Burjuvazi tarih sahnesine çıktıktan sonra, kurduğu sömürü düzenini yıkmak isteyen toplumsal güçlere ve onların örgütlerine karşı, fiili ve ideolojik saldırıyı hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Fiili saldırının temel araçları katliamlar, işkence, yok etme politikaları ve sözde yargılamalar olurken, saldırının ideolojik yanını ise yalan, demagoji ve çarpıtmalar oluşturur.
DEVRİMCİ SOL Davasının Askeri Savcısı da hazırladığı iddianamelerinde ve mütalaasında bilinen nakaratı devam ettirmektedir; ''kökü dışarda'', ''vatan hainleri '', ''teröristler'', ''dış mihrakların maşaları'', ''komünist ülkelere bağlı uydular'' vs. vs...
Askeri Savcı, biz Marksist-Leninistlerin ''kökü dışarda'' olduğunu ''kanıtlamaya'' karar vermiştir ya, olanca cahilliği ve bilgisizliği ile kafasındaki bütün bildiklerini (ya da bilmediklerini) döktürüyor.
''Gerek DEVRİMCİ SOL örgütünün, gerekse ‘devrim yapmak - devleti yıkmak - sosyalist ve komünist bir proletarya diktatoryası idaresi getirmeye yönelik’ tüm örgütlerin son yönetimi yurtdışında kurulu bulunan Türkiye Komünist Partisi (TKP)’nce olmaktadır. Bu ise bilindiği gibi komünist ülkelerin emrinde bir partidir. Amacı Türkiye’de komünist uydu bir idarenin yönetime gelmesidir.'' (DEVRİMCİ SOL İddianame-I, s.l3)
Askeri savcının kafası burjuva akımlarıyla dolu olduğundan ''bağımsızlık'' gibi bir düşünceyi hiç aklına getiremiyor ve dünyayı iki renge boyayarak, hemen ''dahice'' saptamasını yapıveriyor:''Ya Amerika’ya ya da Sovyetler Birliği’ne bağlı olacaksın!'' KoI kanat germeye çalıştığı sömürü düzeni ABD işbirlikçiliği olunca, buna karşı çıkan herkes de ''Sovyet işbirlikçisi'' oluveriyor savcının kafasında.
Diğer yandan, büyük bir kibirlilikle askeri savcı, DEVRİMCİ SOL’un -hatta tüm sol örgütlerin- TKP tarafından yönetildiği iddiasını ortaya atabilmektedir. Cehalet ayıp değildir, fakat cahil kalmakta diretmek en affedilmez ayıptır, ahlak sorunudur. Hareketimiz DEVRİMCİ SOL’un TKP’ye bakış açısı bir sır değildir. Bugüne kadar çıkan tüm yayınlarımızda sadece TKP ile değil, tüm diğer sol örgütlerle de olan farklılıklarımızı -devrim, mücadele ve örgüt anlayışımız açısından- defalarca ortaya koyduk. Askeri savcı, elinde bulunan bu yayınları okuma zahmetine katlansaydı, TKP’yi Marksizm-Leninizmden sapma, revizyonist-reformist bir örgüt olarak değerlendirdiğimizi görürdü. Ama zaten savcının böyle bir derdi yoktur; onun amacı Marksist-Leninistlerin ''dış mihraklı'' olduklarını ispat (!) etmektir.
Oligarşinin bütün sözcülerinin olduğu gibi, savcının da diline doladığı ''komünist ülkeler'' ve ''uydu''luk sözlerine gelince; sosyalistler arası ilişkiler hiçbir zaman ''uydu''luk ilişkisi değildir. Sosyalistler her şeyden önce enternasyonalisttir ve ilişkiler bu temelde dostluk, dayanışma olarak şekillenir. Bizim, sosyalist ülkelere bakış açımız, eleştirilerimiz bellidir. Buna karşın, sosyalist sistemi oluşturan tüm güçler bir bütün olarak dostlarımızdır ve emperyalizme karşı ittifak politikamız içindedirler. Oligarşinin sözcülerinin, bizlere yamamaya çalıştıkları ''uydu''luk beratı, kendi işbirlikçiliklerini gizleme, halkı aldatma amaçlıdır ve mutlaka geri tepecektir.
Askeri savcı, ''çok bilmiş, araştırmacı'' kimliğine bürünmeyi fazlasıyla seviyor ve Türkiye’deki anarşizmin doğuşunu incelediğinden söz ederek, ilkelliklerine devam ediyor. Sınıf mücadelesini ''anarşizm'' olarak değerlendiren anti-komünist kişilik bir yana, savcının Türkiye Sol Hareketinin tarihinden bihaber olduğu da çok açıktır.
Savcının sol hareket üzerine söylediklerini aktarmak yararlı olacak:
''Buna göre 1950-1960 yılları farklı bir anlayışla değişik bir hayatın hüküm sürdüğü, köylerden kentlere çarpık kentleşmeyle göçlerin arttığı, gecekondulaşma ile buralarda mezhep, anlayış ve ekonomik benzerlikleri olan kişilerin kurumlaştığı bir dönem olarak: 1960 İhtilali’nden sonra bir yandan 1950-1960 döneminin birikimi, bir yandan 1960-1964 dönemi orta-sol ve Marksist siyasi işbirliği ile parlamentarist sistem tüm kurallarıyla varlığını sürdüremeyerek 1968-1971 yıllarında Marksist-Leninist fikrin ve teorik hazırlıkların gündeme geldiği, şehir gerillasıyla eylemlerin gerçekleştirilerek kır gerillasının doğmasına ve nihayet 12 Mart 1977 müdahalesine ulaşılmıştır.'' (DEVRİMCİ SOL Davası Mütalaası, s.6)
Türkiye Sol Hareketinin doğuşunu, gelişimini ve 60’lı yılların sonu ile 70’in başında Marksist-Leninist çizgisi netleşen THKP-C’yi; günümüzde Marksist-Leninist düşüncenin savunucusu örgütümüz DEVRİMCİ SOL ile diğer sol örgütleri, bizimle farklılıklarını, savunmamızda ortaya koyacağız. Daha açıkça görülecektir ki, savcı tam bir bilgi fukarası olmak için direnmekte, gerçeklere gözünü kapamaktadır.
Çünkü Türkiye Sol Hareketi, savcının iddia ettiği gibi ne 1960 sonrası ortaya çıkmış, ne de TKP tarafından yönetilmektedir. Bu uyduruk iddialar, faşizmin onyıllardır kullana kullana posasını çıkardığı, ama yine de vazgeçemediği yalanlarıdır.
Oligarşi ve onun sözcüsü durumundaki askeri savcı, biz Marksist-Leninistlerin kökünün nerelerde olduğunu kafasına sığdıramaz. Bizim kökümüz halktır ve onlar halkı tanımazlar. Bizim kökümüz sınıf mücadelesinin içindedir ve onlar sınıf mücadelesini anlamaktan acizdirler. İşte onun içindir ki, ''kökü dışarda'' der dururlar.
Burjuvazinin ve her düzeyde sözcüsünün Marksist-Leninistlere yaklaşımı tarih boyunca hep böyle olmuştur. Onlara göre LENİN ''Alman ajanı''dır. Fidel CASTRO ''piyon''dur. Bu iddialar ileri sürülürken asgari ölçülerde de olsa belli, kalıplara dayanmak zorunluluğu duyulmaz. ''Ben söyledim oldu'' anlayışı, ilkel ve kaba ama bilinçli olarak hep kullanılagelmiştir. Bu nedenle askeri savcı bir istisna değil, aksine emperyalizm kaynaklı propaganda savaşının uç bir örneğidir.
Askeri savcının ''kökü dışarda''lıktan anladığı nedir bilemiyoruz ama, tarifine uyanları biliyoruz. Emperyalist tekellerin Türkiye şubesi olan ve çıkarlarının devamı için, karşı-devrimci propagandistlerine birçok maaş da ödeyen yerli holdinglerdir. Bizlerin dış ülkelerden mali destek aldığımızı yüksek matematik bilgisiyle (!) bir çırpıda ''ispat'' eden askeri savcı; emekli generallerin ABD tekellerinin uzantısı durumundaki holdinglerde, nasıl yönetim kurullarını doldurduklarını; 12 Eylül askeri faşist cuntasının şeflerinden Tahsin ŞAHİNKAYA’nın, Amerikan silah tekelinden yediği rüşvetleri; Nejat TÜMER’in kaçakçılık ilişkilerini, bir dönem emrinde çalıştığı İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Başsavcısı Albay Süleyman TAKKECİ’nin, yeraltı dünyasıyla ilişkilerini; kaçakçılardan, pavyon sahiplerinden aldığı rüşvetleri bilmiyor mu acaba? Ne dersiniz? Kimin kökü dışarda? Kimin kökü halkın içinde, kimin kökü ABD tekellerinin çöplüğünde? Bilinmediğini sanmıyoruz! Bilindiği içindir ki ''yavuz hırsız'' misali, sözcülüğünü yaptığınız egemen güçlerin kirliliklerini, utanmazlıklarını gizlemek için, biz Marksist-Leninistleri suçluyorsunuz. Bizlerin ''kökü dışarda'' olduğunu hiç kimse ispat edemedi, edemez de; ama biz ve halkımız; korumaya çalıştığınız kokuşmuş düzenin ve efendilerinin köklerinin Ankara’dan Washington’a kadar uzandığını çok iyi biliyoruz.
