikleri sınıfın çıkarlarıdır. Arada bir yapılan seçim, referandum ise, amacı görüntüyü kurtarmak ve çok ince düşünülmüş taktiklerle isteklerini halka onaylatıp, halk desteğine sahip oldukları imajını vermektir. Halkın kendi kaderini bağlayan bir anayasayı reddetmesini bile, işbaşında kalmaları için bir neden sayan cuntacılar, gerçekten halka inanıyor, güveniyorlar mı? Gerçekten halkın düşüncesine saygı gösterebilirler mi? Bu konuda biz bir şey söylemek istemiyoruz ve faşist EVREN'in İhsan Sabri ÇAĞLAYANGİL'le 2 Nisan 1981 tarihli konuşmasını aktarmakla yetiniyoruz:
''Bu zorluklara karşı bizi teşvik eden, cesaret verenler de var (halk sizi tamamen destekliyor. Arzularınızı korkusuz gerçekleştirebilirsiniz) diyorlar. Ben bunlara uysam, veya KADDAFİ yahut SADDAM gibi olsam, hemen referanduma gidip kendimizi ortaya koymak yoluna giderdik. Ama... bu tezahürlere kapılmıyorum. Eksik olmasınlar. Allah razı olsun millet destekliyor ama, halka güven olur mu?'' (''Dar Sokakta Siyaset'', Y.DOĞAN, s.103)
Faşist diktatörlerin halka güvenmesi düşünülemez. Halkı temsil etmeyen bir güç, halka nasıl ve neden güvensin?
Evet, gerek Anayasa oylamasının olası sonuçları, gerekse halka güven konusunda böyle düşünen cuntacılar tarafından metni yıllar öncesinden hazırlatılmış ve Danışma Meclisi'nde tartışılarak hazırlandığı imajı verilmeye çalışılmış 1982 Anayasası, 7 Kasım 1982'de referanduma sunuldu ve bu tür durumlarda olduğu gibi %90'ın üzerinde ''evet'' ile kabul edilmiş oldu. Bu oylamanın kısa bir tarihçesini ve DEVRİMCİ SOL olarak tavrımızı ortaya koymak istiyoruz.
CIA Türkiye Masası şefi Paul HANZE'nin, 12 Eylül faşist cuntasının ilk günlerinde Amerika'ya rapor ettiği gibi, generaller, yeni Anayasa ile ''başkanlık sistemi''ni, yani gücün tek elde toplanmasını sağlayacak, yeni seçim ve parti yasalarıyla da büyük partilere çoğunluk verici bir sistem oluşturacak bir programla gelmişlerdi.
Açık faşizmi kurumlaştırmanın belgesi olan '82 Anayasasına paralel olarak oluşturulan, yeni seçim ve parti yasaları ise, bir daha koalisyonlar dönemine, oligarşinin yönetim krizine yol açmayacak biçimde düzenlenmişti. ABD'de olduğu gibi, sistem iki parti esası üzerine kurulmak isteniyordu. Küçük partilerin yaşamasına olanak tanımayacak yeni sistemle AP-CHP paralelindeki iki büyük parti ''demokrasicilik oyunu''nu sürdüreceklerdi. Küçük partiler ise oyunun figüranları olacaklardı.
''Sınıf esasına dayalı partiler kurulamaz'' deniyordu yeni sistemde. Bununla işçilere, köylülere, emekçi halka dayanan ve tek desteği halk olan bir partinin kurulamayacağı, sadece oligarşiyi temsilen partiler kurulabileceği anlatılıyordu. Holding bürolarında, holdinglerin her türlü yardımlarıyla kurulan partilerin dışında parti kurulması resmen yasaklanmamıştı ama yaşamaları da olanaksız kılınmıştı.
Partilerin dernekler, sendikalar, kamu kuruluşu niteliğindeki kuruluşlar vb. ile ortak siyasi faaliyette bulunmaları, birbirini maddi-manevi yönden desteklemeleri tümüyle yasaklanmıştır. Ve tabii bundan amaç, bir devrimci partinin demokratik kitle örgütlerinden güç almasını engellemekti. Nasıl olsa burjuva partilerin holdinglerden, vakıflardan ve devletten yardım, destek görmesini engelleyecek bir güç yoktu! Holdingler, makam otomobillerine kadar (Turgut SUNALP'e makam otomobilinin Mehmet OKUMUŞ tarafından sağlanması, Turgut ÖZAL'ın yaz tatilini Nurettin KOÇAK'ın yatında geçirmesi vb. hatırlansın) her şeyi açıktan sağlıyorlardı. Bunu önleyecek bir yasak yoktu. Cunta partilerinin geniş maddi olanaklarla ve reklam yöntemleriyle devletin radyosunu, televizyonunu ve basını kullanabildikleri koşullarda, başka partilerin kitlenin için de örgütlenebilmesini ve her kesimden insana ulaşabilmesini yasayla önlemekteki amaç; parlamentoyu, iki partili sistem esasına göre oluşturmaktı.
Partilerin örgütlenme ilkeleri ve diğer örgütlerle işbirliğine gitmelerini yasaklayan maddeler, seçim sistemiyle de desteklenmiştir. İkili baraj sistemi küçük partilerin mecliste temsilini hemen hemen olanaksız kılmaktadır. Paul HANZE'nin raporunda belirttiği gibi, büyük partilere kesin çoğunluk verecek ve koalisyonları önleyecek seçim ve partiler yasası oluşturulmuş ve yeni dönemin temel taşları böylece atılmıştır.
Anayasanın ve bu arada yeni döneme yön verecek temel yasaların oluşturulmasıyla, artık perdenin açılabileceği düşünülmüş ve perde anayasa referandumuyla açılmıştır.
Anayasa referandumu dünyada eşi benzeri pek görülmeyen bir başka olaya tanıklık ediyordu. Faşist cunta şefi EVREN, Anayasa ile birlikte kendini de onaylatmak istiyordu. Tek celsede Türkiye halklarının başına iki bela birden sarılacaktı!
Bu oylama öyle bir örnekti ki, EVREN sadece tek kişilik yarışmada kendisini ''demokrasi şampiyonu'' ilan ediyordu.
Bu referandum, öyle ''demokratik''ti ki, tam deyimiyle halkımıza ''kırk katır mı, kırk satır mı?'' deniyordu.
Bu referandum öyle ''demokratik''ti ki, ''ya kabul edersiniz kalırım, ya da kabul etmezsiniz yine kalırım'' gibi, halkın içinden çıkamadığı bir demagojiden ibaretti.
Bu referandumda halk cumhurbaşkanını da ''seçecek''ti ama başka aday çıkması yasaktı.
Bu referandum öncesi ''özgür tartışma hakkı'' bahşedilmişti ama aleyhte konuşmak yasak, lehte konuşmak özgürdü. Ve bu öyle bir özgürlüktü ki birileri 70 no'lu emirle ''tartışmaya başla'' diyor, 3 ay sonra 71 no'lu emirle ''tartışma bitmiştir'' diyor ve ekliyordu: ''MGK Anayasayı tanıtacak, MGK'nın tanıtımları eleştirilemez, karşı yazılı sözlü beyanda bulunmak yasaktır.''
Bu referandumda ''hayır'' diyecekler vatan haini, ''evet'' diyecekler vatansever ilan edilmişti.
Bu referandumda ''evet'' demeyi örgütleyenler radyodan, televizyondan, basından bas bas bağırma özgürlüğüne sahipken, göğün ve denizin ''mavi'' rengini anımsatanlar hapsi boylayacaktı.
Bu referandumda, ''Anayasa ve Kenan EVREN'e hayır'' diyebilmek için; şeffaf zarfların içindeki koyu renkli oy pusulalarını dikkatle izleyen görevlilerin vereceği raporlardan, fişlenmekten, baskıdan, işkenceden korkmamak gerekiyordu.
Bu referandum o kadar ''demokratik'' ve o kadar halkın ''serbest iradesine'' saygılıydı ki, ''hayır'' çoğunluğu çıkacak, mahalle, köy, kasaba, ilçe, ve iller mimlenmeyi ''vatan haini'' olmayı ve devlet hizmetinden yoksun kalmayı kabul etmiş olacaklardı.
Evet, bu referandum öyle ''demokratik''ti ki, emekli subayların işgali altındaki köy, mahalle muhtarlıklarına, kaymakamlıklara, tüm mülki amirliklere %90'dan aşağı ''evet'' oyu çıkmaması için oylar ısmarlanmıştı.
Anayasa oylamasının ne kadar ''demokratik'', ne kadar ''serbest'' ve ne kadar ''eşit'' koşullarda yapıldığını birkaç cümlede toparlamaya çalıştık. Bunlar çıplak gözle görülebilen birkaç noktaydı. Bunun dışında önemli bir nokta daha vardı ki, ''Anayasaya hayır'' diyecek milyonların elini kolunu bağlıyordu. ''Hayır'' deseler ne olacaktı? ''Hayır'' demek cunta belasını mı uzaklaştıracaktı. ''EVREN'e hayır'' deseler yerine kim gelecekti?'' ''Anayasaya hayır'' deseler, hemen daha demokratik bir anayasa mı yapılacaktı? ''Hayır'' demek cuntanın ömrünü uzatmayacak mıydı? Bir-iki yıl daha, yeni anayasa hazırlanıyor bahanesiyle cunta işbaşında kalmayacak mıydı?
Türkiye halkları anayasa oylamasıyla tam bir çıkmaz içine sokulmuştu. Cuntanın uygulamalarından, baskıdan, terörden, işkenceden, zamlardan, yoksulluk, açlık, sefaletten el aman diyen milyonlar, tam bir umarsızlık içindeydiler. ''Evet'' deseler bir türlü, ''hayır'' deseler başka türlüydü. ''Kabul edilse de edilmese de mesele yok'' diyordu faşist cunta lideri.
İki yıldır faşist cuntanın yoğun ideolojik bombardımanı altındaki bilinçsiz kitle, insanların sosyal-demokrat olduklarını dahi gizleme gereği duydukları bir dönemin yılgınlığı içindeydi. Bu nedenle anayasa referandumunda %92'lik ''evet'' oyu çıkması bir tesadüf değildi. Faşist cuntaların gerçekleştirildiği tüm ülkelerde yapılan referandumlarda olduğu gibi, %90'ı aşan ''kabul'' oyu çıkmasının çok çeşitli nedenleri vardır. Asıl nedeni ise, baskı, sindirme, pasifikasyon ve depolitizasyon politikasının başarısında aramak gerekir.
Cuntanın gelişinden itibaren kitleler tek yanlı propaganda ile yönlendirilmeye başlanmıştır. Salt cuntanın propagandası değildir etkili olan. Baskıların, işkencelerin ve halkı sindirmeye yönelik politikaların tüm şiddetiyle sürdüğü, devrimci örgütlerin ağır darbeler aldığı, sınıf mücadelesinin en alt düzeyde seyrettiği bir dönemde, cunta programı önemli ölçüde başarılı olmuştur. Cunta, baskı ve terörle halkı sindirmiş, politikadan uzaklaştırmış ve uygulamaları karşısında tepkisizliğe itmiştir. Cuntanın burjuva partilerinin varlığına dahi tahammül edemediği bir dönemde, Devrimci Hareketin de alternatif olamaması, halkı çözümsüzlüğe itmiş, referandumdaki oy oranını yükseltmiştir.
Cuntanın oy oranının yüksek olmasında seçim hilesinin yanı sıra ''hayır desek ne olacak, daha uzun süre yönetimde kalırlar'' gibi bir düşüncenin de payı olduğu söylenebilir. Fakat bunlar referandum tespitleri içinde önemli bir yer tutamaz. Bununla seçim hilelerinin önemsiz olduğunu söylemek istemiyoruz. Aksine, belki TC tarihinde benzeri görülmeyen ölçüde seçim hileleri yapılmıştır. Bunun da ötesinde referandumda ''evet'' oylarını yükseltmeye yönelik tehditler, eşi görülmedik boyuta varmıştır. Köy muhtarlarına varıncaya kadar tüm mülki amirlikler ''evet'' oyunun yüksek çıkması konusunda tehdit edilmiş, talimatlar gönderilmiş, ''evet'' oyunun az çıktığı köylerin ve ''hayır'' oyu kullandığı tespit edilen kişilerin cezalandırılacağı, fişleneceği fısıltı gazetesi yoluyla yayılmıştır. ''Anayasaya hayır'' denmesi yönünde propaganda yürüttüğü belirlenenlerin cezalandırılması, bu tehdidin etkisini yükseltmiştir.
''Anayasaya hayır'' propagandasının yasak olduğu, burjuva partileri dahil hiçbir partinin ve hemen hiçbir demokratik kuruluşun faaliyet gösteremediği bir dönemde; baskı, tehdit ve terörle yıldırılan, halka ''evet'' deme dışında hiç bir alternatif bırakmayan, seçim hileleri dahil tüm yöntemleri deneyen cunta, ''evet'' oylarını %92.5,e yükseltmiştir.
Oyların bu derece yüksek çıkması halkın cuntaya destek vermesinin değil, cuntanın baskı, sindirme, pasifikasyon ve depolitizasyon politikasında başarılı olmasının göstergesidir. Ve seçim hilelerinin, ''evet''in demokrasiye geçişi hızlandıracağı düşüncelerinin oy oranını yükselttiği gibi, kaçamak cevapların ardına sığınılmadan gerçekler burada aranmalıdır.
Bilinçsiz kitlenin dikkatinden kaçan nokta şuydu: Açık faşist diktatörlük de olsa, hiçbir diktatörlük halkın tepkisi karşısında aynı pervasızlığı sürdüremez. Halkın bilinçli tepkilerine karşın gerilememiş tek bir diktatörlük örneği yoktur. Halkın gücü Roma'yı yakan Neron'un ateşini dahi söndürebilirdi. Alman ve İtalyan halklarının faşizme karşı silahlı direnişi yaşama geçirmesi, dünyayı bu belalardan kurtarabilirdi ve Türkiye halklarının her şeye karşın verecekleri ''hayır'' oyu, ''kabul edilse de edilmese de mesele yok'' diyenlerin bu düşüncesini değiştirecek ve çözmeleri gereken çok ciddi bir sorunun olduğunu gösterecekti. ''Anayasaya hayır'' demekle ''faşizme hayır'' diyecek olan halkın muhalefeti, cuntayı yüzündeki maskeyi atmaya, demokrasicilik oynamaya son vermeye ya da taviz vermeye zorlayacaktı. ''Anayasaya hayır'' oyları, ''faşizme hayır'' deme cesaretinde olan milyonlarca halkın, cuntanın karşısına dikilmesi olacaktı.
Biz DEVRİMCİ SOL olarak '82 Anayasası ile açık faşizmin kurumlaştırılmak istendiğini, Anayasa oylamasının aldatmaca olduğunu ve bu aldatmacaya alet olmamak gerektiğini vurguladık. 2.11.1982 tarihinde I.Ordu ve Synt. Komutanlığı II no'lu Askeri Mahkemesi'ne verdiğimiz, Anayasa referandumu ile ilgili açılan dilekçe davasının savunmasında Anayasa ile ilgili DEVRİMCİ SOL'un düşüncelerini şöyle dile getirdik:
''...Cuntanın bu anayasa aldatmacasına alet olmak, halkımızın buna layık görülebileceğini düşünmek cuntaya, faşizme alet olmaktır. (...) Böyle bir anayasaya karşı çıkmak için ML ve sol görüşlü olmak dahi gerekmez. İnsani değerleri taşıyan ve savunan her insanın karşı çıkması, insanlık onuru gereğidir. Bizler de bu yüzden faşist cuntanın Anayasa dayatmasına karşı çıkmayı, halkımıza karşı sorumluluğumuzun, savunduğumuz devrimci düşüncelerin gereği görüyoruz. Bu Anayasaya karşı çıkmamanın halkımızın kurtuluş mücadelesine ihanet olacağını savunuyoruz. İşte bunun için halkımızı 'Anayasaya Hayır' demeye çağırarak aynı zamanda 'faşizme hayır' demeyi görev bildik.'' (13.12.1983 tarihli dilekçemizden)
Hareketimizin gerek yurtiçinde, gerekse yurtdışında açtığı kampanyayı, cezaevindeki devrimci tutsaklar olarak desteklemek için biz de 2 Kasım 1982 günü açılan III. davanın ilk duruşmasında slogan attık.