Askeri savcı, Türkiye Sol Hareketinin tarihi ve bugünü hakkında hiçbir şey bilmiyor ve faşizmin ilkel demagojilerine sarılıyor, ama biz Marksist-Leninistler, sözcülüğünü yaptığınız oligarşinin tarihini, gelişimini ve bugünkü yapısını her yönüyle biliyoruz.
Askeri savcı gerçeklerden bu denli uzak, basit ve küçük hesapların peşindedir ki, TKP tarafından ''yönetildiğini'' iddia ettiği sol örgütleri, adeta birbirlerinin can düşmanı gibi göstermek sevdasındadır. Hem tek merkezden yönetilip, hem de birbirine girmek pek olacak şey değildir ama, bu saçmalığı bir yana bırakıp sol örgütler arası ilişkiler konusunda birkaç söz söylemek istiyoruz.
Halktan yana güçler arasında; farklı sınıf karakterlerinden kaynaklanan ve devrim, mücadele, örgüt anlayışlarına da yansıyan farklılıkların olması son derece doğaldır. Önemli olan bu farklılıkların, halktan yana güçler arasında oIduğunun kavranarak, bir çatışma ortamına, düşmanlıklara yol açmamasıdır. Savcının küçük hesaplarını bir yana itersek, sol içi mücadelede yer yer şiddete dönüşen olumsuzlukların olduğu da bir gerçektir. Bizler sadece olumlulukları gören, olumsuzlukları yok sayan küçük-burjuvalar değiliz. Bunları Türkiye Solunun olumsuzluk hanesine yazarak, sınıflar mücadelesi içinde yer aldığımız andan başlayarak, sürekli sol içi çatışmanın karşısında olduk, yanlış anlayışlara prim vermedik ve yer yer şiddete dönüşerek ideolojik mücadele sınırlarını aşan olumsuzlukların da daha üst boyuta sıçramasına gücümüz yettiğince engel olduk.
Peki, birbirinin kuyusunu kazan, binbir entrikayla, rüşvetle, hileyle, yalanIa sömürü düzenlerini sürdürenler herkes tarafından bilinirken, savcı neden devrimcileri suçluyor? Onun; yüce bir dava uğruna mücadele eden Marksist-Leninistlerin, ilerici ve yurtsever örgütlerin kendi aralarındaki olumsuzlukları ağzına almaya dahi hakkı yoktur. Egemen sınıflar hiç merak etmesin, Marksist-Leninistler her zaman olumluluklarından daha fazla olumsuzluklarını ortaya koyarak, sabırla ve inatla bunların üzerine gitmiş, yok etmeye çalışmışlardır. Bizim halktan gizlediğimiz hiçbir şey olmadı, bundan sonra da olmayacak.
Ülke, geri bıraktırılmış ve çarpık kapitalizmin egemenliği altında olunca, burjuvazi de çarpık ve geri oluyor. Doğal olarak burjuvazinin savunucuları da... Askeri savcı, mütalaasının her bir sayfasında yeni çarpıklıklar sergilemekten geri kalmıyor. Bakın ne diyor:
''Eylem olmadığı zaman içine düştükleri bunalımı giderme çareleri yoktur. Bu nedenle iyi bir Marksist, ancak başka insanlarla sürekli çatışma içinde ise sözde mutlu olabilir.'' (DEVRİMCİ SOL Davası Mütalaası, s. 36, Cilt-I)
Askeri savcının bu ''müthiş'' tezi, faşizmin psikologlarına yararlı olabilir. Amerikan ilaç tekellerinin ve CIA’nın ülkemizdeki temsilcilerinden ''Dr.'' Turan İTİL’e yakınlığı nedir askeri savcının bilmiyoruz ama aynı dili konuştukları kesin.
Türkiye Solu’nun tarihinde, savcının iddialarını kanıtlamaya yarayacak tek bir istisna; ideolojik, stratejik hat ve mücadele çizgisi yoktur. Bunlar, dünyaya işkenceli polis sorgularının merceğinden bakan askeri savcının anti-komünist kafasının yarattığı halisünasyonlardır.
''İyi bir Marksist''in nasıl olması gerektiğine gelince; yaşadığı dünyanın ve ülkesinin gerçeklerini kavramış, proletaryanın kurtuluş davasına kendini adamış, kişisel çıkar gözetmeksizin sınıfsız toplum için mücadele yürüten ve sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirmede, hiçbir tehlike ve riskten kaçmayan kişidir. Ve biz Marksist-Leninistler ''başka insanlarla'' değil, emeğin, proletaryanın düşmanlarıyla, yani emperyalizm ve işbirlikçileriyle çatışıyoruz. Eğer askeri savcı ''hastalıklı tipler'' arıyorsa, gözlerini faşist generaller çetesine ve işkencecilerine çevirmelidir. Bunalım düzenin kendisindedir, düzeni yıkmaya çalışan Marksist-Leninistlerde değil!
12 Eylülcü faşistler, ''kökünü kazıyacağız'' diye haklarında fetva verdikleri Marksist-Leninistlerin, devrimci ve yurtseverlerin yok olmadıklarını; yok edildiklerinin sanıldığı anda, yine ayağa kalkarak sınıf mücadelesindeki yerlerini aldıklarını gördükçe korkuyor, korktukça gerçeği inkar edemez hale geliyorlar. Fakat, bu kez olguları çarpıtmayı çıkar yol görüyorlar. Askeri savcı da aynı yolu izliyor ve şöyle diyor:
''Zira toplumda birçok nedenlerden dolayı başarısızlığa uğrayan, küskün olan, kin duyan insanlar, toplum kesimleri bulunacaktır. Marksizm-Leninizm böylelerine dünya cenneti vaat etmektedir.'' (DEVRİMCİ SOL Davası Mütalaası, Cilt-I, s.36)
Biz Marksist-Leninistler peygamber değiliz ve kimseye de ''cennet vaat etme'' gibi bir derdimiz yok. Biz, insanlığın topyekün kurtuluşunun, proletaryanın kurtuluşundan geçtiğini söylüyor ve insanları mücadeleye çağırıyoruz. Ve diyoruz ki; mücadele yolu sarptır, acılıdır, çilelidir ama başka türlü de kurtuluş yoktur. Kavgayı burjuvazi başlattı, biz kabul ettik, kurtuluşa dek sürdürülecektir. Cennet bunun neresinde? Yok eğer şöyle deniyorsa; ''Mücadele ile kazanacağınız şey, kendi cennetinizdir'', doğrudur! Sosyalizm emeğin cennetidir!
Sorunun diğer bir yanı daha var: İşçilerin, köylülerin, gençliğin mücadelesinin, biz Marksist-Leninistlerin ''cennet'' vaadiyle sürdüğünü iddia eden askeri savcı, fena halde yanılmaktadır. Sınıf mücadelesi nesnel bir olgudur. Biz istediğimiz için var olmadı; kimsenin keyfine göre de ortadan kalkmayacaktır. Aksini düşünmek idealizmdir ve savcı da idealizmin bataklığında boşuna kulaç atmaktadır. 12 Eylül’ün faşist generalleri de, bir kılıç darbesiyle sınıf mücadelesini durduracaklarını sandılar ve azgın bir terörle saldırdılar halkımıza. Sınıf mücadelesini kabul etmiyorlardı ama yaptıklarıyla ''koruyucusu ve kollayıcısı'' oldukları emperyalizm ve oligarşinin sınıf çıkarlarının gereğini yerine getirdiler! Proletarya ve emekçi halk kesimlerine, onların örgütlerine saldırarak ''kökünü kazımak''tan söz ettiler, başaramadılar. Başarmak için halkı yok etmek gerekiyordu çünkü!
Askeri savcı, ''küskün'' ve ''kin'' duyan toplum kesimlerinin varlığıyla açıklamaya çalışıyor sınıf mücadelesini. Bir kez daha söyleyelim; sınıf mücadelesi nesnel bir olgudur. ''Küskünlük''le, ''kin''le açıklanamaz. Hiçbir otorite de bu iddiaları inandırıcı bir temele oturtamadı. Sınıf mücadelesinin nesnelliğini yadsıyanlar ve onu fevri davranışlarla açıklamaya kalkanlar, tarihe bir kez daha bakmalıdırlar. Bugün dünyamızın 1/3’ü sosyalist sistemde yaşıyor ve bir o kadarı da sosyalizm mücadelesi veriyor. Savcının mantığıyla olanları açıklamak, bir avuç asalak dışında bütün insanları psikolojik olarak hasta ilan etmektir.