DEVRİMCİ SOL, ''Anayasaya Hayır'' kampanyası çerçevesinde yurt-içinde ve yurtdışında eylemlere başlayınca kendilerinden izinsiz bir yaprağın bile kımıldamamasını isteyen cuntacılar deliye döndüler. ''Anayasaya Hayır'' oylarının ''faşizme hayır'' demek olacağı düşüncesiyle Devrimci Hareketimiz, bu referandumda, en doğru tavrın ''Anayasaya Hayır'' olacağını savundu ve bu doğrultudaki düşüncelerini en geniş kitlelere iletmeye çalıştı. Köln Başkonsolosluğu baskını ile Türkiye ve dünyaya Anayasanın ve cuntanın faşist yüzünü sergileyen Hareketimizin Galatasaray-Viyana maçının naklen yayını sırasında sahada pankart açması da cuntayı küplere bindirmiştir. Ülke içinde bu doğrultuda referandumu teşhir eden eylemler, gösteriler vb. yapıldı. Kampanyamızı etkisizleştirememenin kızgınlığıyla Taksim meydanındaki konuşmasında, DEVRİMCİ SOL'un militan sayısının bir avuç kaldığını, kökümüzün kazınacağını, vatan haini olduğumuzu sayıp döken cunta lideri EVREN, nedense çok korkuyor ve halka güven vermeye çalışıyor, Anayasaya kefil olduğunu açıklıyordu.
Hareketimizin açtığı ''Anayasaya Hayır'' kampanyası, hemen hemen tüm muhalefet odaklarının susturulduğu bir ortamda büyük ses getirmesine, ilerici, demokrat, yurtsever, devrimci çevrelere büyük bir moral ve güç kazandırmasına rağmen, mücadelenin alt seviyede sürüyor olması dolayısıyla istediğimiz ölçüde etkili olamadı.
Anayasanın geçici 4. maddesi ile eski siyasi parti lider ve yöneticilerine 5 ve 10 yıllık dönem için ''siyaset yasağı'' getirilmesi , kapatılan siyasal partilerin tepkisine yol açtı. MSP paralelindeki gerici çevreler ile AP ve CHP eski yöneticilerinden bir kısmı da ''hayır'' çağrısını yaymaya çalışıyorlardı. Ancak eski partilerin tabanları ile bağları kopmuş, tabanlarına politika götüremiyorlardı. Ayrıca bu partilerin sorunu geçici 4. madde idi. Anayasanın özü ile uğraşmıyorlardı. Bu nedenle doğru dürüst bir faaliyete girmiyorlar, gelişmeleri sürece bırakıyorlardı. Anayasa ile özde çelişmedikleri için ''hayır''ı adeta fısıldıyorlardı. Kaldı ki, bağırsalar bile, ne parti örgütüne, ne de tabana sözleri geçiyordu. Bu, özellikle CHP için böyle idi.
Referandum sonrası kamuoyuna, 17 milyona yakın ''evet'',1,5 milyon kadar da ''hayır'' oyu çıktığı açıklanıyordu. Gerçek oranı ise kimse öğrenemeyecekti. Hayır oylarının bu kadar düşük olduğu açıklanıyordu ama Yüksek Askeri Şura toplanıyor ve ''hayır'' oylarına karşı alınacak önlemler görüşülüyordu. Ve Yüksek Askeri Şuranın Kasım '82 toplantısında cunta şefi ''hayır'' oylarının ''yönetime karşı olanların bir tavrı'' olduğuna dikkat çekiyor ve güvenlik kuvvetleri uyarılıyordu. ''Anayasaya Hayır'' oylarının sonucu değiştirmeyeceğini düşünenlerin yanıldığı nokta da buydu. Bu kadar düşük oranda ''hayır'' oyu çıkmasına karşın (gerçekte daha fazla olduğu kesin de olsa) telaşa kapılan faşist cunta, bir istisna olan Uruguay örneğinde olduğu gibi ''Anayasaya Hayır'' oyları fazla çıksaydı, bu derece pervasız olabilir, ülkeyi çiftliği gibi yönetebilir, ''halk bizi destekliyor, ne yapsam yeridir'' düşüncesiyle halka saldırılarını aynı şekilde sürdürebilir miydi? Faşist anayasa ayakta kalabilir miydi? Bunun tek bir cevabı var : Hayır!
30 Ağustos 1982 Afyon konuşmasında; ''Biz hiçbir zaman, hiçbir yerde yeni Anayasa 1961 Anayasasından daha fazla özgürlükler getirecek demedik.1961 Anayasası bize bol geldi, 12 Eylül'e bu bolluk içinde oynaya oynaya geldik'' diyen ve 29 Mayıs 1984'de ise Manisa'da; ''Kişi hakları yine ele alınmalıymış, bizim 1961 Anayasamız kişi haklarına daha fazla önem veren bir anayasaydı. 1982 Anayasası ise devleti güçlü kılan bir anayasadır. Şimdi onlar tekrar 1961 Anayasasını istiyorlar... her türlü düşünce üretimi korunmalıymış: ''Yağma yok vatandaşlarım.'' diyerek açık açık kişi haklarını özgürlüklerini yok ettiklerini, iyi bir iş becermiş gibi anlatan EVREN; eğer ''faşizme hayır'' oyları yüksek çıksaydı, faşizmini böyle savunup ''kabul edilmese de mesele yok'', ''işlere aynen devam'' diyebilir miydi? Bu sorunun cevabı da hayırdır.
En kanlı diktatörlüklerin ayakta kalmasını sağlayan ve ona fütursuzca işler yapma cesareti veren şey, halkın bilinçsizliği ve örgütsüzlüğünden gelen suskunluğu, yılgınlığıdır; diktatörlüğün gücü değil!
Anayasa oylaması sonrasında cuntanın gündemindeki soru, sivil iktidarın kimlerle yürütüleceği idi.
Cuntanın başından beri geçmişin suçlusu olarak partiler ilan edilmiş ve eski partilere saldırılmıştı. Tencereyi pisletmekle suçlanan partilerin pisliğini kendilerinin temizlemek üzere göreve geldiklerinin propagandasını yapan cuntacılar, ''memleketi bu hale getirenlere bu memleketi teslim etmeyiz'' diyorlar ve ekliyorlardı: ''Geçmişten ders alacak yeni partiler sahneye çıkmalı.''
12 Eylül'ü sivil kıyafetle devam ettirecek ve 12 Eylül programından şaşmayacak ''yeni partiler'', ''güdümlü'' olmak zorundaydı. Geçmişin tecrübeli ve oturmuş parti ve liderlerini güdümlemek ise güçtü. Bağımsız hareket etmek isteyecek ve 12 Eylül ile aralarındaki çelişkileri ön plana çıkaracak, faşist cuntayı yıpratabileceklerdi. Bu ise 12 Eylül ile uygulamaya konan oligarşinin programını aksatabilirdi. Kenan EVREN: ''Anlaşılan partiler bizim getirdiğimiz yeni düzeni benimseyemeyecekler, bize zorluk çıkaracaklar... O zaman partileri kapatmaktan başka çare yok'' diyerek, 16 Ekim 1981'de partileri kapatmıştı.
Yeni partilerin geçmişle bağı, halka verdikleri hiçbir taahhütleri de olmayacaktı. 12 Eylül felsefesine sahip çıkabilecek, 12 Eylül ile karşıt oldukları imajına gerek duymayacaklardı. Geçmişteki politik çatışmalardan, husumetten uzak ve bu çatışmalarla yıpranmamış olacakları için, 12 Eylül'ün başından itibaren çokça lafı edilen ''birlik beraberlik kardeşlik'' teranelerini kullanabileceklerdi. Yeni ve yıpranmamış olmaları, sivil cunta döneminin ''demokrasicilik oyunu''nda faşist cuntaya kolaylık sağlayacak ve oligarşi bu partilerden yıprananın yerine yenisini, umut olarak piyasaya sürebilecekti.
Oligarşiye zaman gerekiyordu. Yani faşist cunta sağda ve solda birer parti istiyordu. Sağdaki parti iktidar olacak, solda gözüken ise muhalefet rolü oynayacaktı. Tabii her ikisinin de ''icazetli'' olması isteniyordu. Amerikan partiler sisteminin eşi Türkiye'de kurulmaya çalışılıyordu.
Ufukta partiler ve seçimler gözükünce, eski siyasiler ve yeni lider adayları faaliyete geçtiler.
Cunta, kendi güdümündeki merkez-sağ partiyi Bülent ULUSU'nun, merkez-sol partiyi ise Necdet CALP'in kurması için yolu açtı.
Parti kuruluş çalışmaları başlar başlamaz işler faşist cuntanın planladığı gibi gitmemeye başladı. Eski parti liderleri ve onların çevresindeki belli kadrolar, eskinin devamı partileri kurma çalışmalarına hız verdiler. Cuntanın ''güdümlü partiler'' kurma çabası, halkı cunta politikalarından uzaklaşma eğilimine soktu. Sağda ve solda birer parti isteyen faşist cunta gelişmeleri denetleyemiyordu. MGK kararları ile ne kadar önlenmeye çalışılırsa çalışılsın bu olanaklı olmuyordu. Merkez-sağ çizgide bir ''devlet partisi'' kurmakla görevli ULUSU, partinin kadrolarını oluşturmakta güçlük çekiyordu. Çünkü nereye başvursa karşısına AP-DEMİREL çıkıyor, köstek oluyorlardı. Bu durumda DEMiREL'le uzlaşmak gerektiğini gören ULUSU ve cunta, DEMİREL'le uzlaşma yolları aramaya başladılar. DEMİREL'de uzlaşmaktan yanaydı ama bunun, kendisinin dışlanması suretiyle yapılmasını sindiremiyor ve kapalı kapılar ardında değil, açık açık konuşulmasını istiyordu. Böylece siyasi yasağını fiilen ortadan kaldırtmış olacaktı. ''Bu koşullarda olur'' diyordu. Böyle bir şeyin kabulü o aşamada faşist cunta açısından olanaksızdı.
Sağda ve solda yoğun bir trafik yaşanıyordu. Faşist cuntanın planlarının aksine, eski siyasi liderlerin icazeti olmadan parti kurmaya cesaret edemiyordu kimse. Parti kuruluş çalışmaları, sağda Bülent ULUSU, Mehmet YAZAR, Turgut ÖZAL, Süleyman DEMİREL, Celal BAYAR etrafında dönüyordu. Bülent ULUSU, DEMİREL'le uzlaşma sağlayamayınca, parti kuruculuğundan vazgeçiyor onun yerini Turgut SUNALP alıyordu.
Sağda parti kurmaya çalışan herkes, sağın kabesi Celal BAYAR'dan ve DEMİREL'den icazet aldığını söylüyordu. BAYAR hem cunta güdümündeki oluşumlara, hem de diğerlerine, yani herkese şirin gözüküyor, kimseyi karşısına almıyordu ve zaten manevi kişiliği dışında bir gücü de bulunmuyordu.
Sağda AP'ye yakın üç oluşum ortaya çıkmıştı: Turgut SUNALP'ın ''muvazaa partisi'', Turgut ÖZAL'ın ANAP'ı, DEMİREL'in Büyük Türkiye Partisi. Her üçü de aşağı yukarı aynı sağ tabana oynuyordu. Bu durum oligarşiyi rahatsız ediyor, sağ oyların bölünmesi yeni bir koalisyonlar dönemi açabilir diye korkuyordu. Bunun üzerine Aydınlar Ocağı merkezli ''sağı birleştirme'' kampanyası başladı. Ancak iktidarına kesin gözüyle bakan T.SUNALP'ın böyle bir sorunu yoktu. DEMİREL'in ise cunta partisine katılması siyasal intiharı olurdu. ÖZAL ise büyük emperyalist finans kuruluşlarından ve ABD'den aldığı destekle, içerde belli sermaye çevrelerinden aldığı ''yeşil ışık''la, ayrı bir oluşumda ısrarlıydı.
Eski CHP çizgisindeki parti kuruluş çalışmaları ise tam bir çıkmaz içindeydi. Başbakanlık müsteşarı Necdet CALP, cuntadan aldığı emirle ''muhalefet görevi yapacak sol parti'' kuruyor ama ilgi görmüyordu. Ecevit ise ''bu koşullarda parti kurulmaz'' düşüncesiyle, kimseye ismini kullanma izni vermiyordu. ECEVİT'le aynı düşüncede olmayanlar ise yeni oluşum için lider bulamıyor, birleştirici bir lider çıkaramıyorlardı.
Faşist MHP çizgisindeki Muhafazakar Parti ve gerici MSP çizgisindeki Refah Partisi'nin kuruluş çalışmaları da, aynı dönemde başladı ve siyasal yaşamdaki yerlerini adılar.
Cunta programındaki, iki büyük parti ve küçük figüran partilerden oluşan parti sistemi, 11 Eylül'de olduğu gibi 15 partinin kuruluşuyla bozuldu. Cunta şefinin, ''Fazla partiler değil, az ve öz parti istiyoruz. Aynı felsefeleri paylaşan partiler birleşsin'' emrine uyulmamıştı. Bu partilerden belli başlılarının, siyasal yaşamda dayandıkları güçleri ve niteliklerini kısaca belirleyelim.
12 Eylül Partileri:
1- MDP (Milliyetçi Demokrasi Partisi)
''İktidar olacağız demiyoruz, iktidar olduk''
MDP yöneticileri, bir gazeteyi ziyaretlerinde böyle söylüyorlardı. Faşist cunta, 12 Eylül'ün sivilleşerek devam etmesi için MDP'yi kurdurdu. ''Devlet partisi'' olarak kurulan MDP'nin iktidar olacağına kesin gözüyle bakıldığından, MDP ''erken öten horoz'' konumuna düşmüş, iktidarını ilan etmişti.
MDP oligarşinin çıkarlarını temsil ediyordu. Bu parti için söylenebilecekler, cunta için söylenenlerdir. Askeri faşist cuntanın sivilleşmiş hali olarak düşünülen MDP, cuntanın programına sahip çıkmıştır.
''MDP'nin cunta partisi'' olarak örgütlenmesi ve özel koşullarda iktidarına kesin gözüyle bakılması, burjuva çevrelerinin MDP'ye yönelmesine yol açmıştı. Yaşar Holding, Demirören Grubu, Okumuş Holding, Sönmez Holding, Kemal HORZUM gibi sermaye grupları MDP'ye açık açık destek veriyordu. Ve tabii yılların kurdu en büyük tekelci burjuvalar ise, tüm partilere gülücük dağıtıyor, destekliyor ve iktidara kim gelirse gelsin, çıkarlarını sarsmayacak yatırımlarla partileri kendilerine bağlıyorlardı. En büyük holdingler birer ikişer adamlarını partilere bakan adayı olarak veriyorlardı.
Partilere 1 milyon liranın üzerinde yardım yapmak, yasal olarak olanaklı olmadığından, devreye ''sırdaş hesap'' giriyor, MDP ile ANAP'ın kasaları para almaz oluyordu. Yalnız MDP'de olmayan para değil, kadroydu.
Parti Genel Başkan Yardımcısı Musa ÖĞÜN, parti örgütü kuramayan partililere; ''madem idare heyeti oluşturacak 9 adamı bulamıyorsunuz, be birader, 9 taş da bulamıyor musunuz?'' diye bağırıyordu. (''12 Eylül Partileri'', Hulusi TURGUT, s. 93) MENDERES'in ''ben odunu bile seçtiririm'' demesi gibi MDP'de ''taş olsa seçtiririm'' gözüyle bakıyordu.
MDP ile cunta arasında doğrudan bir bağ olduğu ortaya çıkmıştı. T.SUNALP her yerde bunu hissettiriyor, ancak kendi iktidarına kesin gözüyle bakan bir adamın kibirliliği ile, basınla arasını bozuyor ve itici, yeteneksiz, örgütçü yanı olmayan bir kişi imajı bırakıyordu. Kamuoyu bir yana, en yakınındaki kadroların bile sevgisini kazanamadı. Bu MDP'ye büyük puan kaybettiren bir olguydu. Ancak MDP'nin seçim yenilgisinde esas pay ''cunta partisi'' olması ve mevcut örgütsel yapısıyla, ne oligarşiye ne de emperyalistlere güven verememesiydi. Bu haliyle iktidar olsa bile, işleri Arap saçına çevirecek bir parti görünümündeydi. işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve emperyalistlerin yakınen tanıdığı ve güvendiği ÖZAL, 12 Eylül felsefesini en iyi temsil edecek kadro olarak görünmüştü. MDP Genel Sekreteri Doğan KASAROĞLU seçim yenilgisi sonrasında bunun nedenini şöyle açıklıyordu:
''Arkadaşlar, günahımızı, sevabımızı bir yana bırakalım. Biz, parti olarak ağzımızla kuş tutsak, bu seçimi alamazdık. Şimdi size bir sır vereceğim. Onu dinleyin, hükmü kendiniz verin. Biliyorsunuz, siyasete bulaşmadan önce SİSAV'ın (Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı) Genel Koordinatörü idim. 1982'de, anayasa taslağının açıklanacağı günlerde CIA'nın Türkiye'deki görevli adamı Paul HANZE, vakfa geldi, anayasa taslağı istedi.(...) Taslak geldi, Amerikalıya verdik. Adam, baştan sona şöyle bir göz gezdirdi... Sonra, arka sayfaya takılıp ''bunlar olmamalıydı'' dedi. Adeta sinirlendi. Takıldığı maddeler, eski siyasilere yasaklar getiren geçici maddelerdi.
''Aynı adam, seçime yakın günlerde SUNALP Paşayı da partide ziyaret etti. Çıkarken ne dedi biliyor musunuz 'Turgut Paşa, iyi bir ana muhalefet lideri olursunuz.'' (''12 Eylül Partileri'', Hulusi TURGUT, s.23)
Doğan KASAROĞLU bu konuşmasıyla; Türkiye'de kimlerin iktidar, kimlerin muhalefet partisi olacağına kimin karar verdiğini de açıklamış oluyordu. T.SUNALP, seçimde yenilince ihanete uğradığını söyledi. Evet, ihanete uğramıştı! Amerika'dan esen yeller ANAP'ın değirmenini çevirmiş ve son andaki atak ile ANAP öne fırlamıştı. Solda bir parti ile ''yarışacaklarına'' ve bu yarışı kazanacaklarına kesin gözüyle bakan T.SUNALP, ÖZAL'ın veto edilmemesini de ''ihanet'' olarak görür, çünkü böylesi bir gelişmeye hazır değildir.
2- ANAP (Anavatan Partisi)
''Başta ABD olmak üzere dış dünyadan gereken desteği sağladım.''
''Yaşım 55, bunca yıl hayli tecrübe edindim, güzel para kazanıp zengin oldum. Ayrıca bu işe ayıracak param da var.'' (''12 Eylül Partileri'', Hulusi TURGUT, s.3)
Pera Palas'da 30'a yakın öğretim üyesine verilen yemekte Turgut ÖZAL, Türkiye'de siyaset yapmanın, iktidar olmanın iki sırrını açıklıyordu: ABD'den destek almak ve zengin olmak!
Cunta partileri kurulmaya başladıklarında, ABD ve İngiltere gezilerinde, IMF, Dünya Bankası, OECD ve büyük bankaların temsilcileriyle toplantılara katılarak yemek yiyen ÖZAL, parti kuracağını açıklıyor ve destek istiyordu. 1983 Eylül'ünde emperyalist finans kuruluşlarının temsilcileri, Amerika'daki bir toplantıda Merkez Bankası eski başkanına şöyle diyorlardı:
''Biz elbette ÖZAL'ı destekleriz. Seçimlerde bizim adayımız öZAL'dır. Türkiye'den 20 milyar dolar alacağımız var. Bize bu paranın faizleriyle birlikte tamamını ödeyeceğini garanti eden, eskiden beri kendisini yakından tanıdığımız ÖZAL'ı elbette sonuna kadar destekleriz. Siz, bizim yerimizde olsanız, farklı mı davranırdınız?'' (''Dar Sokakta Siyaset'', Y.DOĞAN, s.227)
24 Ocak Kararlarını en iyi uygulayabilecek ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin uzun vadeli çıkarlarını savunacak doktriner parti olarak örgütlenmişti ANAP. Kadrosuna aldığı, genç dinamik unsurların hemen hepsi Amerika'da öğrencilik yapmış, işbirlikçi tekelci burjuvaziye büyük hizmetler veren insanlardı.
Cuntanın veto tırpanından kurtulup kurtulamayacağı belli olmayan ANAP lideri, cunta ile uzlaşma arıyordu. Her yerde, Konsey'den icazet aldığını açıklamak zorunluluğunu duyuyor, Çankaya Köşkü'ne yaptığı ziyarette eğer izin verilmezse parti kurmayacağını ve Amerika'ya işine döneceğini açıklıyordu. Cunta ANAP konusunda kararsızdı. ANAP liderinin ''bankalar iflası''ndaki kusurlarıyla ilgili Devlet Denetleme Kurulu'na bir dosya hazırlatıldığı sırada, devreye ABD girdi. Beyaz Saray eski Dışişleri Bakanı A.HAIG'ı Ankara'ya özel olarak bu iş için gönderdi. A.HAIG ziyaret nedenini şöyle açıkladı:
''Benim Ankara'ya gidiş nedenim asıl seçimlerle ilgili. Son zamanlarda Turgut ÖZAL'ın seçimlere sokulmayacağına dair sözler dolaşıyor. Engelleneceği bildiriliyor. (...) Ben Amerikan yönetiminin bir ricasını ilettim Cumhurbaşkanı EVREN'e (...) ÖZAL'ın seçime girmesinde bir engellemenin olmaması gerektiğini, bunun demokrasi açısından şart olduğunu söyledim.'' (''Dar Sokakta Siyaset'', Y.DOĞAN, s.403)
A.HAIG'in Ankara'yı ziyaret etmesinden önce ise, Wall Street Journal'de çıkan ''Türkiye'nin Dönüm Noktası'' başlıklı yazıda da, ÖZAL'ın mutlaka seçimlere girmesi gerektiği vurgulanıyordu:
Turgut SUNALP'in unuttuğu işi Turgut ÖZAL kotarmış ve icazet alması gereken asıl odak olan Türkiye'nin efendisi ABD'den vizeyi almıştı. Böylece ABD'nin icazetinin, cuntanınkinden daha geçer akçe olduğu da görülüyordu. Her ne kadar ABD ile cunta arasında bir çelişki olmamışsa da cunta, yanlış adam seçmişti. Oysa politika kadro işiydi, yetenek işiydi; bu ise MDP'de değil, ANAP'ta vardı ABD'ye göre.
İstanbul ve Ankara'da tekelci burjuvalarla da görüşen HAIG, seçimin kaderini tayin ederek ABD'ye döndü. ANAP'a ilgi birden artmaya başladı.
ANAP sırtını ABD'ye ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin özellikle ihracatçı ve müteahhitlik işlerine el atan kesimlerine dayamıştı. TOPAÇ'lar, Vural ARIKAN, Zeki BİLGE, KARAMEHMET'ler, SÜZER'ler, Zeki ARTAÇ ve 24 Ocak politikalarının dünyanın en büyük inşaat firmaları arasına soktuğu ENKA, ÖZAL'a tam destek veriyordu. ENKA, Vural ARIKAN, Necat ELDEM, Yıldırım AKTÜRK, Vahit HALEFOĞLU (oğlu ENKA ithalat-ihracat bölümü genel müdürü idi) vb. isimleri ANAP'ta istihdam ediyordu. KOÇ ve SABANCI'nın da ''takdir''ini kazanmış, KOÇ ve SABANCI'ya yıllarca hizmet etmiş ve bir zamanlar MESS'in başkanlığını yapmış ÖZAL'a ABD tarafından referans verilmesinden daha iyi iktidar nedeni olabilir miydi? Bütün partilere yardım eden ve adamlarını partilere yerleştiren sermaye çevreleri, seçime doğru hızla ANAP'a kaydılar ve ANAP'ın milyarlık Amerikanvari seçim propagandasının parasal destekçisi oldular. Çünkü ABD, ÖZAL'ı tercih etmişti.
ABD'nin icazeti ile kurulan cuntadan da vize isteyen ANAP, en büyük rakip gördüğü Büyük Türkiye Partisi'nin kapatılması durumunda, iktidar olmayı bekliyordu. AP, CHP, MSP ve MHP taraftarlarının hepsinden oy alacağını planlıyordu. ÖZAL ''Biz eskinin devamı değiliz'' sloganını işliyor ve cunta ile uzlaşma arayışı içinde olduğunu gizlemeye çalışıyordu. ''Dört eğilim''in kaynaşmasından oluştuğunu söyleyen ANAP, derme çatma bir parti görünümündeydi. Ama mevcutların içinde cuntaya en uzak gözükmeyi başarmış, çok iyi bir propaganda faaliyeti örgütlemiş, yumuşak üslubu, ''güleryüzü'' ve ''kavga istemiyoruz'' sloganı ile kötünün iyisi gözükmüştü.
ANAP'a seçim zaferi getiren ''sürpriz''i özel koşullar hazırladı. Parti olup olmayacağı bile kamuoyunda tartışılan ANAP, sivil cuntanın vazgeçilmez bir unsuru oldu.
3- HP (Halkçı Parti)
12 Eylül faşist cuntasına, demokrasicilik oyunu için soldaki oyları toplayacak bir muhalefet partisi gerekiyordu. Bu parti eski CHP'den daha sağda olmalıydı.
Parti kuruluş çalışmaları sırasında CHP paralelinde birçok oluşum ortaya çıkmıştı. Bunlardan biri de, Bülent ULUSU'nun Müsteşarı olan CALP'ın başkanlığını yapacağı oluşumdu. İsmet İNÖNÜ'nün de Özel Kalem Müdürlüğü'nü yapmış olan Necdet CALP, politikaya soyununca ilk işi, cunta şefini ziyaret edip icazet almak oldu. Gerekli izin çıktı ve diğer iki parti ANAP ve MDP gibi HP'de 20 Mayıs 1983 günü kuruldu.
HP, ECEVİT'ten mührü almak istemiş ama ''bu dönem sosyal-demokrat parti kurulmaz'' diyen ECEVİT, verecek mührünün olmadığı cevabını vermişti. Bu arada daha sonra adı SODEP olacak bir örgütlenme faaliyeti vardı. HP'nin şansı pek yoktu. Çünkü SODEP, eski CHP'nin birçok ağır topunu bünyesinde toplamıştı.
HP, oligarşinin her dönem stepne olarak kullanacağı, işbirlikçi tekelci burjuvazinin reformist tercihi rolünü oynayacaktı. Kendisini merkez-sol parti olarak görüyordu. Ve bu haliyle CHP'den de sağda ve gerideydi. Dünyadaki cunta deneyleri de göstermiştir ki, askeri faşist diktatörlüklerden sonra gelen seçim dönemlerinde, radikal sloganlar kullanan ve kitlelerin baskı, terör, işkenceden kurtuluş ve insan haklarının korunması istemlerine sahip çıkan sosyal demokrat partiler büyük sol potansiyelin üzerine konmuştur. Oysa ne HP, ne de SODEP, değil radikal olmak, cuntaya karşı olduklarını bile söylemiyorlar, kitlelerin hak ve özgürlüklerine sahip çıkmıyorlardı. Sosyal demokrat potansiyel büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Bu potansiyeli yükseltecek, moral verecek, coşku aşılayacak, örneğin geçmişte kendisini ''umut'' olarak sunma becerisini gösteren ECEVİT gibi bir lider de yaratmamıştı. Sönük, silik bir hava, bilinçli olarak yaratıldı. Faşist cunta, solu ayağa kaldıracak ve 1973 seçimlerinde olduğu gibi radikal sloganlar etrafında muhalefeti toplayacak, sert üslup kullanacak bir sosyal demokrat parti istemiyordu. Yeni sosyal demokrat örgütlenmelerin hepsi buna uygundu. Bu durum dünyada yaşanan örneklere ters düşüyordu ve oligarşinin önemli dersler çıkardığını gösteriyordu. '73 CHP'sinin radikal görünümü kitlelerin daha sola kaymasına kaynaklık etmiş, CHP'nin solculuğu yetersiz görünmeye başlanmıştı. Aynı tehlikeli durum tekrar doğsun istemiyordu oligarşi.
Popüler ve karizmatik bir lidere dahi sahip olamayan HP, tam da oligarşinin bu dönem için istediği muhalefet partisi idi. Bu haliyle seçimlerde şansı yoktu. Buna karşın beklenenden fazla oy aldı, sürpriz yaptı. SODEP'in vetosu HP'ye yaramıştı.
4- SODEP (Sosyal Demokrasi Partisi)
SODEP'in ne misyon olarak, ne de kadrolar açısından HP'den bir farkı yoktu. Sadece daha tecrübeli, daha tanınmış isimlerden oluşuyordu. HP ile SODEP arasındaki ayrım noktasını koymak olanaksızdı.
SODEP kurucularının üzerinde anlaşabildikleri tek lider, Erdal İNÖNÜ oldu. ECEVİT'in ''doğal lider'' olduğu genelde kabul ediliyordu, ama ECEVİT'in CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etmesi, kimilerince partiye sahip çıkmaması olarak görülüyordu. ECEVİT ise SODEP çevresindeki kişileri ''eski hizipler'' şeklinde değerlendiriyor, bunlarla parti olunamayacağını savunuyordu. Sonuçta ipler kopuyor, ve SODEP ikinci bir HP olarak doğuyordu.
Sosyal-demokrat tabanın tanıdığı İNÖNÜ ismi ''birleştirici''liğinden dolayı tercih ediliyordu. Ancak İNÖNÜ politikacı değil, bilim adamıydı ve politikaya yabancı gözüküyordu. Karizmatik bir lider olamıyor, üslubu, yumuşaklığı tabanda eleştiriliyordu. Taban, faşist cuntanın böylesi bir dönemde ''yumuşak muhalefet'' istediğini bilmiyordu anlaşılan. Ki, bu yumuşaklığı bile hazmedemeyen faşist cunta, SODEP kurucularını -İNÖNÜ dahil- arka arkaya veto ederek seçime girmesine engel oluyordu. Popüler isimler, tecrübeli politikacılar SODEP'in seçimde çıkış yapmasına neden olabilir ve güçlü bir sağ iktidarı önleyebilirdi. Bu istenmiyor, iş şansa bırakılmıyordu. Seçime girmesinin engellenmesi de SODEP'in sessizliğini bozamadı, çünkü, onlar misyonlarını çok iyi biliyorlardı. Bizim gibi ülkelerde sosyal demokrat bile denmeyecek bu tür partiler, toplumsal muhalefetin yükseldiği dönemlerde bu muhalefeti, oligarşinin potasında eritmek üzere yedekte tutulan partilerdir. Oysa 1983'te böyle bir misyonu oynamasına gerek yoktur! Bu nedenle seçim aritmetiğinde karışıklığa yol açabilecek SODEP'in, seçime girmesi önlenecektir. Ancak bu oligarşinin SODEP'e veya benzer bir sosyal demokrat bir partiye gereksinmesi olmadığı anlamına gelmez. Aksine böyle bir parti mutlaka gereklidir. Ve toplumsal muhalefetin yükseldiği koşullarda devreye sokulmak üzere ömür tükettiği muhalefette bekletilir.