Ayrıca şunu sormak istiyoruz. Madem ki sorun birtakım insanların ''küskün''lüğü ve ''kin''i sorunuysa, neden bu kadar baskı, terör, yasak? Evet neden? Sakın toplumun ezici çoğunluğu küskün ve kinci olmasın? ''Birtakım kişiler'' diyerek kendi kendini aldatmak boşuna bir çabadır. Sömürünün olduğu yerde ona karşı mücadele kaçınılmazdır. İnsan davranışını da son tahlilde ekonomik durumu belirler. Bu unutulmamalıdır.
Burjuva idealizmi sınıf mücadelesini açıklayamıyor. Dolayısıyla Türkiye Sol Hareketinin tarihini de çarpıtıyor ve sınıf mücadelesiyle olan bağını kopartmaya çalışıyor. Askeri savcı da sahip olduğu idealist tarih anlayışıyla, gerçekleri tepetaklak etme uğraşından bir an olsun geri kalmıyor. Biz Marksist-Leninistlere ise, salt örgütümüze değil, tüm Türkiye Sol Hareketi’ne yönelik saldırı ve çarpıtmalara yanıt vermenin tarihsel sorumluluğu düşüyor.
Türkiye insanının sol düşüncelerle tanışmasının tarihi oldukça eskidir. 1908 burjuva devrimi girişimine dek uzanır.
Bu tarihi geçmişe rağmen, Türkiye Sol Hareketi, sosyalizm düşüncelerinin çok önceleri filizlendiği Avrupa'ya göre geç ortaya çıkmıştır. Geç kalmışlık olgusunu, Osmanlı toplum düzeninin nesnelliği içerisinde aramak gerekiyor.
Osmanlı toplum düzeninin kapitalizme evrilme dinamiklerinin zayıflığı ve son döneminde yarı-sömürgeleşmesi, modern bir burjuva ve proletaryanın şekillenmesinin önünde engel oluşturmuştur. Modern sınıf çatışmalarını yaşamayan Osmanlı İmparatorluğu'nda doğallıkla sosyalist fikirlerin gelişmesi de kısır kalmıştır. Sol düşüncelerle ilk tanışma fırsatını ise ancak, Avrupa'da eğitim görmüş aydın kesimler bulabilmiştir. Bu küçük-burjuva aydınlarının sol ya da sosyalist etiketli düşünceleri ise esasta, modern burjuva düşünce akımlarıdır. (Pozitivizm, Sosyal Darvinizm vb.) Jön Türk hareketine yön veren düşünce de, temelde, sınıf savaşımı gerçeklerini tanımayan ve zayıf bir anti-emperyalizm bilinciyle yoğrulmuş, burjuva milliyetçiliğidir.
Yarım kalmış bir burjuva devrim hareketi olarak, 1908 Jön Türk hareketi, Abdülhamit'in mutlak monarşisini filizlenmekte olan burjuvazi lehine sınırlamıştır. Meşrutiyet bu gelişmenin ürünü oldu ve seçim, basın özgürlükleri, vb. birçok demokratik özlü gelişmeyi beraberinde getirdi. İşte bu sınırlı ''demokratik'' ortamda, henüz nüve halinde bulunan işçi sınıfı, kendiliğindenci düzeyde de kalsa, dernekleşme, vb. oluşumları yaratmaya başlar. Yine aynı süreçte, adı ''sosyalist'' olan partiler kurulur. Ne var ki, kurulan ''sosyalist'' tandanslı partilerin, bilimsel sosyalizm ile ilgilerinin olduğunu söylemek güçtür. Hatta olanaksızdır.
Nesnelliğin ürünü olan bu sözde sosyalist partilerin, programları ve nitelikleri incelendiğinde, adları dışında sosyalizmin genel ilke ve prensipleriyle ilgilerinin olmadığı hemen görülür. Bu partilerin istemleri, burjuva demokratik niteliktedir. Siyasal ve demokratik hakların sınırlarını aşmayan, özgürlüklerin sağlanması, millileştirmelere gidilmesi, vergi reformu yapılması, çalışma koşullarının düzeltilmesi, sendikal örgütlenme hakkının verilmesi gibi hedefleri içeriyordu.
Küçük-burjuva ulusal karakterleri belirleyici de olsa, burjuva hümanizmi ile ütopik sosyalizm karışımı çizgileriyle bu partiler, Türkiye'de sol hareketin ilk nüveleri oldular.
Doğaldır ki bu nüvelenmeleri, Türkiye Sosyalist Hareketinin başlangıcı olarak değerlendirmek yanlıştır. Ancak bunlar, dar bir aydın çevrenin sola ilk açılışıdır. Bilimsel sosyalizm anlayışından uzak ve kitle bağları olmayan bu küçük-burjuva aydın örgütlenmeleri, İttihat Terakki diktatörlüğünün baskı koşullarında, Türkiye sınıflar mücadelesi tarihinde ciddi bir iz bırakmadan yok olmuşlardır. 1912 sonrası yeniden ortaya çıkma emareleri göstermiş olsalar da, Balkan Savaşı'yla bir kez daha sessizliğe gömülmüş, o tarihi kesitte varlıkları son bulmuştur.
Ancak Kurtuluş Savaşı yıllarına doğru ve savaş yıllarında, bilimsel sosyalizmin temel ilkelerini belli ölçülerde kavramış ve 1917 Ekim Devrimi ile birlikte Marksizm-Leninizmden etkilenmiş kesimlerin örgütlenmeleri, kendini 1920'de Türkiye Komünist Partisi (TKP) olarak somutlayacaktır.
Evet, Türkiye Sosyalist Hareketinin, doğrusu, yanlışı, hatası ve sevabıyla bir başlangıç noktası alındığında; burada M.SUPHİ'nin TKP'si vardır.
TKP nasıl bir partidir? 1920'lerden günümüze dek nasıl bir gelişim çizgisi göstermiştir? Türkiye Sosyalist Hareketi üzerindeki olumlu-olumsuz etkileri nelerdir? Ve sınıflar mücadelesi içindeki yeri nedir? Bu noktadaki bakış açımızı ortaya koymanın gerekliliğine inanıyoruz. Umarız savcı da bundan sonra bakacağı davalar için bir şeyler öğrenir!
1920'lere gelinirken ortaya çıkan sol yapılanmalar, birbirinden kopuk ve belli bir program, mücadele anlayışından uzak, kendiliğindenci yanları ağır basan gruplar niteliğindeydi. Bu yapılar, süreçte TKP'yi oluşturacak adımları atarak, merkezileşmeye çalışmışlardır. Bunların içinde nispeten daha ileri örgütlülüğe sahip üç ayrı sosyalist gruplaşma, TKP'yi oluşturdular.
Gruplardan ilki: Dr. Şefik HÜSNÜ'nün önderliğinde, 1919'da kurulan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF)dır.
Bu grup, ''Kurtuluş'' isimli bir gazete çıkararak o günkü süreçte kendine özgü faaliyetlerini sürdürmekteydi. Dr. Ş.HÜSNÜ grubunun özelliği, henüz tutarlı ve kararlı bir ideolojik yapıya kavuşamamış olması ve sınıf örgütlenmesi niteliğinden uzak, aydın bir çevreye hitap etmesiydi.
TİÇSF'na damgasını vuran esas olumsuzluk ise II. Enternasyonal oportünizminin uzlaşmacı ve sosyal şoven yönlerinin izlerini taşımasıydı. Ki bu izler, gelecekte TKP'nin siyasal çizgisinde hep var olacak köklü bir uzlaşma geleneğinin öncüleriydi.
TİÇSF'nın kuruluş yıllarında, II.Enternasyonal oportünizminin defteri LENİN tarafından dürülmüştü. Ama işçi sınıfı hareketi içinde etkisini henüz sürdürüyordu. Bu da doğaldı, çünkü uzun yılların birikiminin bir anda sökülüp atılması mümkün değildi. Aynı etkiler yeni yeni filizlenmeye başlayan Türkiye Sol Hareketi üzerinde de kendisini göstermiştir. Bilimsel sosyalist birikimin hemen hemen hiç olmadığı, halkçı (popülist) anlayışın sürece egemen olduğu bu dönemde, bu tür akımların etkinliği doğaldır.
Diğer yandan, sol hareketin sınıf mücadelesindeki deneyimsizliğinden kaynaklanan örgütlenme ve direniş bilincinden, alışkanlık ve geleneklerinden yoksunluğu da, olumsuzluğun bir başka nesnel nedenini oluşturur.
Saydığımız her iki olgu bütünleştirildiğinde o günkü süreçte böylesine bir yapının ortaya çıkması bir yanıyla doğal karşılanabilir; ne var ki nesnellik, TİÇSF'nın burjuvazi ile uzlaşma siyasetinin meşruluğu olamaz. Marksist-Leninistler ''nesnellik'' adına ''nesnelliğe teslimiyeti'' savunmazlar. Ve böylelerini de onaylamazlar.