5- BTP (Büyük Türkiye Partisi) - DYP (Doğru Yol Partisi)
20 Mayıs 1983'te kurulup, 31 Mayıs 1983'te yani 11 gün sonra MGK'nın 79 no'lu kararıyla kapatılan BTP ve onun yerine ikame edilen DYP, eski AP kadrolarının kurduğu bir partidir.
Eski AP'nin devamı olduklarını her fırsatta tekrarlayan BTP, DEMİREL'in bizzat örgütlediği bir parti idi. İşbirlikçi tekelci burjuvaziye on yıllar boyu, oligarşinin güvenilir politikacısı olarak hizmet eden DEMİREL'in BTP'si ile ANAP arasında, doktrin anlamında bir ayrım yoktur. Ancak BTP, uzun yılların seçim tecrübeleri ve özellikle Anadolu'nun kırsal yörelerindeki prekapitalist sınıf ve tabakaların, tekel dışı burjuva grupların siyasi güçlerini yedekleyen, bu kesimlerin çıkarlarını kendi bünyesinde eritmesini bilen bir parti olmuştur. Bu anlamda da, işbirlikçi tekelci burjuvazinin programını aksatan bir istikrarsızlık unsuru olabileceği düşüncesiyle seçime sokulmamıştır.
DEMİREL, cuntanın kendi dışında gelişmesi ve eski siyasi partilere tavır alması, daha sonra da on yıllık siyasi yasak getirmesi üzerine, cunta karşıtı bir rol oynamaya soyunmuştur. Kimi sol örgütler DEMİREL'in bu tavrını, onda bir değişim olduğu şeklinde yorumlayıp, DEMİREL'i ve onun DYP'sini demokrasi cephesinde görmeye başlamışlardır. Oysa ne DEMİREL, ne de onun partisidir değişen. Sadece kendisine alınan tavrı içine sindirememekte ve direnmektedir. Cunta öncesi ve sonrasında, ordu ile sürekli uzlaşma arayan, cuntanın koşullarını yaratan DEMİREL'in kendisidir. Parti başkanlığı için düşündüğü üç ismin üçü de generaldir. (Ali Fethi ESENER, Bedrettin DEMİREL ve Turgut SUNALP) Bu aynı zamanda uzlaşı formülüdür de.
BTP Genel Başkanı A.Fethi ESENER'in EVREN'i ziyaretindeki sözleri, cunta ile uzlaşma arayışının bir ifadesidir:
''Sayın Cumhurbaşkanım, siz devletimizin başkanı olduğunuz süre içinde bizim tarafta 12 Eylül'e karşı tavır almak isteyenler, bu teşebbüste bulunmadan önce benim cesedimi çiğnemelidir...'' (''12 Eylül Partileri'', Hulusi TURGUT, s.231)
Aynı A.Fethi ESENER, misyonunu şöyle çiziyordu:
''(...) Ben, kendimde bir tek misyon görüyorum. Partiyi kurarım, komünizm karşısında bir kadro oluştururum. (...) 12 Eylül öncesinin acı günlerine tekrar dönmemek üzere kadrolaşmalıyız.'' (age, s.238)
Kuruluşu ile sağ tabanda büyük ilgi ile karşılanan BTP'nin Merkez Karar Organı, kararlarını açıklarken '' 12 Eylül felsefesine uygun yeni bir ruh ve dinamizm ile başlatılan bu hareketin...'' (age, s.243) denerek 12 Eylül'le bir ayrılıkları olmadığı vurgulanıyordu. Ama faşist cunta, doğrudan güdümleyebilecek ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin programını daha tavizsiz sürdürecek parti olarak MDP'yi seçmişti. BTP, kuruluşundan 11 gün sonra, 31 Mayıs'ta MGK'nın 79 no'lu kararıyla kapatılıp, aralarında DEMİREL'inde bulunduğu 16 kişi Çanakkale'ye sürgüne gönderiliyordu. Bunların içinden 7'si de eski CHP'li idi.
BTP'den sonra DYP onun yerine kuruldu. Ancak o da seçime giremedi. Veto yedi.
BTP-DYP seçime girme şansı bulamadı ama oligarşinin gerektiğinde kullanacağı bir parti olarak yedekte tutuldu. Sosyal demokrat bir partinin potansiyeli toparlayamadığı bir dönemde DYP'nin kendini cunta karşıtı ve ''demokrasi havarisi'' olarak gösteren propagandası ona epey puan toplatıyor, DEMİREL yeni bir yükseliş dönemi yaşıyordu. Böylece ilginç bir gelişme ile sağ parti ANAP'a, DYP alternatif olarak çıkıyordu.
6- Diğer Partiler
Eski AP potansiyeline oynayan MDP, ANAP, DYP ile; eski CHP potansiyeline oynayan HP, SODEP'in dışında; geçmişin siyasal yelpazesinde yer alan MSP'nin yerine REFAH PARTİSİ (RP), MHP'nin yerine MUHAFAZAKAR PARTİ (MP), daha sonra MİLLİYETÇİ ÇALIŞMA PARTİSİ (MÇP) kuruldu.
Refah Partisi, MSP gibi, tekel dışı Anadolu sermayesinin ve şehir orta burjuvazisinin dinci, gerici kesimlerinin partisi olarak kuruldu. Ve MSP'nin tabanından bir kısmının ANAP'a kaymasına karşın eski tabanını büyük oranda koruduğu görüldü. ANAP'ın temsil ediyoruz dediği dört eğilimden biri de MSP idi.
ANAP'ın tarikatlarla da ilişki kurup, desteklerini sağlamaya ve muhafazakar görüntüden kopmamaya çalışması ürününü vermişti, ancak ANAP'ın muhafazakarlığı, onun işbirlikçi tekelci burjuvazinin ''modern'' partisi olma iddiasıyla çeliştiğinden, RP bunu kullandı ve dinci kesimi kendi etrafında toparlamaya çalıştı.
MP ise, faşist militan kadrolar arasında eski konumunu yitiren TÜRKEŞ'in izniyle kuruldu. Faşist parti, eski militan kadroları toparlamak istedi. Ne var ki, 12 Eylül'de devletin bekası uğruna ''kurban'' edilen faşist militanlardan bir kısmının eski misyonu devam ettirmek istememesi, Taha AKYOL gibi ''parlamentoda çoğunluk sağlanarak iktidar olunmalıdır'' şeklinde ve silahlı faşist terörü reddeden yeni bir senteze varılması, bir kısım faşist militanın ise TÜRKEŞ'in kişiliğine ilişkin eleştirileri (kadroları yalnız bırakması, tavırsız kalıp yenilgiyi kabullenmesi, partinin mallarını ve paralarını zimmetine geçirmesi gibi) faşist partiye güç kaybettirmişti. İsmini daha sonra MÇP olarak değiştiren faşist partinin toparlayamadığı eski militanlar ise çeşitli partilere, ama özellikle ANAP ve MDP'ye dağılmışlardı. ANAP'ın iktidar olmasından sonra, çıkar sağlamak düşüncesi eski faşist militanların ANAP'a kayması eğilimini arttırdı. ANAP içinde bir hizip olarak varlıklarını sürdürüyorlar.
Henüz eski MHP'nin misyonunu üstlenecek bir militan faşist partiye gereksinme yok, ancak sivil faşist milislere gereksinme olduğu anda MÇP, 12 Eylül'de olduğu gibi bir vefasızlığa uğramamak için ihtiyatı elden bırakmadan bu göreve adaydır.
12 Eylül, 15 parti doğurdu. Ancak bir kısmı tabela partisi olmayı aşamadı. Yelpazede yasal olarak yerini alan partiler yukarda saydıklarımızdır, diğerlerini değerlendirmeye gerek yok.
Seçimlere sadece MDP, ANAP ve HP'nin girmesine izin verilmiş, parti kurucularının %86'sı veto edilmişti. İçlerinde devlete onlarca yıl bağlılıkla hizmet etmiş generaller, valiler, eski milletvekilleri vb.nin de yer aldığı kurucuların vetoları bir şok etkisi yaratmış, tepki toplamıştır. Faşist EVREN vetoları şöyle savunuyordu gazetecilere:
''Parti kuruculuğu yapan kişiler, fiziki görünüşleri, kiminle, konuşup ne gibi çalışmalar yaptıkları ile değerlendiriliyor. Bu gibi kişilerin ATATÜRK ilkelerine bağlılıkları, memleket severlikleri ve 12 Eylül ruhuna sadakatleri gibi açılardan değerlendirilmeleri en doğru yoldur.'' (8. 5.1983)
Evet, cunta parti kurucularını ''12 Eylül ruhuna sadakatleri'' ile inceliyor ve %86'sını veto ediyordu. Her ne kadar veto edilenlerin 12 Eylül ruhuna sadakatsizliklerinden söz edilmese de, faşist cunta yine de veto ediyordu. Çünkü, seçime fazla partinin girmesini istemiyordu. Yoksa düzen açısından herhangi bir tehlike arzetmiyorlardı.
MGK'nın 79 no'lu kararıyla eski partilerin, il ve ilçe başkanları ile yönetim kurulu üyeleri ve 12 Eylül 1980'den sonra görevden alınan belediye başkanlarına da siyaset yasağı getiriliyor, ya da izne bağlanıyordu. Böylece siyaset dışı bırakılanların partilere kurucu olmaları, örgütlenme yapmaları engellenmiş oluyordu. Bu kararla yeni partiler kurucu bulma sıkıntısına düşüyordu.
Vetonun dışında, seçime girecek partilerin milletvekili adaylarını da cunta seçecekti. Cuntanın başından beri yoğun biçimde yapılan fişlemelerin ve MİT raporlarının bu dönem epeyce işe yaradığı görülüyordu. 1683 milletvekili adayından 672'si veto edildi; 428'i bağımsız, 89'u HP'den, 81'i ANAP'tan, 74'ü MDP'den...
Cuntanın izin verdiği partilerin, dışında kalan partilerin yine faşist cuntanın seçtikleri dışındaki milletvekili adaylarının katılmadığı bir seçim oyunu oynanıyordu. Böyle bir seçimle oluşacak parlamento ll. Danışma Meclisi olmaktan öte bir anlam taşımayacak ve bu seçimler siyasal ortamda hiçbir değişim yapmayacaktı. Değil sosyalist adayların bağımsız olarak seçime girmesi, demokrat adayların bile seçilmesi önleniyordu. Ve mevcut partilerin hepsi de birbirleriyle aynı oranda cuntacı ve Amerikancıydı. Böylesi bir seçime katılmak cuntanın seçim ve demokrasi yutturmacasına alet olmak demekti. Bu durum da ML teoriden formüle edilmiş klasik sözcüklerle seçim tavrı belirlemek mekaniklik ve şematizm olacaktı. Yaşamın kendisi tavrımızı dayatıyordu zaten. Ve Hareketimiz DEVRİMCİ SOL, seçimi boykot taktiğine başvurdu. Oy kullanmamanın para cezası ve 5 yıl oy kullanmamakla cezalandırılması koşullarında BOYKOT, kimilerince yanlıştı. Kitleler bunu kaldıramazdı. Oysa solun görevi boykot taktiği ile seçim aldatmacasını ortaya serecek bir propaganda faaliyetini örgütlemek ve tüm dünyaya bu oyunu duyurmak, cuntanın yüzündeki maskeyi düşürmekti. Değil sosyalist, yurtsever, demokrat adayların, oligarşinin gözde partileri SODEP, DYP gibi partilerin dahi katılamadığı bir ''seçim'' ortamından devrimciler ne gibi yarar umabilirlerdi ki? Parlamentoyu ve seçimleri kürsü olarak kullanmak olanaklı mıydı?
DEVRİMCİ SOL'un 6 Kasım seçimlerini BOYKOT taktiği, bu seçimleri teşhir etmenin en açık yolu olarak düşünülmüş bir taktikti. Ancak Hareketimizin gücü ve etkisi böyle bir taktiği AKTİF BOYKOT şeklinde yürütmeye elverişli değildi. Bu nedenle en geniş teşhire yönelen PASİF BOYKOT benimsendi.
Böyle bir seçimde ''DÜZEN PARTİLERİNE OY YOK'' sloganı etrafında yürüyen bir taktik uygulamak doğru olurmuydu? ''Düzen Partilerine Oy Yok'' çağrısı seçim aldatmacasını vurgulayan ve bu seçimlerin niteliğini yeterince sergileyen bir taktik olamazdı. Hedefi muğlaklaştırırdı. Bu nedenle 1979 seçimlerinde olduğu gibi ''Düzen Partilerine Oy Yok'' çağrısını yapamazdık.
Dışımızdaki sol ise genellikle ''boş oy'' çağrısı yaptı. Oy kullanmamanın cezası olduğundan hareketle, boykot taktiğinin yanlış olduğunu, oy kullanmama oranının düşük olacağını, bundan dolayı başarısızlığın kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Oysa sorun seçime katılmama oranının düşük ya da yüksek oluşu ile açıklanamazdı. Kitlelere politika götürme ve onları bilinçlendirmede kullanılabilecek en etkili araç, seçimin niteliğini ortaya serecek en doğru slogan hangisiydi? Sol'un içinde bulunduğu koşullarda elbetteki boykot taktiği çok etkili olmayacaktı. Ama aksi tutum ise, cuntanın günahlarına ortaklık etmek olacaktı.
Seçimlerden -olağanüstü bir gelişme olmazsa- MDP'nin iktidar, HP'nin anamuhalefet partisi olarak çıkacağını tahmin etmiştik. Ve bizim ''olağanüstü bir gelişme olmazsa'' dediğimiz gerçekleşmemiş, kapalı kapılar ardında ABD devreye girmiş, gerek cuntanın, gerekse büyük sermaye çevrelerinin kulağına ANAP'ı fısıldamıştı. Bu andan itibaren MDP'nin şansı ters dönmüştü. Her ne kadar faşist cunta MDP'den vazgeçmek istemiyor ve 4 Kasım 1983 tarihli konuşma ile EVREN açık açık ANAP'a veryansın ediyorsa da, bu ANAP'ın işine yarıyor, onun ''muvazaa partisi'' olmadığı, mevcut üç partiden en sivil görünümlü parti olduğu imajı yaratılıyordu.
Ve 7 Kasım günü Türkiye, ANAP'ın ''zaferine'' şahit oluyordu. ''%45 oy oranı ile 212 milletvekili çıkarıp tek başına iktidar olması herkes için bir sürprizdi. ''İktidar olacağız demiyoruz, iktidar olduk'' diyen MDP, %23.2 oy ile 71 milletvekili çıkarıyor ve anamuhalefet partisi bile olamıyordu, HP ise % 30.4 ile beklenenin üstünde oy alarak 117 milletvekili çıkardı.
Çankaya Köşkü'ne çıkan ÖZAL'ın ilk sözleri şu oldu:
''Sayın Cumhurbaşkanım, sizin emrinizdeyim. Elbette 12 Eylül doğrultusunda hizmet vereceğiz, sizin direktifleriniz bize daima rehber olacaktır. Bizim partimizi 12 Eylül yaratmıştır, memlekete hizmet etmekten başka da bir düşüncemiz yoktu, zaten olamaz da.''
(...)
''Dediklerinizi zaman açığa kavuşturacaktır'' (''Dar Sokakta Siyaset'', s.422)
Diye yanıtladı cunta şefi. Ve yeni dönem açıldı. Sivil cuntada ekonomi ÖZAL'a, siyaset EVREN'e düşüyordu.
6 Kasım seçimlerinden hemen sonra, 25 Mart 1984 yerel seçimleri geliyordu. Ülke yeni bir seçim havasına sokuldu.
Yerel seçimleri 6 Kasım'dan ayıran en önemli özellik, bu seçimlere DYP, SODEP ve RP'nin de katılabilmesi ve adayların cunta tarafından veto edilmesinin sözkonusu olmamasıydı. Bu partilerin seçime girecek oluşu, kozların ilk kez paylaşılması demek olacaktı. Ancak koşullar yine eşit değildi. ANAP iktidar olmanın avantajlarıyla, kendisinden olmayan yerel yönetimlere yardım yapılamayacağını, hizmet götürmeyeceğini açık açık söylüyordu. Belediyelerin özel durumundan dolayı iktidara yakınlık önem kazanıyordu.
25 Mart yerel seçimlerinde veto koşulunun olmayışı, ilerici-demokrat-devrimci adayların da seçime katılabilmelerine olanak tanıyordu. 6 Kasım seçimlerinde yasaklı olan partilerin de seçime katılması daha canlı bir ortam yaratmıştı.
Hareketimiz DEVRİMCİ SOL, 1983 yılında çıkardığı ''Seçim Taktiğimiz'' yazısında siyasal gelişmeleri analiz ediyor ve yerel seçim taktiğini şöyle belirliyordu:
''Yerel seçimlere yönelik taktiğimiz, genel seçimlerde olduğu gibi 'BOYKOT' olmayacaktır.
''Yerel seçimlerin açık faşist (sivil cunta) koşullar altında yapılacak olmasına rağmen, bu seçimlerin gerçekleştirildiği ortam ilerici, yurtsever, demokrat adayların seçimlere katılmasına kısmen de olsa imkan tanıyor. Şayet, genel seçimlerde olduğu gibi; belediye başkan adaylarından, köy ihtiyar heyetine kadar tüm adaylar sivil cuntanın yöneticileri tarafından belirlenmiş olsaydı, yine taktiğimiz boykot olurdu. Bu durumda yerel seçimlere yalnız faşist ve gerici adaylar katılacağından onların hiçbirini desteklemez ve oy vermezdik.
(...)
''Yerel seçimlerde SODEP içinde yer alan ve seçim bölgesinde adaylığı sözkonusu olan yurtsever, ilerici ve demokrat adaylar, bu yanlarından dolayı desteklenmelidir. Bağımsız olarak seçime katılacaklar ise, yukarıda desteklenmek için aranılan ölçülere sahip olmaları durumunda, bunlar da desteklenmelidir.
''Seçim taktiğindeki propagandanın ağırlıklı yanını, sivil cuntanın teşhiri oluşturacaktır. Seçime girecek partilerin sermaye partileri olduğu ve bundan dolayı da desteklenemeyecekleri vurgulanmalıdır.
''SONUÇ: Açık faşizmin devam ettiği 'sivil cunta' koşullarında yerel seçim taktiğimiz genel boykot değildir.
''1- SODEP içerisinde veya bağımsız olarak seçime katılan yurtsever, anti-faşist ve demokrat adaylar varsa bunları o bölgede desteklemeliyiz.
''2- Gücümüzün olduğu mahalle, köy, bucak, ilçe ve iller de bağımsız adaylar çıkarmaya çalışmalıyız.
''3- Desteklenecek hiçbir aday yoksa ve bizim de çıkarma durumumuz yoksa o bölgede hiçbir partiye oy vermemeliyiz. (bölgesel boykot)''.
Bu üçlü taktiğimiz, sınıf mücadelesini ve ML teoriyi şablonlara oturtmaya alışmış geleneksel solda garip karşılandı. Oysa yaşamın zenginliği, şablonları ve mekanikliği kendiliğinden parçalayıp atıyordu.
Seçimler yine ANAP'ın ''zafer''iyle sonuçlandı: 67 ilden 54'ünü ANAP, 8'ini SODEP, 3'ünü MDP, 2'sini RP; 316 ilçe belediyesini ANAP, 101'ini ise SODEP almıştı.
Yerel seçimler garip bir durum doğurmuştu. Oyların %22'sini alan SODEP, %13'ünü alan DYP ve %5'ini alan RP, yani oyların %40'ı parlamento dışında kalmış, temsil edilemiyordu. ANAP %45 oy ile yine 1. partiydi ve onu %22 ile SODEP izliyordu. HP %8, MDP %6.5'e düşmüştü.
Bu durumda parlamento dışındaki partiler parlamentoya girmenin yolunu araştırmaya başladılar. Partisinden istifa ederek, başka bir partiye girmek isteyenlerin milletvekilliğinin TBMM kararıyla düşürülmesi sorun yaratıyordu. Ancak transferden ANAP kârlı çıkacağını anlayınca, bu yolu kullanmadı. Faşist cunta 12 Eylül öncesinin milletvekili pazarlarını eleştirirken, kendi iktidarı döneminde bu yozlaşma o hale geldi ki, bir günde iki parti değiştiren milletvekilleri bile oldu. Meclis aritmetiği durmadan değişiyor, fısıltı gazetesinde gerek milletvekillerinin, gerekse belediye başkanlarının transferiyle ilgili büyük rakamlardan söz ediliyordu. Cuntanın yasakları yeni bir borsa türü yaratmıştı. Ve tabii bundan iktidarda olan ANAP kârlı çıktı. Özellikle kaynak yardımı yapılmadığından, zor duruma düşen belediye başkanları birer birer ANAP'a transfer olmaya başladılar. Sistemin dejenerasyondan kurtulması olanaksızdı. Birinden çıksa, diğerine yakalanıyordu.
Yerel seçimlerden sonra faşist cuntanın gözde iki partisinin düştüğü durum ile, DYP ve SODEP'in TBMM'de temsil edilmemesi, siyasal ortamın tartışılan konularıydı.
Parlamento dışındaki SODEP ve DYP'nin, HP ve MDP ile birleşme çalışmaları başlamıştı. DYP-MDP birleşmesi gerçekleşmemiş ve sonuçta MDP sürpriz bir şekilde ANAP'la birleşmiştir. SODEP ile HP birleşiyor (2 Aralık 1985) SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) adını alıyor, İNÖNÜ liderliğe getiriliyordu. Bu durum ECEVİT'in DSP'sinin (Demokratik Sol Parti) kuruluş sürecini de hızlandırıyordu. Eski CHP'yi ''hizipler partisi'' olarak değerlendiren ve aydınlara düşmanlığı ile tepki çeken ECEVİT, aşağıdan yukarıya (tabandan) parti kuracaklarını açıklıyordu. DSP'den daha soldaki herkese tavır alıyor, parti kapısının eski MHP'lilere dahi açık olduğunu belirtirken, Marksistlere sıkı sıkıya kapadıklarını açıklıyordu. SHP'yi sarsacağı yönünde yorumlar yapılan ECEVİT'in DSP'si, ilk seçimlerde adeta siliniyor ve ECEVİT aktif politikadan çekildiğini açıklamak zorunda kalıyordu. Sosyal demokrat oyları bölme taktiğiyle ANAP'ın ayakta tutmaya, güçlendirmeye çalıştığı DSP, adı var kendisi yok bir parti olmaya doğru hızla yol alıyordu.
SODEP-HP birleşmesinden doğan SHP'den çok şey bekleyen sosyal demokrat taban, yine aradığını bulamıyor, SHP sıçrama yapamıyordu. ANAP karşısında politika üretemeyen ve iktidara oynayan bir parti olma iddiasından çok uzak olan SHP, ara seçimlerde DYP'nin bile gerisinde kaldı. 1977 seçimlerinde CHP'nin ulaştığı % 40'ı aşan oy oranının yanına bile yaklaşamadığı gibi, 83'de HP'nin aldığı oy oranını bile tutturamadı. 1987 erken seçiminde de beklediğini bulamadığı gibi, anamuhalefet partisi olma konumunu da DYP'ye karşı zar zor koruyabildi. DYP gelişen, güçlenen parti olarak dinamizm taşıyordu. 10 yıllık siyaset yasaklarının kalkmasınında bunda rolü vardı.
1983'den sonra Türkiye, hemen her yılda bir seçimin, yada referandumun yapıldığı bir ülke halini aldı. Her ne kadar bu çok yoğun bir siyasi ortam gibi gözüküyorsa da, yılda bir oy kullanmanın dışında halk politikadan uzaktı. Demokratik hak ve özgürlüklerde değişmenin olmaması, baskı, terör ve işkencenin sürmesi halkı politikadan uzak durmaya iten nedenlerdi. '82 Anayasası ve çıkartılan yasalarla en temel hak ve özgürlükleri dahi gaspedilmiş halk kitlelerine politika yasakken, on yıllık süre içinde siyasete atılmaları yasaklanan eski liderlerin yasaklarının kaldırılması, gündemin baş konusu yapılıyordu. Anayasanın geçici 4. maddesi ile siyasetten men edilen ECEVİT, DEMİREL, TÜRKEŞ, ERBAKAN ve diğer parti yöneticilerinin yasaklarının bitmesi için, Anayasanın 4. geçici maddesinin referanduma sunulması gündeme geldi.
Sözde demokrasiye geçildiği bir dönemdi, ama 12 Eylül her şeyiyle yaşıyordu. Yeni parlamento 7 Ekim'de İlyas HAS, 26 Ekim'de ise Hıdır ASLAN adlı devrimcilerin idamına imza atıyor; sıkıyönetim kimi illerde kaldırılıyor ama onun yerine geçen olağanüstü hal uygulaması ile sıkıyönetimsiz sıkıyönetim uygulanıyordu. Başbakan'ın ''demokrasiye geçtik'' dediği bir dönemde, 1383 imzalı ''Aydınlar Dilekçesi'' hakkında bile soruşturma açılıyor ve 56 kişinin yargılanmasına karar veriliyordu. DYP'nin kapatılması için Cumhuriyet Başsavcılığı harekete geçiriliyor, Kürt halkı üzerindeki işkence en üst boyutta sürüyor ve ÖZAL, Türkiye Kürdistanı'ndaki halk üzerinde terör estirilmesi görevinin orduya ait olduğunu açıklayabiliyordu: ''Biz ekonomiye bakıyoruz askerler ise diğer işlere...'' Kurulmasına izin verilen öğrenci derneklerini engellemek için ne kadar yasadışı yöntem varsa harekete geçiriliyordu. Grevler, yürüyüşler, mitingler, yasal toplantılar, paneller engelleniyor, polis saldırıyor, gözaltına almalar, tutuklamalar devam ediyor, gazeteler, dergiler, kitaplar üzerindeki sansür, toplatma, kapatma, dava açmalar hızla devam ediyordu. Milyonlarca insan hakkını arayamaz, fiilen politika yaptırılmazken birkaç gerici, faşist, burjuva politikacısının politik yasaklarının kalkması Türkiye'nin en önemli sorunu olamazdı.
Referandumda alınacak tavır, sol'da yeni bir tartışma başlattı. Boş oy mu, evet mi, boykot mu?
Bir kısım sol gruplar, burjuva politikacılarının yasaklarının kaldırılmasının demokrasiye hizmet edeceğini, ''evet''in ''demokrasiye evet'' olacağını ileri sürerek, referandumda ''evet'' oyunu savundular. Bu çevreler genelde ''demokrasi cephesi'' hayali peşindeydiler. Oligarşinin kendi içindeki çelişkiden doğan bir sorunla halkı oyalaması ve zam, zulüm, işkence, anti-demokratik tüm uygulamalar sürerken, halkı, kendi iç sorunlarıyla uğraştırmaları bilinçli bir çabaydı. Dikkatleri toplumsal sorunlardan çekmeye yönelik bu oyuna ML'ler alet olamazlardı. Birkaç gerici-faşist politikacının sözde yasağı halkın sorunu değildi. Ayrıca bu politikacılara uygulanan yasaklar sözde kalıyordu. Her konuda düşünce açıklayabiliyorlar, partileri hemen hemen doğrudan yönetip yönlendiriyorlardı. Bir kısım burjuva politikacıların olmaması ise, halk için bir kayıp olmadığı gibi, varlıkları da bir şeyi değiştirmeyecekti.
''Boş oy'' taktiği ise tavırsızlığı tavır haline getirmeyi içeren pasif bir tavırdı. Hedef gösteren, kitleleri aktif bir yönelim içine sokan bir tavır değildi. Ve üstelik kitleleri referandum oyununda figüranlığa soyunduruyordu.
DEVRİMCİ SOL olarak referandum taktiğimiz BOYKOT oldu. Referandum oligarşinin kendi iç hesaplaşmasıydı ve halkı doğrudan ilgilendirmiyordu. Eski siyasilerin yasaklı olup olmaması, halkın durumunda değişme yaratmıyordu. Halk niçin böyle bir hesaplaşmada taraf olsundu ki? Faşist TÜRKEŞ'in, gerici ERBAKAN'ın, oligarşiye onyıllarca sadakatle hizmet etmiş ECEVİT ve DEMİREL'in siyasi yasaklarının kalkmasında, halkın ne gibi bir yararı olabilirdi? Demokrasiyi mi getirecekti? Yasaklı politikacıların kendi hükümetleri döneminde demokrasi mi yaşanmıştı? Halkın oylarıyla yasakları kalkacak olanlar, halkın hak ve özgürlükleri üzerindeki yasakların kalkması için çalışacaklar mıydı? Bütün bunların cevabı HAYIR'dır. Ve bu referandumun muhatabı halk olmamalıydı. Bu nedenle BOYKOT en doğru taktikti.
Referandum'da ANAP ''hayır'', diğer tüm partiler ve bir kısım sol örgüt ''evet'' dediler. Ancak %2'lik bir oy farkı ile yasaklıların yasağı kaldırılabildi. Referandumda ''evet'' çıkmıştı ama bu ANAP için bir başarıydı. Çünkü tüm partilere karşı ''kaybetmişti''. Böylece faşist cuntanın devre dışı bırakmaya çalıştığı eski siyasi parti liderleri yeniden siyasi yaşama dönüp DSP, DYP, RP ve MÇP'nin başına resmi olarak oturmuşlardır. Faşist cunta, üzerinde önemle durduğu bir konuda yenilmişti. ''Memleketi bu hale getirenlere tekrar bu memleketi teslim etmeyiz'' diye bas bas bağıran faşist cunta burjuva politikacılara bu kez yenilmiş, bu durumu kabullenemese de onların varlığına katlanmak zorunda kalmıştır.
''Türkiye'nin Türk birliklerini konuşlandırmak için Körfeze yakın bir üs aramasına gerek yoktur. Çünkü zaten en yakın üs Türkiye'nin kendisidir.'' (Prof. WOHLSTETTER) (abç)
12 Eylül sonrasında emperyalist ülkeler arasında faşist cunta ile ilişkiler yönünden farklılıklar ortaya çıktı. ABD, faşist cuntayı kayıtsız şartsız tüm uygulamalarında desteklerken, Avrupalı emperyalistler cunta ile ilişkilerde daha soğuk davranıyorlardı. Örneğin cuntanın ilk yıllarında ne cunta generallerini, ne de cuntanın başbakanını hiçbir Avrupalı emperyalist ülke davet etmemişti.
ABD ile Avrupa emperyalistlerinin faşist cuntayla ilişkilerindeki bu farklılık nedendir? Avrupalı emperyalistlerin Türkiye'den ''demokrasi'' beklediği, cuntanın da faşist olduğu için mi? EVREN'in, Avrupalı emperyalistleri, ''içişlerimize karışmayın'' diye uyarması (!) cuntanın bağımsızlıkçı, anti-emperyalist, ulusalcı bir yol izlemesinden midir? Ya da cuntanın bu uyarıları Avrupa'da gerçekten ciddiye alınmakta mıdır?