Uzlaşma siyasetinin salt nesnellikten kaynaklanmadığı, süreçteki gelişmelere bakıldığında daha net görülür. II.Enternasyonal oportünizminin dünya sosyalist hareketi içindeki etkinliğinin kırılmasına karşın, TİÇSF'nın (sonraları TKP içinde ifadesini bulacak) reformist ve sosyal-şoven anlayışı bertaraf edilememiş; aksine bu anlayış, TKP revizyonizminin günümüze dek uzanan tarihindeki en kalın çizgisini oluşturmuştur. Sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirecek, proletaryanın bağımsız siyasi çizgisine yaşam kazandıracak, siyasi cesaret ve kararlılıktan yoksun önderlikler, Türkiye Sosyalist Hareketini günümüze dek olumsuz yönde etkilemiş, uzlaşma geleneğinin yaratıcısı olmuşlardır ne yazık ki.
TKP'nin kurulmasında önemli yeri olan bir diğer yapı ise M.SUPHİ'nin grubuydu. Bu grup, diğerleriyle kıyaslandığında Marksizm-Leninizme en yakın düşüncelere sahip olarak değerlendirilmekle birlikte, ülkemiz gerçeklerinin doğru bir analizinden hareketle devrimin rotasının çizilmesi ve buna uygun örgüt, mücadele, çalışma tarzı anlayışının ortaya konması noktasında yanlışlara düşmüş, özellikle Kemalizm sorununda -trajik sonlarına mal olan- değerlendirme hataları yapmış ve proletaryanın bağımsız siyasi çizgisini hayata geçirememiştir.
M.SUPHİ'nin şu sözleri, 14 yoldaşıyla beraber Karadeniz'deki trajik sonlarını hazırlayan; küçük-burjuvaziyi olduğundan daha solda gösterme ve ona güvenme düşüncelerinin yanlışlığını ortaya koymaktadır.
''Türkiye'de kumandan ve valiler, paşalar da dahil olduğu halde Bolşevizmin halaskar bir kuvvet olarak addedildiğini söylesek doğru olur. Yalnız büyük memurlar komünizmin Türkiye'de de tedricen ve yukarıdan aşağı doğru ve muhil (planlı, koşullara uygun -b.n-) bir şekilde tatbiki mümkün olacağını düşünmekte, amele ve askerler ise, harbin ve milli müdafaanın en büyük ağırlıkları kendi sırtlarına yükletildiğinden ve zengin sınıfların kendilerini yine istedikleri gibi soyduklarından şikayet ederek buna nihayet vermek için çare aramaktadırlar.'' (Aktaran M.TUNÇAY, Sol Akımlar, s.205)
Anlaşılacağı üzere, TKP daha o zamandan proletaryanın bağımsız siyasetini uygulayabilecek ideolojik, pratik formasyondan yoksundur. Bu yoksunluk nesnel koşulların yanlış analizinden ve kendi özgücüne güvensizlikten kaynaklanıyordu. TKP'nin bu zaafları, mücadele içinde atılamamış günümüze değin taşıdığı burjuva kuyrukçuluğu ve uzlaşmacılığının gelenekselleşmesine yol açmıştır.
TKP'yi oluşturan üçüncüler ise, büyük şehirlerde örgütlenen ''sosyalist'' gruplardı. Yalnız bu grupların, belirgin bir çizgileri ve özellikleri sözkonusu değildi. 1917 Ekim Devrimi ile beraber sosyalizmden büyük oranda etkilenmiş, Bolşeviklere sempati ile bakan, kendilerine sosyalist diyen insanların program ve ideolojik birlikten yoksun, kendiliğindenci bir araya gelişlerinin ötesinde bir nitelikleri yoktur, bu yapılanmaların.
Bu gruplarla birlikte Anadolu'nun çeşitli illerinden gelen 12 ''komünist teşkilat'' Ankara'da birleşerek 14 Temmuz 1920'de ''Hafi TKP''yi kurarlar... (Türkiye'de Sol Akımlar, M.TUNÇAY)
Siyasal arenada kendine yer açma ve etkinliğini geliştirmek amacıyla, saflarını geniş tutan, herhangi bir kıstas aramaksızın, sosyalizmden etkilenen küçük-burjuva aydınlarına içinde yer veren TKP, bu haliyle Leninist parti anlayışı ve proleter disiplinden yoksun, gevşek örgütlenmiş bir yapılanma özelliği göstermektedir. Parti saflarındaki insanlar her ne kadar bolşevik devrimine sempati duyan, ondan etkilenmiş unsurlar olsalar da, Il.enternasyonal oportünizminin hantal, gevşek, savaşçılıktan uzak örgütlenme anlayışı TKP'ye egemen durumdadır. Belli bir program ve mücadele hattından yoksunluk da, olumsuzluğun ikinci yanını oluşturur. İdeolojik kavrayış da oldukça yüzeyseldir.
TKP'nin bir programa sahip olması ve esas olarak kuruluşunun gerçekleşmesi, ancak Sovyetler Birliği'nde toplanan Doğu Milliyetleri Kurultayı'na, parti delegelerinin katılması sonrasında ''Birinci Umumi Türk Komünistleri Kongresi''nin toplanmasıyla mümkün olmuştur. Yapılan seçimle Mustafa SUPHİ başkanlığa seçilmiş ve ''faaliyet merkezi''nin Anadolu'ya taşınması kararı alınmıştır.
Bu kongre ile yurt çapındaki ''komünist'' örgütlenmeler arasında ideolojik ve örgütsel birlik sağlanmaya çalışılmış, bu yönde adımlar atılmıştır.
Olumlu olan bu adımla ilk anda kısmi başarılar elde edilmişse de, birliğin kalıcı ve güçlü olmadığı, sağlam temeller üzerine oturmadığı, ileriki yıllarda pratik içerisinde görülecektir.
TKP'nin kuruluşuna yol açan koşullar çerçevesinde, Sovyetler Birliği'nde toplanan kongre irdelendiğinde, görülen odur ki, bu kongre, sosyalizmden etkilenen küçük-burjuva aydın kesimlerin ve gruplanmaların, aralarında birlik sağlama yönünde attıkları ilk adımdır. TKP'yi bundan farklı göstermek, bazılarının yaptığı gibi ''proletaryanın öncü müfrezesi'' ilan etmek, olayı gizemli bir hale getirmek olacaktır ki, son derece hatalı bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşım, Marksist-Leninistlerin tarihsel materyalist anlayışıyla taban tabana zıttır ve bizim anlayışımız olamaz. Küçümsemek veya abartmak bizim işimiz değildir. Nesnel olguları kimse kendi subjektivizmine kurban etme hakkına sahip değildir.
Zaten, o tarihi kesitte, TKP'yi oluşturanlar da dahil, tüm sol grupların iktidar amaçlı ve ulusal kurtuluş mücadelesinin önderliğini ele geçirme hedefli bir programı ve mücadele hattı da yoktur. İktidar perspektifinden yoksun, küçük-burjuvazinin kuyruğuna takılmış ve hedeflerini demokratik hakları elde etmekle sınırlamış bir örgütlülüğün, adının ''komünist'' olması, onun proletaryanın bağımsız siyasi hareketi olduğu anlamına gelmemektedir.
Her devrimin temel sorunu iktidarın ele geçirilmesidir. İktidarı ele geçirecek organizasyon ise, proletaryanın örgütlenmiş gücünü ifade eden Marksist-Leninist partidir. Eğer ortada bilimsel sosyalizmin ilkeleri üzerine kurulduğu iddiasında olan bir ''komünist'' partisi varsa, iktidar mücadelesi de var oImalıdır. Oysa ki, TKP'nin ne iktidar sorunu, ne iktidar amaçlı mücadelesi, ne de sınıfa önderlik edebilecek bir örgütlenmesi ve anlayışı vardır. Bunca yoksunluk arasında proletaryanın ''öz örgütü''nden söz etmek mümkün mü? Tüm bu ideolojik, politik yaklaşımları bir yana bıraksak bile, pratikte Kemalizm kuyrukçuluğu yapan, Kemalist diktatörlüğün Kürt ulusal sorunu karşısındaki tavrını sosyal-şoven bir yaklaşımla destekleyen ve tarihi boyunca burjuvaziden tokat yemekle birlikte, yine de ondan icazet dilemekten vazgeçemeyen TKP'nin, ''proletarya partisi'' olduğunu söylemenin inandırıcılığı var mıdır?
Bir örgütün, çeşitli hata ve zaafları olabilir. Nesnel ve öznel çeşitli nedenleri vardır. Hatta bu eksik, hata ve zaafları sonucu yenilebilir, egemen sınıflar tarafından yok edilebilir. Fakat, başından beri varolan zaaflar -nereden kaynaklanırsa kaynaklansın- giderilmeye çalışılacağına, süreçte daha da belirginleşerek bir geleneksel çizgi haline dönüşüyorsa ve bu çizginin esasını da burjuvazi ile uzlaşma gibi Marksizm-Leninizm ile taban tabana zıt bir anlayış oluşturuyorsa, artık o örgütün ''proletaryanın bağımsız temsilcisi'' olmasından söz edilemez.