Sekiz yıldan beri gerek Avrupalı emperyalistlerin cuntaya karşı, cuntanın da Avrupalı emperyalistlere karşı tavır ve davranışlarında adeta bir ''danışıklı dövüş'' görülmektedir. Avrupalılar ''demokrasi'', ''insan hakları'', ''işkence'' vs. diyor, cunta ''içişlerimiz'', ''zaten biz yapacaktık, onlar dediği için değil'' vb. diyor.
12 Eylül askeri faşist cuntasına neden gereksinme duyulduğu konusunu incelerken, ''iç'' koşulları tamamlayan (''iç'' derken tırnağa alıyoruz. Çünkü emperyalizm ülkemize öylesine nüfuz etmiştir ki, iç ve dış etkenleri ayırmak hemen hemen olanaksızdır) dış koşullardan söz etmiş, İran ve Afganistan'ın ABD açısından kaybının, ABD'yi yeni olanaklar arayışına ittiğini belirtmiştik. İran Şahı'ndan boşalan yerin doldurulması, İran-İsrail-Mısır üçgeni üzerine kurulu ABD çıkarlarının korunması için hayati öneme sahipti. Sacayağının biri kopmuştu ve bu ayak Türkiye ile tamamlanabilirdi. SSCB'ye yakınlığı, hem SSCB'yi dinleme, hem SSCB'ye yönelik radyo yayınlarının güçlendirilmesi, hem de Ortadoğu'da güçlenen SSCB'nin olası bir harekatını durdurmak, önünü kesmek için Türkiye'nin önemli olduğu vurgulanıyordu. ABD Ulusal Güvenlik İşleri Danışmanı Z.BREZEZİNSKİ, kendi adını verdiği doktrininde şöyle diyor:
''Bölgede Türkiye'den Pakistan'a uzanan bir bunalım kuşağı vardır. Bu bunalım tüm bölgeyi etkilemektedir. Sovyetler, bu bunalımı Batı'nın bağımlı olduğu Körfez petrolünü kontrol edecekleri bir fırsat yaratacağı umuduyla kışkırtmaktadır.''
Ve BREZEZİNSKİ bu durumda İran, Pakistan ve Türkiye'den oluşan bir ''koruyucu kuşak'' oluşturulmasını ve Pakistan, Suudi Arabistan, Türkiye arasında ''anlayış birliği'' kurulmasını ister. Yıl 1979'dur; henüz Şah iktidardadır. Şah devrilince bu plan bozulur, Türkiye'nin önemi artar.
BREZEZİNSKİ doktrini, cunta sonrasında iki faşist cuntacı EVREN ile Ziya ÜLHAK arasındaki kardeşliğin nereden ilham aldığını da açıklıyor olsa gerek.
Türkiye, Pakistan ve Suudi Arabistan'ı içine alan bir ''koruyucu kuşak''ın oluşturulması programına uygun biçimde Ziya ÜLHAK'la kardeşlik derecesinde yakın ilişki kuran cunta, Suudi Arabistan ile bu görünümde bir ilişki kurmamıştır. Çünkü Suudi Arabistan'ın ılımlı ve radikal Arap ve K.Afrika ülkeleriyle ilişkileri bozuktur. Tüm bu ülkeler ile ABD arasında ''köprü'' rolü oynayacak bir Türkiye için, Suudi Arabistan ilişkilerinin daha kapalı ve mesafeli gözükmesi gerekmektedir. Ancak gerçekte ilişkiler oldukça sıcaktır. Arap sermayesi ile ilişkiler sadece ekonomik (turizm yatırımları, bankacılık, bankerlik vs.) olarak değil siyasi ve kültürel olarak da geliştirilmiştir. Arap şeyhlerine arazi satılması, Araplarla turizm ilişkilerine önem verilmesi, kamuoyunda ''Rabıta'' olarak bilinen skandalda da ortaya çıktığı gibi, islami faaliyetlerde Suudi Arabistan sermayesinin desteğinin alınması (daha önce de Aramco firmasının faaliyetleri deşifre olmuştu.), İslam Ortak Pazarı oluşturma düşünceleri, ''İslam Zirvesi'' ne Cumhurbaşkanı düzeyinde katılınması, hep bu ilişkilerin bir yansımasıdır.
Bütün bunlar ABD'nin Körfez'e yönelik planlarını olgunlaştıran faaliyetlerdir. Ama bu ilişkiler egemen sınıflarca öyle kamufle edilmektedir ki, kamuoyuna başka şekillerde yansıyabilmektedir.
Anti-komünist propagandaya göre; SSCB'nin Körfezde gözü vardır ve Türkiye, SSCB'nin herhangi bir atraksiyonuna karşı set oluşturmalıdır. Böylece, Türkiye'ye Körfezin ''kızıl tehlikeye'' karşı korunmasında yeni roller düşer. Oysa, herkes de biliyor ki, SSCB'nin saldırgan bir politikası yoktur. O halde amaç, SSCB'yi durdurmak olamaz. Öyleyse bu propagandanın ve yapılan hazırlıkların amacı nedir?
Türkiye'nin tamamının üs haline getirilmesini isteyen ABD'nin amacı Türkiye'yi, Ortadoğu'ya yönelik operasyonlara doğrudan sokmaktır. Tabii ki Türkiye'nin işlevi sadece bu olmayacaktır: SSCB'nin dinlenilmesi, SSCB'ye yönelik amerikan radyo yayınlarını güçlendirici istasyonlar kurulması ve nihayet TC Ordusunun kendisini ''çevik kuvvet'' haline getirmek. ABD Savunma Bakanlığı için hazırladığı raporda askeri stratejist Prof. WOHLSTETTER şöyle diyor:
''1- Körfezde yangın vardır. Doğu Anadolu bölgedeki en müsait itfaiyecidir.
''2- Körfez ihtimalini mümkün olduğu kadar NATO kılıfı altına almak, Türkiye'nin bu misyonu üstlenmesini kolaylaştırır.
(...)
''5- Türkiye'nin savunmasını güçlendirmek elzemdir, çünkü bir bunalım halinde Türk Ordusu çevik kuvvetin ta kendisi olarak görev yapabilir. Bu, Türkiye için ABD çevik kuvvetine üs vermekten daha kolaydır.'' (''Çevik Kuvvet Gölgesinde'', s. 67) (abç)
Cunta sonrası Türkiye'de bazı toplantı ve seminerlere de katılan Prof. WOHLSTETTER, sıradan bir konuşmacı değildir, dile getirdiği istekleri ABD'nin istekleri olarak ele almak gerekir. Türkiye'yi bir üs, TC Ordusunu da bu üs'se çevik kuvvet gücü olarak konumlandırmak isteyen ABD, bu amacına varabilmek için Türkiye'de ''güçlü'' bir iktidar arıyordu. İran'ın yerini dolduracak, Ortadoğu'daki gerici Arap ülkeleriyle özellikle Pakistan ve Suudi Arabistan ile iyi ilişkiler ve birlikler kurabilen ve kendisine her türlü kolaylıklar sağlayabilen, bütün bunları yaparken seçim, muhalefet kaygıları olmayan bir ''istikrarlı'' yönetim gerekiyordu ABD'ye... Bu da cuntadan başka bir şey olamazdı. Diğer nedenler bir yana, ABD'yi cunta arayışına ve cuntaya tam destek vermeye iten dış nedenlerden en önemlisi budur.
12 Eylül cuntasında ABD'nin rolü konusunda hiç kimsenin kuşkusu yoktur, olmamalıdır da. Sadece tek bir olay, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin ŞAHİNKAYA'nın 11 Eylül günü ABD'den dönmesi bile, bu bağlantı için yeterlidir. Ancak, biz bu bağlantıyı görmemek için gözlerini yumanlara bir-iki noktayı anımsatalım.
- İçlerinde Haydar SALTIK'ın da bulunduğu 6 general,12 Eylül'den önceki 15 gün içinde birçok kez Amerikan Büyükelçisi J.SPAIN'le birlikte oluyorlar.
- 11 Eylül 1980 günü Amerikan Subay Eşleri Kulübünde konuşan Amerikan Büyükelçisi J.SPAIN şöyle diyor:
''Kaygılanacak bir şey yok, her şey normal gelişecek.''
12 Eylül döneminin ABD Büyükelçisi SPAIN, anılarında şöyle yazıyor:
''12 Eylül akşamı eve döndüğümde eşim Edith'iyle onları (televizyonda MGK üyelerini -y.n.-) izlemiş buldum. 'Ne garip James' demişti, 'Hayatımda hiç ihtilalci ile tanışmadığımı sanıyordum, oysa son iki haftadır verdiğimiz davetlerde hepsiyle beraber olmuşum da haberim yok'''. (''Türkiye Üzerine Tezler'' III, s.217)
- 12 Eylül günü İngiliz Büyükelçisi, J.SPAIN'i kutluyor .
- 12 Eylül'den sonra İsrail ve Mısır büyükelçileri cuntacıların Filistin politikasını öğrenmek için ABD Büyükelçisine başvururlar.
- Cunta başbakanı ULUSU, ABD Büyükelçisine ''kardeşim'', EVREN ise NATO Başkomutanına ''dostum'' diye hitap eder.
- 12 Eylül günü daha henüz başbakan bile belli değilken, İlter TÜRKMEN, J.SPAIN'e telefon edip Dışişleri Bakanı olacağını müjdeler.
- Darbenin tereyağından kıl çeker gibi yapılmasından, bu darbede CIA'nın rolünün olmadığını, çünkü CIA'nın rolünün olduğu tüm darbelerin başarısının gölgelendiğini söyleyen bir üst düzey yetkilinin bu tartışması için anıların da J.SPAIN, ''Türkler mizaha düşkün'' diye yazıyor.
- Cuntayı, cuntadan bir saat önce dünyaya ABD radyoları duyuruyor.
- ABD başkanı CARTER'a ''kaygılanacak bir şey yok, kimler yapması gerekiyorsa onlar yaptı'' denerek cunta haberi veriliyor. CIA'nın Türkiye masası şefi, Paul HANZE'ye ise ''Paul seninkiler nihayet yaptı'' deniyor.
Bu kadar örnek sanırız yeterlidir. Şimdi soruyoruz:
Cuntadan önceki 15 gün içinde ABD Büyükelçisi ile neden bu kadar çok birlikte oluyor cuntacılar? ABD Büyükelçisi neden bu kadar çok davet veriyor? Cuntacılarla birlikte olmak için mi?
Tahsin ŞAHİNKAYA cuntadan bir gün önce ABD'de ne arıyordu?
İngiliz Büyükelçisi, neden ABD Büyükelçisini kutladı? Darbedeki rolünden dolayı mı?
İsrail ve Mısır büyükelçileri, Türkiye'nin Filistin politikasını neden bir cuntacıya değil de, ABD Büyükelçisine soruyorlar? Cevabı ilk ağızdan duymak istedikleri için mi?
Dışişleri bakanı olarak atanan İ.TÜRKMEN neden ilk önce J.SPAIN'i aradı?
J.SPAIN 11 Eylül günü üslerdeki subay eşlerine ''kaygılanacak bir şey yok'' diyebildiğine göre, cuntayı önceden biliyor. Nereden biliyor, nasıl öğreniyor?
Protokolü ve diplomatik dili bir yana bırakıp, ABD'li büyükelçilere, komutanlara ''dostum'', ''kardeşim'' diye hitap edecek kadar yakınlık nereden geliyor?
J.SPAIN, cuntada CIA parmağının olmadığının söylenmesini ''mizah'' olarak değerlendirdiğine göre, gerçek olan CIA ve Pentagon parmağı olduğu mudur?
ABD'yi şevkle desteklemeye iten nedir? Askeri faşist cuntanın kendi eserleri olması mı?
Evet, sorular uzayıp gidiyor. Faşist cuntanın ABD kaynaklı olduğu ve Amerikancı bir çizgi izlediği biliniyor. Nitekim cunta işbaşına gelir gelmez, NATO'da bayram havasının esmesinin nedeni de budur.
Faşist cuntanın işbaşına gelmesiyle, ikili anlaşmaların önündeki en büyük engel ortadan kalkmıştır. İkili anlaşmaların ve ABD'nin bölgedeki gücünün arttırılmasının önemi vurgulanırken, Stratejik Araştırma Enstitüsü uzmanı Barry RUBIN, Reagan yönetimi için şöyle demektedir:
''ABD'nin bölgesel politikasının ikili askeri ilişkiler üzerine bina edilmesine de 1980'lerden sonra geçildi. (...) Bu aşamadan sonra ABD bölgede kendi askeri gücünü tahkime, bölge ülkelerinde de üs ve tesislerin artırılması fikrine ağılık verdi.'' (''Çevik Kuvvet Gölgesinde'', s.72)
12 Eylül sonrası ABD'nin Türkiye'deki üs ve tesislerini sayısal ve nitelik yönünden geliştirmesi, yeni üsler kurulup,15 civarında havaalanının her türlü savaş uçağının inip kalkacağı şekilde genişletilmesi, ABD'ye özel kolaylıklar sağlaması vb. gözönüne getirildiğinde Barry RUBIN'in sözleri daha bir anlam kazanmaktadır. Şimdi konuyu daha derli toplu ortaya koyabilmek için, 12 Eylül 1980 sonrası ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla ne verildiğini kısa özetler halinde aktaralım:
İmza tarihi: 29 Mart 1980
Yürürlüğe giriş: 1 Şubat 1981
SİA nedir? SİA tek kelimeyle bağımlılığımızın yeniden bir teyidi, ABD'nin Türkiye üzerindeki egemenliğinde yeni yeni mevziler elde etmesidir. Türkiye açısından ise ''ortak savunma faaliyetleri'' adına bölgede emperyalizmin jandarmalığını yüklenme, kendi topraklarını ''üs-tesis'' adları altında ABD'nin denetimine vermektir. Bu anlaşmayla ABD'nin denetimine olanak sağlanan tesisler şunlardır:
. Sinop (Elektromanyetik İzleme)
. Pirinçlik (Radar Uyarı, Uzay İzleme)
. İncirlik (Hava, Harekat ve Destek)
. Yamanlar (İzmir), Şahintepe (Gemlik), Elmadağ (Ankara), Karataş (Adana), Mahmurdağ (Samsun), Alemdağ (İstanbul), Kürecik (Malatya), muhabere yerleri tesisleri
. Belbaşı (Sismik Bilgi Toplama)
. Karaburun (Radyo Seyr-ü Seferi)
Bu tesislerde bir Türk, bir de ABD'li subay ortak yetkili olacak, ABD kuvvetleri karargahına Amerikan bayrağı çekilebilecek, her türlü bilgi ortak paylaşılacak, faaliyetlere katılacak uçaklar, gemiler, havaalanlarını ve limanları kullanabileceklerdir.
Anlaşma süresi 5 yıldır. Ve bu anlaşmanın sonucunda ABD'nin verdiği tek söz ''Ordunun modernizasyonu için elinden gelen her türlü gayreti göstermek''tir. ABD, Türkiye'ye ihtiyaç fazlası malzeme sağlayacak, savunma malzemelerini ödünç ya da kira yoluyla vermeye çalışacak, savunma sanayi ortak projeleri hazırlayacaklardır.
Hiçbir konuda söz vermeyen ve muğlak sözlerle geçiştiren ABD, böylece anlaşmaya varıyor ve 12 tesise ABD bayrağını çektirip, buraları ortak savunma adı altında ABD çıkarları doğrultusunda kullanıma açıyor.