Ve TKP, bu haliyle Türkiye Solu'na 1970'e dek damgasını vuran uzlaşmacı-reformist geleneğin yaratıcısı, taşıyıcısı olmuştur. İstense de istenmese de, hoşa gitse de gitmese de gerçek budur! TKP'nin gerçeğidir bu!...
Bizler, Türkiye'de sosyalist hareketin hatası ve sevabıyla başlangıcını oluşturan TKP olgusunu, ne elimizin tersiyle iterek yok sayıyoruz ne de sosyalist hareketin tarihi adına, dokunulamaz, eleştirilemez bir güç sayıyoruz. Biz Marksist-Leninistler, Türkiye Sol Hareketinin tarihine her yönüyle sahip çıkıyoruz. Sahip çıkmak ise olumsuzluklara sünger çekmek anlamına gelmiyor. Aksi düşüncede olanları da, Marksizm-Leninizmden uzak, kibirli küçük-burjuvalar olarak görüyoruz.
Evet, 1920'lerin TKP'si ülkemiz koşullarını ve ulusal kurtuluş savaşı önderliğini yanlış analiz ediyordu. Ve bu yanlışlık ne yazık ki, M.SUPHİ ve yoldaşlarının trajik sonunu hazırladı.
Osmanlı Devleti emperyalistler tarafından paylaşılmış ve işgal edilmiştir. Anti-emperyalist kurtuluş savaşının başını ise, küçük-burjuva milliyetçisi (radikaller) olan Kemalistler çekiyordu. Güncel görev, emperyalizme ve işbirlikçi İstanbul Hükümeti'yle onların kışkırttığı gerici, karşı-devrimci ayaklanmalara karşı mücadele etmekti. Kemalistler ise kurtuluş hareketi içinde kendi dışlarında yer alan hiçbir örgütlenmeye yaşam hakkı tanımak istemiyorlar, bağımsız hareket etmeye kalkışanları terörle yok ediyorlardı. Bu nedenledir ki, ''Yeşil Ordu'' içinde örgütlenen demokratik köylü hareketinin, Bolşevizmden kısmen etkilenerek gelişmesi karşısında, Kemalistler, hemen devlet denetiminde bir yasal ''TKP'' kurdurmuşlar, ülkedeki Bolşevizm rüzgarlarını kendi potalarında eritmeyi hedeflemişler, diğer yandan da acımasız bir terörle kendi dışlarındaki demokratik güçleri ezmişlerdir.
İşte, TKP, Kemalizmin bu sınıfsal tavrını önceden çözümleyemedi, onun güvenilmez ikiyüzlü pragmatizmini değerlendiremedi. Anadolu Kurtuluş Savaşı'na katılmak için yurt topraklarına dönmeleri, yaklaşık 70 yıllık TKP'nin en olumlu yanını teşkil etti. Ama Kemalizmi anlayamamış olmaları aynı zamanda M.SUPHİ ve TKP ileri kadrolarının trajedisini yarattı ne yazık ki. O gün, mücadele etmek için yurda döndüler ve küçük-burjuva milliyetçileri tarafından hunharca katledildiler. Bugün ise, oligarşiden icazet aramaya geldiler, içeriye atıldılar. Evet, ilkinde trajediydi yaşanan, şimdi komediye dönüştü. Ne var ki, TKP tarihi ''hayal kırıklıkları tarihi'' olmuştur bir anlamda. TKP neden Kemalizmi tahlil edemedi? Neden Ulusal Kurtuluş Savaşı'na bağımsız bir politika ile aktif olarak katılmadı? Kuşkusuz bunun çeşitli nesnel ve öznel nedenleri vardır. Ama bunlar içinde belirleyici olan TKP'nin net bir sınıf bakış açısına sahip olmamasıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, TKP kadroları, Jön Türk hareketinden etkilenmiş ve Sovyet Devrimi ile birlikte sosyalizm düşüncelerini benimsemişlerdir. Bu nedenle TKP'nin sosyalizm düşüncesi yüzeysel kalmıştır. Sınıfları ve onların tarihsel, siyasal fonksiyonlarını doğru tarzda tahlil edememiş ve Kemalistlere aşırı bir güven beslemiş, sınıfın bağımsız politikasını geliştirememiştir.
1920'lerin TKP'si tüm bu olumsuz yanlarına ve trajik sonuna karşın, Türkiye'de ilk sosyalist hareketin çıkışı olması, sosyalist propagandanın sınırlı da olsa kitlelere götürülmesi, kitleleri örgütleme girişimleri, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda esas mücadele alanı olarak, yurt topraklarını görmesi anlamında olumluluklar taşıyan sosyalist bir harekettir.
TKP'nin legalleşme doğrultusunda attığı adımın kanlı bir şekilde bastırılmasıyla, geriye kalan kadrolar, hareketin sürekliliğini ve nitelik olarak ileri gidişini kalıcı kılamamışlardı. Zira uzlaşmacı mirasın izleri, her yönden geri kadroların Kemalizmin etki sahasına daha fazla girmesine yol açıyordu. O nedenle hareket bir süre kesintiye uğradı.
Süreçte yeniden uygun koşulların oluşmasıyla, ilk anda 1921 yılında TİÇSF faaliyete geçip, ''Aydınlık'' isimli bir gazete yoluyla sosyalist propagandanın yaygınlaştırılmasına çalışır. Ama eski alışkanlıklar sürer, Kemalist İktidarın gerçek yüzü açığa çıkmış olmasına karşın, kuyrukçuluk kronikleşmektedir. Bir türlü doğru bir mücadele hattı çizilemez. Beklenen icazettir.
TKP, bu ortamda yeniden siyaset arenasına, ama bu kez daha da geri bir çizgide çıkar.
Yeniden örgütlenmesini gerçekleştiren TKP'nin önderliğini, İstanbul kanadını oluşturan Dr. Şefik HÜSNÜ grubu yapmaktadır. Önderlik; sınıf mücadelesinde aktif olarak yer almak, halk yığınlarını örgütlemek, doğru bir devrim, örgüt, çalışma tarzı ve ittifak politikası uygulamak, siyasi cesaret ve atılganlıktan uzaktır. Öyle ki, Kemalist iktidara akıl hocalığı yapan, ona destek veren, birtakım demokratik reformları abartan, feodalizmin tasfiyesi diyerek Kürt ulusunun soykırıma uğratılmasını alkışlayan tutumlarıyla, TKP önderliği, tam bir burjuva kuyrukçusu, uzlaşmacı oportünizmin ve sosyal-şovenizmin örneği olmuştur.
Özellikle Kürt ulusunun asimilasyon ve jenoside uğratılmasına verdikleri destekle, ''demokrat'' tavrı bile gösteremediklerini söylemek yanlış olmayacaktır. Oysa, kendisine de ''proletarya partisi'' sıfatını yakıştıran bir örgüt, her şeyden önce ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini koşulsuz savunmak durumundadır. Kaldı ki demokrat olabilmenin de temel kıstaslarından biri; şovenizme karşı çıkmak ve ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayini ilkesini savunmaktır. TKP ise, ne ''Marksizm-Leninizm'' çerçevesinde, ne de ''demokratça'' davranabilmek çerçevesinde doğru davranabilmiştir. Bu itibarla, burjuvazinin yedeğinden kurtulamamış ve reformizmin, sosyal-şovenizmin bataklığında kulaç atmaya devam etmiştir.
TKP'nin bu dönemki politikası (ki daha sonra da böyledir) bütünüyle II. enternasyonal oportünizminin ve Menşevizmin çizgisidir. İşçi sınıfının kurtuluşu, proletarya devrimi diye bir sorunu olmayan TKP, her şeyi burjuva demokratlarının demokratik devrimi derinleştirmelerini desteklemek üzerine kurmuştur. Kemalistlerin, demokratik devrimin birinci evresinden ikinci evresine geçmek için, hiçbir girişimde bulunmadıkları açık bir gerçekken, böyle bir politikayı benimsemek, ancak, sınıf bakış açısından uzak olmakla açıklanabilir. Küçük-burjuvaziden demokratik devrimi tamamlamasını beklemek, hatta buna kendini öylesine kaptırarak sosyal-şovenizmin açık temsilcisi olmak, çok geçmeden TKP'nin sonunu getirecektir.
Sonuçta, dönemin solu Kemalizmin icazet sınırları içerisinde hareket etmesine, onu desteklemesine karşın, küçük-burjuva iktidarı; 1925 yılında Kürt ulusunun Şeyh SAİD önderliğindeki ulusal talepli hareketini bahane ederek, Takrir-i Sükun Kanunuyla tüm muhalefet güçlerini ezdiği gibi, sol hareketin de örgütlenmelerini dağıtarak yöneticilerini tutuklar.
Kemalizmin karşısında sol ise,1920 sonrası toparlamış olduğu sınırlı çevresi ve örgütlenmesiyle, hiçbir şey yapamadan yapılanları sineye çekmiş, köşesine sinmiştir.
Sol'un ve özel olarak da TKP'nin 1925 yenilgisi, tıpkı 1920'de olduğu gibi yeni bir faaliyetsizlik dönemi yaratır. İleri kadroların çoğu içeri atılınca, geride kalanlar mücadele yerine mülteciliği yeğlemişlerdir. Daha sonraları bütünüyle yurtdışına taşınarak, ''mülteciler partisi''ne dönüşecek TKP'nin ''mültecilik tohumu'' ilk kez bu süreçte atılmış olur.
Ancak, 29 Ekim 1926'da çıkarılan ''af yasası'' ile TKP'lilerin serbest bırakılması, yeni bir toparlanma ve ''diriliş''in başlangıcı olur. ''Toparlanma'' faaliyeti uzun sürmez; bu kez de ihanet yıkar TKP'yi. Sosyalizm davasına inanmamış, zorlu ve sabırlı mücadeleyi göze alamayan Vedat Nedim TÖR ihaneti seçince,1927'de yeni bir yenilgi yaşanır.
1927'de TKP'nin faal üyeleri ve önder kadroları tümüyle tutuklanır. Böylece örgütsel tasfiye yaşanır. Yönetici kadroların büyük bir kısmı ağır baskı koşullarının sonucunda saf değiştirerek, mahkeme salonlarında sosyalizmi savunma yerine, sosyalizmi ''mahkum'' etmeye çalışan ve Kemalizmi yücelten konuşma ve savunma yaparlar. Bu tavırla Türkiye Sosyalist Hareketi adına, mahkeme kürsülerinde sosyalizmi savunma yerine, ihanetin ilk büyük kötü örneği sergilenir.
İcazet dilenciliği, legalleşme çabaları ve Kemalizm kuyrukçuluğuyla, mültecilikten yerleşikliğe geçme manevralarıyla, TKP'nin sol adına bıraktığı olumsuz kimliğin öğeleri bunlardır işte.
Anlayış ''icazet bekleme'' olunca, sol hareketten farklı bir gelişim eğrisi çizmesi zaten beklenemezdi. Çocuk baştan ''hastalıklı'' doğmuştu. Tedavi için çaba harcama yerine, oluruna bırakılınca, bu kez iyice kronikleşti ve bünyeyi tümüyle sararak devam etti hastalık. Bu nedenledir ki, Türkiye Solu daha çocukluk evresindeyken, kronikleşen hastalığını günümüze dek taşıyacaktır. Bu hastalığa ilk operasyon '71 Silahlı Devrim Cephesi ile büyük sancılar çekilerek yapıldı, ama etkilerinin tümüyle atılması kolay değil ve farklı koşullarda kendini yeniden üreterek sürdüreceği, yok etmenin uzunca bir süreci kapsayacağı da açık.
Türkiye Sol Hareketinin 1908-27 yılları arasındaki doğuş ve evrilişinin ortaya çıkardığı sonuçları toparlarsak:
a) Türkiye'de uzun süreli bir tarihi geçmişi olmayan sol düşünce, Osmanlıların son dönemlerinde, ulusçu aydınlar tarafından sempatiyle bakılan ve savunulan ütopik bir düşünce olarak ortaya çıkmıştır. 1908 döneminde ortaya çıkan örgütlenmeleri, gerçek anlamıyla ''sol'' olarak nitelemek doğru değildir. Sosyalizm adına burjuva demokrasisini savunan bu örgütlülükler, gerçekte küçük-burjuva milliyetçi ve demokrat hareketlerdir. Diğer yandan kitleleri etkileyerek, etkin bir güç olabilmiş değillerdir. Soruna bu noktalardan yaklaşarak, adlarının ''sol'', ya da ''sosyalist'' olması dışında, bu yılların küçük-burjuva hareketlerinin gerçek anlamda ''sol''Ia ve ''sosyalizm''le ilgilerinin olmadığını ve de Türkiye Sol Hareketinin gerçek anlamda başlangıcını ifade etmediklerini söyleyebiliriz.
b) Türkiye Sol Hareketinin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz asıl örgütlenmeler, 1920'lere doğru bilimsel sosyalizmin genel ilkelerini yüzeysel de olsa belli ölçülerde kavramış, bu doğrultuda propaganda ve örgütlenme faaliyetleri yürüten yapılanmalardır. Ve TKP, bu yapılanmaların bileşiminden, Marksizme en yakın örgütlenme olarak doğmuş, Türkiye Sosyalist Hareketin başlangıcını teşkil etmiştir.
c) TKP, işçi sınıfının kurtuluşunun, ancak iktidar savaşımı sonucu gerçekleşecek proletarya diktatörlüğüyle mümkün olduğunu teorik çerçevede kabul etmesine karşın, bu doğrultuda çaba harcamamış, iktidar savaşımını yürütebilecek program, mücadele hattı, örgüt ve siyasal cesaret, atılganlık gibi unsurlara hiçbir dönem sahip olmamıştır. Reform talepleri, iktidar savaşımının her zaman önüne geçmiş, kuyrukçuluk, ideolojik-politik çizgiye dönüşmüştür.
d) Devrimci bir politik hatta sahip olamayan TKP, sınıf ittifaklarını yanlış değerlendirmiş, Kürt ulusal sorununa, ulusların kendi kaderini tayin hakkına Marksist-Leninist ilkesiyle yaklaşmamış, Kemalist milliyetçi-şoven düşüncenin etki sahasına girerek, sosyal-şoven bir konuma düşmüştür.
Sonuçta, M.SUPHİ ile atılmaya çalışılan olumlu adımlar, onbeşlerin katliyle yarım kalmış ve proletaryanın bağımsız siyasi çizgisini izleme, özgücüne güven, uzlaşmazlık politikası yerine; burjuva kuyrukçuluğu, reformculuk ve tek kelimeyle Manilovculuk günümüze dek uzanacak olan revizyonizmin temeli olmuştur.
TKP ve sol çok kısa bir döneme tekabül eden kısmi yaygınlık dışında (M.SUPHİ'lerin katline kadar) hiçbir zaman kitle hareketi olamamış, dar bir aydın hareketi olarak kalmış ve bu nedenle sözü edilir bir politik etkiye de sahip olamamıştır. Bu olumsuzluğun nedeni ise, doğru devrimci bir ideolojik-politik hatta sahip olamaması, kitlelerin çelişkilerini örgütleyecek doğru politikalar üretememesi, kısaca sürecin özgünlüğünü kavrayamaması ve buna önderlik edecek bir politik etkinlik gösterememesidir. TKP'nin bu özelliği reformcu ve kuyrukçu özelliği gibi hep devam etmiş ve sol 1960'ların ikinci yarısına kadar ancak dar bir aydın hareketi olarak var olabilmiştir.
Evet, Türkiye Solu'nun başlangıç yıllarının gerçeği böyledir. Gelişimi anlatmaya, nesnel gerçekleri ortaya koymaya devam ediyoruz, abartmadan, küçümsemeden... ''Anarşizmin doğuşunu inceledim'' diyerek, sol hareketin bütünü hakkında ipe sapa gelmez görüşler ileri süren askeri savcı, bunları biliyor mu acaba? Hayır! O, daha sözcülüğünü yaptığı sınıfın tarihini bilmiyor. Ya da yalnızca görünüşe takılıp kalıyor. Çünkü salt Türkiye Solu'nun tarihini değil, olumlu bazı yanları ve ''anti-emperyalist'' tavır alışı dışında Kemalizmin gerici yanlarını; daha sonraki süreçte oligarşinin Kürt ulusuna, demokratik ve sol güçlere yaptıklarını da anlatıyoruz. Solun tarihinde; yüce bir dava uğruna yürütülen mücadele içinde yapılan hatalar, hatalardan doğan yenilgiler ve içinden çıkan ihanetçiler vardır. Bunları olduğu gibi ortaya sermek biz Marksist-Leninistlerin sorumluluğudur. Ya egemen sınıfların tarihinde ne vardır? Yine biz söyleyelim: İkiyüzlülük, akıtılan kanlar, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının gaspı, sömürücülük ve TC'nin kuruluşuna yol açan ulusal kurtuluşçuluğun reddiyle birlikte işbirlikçilik... Yüz akıyla savunacak bir şeyleri olmayanlar, işte bunun içindir ki; yalan, demagoji ve tahrifatçılığı meslek edinmekten çekinmiyor, bilmedikleri, tanımadıkları solun tarihi hakkında ahkam kesiyorlar.