Bu anlaşmanın süresi dolduğu halde, sürenin bitimine itiraz olmadığından 1986'ya uzamış ve 1986'da Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (SEİA) olarak imzalanmıştır. Buna göre:
. Nükleer başlık depoları yeni sistemle donatılıp, yeni sistemden İncirlik'e 30, Balıkesir'e 5, Malatya Erhaç'a 6, Mürted'e 6, Eskişehir'e 6 adet getirilecektir.
. İncirlik'teki üssün iç güvenliği ve kullanma yetkisi ABD'ye, çevre koruma Türkiye'ye verilecek. Ve üs genişletilecek.
. İncirlik'teki F-4 ve F-104'ler daha gelişmiş F-16'larla değiştirilecek.
. Destek Anlaşması uyarınca, kriz anında ABD'den takviye yerine, doğrudan ev sahibi ülkeden faydalanılacaktır.
. Muş-Batman havaalanları yapılıp, diğerleri modernize edilecek.
. SEİA'nın tekrarlanması için hükümetin ileri sürdüğü ABD kredi ve yardımlarının artırılması, FMS (Dış Askeri Yardım) borçlarının silinmesi, ihtiyaç fazlası askeri malzemenin sağlanması, Türkiye ile Yunanistan arasındaki 7/10 oranının bozulması, savunma sanayi kurulması ve ticari kolaylıkların sağlanması noktalarında anlaşmaya varılamadı.
Bu anlaşmada Ev Sahibi Ülke Destek Anlaşmasından söz ediliyor. Nedir bu anlaşma?
Türk-ABD Yüksek Savunma Konseyi'nde hazırlanan anlaşma, 1986 Şubat'ında imzalandı. Bu anlaşmaya göre, bir savaş anında ABD'nin Türkiye'ye destek filoları, lojistik, personel, vb. destekleri taşıması zaman alacağından, savaş anında ev sahibi ülkenin şu destekleri sağlamasını içeriyor:
. Havaalanları, limanlar vb. kolaylıklar (sivil havaalanları ve askeri dinleme tesisleri dahil),
. Yakıt,
. Su,
. Tıbbi hizmetler ve kolaylıklar,
. Ulaştırma araçları,
. İşçiler,
. Çevirmenler,
. Lojistik hizmetler,
. Silah, malzeme, cephane depoları,
. Türk-ABD ortak sivil savunma hizmetleri.
Bu anlaşmanın benzerleri İngiltere, Federal Almanya, Belçika ve Hollanda ile de yapılmıştır.
1982 yılında imzalanan bu anlaşmaya göre ABD, Türkiye'deki 16 üssü kullanma iznine sahip oluyor, iki üssü daha modernleştiriyor ve üç yeni üs inşa ediyor.
Kısa adı COB (CO-Located Operation Bases) olan bu anlaşma ''Bir kriz anında ABD'den Türkiye'ye gelecek takviye hava kuvvetlerinin konaklaması için, Türkiye'deki hava üslerinin modernize edilmesini ve en gelişmiş teknoloji ile iki yeni havaalanının (Muş, Batman) inşa edilmesini öngörür. Üsler NATO çerçevesinde yapılır ama masrafları ABD karşılar.'' Böylece her zaman olduğu gibi NATO kılıf olurken, geri planda ABD işi kotarır.
ABD Kongresi Araştırma Merkezi Savunma Bölümü Başkanı Recherd CRİMMET, 1984'teki raporunda şöyle der:
''Muş ve Batman'da yeni kurduğumuz üsler Basra Körfezinin istikrarını garanti eder.'' (''Çevik Kuvvet Gölgesinde'', s.165) (abç)
Cunta sonrası Türkiye Kürdistanı'nın öneminin artması ve bu bölgelere Amerikalıların durmadan geziler düzenlemesi, birtakım kişilerin incelemeler yapmasının bir önemli nedeni de budur. Böylesi bir bölgede silahlı mücadelenin gelişmesi, gerilla savaşının veriliyor olması, ABD'yi telaşlandırıyor olmalı. Kağıt üzerinde NATO'ya ait gözüken üsler, tesisler gerçekte ABD'nin çıkarınadır. Bunu, ABD Donanma Akademisi strateji uzmanlarından Eliot COHEN daha açık söylüyor:
''... Doğu Türkiye'de yapılmasına başlanan yeni üsler de bu bağlamda çok önem taşıyacak. Bu üsler her ne kadar kağıt üzerinde Basra Körfezi ile irtibatlandırılmıyorsa da müstakbel bir kriz anında büyük hizmetleri geçecek.'' (age, s.38) (abç)
Amacı; ''ABD sınırları dışında, ABD'nin milli çıkarlarının ihlali durumunda, ABD'nin gücünü göstermek, müdahale etmek ve SSCB'nin hareketlerini önlemek'' olarak ifade edilen Çevik Kuvvet'in bir ay boyunca lojistik destek almadan savaşabilmesi için, bölgede savaş malzemelerinin depolanması planlanmış ve bundan dolayı bölge ülkelerinden Çevik Kuvvet için üsler istenmiştir. Ancak başta hiçbir ülke buna yanaşmamıştır. Türkiye Çevik Kuvvete üs vermesi ve en azından kolaylıklar sağlaması konusunda ABD tarafından zorlanmıştır. TC ordusunu Çevik Kuvvet olarak, tüm Türkiye'yi bir üs olarak kullanmayı düşünen ABD, TC ordusunun modernizasyonu planlarını ortaya atmıştır. 12 Eylül'le birlikte ''Up to Date''de denilen modernleştirme çalışmaları uyarınca Türkiye gibi yoksul bir ülkenin olanaklarını çok çok aşan, yılda 1 milyar dolar askeri harcamalara gidilmiştir. Böylece TC ordusunun doğrudan körfeze ve Ortadoğu'ya yönelik bir operasyonda kullanılacak biçimde donatımı hedeflenmiştir. Bütün bu çalışmalar, SSCB'nin Ortadoğu'da, özellikle Suriye'de SSCB varlığının arttığı ve benzeri tezleri üzerine yükselmiştir. Cunta yılları boyunca Suriye aleyhine açılan kampanyalar, Çevik Kuvvet ile ilgilidir.
Kenya, Somali ve Umman dışında hiç kimsenin doğrudan üs vermediği (ki bu ülkeler körfeze uzaktır) Çevik Kuvvete kimi bölge ülkelerinin birçoğu gizlice yardım yolunu seçmiştir. ABD'li uzman Barry RUBIN şöyle belirtiyor bu durumu:
''... Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez işbirliği Konseyi ülkelerinden bazıları, gayet gizli olarak, gerekirse Amerikan kuvvetlerinin kullanabilmeleri için bazı üsleri yenileme ve büyütme işlemine başladı.'' (age,s.73)
24 Aralık 1983'te TBMM'de tartışıldığı üzere, Lübnan'daki ABD kuvvetlerine İncirlik üssünden -resmi açıklamaya göre- ''Sıhhiye'' desteği sağlanması da gösteriyor ki, Türkiye de Suudi Arabistan gibi Çevik Kuvvet operasyonların da kolaylıklar sağlamıştır. Muhalefetin bastırması üzerine, Lübnan'daki Çevik Kuvvet'e yardım için hükümetin dahi izni alınmadan, Türk-ABD Yüksek Savunma Konseyi, bu işi kendi aralarında halletmişlerdir. 5 Aralık 1981'de kurulan ''Yüksek Savunma Konseyi''nin kuruluş amacı, ''ikili ilişkileri geliştirerek, kriz anlarında çabuk ve isabetli kararları uygulamaya koymak'' (age, s. 143) olarak belirtilmiştir. Pratikte de görülüyor ki, Türkiye-ABD Yüksek Savunma Konseyi'nin kuruluşu, ABD operasyonlarında hükümeti devreden çıkarmayı ve izin gerekmeksizin anında karar alabilmeyi hedeflemektedir. Bu ''Konsey'' deki Türk subayları ABD'li subaylardan farklı düşünmemektedir. Ve ABD, Çevik Kuvvet'le ilgili istemlerini bu ''Konsey''den geçirip uygulamaktadır.
''İncirlik Doğu Akdeniz'de bir bunalım halinde en ileri hattaki Amerikan uçaklarının kilit üssü olacaktır.''
Kongre Araştırma Servisi'nin, 1984 raporunda İncirlik'i Doğu Akdeniz'de en ileri hattaki kilit üs olarak değerlendiren Amerikalıların, bu üssü babalarının çiftliği gibi kullandıkları açık. Milli Savunma Bakanı Zeki YAVUZTÜRK'ün ''Vallahi billahi, benim İncirlik işinden haberim yok'' deyişi tam bir zavallılık örneğidir. Haberinin olmadığı doğrudur. Çünkü YAVUZTÜRK'ün haberinin olması gerekmiyor ve zaten Türkiye'deki üslerde çevrilen dolaplardan haberi olması mümkün değildir. Kamuoyuna yansıyan anlaşmalar bir aysbergin görünen yüzeyi kadardır, daha fazlası değil.
Faşist cuntadan bu yana adından en çok söz edilen üs İncirlik'tir. Ne zaman Ortadoğu'da bir gerilim yaşansa, gözler İncirlik'e çevrilmektedir. Çünkü İncirlik gerçekten de ABD açısından kilit üslerden biridir ve her ikili anlaşmanın baş konularındandır. Nitekim, Çevik Kuvvet operasyonları için düşünülen gözde üs burasıdır.
SEİA anlaşmasıyla İncirlik'te hazır bulunan 16 uçağa ilave olarak 24'er uçak bulunan iki F-16 filosu eklenmiştir. Keza İncirlik'ten ABD'nin daha fazla yararlandırılması da karara bağlanmıştır.
Bunlara ek olarak, ABD deniz piyadelerinin İncirlik'te konuşlandırılması ve bunların ''Türk hükümetine bile haber vermeden'' Lübnan'a harekat düzenleyebilmesi de ABD'ye bağımlılığın hangi boyutlara vardırıldığını göstermesi bakımından öğreticidir.
Bu anlaşma SSCB'den gelebilecek bir nükleer saldırıya anında karşılık vermek üzere, nükleer bomba yerleştirilmiş uçakların 24 saat hazır halde bekletilmesini içermektedir. Bunun sonucu olarak Eskişehir, İncirlik, Balıkesir, Mürted ve Erhaç üslerindeki hangarlarda nükleer bomba yüklü uçaklar 24 saat her an uçuşa hazır beklemektedirler.
Nükleer mermi atan Howitzer toplarının ve nükleer bomba atan savaş uçaklarının konuşlandırılmasına izin vermekle faşist cunta, Türkiye'yi bir nükleer hedef, nükleer çatışma alanı haline getirmiştir. 19 Eylül 1980 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir açıklamada, nükleer füzelerin gerekirse Türkiye'ye kaydırılacağını söyleyen NATO Başkomutanı ROGERS ile; 8 Ekim 1986 tarihli aynı gazetede ''Türkiye'ye taktik nükleer silahlar yerleştirilmesi konusunda çalışmalar yapıldığını'' açıklayan NATO Güney Avrupa Başkomutanlığı Kurmay Başkanı General Thomas HCALY'nin sözlerinden de anlaşılıyor ki, Türkiye her an patlamaya hazır bir nükleer bomba haline getirilmektedir. Bir nükleer savaşın çatışma merkezini kendi toprakları dışında tutmaya çalışan ABD için, Türkiye gibi bir ülkeden daha iyisi bulunabilir mi? Dünyanın her yanında anti-nükleer kampanyalar sürerken, muhalefetin zayıf olduğu bir ülkeye nükleer silahları yerleştirmenin emperyalizm için avantajları ortadadır.
NATO'nun ''Taktik Av Silahları Eğitim Merkezi'' olmayı hiçbir ülke kabul etmemiştir. Hakiki mermilerin kullanıldığı, süpersonik uçuş, gece uçuşu ve alçak uçuşların (15 metreden) yapıldığı eğitimlerin insanlar, hayvanlar ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri dolayısıyla, hiçbir NATO ülkesinin kabul etmediği bu iş de Türkiye'nin üzerine yıkılmıştır. Nasıl olsa kabul edecek uşak zihniyetliler Türkiye'de vardır.
Alçak uçuşun yarattığı sese, değil insanların, hayvanların bile dayanamadığı ve bitki örtüsünün bile harap olduğu bilindiği halde her gün 150 uçak, ikişer haftalık dönemler içinde toplam 2500 uçağın Konya'da eğitim uçuşu yapmasına izin verilmesi, tam bir bağımlılık göstergesidir.
Metropol ülkenin hayvanı ve bitki örtüsünün bile, bizim insanımızdan değerli görüldüğünün kanıtıdır bu anlaşma.
Bu proje son yılların en büyük projelerinden olup, projenin kapsamı ve yürütülüş biçimi itibariyle de emperyalizme bağımlılığı derinleştiren bir anlaşmadır. Öyle ki, projeyi yürüten kuruluşun(*) hisselerinin, %51'inin Türk tarafına ait olmasına karşın yönetim ABD'lilerdedir.
Teknolojik olarak gelişmiş F-15 yerine ''uçan tabut'' olarak adlandırılan F-16 yapılmasını içeren bu proje, ABD'de ömrünü doldurmuş bir teknolojinin yeni-sömürgelere satılması yoluyla, artık kârlı olmaktan çıkmış ve atıl duruma gelmek üzere olan bir yatırımı yeni-sömürgelere aktarmaktadır. Böylece yeni-sömürgelerin bağımlılığı (teknolojik olarak ve yedek parça vs. yönünden) da artırılmaktadır. F-16'nın bütün parçalarında dışa bağımlılık vardır. Bilgisayar kartları ise ABD'li askeri sorumluların kontrolünde bulunmaktadır.
4 milyar 200 milyon dolarlık bir bedel biçilen proje, Türk Hava Kuvvetleri'nin ''modernizasyonu'' için 1994'e kadar 160 adet F-16 üretimini tamamlayacaktır. Daha sonra da eğitim uçağı, hafif nakliye uçağı ve helikopter yapım projelerini uygulama çalışmaları sürdürülecektir.
Hava Kuvvetleri'nin modernizasyonu gerçek amaç ise, neden F-15'ler değil de ''uçan tabut'' olarak anılan F-16'lar seçilmiştir? F-16'ların seçiminde Tahsin ŞAHİNKAYA'nın aldığı rüşvete ilişkin iddialar ve bu konunun soruşturulmadan kapatılması konumuz olmadığı için bu noktayı geçiyoruz. Ancak amaç ''modernizasyon'' değil, ABD'de ömrünü tamamlamış, emekliliği gelmiş bir teknolojinin Türkiye halklarının alınterinden çalınacak en az 6-7 trilyon liralık bir para karşılığında, argo deyimiyle ''yutturulması''dır.
Bu proje için taahhüt ettiği, 1 milyar 270 milyon dolarlık döviz akışında, %15'inden fazlası 1987'ye kadar Türkiye'ye gelmesi gerekirken bu oran %2.5'de kalmıştır. Projedeki her gecikme Türkiye halklarının sırtına biraz daha binen yük demek olacağından emperyalistlerin acelesi yoktur.
4,2 milyar dolarlık bir projenin karşılığının ödenebilmesi için General Dynamics ve General Electric ile off-set anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmalardan ''Direct Off-set'' anlaşması 1994 yılına kadar TAİ ve TUSAŞ Motor Sanayii ve yapılacak uçak ve motor parçalarının General Dynamics ve General Electric'e ihracını kapsıyor. İndirect Off-set, General Dynamics'in, DPT Yabancı Sermaye Dairesi Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı ile imzaladığı bir anlaşmadır. Mal ve hizmetler satın alınması, yatırım, ortak girişimler, teknoloji transferi, kredi ve pazarlama konusuna yöneliktir. Ve düşünülen yatırımlar şunlardır:
- General Dynamics'in ortak olduğu Ankara Hilton Oteli,
- İzmir'de Hilton Oteli,
- Mersin'de bir otel,
- Tekirdağ'da ''yap-işlet-devret'' yöntemiyle yapılacak olan ve ABD'nin en büyük müteahhitlik firmalarından BECHTEL'in ortak olacağı büyük bir termik santral,
- İhraç edilecek sebze ve meyveleri uzun süre taze tutacak bir hidrojenli bileşimi üretecek tesislerin yapımı (Men Sonte Şirketi ortaklığı),
- Rockwell firmasıyla otomotiv sanayiinde ortak yatırım.