Bunların yabancısı değiliz. Marksist-Leninistlere ve tüm sola yönelik saldırı, onyıllardır oligarşi ve sözcülerince sürdürülüyor. Askeri savcının söylediklerinde yeni bir şey yok. Ama karşı-devrimin tüm demagoji ve yalanlarını açığa çıkartmak, saldırılarına yanıt vermek halkımıza karşı sorumluluğumuzdur. Devam ediyoruz...
1927 tutuklamalarıyla örgütsel olarak dağılan TKP, kendisini yeniden üretemeyince, örgütsel anlamda yeni bir faaliyetsizlik dönemine girer.
Örgütsel faaliyetsizlik, 1940'lar sonrasına uzanan uzun bir sürece yayılır. Sürecin uzun olmasının temelinde yatan nedenlerin başında, sınıf mücadelesine katlanamayarak mülteciliğin ''çıkar yol'' seçilmesi gelir. Bir diğer temel neden ise, iç dinamikleri işletebilecek, ileri adımlar atabilecek siyasal cesaret ve atılganlığın olmamasıdır. Çünkü, örgütsel tasfiyecilik süreçte fiili olarak kabul edilmiş, halk kitleleri içindeki faaliyetlerin örgütsel bir çatı altında sürdürülmesi yerine, legal plandaki çalışmanın temel alınması uygun görülmüştür.
Nitekim, legal koşulların elverdiği ölçüde, ilerici, demokrat ve sosyalist düşüncelerin yayılması için; dergi, gazete gibi yollarla faaliyetlerini sürdürmeleri bunun somut örnekleridir. Bu faaliyetler halk kitlelerini bilinçlendirerek, onları örgütlemek ve mücadeleye sevk etmek anlayışıyla sürdürülmemiştir. Amaç, sadece ilerici fikirlerin belli bir taraftar kitlesi kazanmasıdır. Bu taraftar kitlesi ise, sıradan halk değil, dar bir aydın çevresi olmak durumundadır. Çünkü, çıkarılan yayınlar bu çevreyi aşmamakta, tartışılan noktalar ise, mücadelenin sorunlarından, politika üretmekten uzak kalmakta, akademik bir çerçevenin dışına çıkmamaktadır.
Bu faaliyet biçimi, Il.emperyalist paylaşım savaşı sonrasına dek, solun tek çalışma anlayışı olur. Savaş sonrası tek parti iktidarına yönelik muhalefetin içinde sol kesimler de yer alır, ancak bu kesinlikle örgütlü bir yer alış değildir. Dağınık, değişik dergi ve gazeteler etrafında kümelenmiş, örgütsüz, bağımsız politika üretmekten uzak, dışındaki gelişmelere angaje olarak akışa kapılan ve özgücüne güvenmeyen, sağındaki güçlere bel bağlayan yapıdadır. Böyle bir soldan, başka bir şey beklemek de o süreçte hayaldir.
Oysa yaşanan süreç güçlü bir atılım yapılabilmesi açısından elverişlilik arzetmektedir. Zira, dünya ölçeğinde, faşizm yenilgiye uğratılmış, anavatan savunmasından başarıyla çıkan Sovyetler Birliği ile birlikte, dünyanın 1/3'ünün sosyalist olması, sosyalizmin prestijini en üst seviyeye yükseltmiş, demokrasi güçleri azımsanmayacak başarılar elde etmiştir. Bu durum ülkemizde de yansısını bulmuş, tek parti diktatörlüğü kitleler nezdinde son derece yıpranmış, demokrasi istemleri güçlenmeye başlamıştır.
İşte sol, kendisi açısından bu olumlu gelişmeleri değerlendiremiyordu. Eğer sürece uygun politikalar üretebilseydi, hem o süreçteki demokrasi savaşımında, hem de gelecekte, etkin bir güç olabileceğini gösterecek; kitleleri Demokrat Parti'nin (DP) yedeklemesinin önüne set oluşturabilecekti. Sol bu öngörüden yoksunken, burjuvazi gelişmeleri kendi lehine kullanmasını bilmiş, kitlelerin memnuniyetsizliğini kendi potasında eritmiştir.
Sol ise, ''demokrasi''nin kendiliğinden geleceği ''saf'' hayalleri peşindeydi. ''Sosyalist'' iddialı ANT Dergisi'nde yazan Adnan CEMGİL'in; ''memleketimiz bütün dünyanın bayramını yaptığı demokrasi çağına bir hamleyle girme yolundadır'' sözleri, dönemin sosyalistlerinin, nasıl da ham düşüncelere sahip oIduklarını kanıtlar niteliktedir.
Beklenen ''hamle'' gerçekleşir; çok partililik başlar. Ve sol, çok partililikle, demokrasinin aynı şeyler olmadığını ve burjuvazinin kendiliğinden kimseye ''demokrasi'' bahşetmeyeceğini çok geçmeden anlayacaktır. Fakat, reformizm ve sağındaki güçlere bel bağlama, burjuvaziden icazet isteme öylesine yerleşmiştir ki Türkiye Solu'na, DP ''demokrat'' ilan edilerek, ortak faaliyetler örgütlenmeye çalışılır. Zekerya SERTEL'in anılarında geçen, ''Celal BAYAR, İ.Rasim ARAS'Ia çıkarılmasını kararlaştırdığımız derginin hazırlıklarını yapıyordum... Dergide diktatörlüğe karşı, faşizme karşı demokrasi taraflısı herkesten yazı almayı kararlaştırdık'' cümleleri, solun aymazlığını ele veren çarpıcı bir örnektir. Hataların ardı arkası kesilmeyince, yaşananlar trajedi olmaktan çıkıp, traji-komik hale dönüşüyordu. Kendilerini proletaryanın, halkın ''öncü''sü ilan edenler; temsil ettiği sınıflar ve emperyalizmin çıkarları açısından ''demokrasi'' ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan DP'yi ''faşizme karşı demokrasi taraflısı'' ilan ettikten sonra, sıradan halk ne yapsın ki? Yaşanan bu olgu, o dönemdeki sol önderliğin niteliği, düzeyi hakkında yeterli bilgiyi vermektedir.
Buna karşın, iç ve dış konjonktürel gelişmelerin kendiliğinden de olsa uygun zeminler yarattığı bir gerçektir. Ama, Türkiye Sol Hareketinin bilinen legalizm hastalığı yine nükseder ve tüm gücüyle legale çıkmaya çalışır. 1946 yılında birkaç ''sol'' tandanslı parti kurulur. Bunların içinde en önemlileri, Mayıs 1946'da kurulan Türkiye Sosyalist Partisi ile, Haziran 1946'da kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi'dir. Yine aynı süreçte, sendikal düzeydeki örgütlenmeler, dergi ve gazeteler de hızla boy göstermeye başlar.
Diğer yanıyla TKP'nin bu dönemde belirli bir faaliyeti göze çarpmamasına karşın, gelişmeler onu da örgütlenmeye iter. Ve TKP Türkiye Sosyalist Emekçi Partisi (TSEP)'ni kurarak legaliteye çıkar. Yaşananlar TKP'ye yine hiçbir şey öğretmemiştir. Süreci analiz edemeyen, sürece uygun taktikler üretemeyen, siyasal gelişmeler karşısında edilgen ve sınıf mücadelesinin gerçeklerini legalleşmeye kurban eden anlayış, değişmeden sürmekteydi.
Şüphesiz Marksizm, hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Doğru devrimci politika, legal mücadele ile illegal mücadelenin diyalektik bir bütünlükle ele alınmasını ve var olan tüm legal olanaklardan yararlanılmasını öngörür. Ve hangi koşullarda hangi mücadele tarzının temel alınacağı sorunu, somut koşulların somut analizine bağlı olacaktır. Zira sınıflar mücadelesinin karmaşıklığı, zengin mücadele araçlarını da dayatır. Bu araçlar, nesnel sürecin analizinden hareketle kullanılırken, bir sanatçı ustalığını ve Marksist-Leninist ilkelere bağlılığı zorunlu kılar.
Oysa ki, 1946'lar döneminin solu, sınıflar mücadelesine Marksist-Leninist bir politika ile yaklaşamamıştır. TKP'liler Marksizm-Leninizmin o günkü süreçte ve ülkemiz koşullarında doğru tarzda nasıl yorumlanması, devrimci mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda kafa yormamışlar, aksine, sığ ve özgücüne güvenden yoksun, uzlaşmacı ve icazet sınırlarına hapsolan bir politika izlemişlerdir. Legalizm, tutku derecesinde tek mücadele tarzı yapılmış ve burjuvazinin saldırısı karşısında ise, yeni bir yenilgi kaçınılmaz, alışılageldik sonuç olmuştur.
Köklü bir demokrasi geleneğinin olmadığı, bunalımlarını aşamayan egemen sınıfların sürekli olarak, baskı ve terörü yönetimlerinin temel öğesi haline getirdikleri ülkemizde, demokratik kıpırdanışlara uzun süre tahammül edilemeyeceği ve yeni bir saldırı dalgası ile karşılaşılacağı bilinen bir gerçektir. Ne yazık ki reformist sol, bunu bir türlü anlamadı, ya da anlamak istemedi.