Teknoloji transferine ilişkin düşünceler ise şöyle:
- Tarımda verimliliği arttırmak için hidrid mikro elektronik teknolojisine ilişkin yatırımlar,
- Tekstil Sanayiinde yeni teknolojiler,
- Araştırma ve savunma sanayiinde yatırımlar,
- Mermer, oto lastiği, maden ve duvardan duvara halı ihracatına devam edilecek,
- Tarım konusunda yeni yatırımlar yapılacak. (21.3.1987 Cumhuriyet)
20 Nisan 1988 tarihli Milliyet gazetesinin verdiği habere göre ABD Savunma Bakan Yardımcısı Ronald LEHMAN ile, Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Kaya YAZGAN başkanlığında toplanan ortak savunma grubu toplantısın da önemli kararlar alınıyor:
''Tank modernizasyonu programı çerçevesinde 1200 tankın daha program kapsamına alınmasını, Türk Deniz Kuvvetleri için TRAK tipi, yeni Firkateynin Türkiye'de yapılmasını (...), 40 Fantom uçağının yer destek malzemesinin sağlanmasını karara bağladı.
''Toplantıda alınan önemli kararlardan biri de, Türkiye'deki İncirlik, Pirinçlik, Sinop, Konya gibi ortak üslerdeki dinleme cihazlarıyla radarların, daha modern ve etkin sistemlerle değiştirilmesi idi.''
1983 yılında Türkiye'ye AWACS uçaklarının yerleştirilmesiyle birlikte ele alındığında, Türkiye ABD'nin kulağı haline getirilmiştir. Türkiye'nin bunda ne gibi bir çıkarı vardır? Bunun karşılığında ''uçan tabut''ları satın almak mıdır bu hizmetlerin ödülü?
Faşist cuntanın ülke çıkarlarını nasıl koruduğunu göstermek açısından Yunanistan'ın NATO'ya geri dönüşü konusundaki gelişmeleri özetlemek gerekli olmaktadır.
Bilindiği gibi TC ordusunun Kıbrıs'ı işgali üzerine, Yunanistan NATO'nun askeri kanadından çekilmiş ve Yunanistan askeri kanada geri dönmek istediğinde, Türkiye karşı çıktığından bu olanaklı olamıyordu.
Türkiye ve Yunanistan egemen sınıfları arasındaki bir dalaşta, bizim taraf olmamız diye bir sorunumuz yoktur. Biz ML'ler, Türkiye ve Yunan halkları arasında, eşitlik, kardeşlik, birbirinin haklarına saygı temelinde gerçek barışın, her iki ülkede demokratik halk iktidarlarının kurulmasıyla sağlanabileceğini söylüyoruz. Bu bağlamda, gerek Kıbrıs gerekse Ege vb. konularda Türkiye ve Yunanistan egemen sınıfları arasındaki ''it dalaşı''nda, halklar taraf değildir. Bu nedenle Yunanistan'ın NATO'ya dönüp dönmemesi bizim sorunumuz olmadığı gibi, böyle bir konuda Yunanistan'ın dönüşüne ''evet'' denmesi, ya da engel olunması diye bir tercihimiz de olamaz. Biz ne Türkiye, ne de Yunan halklarının NATO'da emperyalizmin ucuz askerleri olamayacağını söylüyoruz. NATO'nun kendisine karşıyız.
Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü konusundaki ROGERS Planına ''olur'' diyen faşist cunta lideri EVREN'i eleştirirken, biz ML'lerin ''Yunanistan'ın dönmemesi gerekirdi, bu durum ulusal çıkarlarımızı sarsmıştır'' gibi yaklaşımları yoktur. Sadece şunu diyoruz: Türkiye egemen sınıfları, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşü konusunu ellerinde bir koz olarak tutmakta sonsuz yarar umuyorlardı. Oysa cuntanın hemen ilk günlerinde EVREN, Türkiye egemen sınıflarının bu kozunu NATO Başkomutanı ROGERS'la kişisel dostluğuna harcamıştır(!) Hiçbir yazılı anlaşma olmadan ve taahhüt almadan, ''dostum'' diyecek kadar yakınlık içinde olduğu ROGERS'in ricası üzerine, Yunanistan'ın NATO'ya dönüşüne ''olur'' vermiştir. CARTER, bu sorunu nasıl çözdüklerini şöyle anlatıyor:
''... Bu sorun daha sonraları daha kolay çözüldü... Biraz General ROGERS sayesinde. Sayın EVREN'e çok yakın dosttu. Sayın EVREN'in iyi niyetli yaklaşımı olmasaydı bu sorun çözülemezdi. Tamamen iki askerin şahsi dostluğu sayesinde gerçekleşti...''
Bir devlet adamı düşünün ki, hiçbir karşılık beklemeden, iyi niyet adına, şahsi dostuna elindeki kozu teslim etsin. Bir devlet adamı düşünün ki, kendi elleriyle burnunun dibindeki adaların silahlandırılmasına onay versin. Böyle örnekler, emperyalistlerin bir ''ricası''yla darbe yapan Latin Amerika ''muz cumhuriyetleri''nde bulunabilir ancak. Ve böyle bir ''anlaşma'', ya yenilgi koşulların da zorluklarla imzalanır, ya da bir uşağın efendisine kaderini terk etmesi olarak açıklanabilir.
Ege'de tam bir denetim kurmak ve SSCB'nin boğazlardan gelen yolunu kesmek için, Yunan adalarının silahlandırılmasında yarar uman ABD'nin çıkarları doğrultusunda ve Lozan anlaşması uyarınca ''silahlardan arındırılmış bölge'' olan Limni'nin silahlandırılmasına ''evet'' diyen cuntanın bu ''evet''inden, sonra NATO diğer adaların da silahlandırılmasını istemektedir. Bu da gösteriyor ki, Yunan adalarının silahlandırılması, NATO'nun programında vardır ve böyle bir konuda ''hayır'' demek cuntanın harcı değildir. Faşist cuntanın ''vatanseverliği'', ''ulusal çıkarları'', Amerikan emperyalizminin çıkarları noktasında son bulmaktadır.
ÖZETLE;
ABD'nin 1980 yılında NATO ülkelerini, NATO bölgesi dışı alanlardaki çatışmalarda aktif görev alma konusunda ''esnek'' olmaya ikna etmesinden sonra, NATO'nun görev alanlarının nerede bittiği, nerede başladığı belirsizdir. Bu anlamda emperyalizmin kuklası faşist cuntanın imzaladığı ikili anlaşmaların yükümlülükleri ile Türkiye'nin ne zaman, nerede, nasıl bir maceraya sürükleneceği meçhuldür. Yeni Kore'lerin yaşanması olanakdışı değildir.
1980 yılı sonrası, toplumsal muhalefetin susturulduğu, basın-yayın organlarının Abdülhamit dönemine rahmet okutacak ölçüde sansüre uğradığı, ikili anlaşmaların açıklanması ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylanması gibi bir zorunluluğun olmadığı, her şeyin ''kişisel dostluk'', ''cuntanın iyi niyeti'' ve ''emperyalizme kölece bağımlılığı'' çerçevesinde çözümlendiği bir dönem de imzalanan anlaşmalarla Türkiye bir üs, TC ordusu da çevik kuvvetin bir parçası haline gelmiştir.
Yeni üsler, havaalanları, diğer tesislerin kurulması, var olanın genişletilip modernleştirilmesi, üs ve tesislerdeki silah, teçhizat ve diğer malzemelerin artırılması, nükleer silahların ve topların yerleştirilmesi, nükleer bomba taşıyan uçakların her an göreve hazır olarak tutulması, çevik kuvvetin harekatları için yeni olanaklar ve kolaylıklar sağlanması, F-16 türünden büyük ölçüde bağımlılık oluşturan silah sanayiine yönelik ortak yatırımlara gidilmesi, herhangi bir savaş halinde ABD'nin Türkiye topraklarını, insan, hayvan ve araç gücünü kendi malı gibi kullanmasına olanak sağlanması vb. gibi onlarca konuda ''kölelik anlaşmaları'' imzalanması,12 Eylül askeri faşist cuntasının marifetleridir.
Mevcut anlaşmaların boyutunu, kapsamını bilmek olanağı yoktur. Büyük kısmı kamuoyundan gizlenir. Bilinenler, ancak Amerikan kaynaklarından kısmi bilgiler edinilebilen anlaşmalara ilişkin kamuoyuna yansıyanlar, ya da bilinmesinde ''sakınca'' görülmeyen, ya da çeşitli uluslararası casusluk hikayeleri sonucu ortaya çıkarılmış bilgiler olup, bütün bunlar ancak bir aysbergin su seviyesi üzerinde kalan küçük bir bölümünü oluşturur. TC hükümetlerinin bile sayısını ve içeriğini bilmediği böylesi nice anlaşmalara 12 Eylül döneminde yenileri eklenmiştir.
Bugünün Savunma Bakanı Ercan VURALHAN'ın çelik yelek ve zırhlı araç alımında, cuntacı Tahsin ŞAHİNKAYA'nın F-16 projesinde ortaya çıkarılan rüşveti ve yolsuzlukları, cunta döneminde emperyalizmle ilişkilerin nasıl yürüdüğünün, ilişkilerde ulusal çıkarların mı, kişisel çıkarların mı rol oynadığının en güzel örnekleridir.
Faşist cuntanın emperyalizmle ilişkilerinin toplu bir değerlendirmesini biz yapmayalım, ABD Savunma Bakanı WEINBERGER yapsın!
''Beklentilerimiz tam anlamıyla gerçekleşti'' (''Tank Sesiyle Uyanmak'', s.439)
Sonuçta bu ''şike''den her iki taraf da memnun. Avrupalılar ''demokrasi'', ''insan hakları'', ''işkence'' dedikçe kendi ülkelerindeki insanlara dönüp ''gördünüz mü, ne kadar çok demokrasi yanlısıyız'', ''anti-demokratik uygulamalarla hiçbir ilgimiz yok'' deyip kendi demokrat kamuoylarından olumlu puan alır, ''demokrasi şampiyonu'' ve ''ezilen, yoksul halkların vasisi'' gözükürken; cunta da miting meydanlarında ''biz onlara soruyor muyuz, sizde niye idam yok diye?'', ''biz onlara söylüyor muyuz sizde faşist parti niye yok?'' diye gürleyerek (!) (4 Nisan 1982'de Kenan EVREN'in Bursa konuşmasından) bağımsızlığa, ne kadar çok düşkün oldukları, kimseden emir almayacakları imajını verme şansı bulmaktadır.
Evet, cunta ile batılı emperyalistler arasındaki bu sözde gergin ilişkiler, ''danışıklı dövüş''tür. Ancak, bu ''danışıklı dövüş'' kendi içinde bir çatışmayı da içeriyor. Bu çatışma, kaynağını ABD ile diğer emperyalistler arasındaki çelişkilerden alıyor. ''Dünyanın Jandarması'' ABD'nin 12 Eylül cuntasını bizzat örgütlemesi ve güdümüne alması ile faşist cunta doğrudan ABD çıkarlarına uygun olarak yapılmış ve ''Amerikancı'' sıfatına layık olduğunu da her fırsatta göstermiştir. Faşist cuntanın gerek askeri, gerekse ekonomik, siyasi ve kültürel plan da, ABD ile doğrudan bağımlılık ilişkileri içinde oluşunu, Batılı emperyalistler içlerine sindirememişlerdir. Önce 12 Mart, ardından da 12 Eylül cuntalarının her defasında -sömürünün pay edilmesinde- ABD lehine işlemesi, diğer emperyalistleri rahatsız ediyor. Her ne kadar Türkiye'deki faşist rejimin korunması ve sömürü ilişkilerinin devamının sağlanması itibarıyla Batılı emperyalistler de cuntayı ''kerhen'' desteklemek zorunda kalmışlarsa da sömürüden aldıkları payın azalması itibarıyla cunta ile ilişkileri soğuk olmuştur. Ayrıca Avrupa demokratik kamuoyunun kendi hükümetlerine baskıları sonucu, bu hükümetler, insan hakları ihlalleri, işkence ve anti-demokratik uygulamalar konusunda duyarlı olmak, kimi yaptırımlara gitmek zorunluluğu duymuşlardır. Ekonomik ve siyasi yaptırımlarda bir diğer etken de, emperyalist Batıdaki kriz nedeniyle kredi ve borç para verme konusunda, zaten sıkıntılar yaşayan Batılıların, hem bu yükümlülüklerden kurtulma, hem de cuntadan taviz koparmak ve Türkiye'yi AET'ye üye kabul etmemek için, bu olguyu koz olarak kullanmasıdır.
Kısaca özetlediğimiz bu karmaşık ilişki ve çelişkiler sonucu, Batılı emperyalistler kimi zaman cuntaya tavır alır gözükmüşlerdir. Federal Almanya'nın, cunta gelir gelmez 600 bin marklık krediyi dondurması, Avrupa Parlamentosu'na Türk üyelerin kabul edilmemesi, çeşitli dönemlerde Avrupa hükümetlerinin cuntaya, işkence, idamlar ve insan hakları ihlallerinin önlenmesi, cezaevlerinde insanca yaşam koşullarının sağlanması vb. konularda uyarı ve başvurularda bulunmaları, hep bunun ürünüdür. Yoksa, Batılı emperyalist hükümetlerin Türkiye'de demokrasi diye bir sorunları yoktur, olamaz. Eğer bugün kendi ülkelerinde faşizme gerek duymuyorlarsa, bu, sınıf mücadelesinin seviyesinin henüz faşizmi gerekli kılacak boyutta olmamasındandır.
ABD'nin cuntaya tam destek vermesinin nedeni ise, cuntanın Amerikancı oluşu ve her konuda ABD ile tam bir görüş birliği içinde olmasındandır. ABD ile Batılı emperyalistler, çıkarlarının çakıştığı koşullarda, cuntayı destekleme konusunda ortak davranmışlar; ama çıkarları çatıştıkça cuntaya yönelik farklı tavırlar içine girmişlerdir.
Ortadoğu petrolünün korunması için gerekebilecek operasyonlarda Türkiye'nin Çevik Kuvvet gibi kullanılması konusunda ABD ve diğer emperyalistler aralarında anlaşmaktadırlar. Körfez bölgesinde jandarmalığı üstlenen ABD'nin SSCB ile çatışacak seviyede bir kriz yaratmasından korkan Batılı emperyalistler, bu noktada ABD'den ayrı düşünmekte, dolayısıyla Körfez ve Ortadoğu konusunda çekingen davranmakta ve doğrudan rol almak istememektedirler. Gerçi bu konuda belli bir esneklik göstermişlerdir. Ama yine de temkinli davranmaktan vazgeçmiş değillerdir. Ama öte yandan petrolün korunması zorunluluğu vardır ve bu nedenle Türkiye gibi ülkelerin bölgede bekçilik yapması, onların da işine gelmektedir. Bu yüzden ABD'yi bu konuda, el altından da olsa desteklemektedirler. Çünkü Ortadoğu ve Körfez, Batılı emperyalistler açısından da stratejik öneme sahip bir bölgedir.
(*)Türk Uçak Sanayii A.Ş.(TUSAŞ), Türk Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı, Türk Hava Kurumu, Amerikan General Dynamics ve General Electric şirketlerinin ortaklaşa kurdukları Türkish Aerospace Industries (TAI)