DP'nin, iktidara yönelirken halkı aldatmak ve ''çocukluktan'' kurtulamayan solu yedeklemek için ileri sürdüğü, ''grev hakkı'', ''özgürlük'', ''temel haklar'' vb. vaatlerine inanan sol, DP'nin iktidar olur olmaz saldırıya geçmesi karşısında neye uğradığını şaşırır.
O biraz ''safça'', biraz da ''mücadeleyi göze almamanın çaresizliği''yle beklenen demokrasi (!) gerçekleşmez, faşist DP iktidarı tüm emekçi yığınlara ve sola karşı saldırıya geçer. İlk anda, belirli etkinlikleri olan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) ile Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) ve bunlarIa ilişkisi olan sendika, gazete ve dergiler kapatılır, yöneticileri tutuklanır. Sürece uygun örgütlenmeler yaratmak yeteneği ve anlayışından yoksun olan sol, legal olanakların elden gitmesiyle bütün faaliyetlerini durdurur, daha önce olduğu gibi yine direnme göstermez.
Öteden beri sürdürülen anti-komünist propaganda ve tarihi ''Moskof düşmanlığı'' demagojisiyle körüklenen gericilik saldırıya geçmiş, sol ise bunu göğüsleyecek araç ve çözüm yolları bulamamıştır. Ne geniş emekçi yığınların sorunlarına yeterince eğilebilmiş, onları örgütleyebilmiş, ne de DP yönetiminin saldırı ve baskıları karşısında, emekçi halkı koruyabilmiştir. Gerçi o günkü örgütlülük düzeyi, emekçi halkı koruyabilme sınırlarını aşıyordu. Ve kendini koruyamayan soldan, halkı koruması beklenemezdi. Bizim, üzerinde esas olarak durduğumuz nokta, solun böylesi bir anlayıştan yoksunluğudur. Şu veya bu nedenle bazı hatalar yapılabilir, saptanan politikaların hayata geçirilmesinde çeşitli zaaflara düşülebilir. Bunlar bir anlamda hoş görülebilecek noktalardır. Ama politikasızlık, daha doğrusu sınıf politikasına sahip olamama, affedilir bir şey değildir. Ortada ''hata'' bile yoktur, çünkü politikada hata, eğer politika varsa yapılır. Olmayanda ''hata'' aranmaz! Sol ise politika yapmıyor, günlük ''var olma'' kavgası veriyordu. Günlük kavga da hep yok oluşla bitiyor ve bir dahaki sefere denilip ''tatil''e çıkılıyordu!
Bu kez de Kore'ye işgal ordusu sıfatıyla asker gönderilmesinin hemen ardından, sola yönelik ikinci saldırı dalgası gelir. Kore topraklarının emperyalist sömürgecilerce işgal edilmesine ve bu işgalde Türk ordusunun da kullanılmasına karşı çıkan Barış Derneği yöneticileri ise hemen tutuklanıyor, ''komünist ajanı'' ilan ediliyorlardı. Bu ikinci saldırı ve tutuklama dalgasının ardından sol güçlere yönelik yeni bir saldırı daha başlatılır. Bu saldırının hedefi TKP'dir.
''1951 Tevkifatı'' diye anılan saldırı ve tutuklama kampanyası sonucu, TKP'nin örgütsel faaliyeti 1920'den bu yana gelen dördüncü darbeyle birlikte, yeniden yok olur. Alınan bu son yenilgi TKP'yi moral ve psikolojik açıdan da olumsuz olarak etkiler. Yenilen darbelerden sonra yapılanlar tekrarlanır. Kavgadan kaçış, mültecilik, dağınıklık...
Türkiye Sol Hareketinin 1921-51 tarihsel kesitindeki gelişimine ilişkin şu sonuçlara varmak mümkün:
a) Her yenilgi sonrası biraz daha ''sağ''a kayma ve ülke dışına taşınarak sınıflar mücadelesinin temel alanından uzaklaşma geleneği kökleşmiş, bugünlere ulaşan bir olumsuzluğun başlangıcı olmuştur.
b) Sol hareket, 1920'lerde küçük-burjuvaziden medet umarken, yeni-sömürgecilik sürecinde, oligarşinin siyasal temsilcilerinden icazet alma uğraşına girerek; özgücüne güvenen bağımsız politik bir hareket olamama özelliğini bir kez daha kanıtlamıştır.
c) Legal çalışmayı temel aldığından, legal olanakların ortadan kalkmasıyIa, yeraltı çalışmalarını yürütecek örgütlenmeler yaratılamamıştır. Bu nedenle de burjuvazinin her saldırısında, örgütsel tasfiye ve yeni legal olanaklar doğana kadar, mücadeleyi tatil ederek, yurtdışına taşınma fasit dairesinden kurtulunamamıştır.
d) TKP'nin 1927 örgütsel yenilgisiyle başlayan faaliyetsizlik döneminden sonra, çeşitli sol hareketler ortaya çıkmış, ancak bunlar da solun reformist kabuğunu kıramamışlar ve oldukça sınırlı etkinliğe sahip olmuşlardır.
e) Kitlelerin demokratik muhalefetinde belli gelişmeler kaydedilmiş, çarpık kapitalistleşmeyle birlikte gelişen işçi sınıfına paralel olarak sendikal faaliyetlerde belli ilerlemeler olmuşsa da; kitlelere önderlik edebilme yeteneği ve cesaretinden yoksun sol hareket, sürece müdahalede bulunamamış, karşı-devrimin saldırıları karşısında bir kez daha siyaset arenasından geri çekilmiştir.
Tüm bu olumsuzluklara, hatalara ve karşı-devrimin saldırılarına göğüs gerememesine karşın, sol hareket, demokrasi savaşımında yer almaya çalışmış, emekçi halkın davası için fedakarlıklarda bulunmuş ve sınıflar mücadelesi gerçeği onu her zaman var etmiştir.
Evet, sol, daha mutlu bir yaşam için, bağımsız bir ülke için, sömürüsüz bir toplum düzeni için mücadele ederken hatalar yaptı; yaptığı hataların, eksikliklerinin ve bir anlamda ''çocukluğunun'' bedelini yenilgileriyle, şehitleriyle, işkence, zindan, sürgünleriyle ödedi. Ama sol ne insanlığa karşı bir suç işledi, ne de ülkenin emekçilerine... Sömürü düzenine ve zorba iktidarlara karşı mücadele etmiştir. Tarihsel olarak haklıdır. Ne var ki, bu tarihsel haklılık onu ülkesindeki zorbalığı, sömürüyü alt edebilecek güce eriştirmemiştir.
Ya sizlerin -savunduğunuz devletin- tarihi savcı ve yargıçlar? Ya sizlerin tarihi? O tarihiniz ki, bu dönemde de karanlıklarla, halka karşı suçlarla doludur.
Oligarşi, emperyalist efendilerine sadakatini belirtircesine hür dünya (!) adına, ABD emperyalistleriyle birlikte, Kore halkının bağımsızlık savaşını boğmaya, Türk ordusu ile gitmiştir.
Ne garip, nereden nereye demeden edemiyoruz: Bağımsızlık savaşını boğmaya giden bu ülke, dünyanın ilk bağımsızlık savaşlarından birini verendir ve şimdi savaştığı işgalcilerle aynı saftadır.
Ne adına? Kimin için?
Kore savaşının yıldönümünde ölen askerler anılıyor; ne yüzle? Bunlar yapılmadan önce, emekçi halkın evlatlarının niçin Kore'ye gönderildiği açıklansa ya!
Oligarşi, basını ile, radyo, televizyonuyla her yıl Çanakkale Savaşı'nın yıldönümünde, Avustralyalı askerlerin dünyanın ayrı bir kıtasından ülkemize gelmelerini trajik bir dille anlatıp, soruyor: Çanakkale'de ne işiniz vardı? Soruyu tersten kendisine Kore için yöneltmelidir; niçin Kore'deydik?...
1920'lerde İngiliz emperyalistlerince kullanılan Yunanlılar, hâlâ tarih kitaplarında, ilkokul çocuklarının körpecik beyinlerine kopkoyu bir milliyetçilikle, şovenizmle düşman olarak aktarılıyor.
Oligarşi ikiyüzlü davranıyor. Düşünüyor mu acaba ülkenin ''efendi''leri; katlettiğimiz Koreli çocuklar ne düşündüler hakkımızda?... Biz söyleyelim; ABD'li efendilerinin kullandığı Türkler!...
Oligarşinin ve emperyalist efendilerinin o tarihteki suçları sadece bunlar değildi.
Onlar, o tarihsel kesitte, ''soğuk savaş'' yılları diye anılan dönemde, sosyalizm aleyhtarlığını suni bir şekilde yaratarak, halklar arası düşmanlığı da körüklediler. İçerde, sosyalistlere, ilericilere saldırıp tutuklamalara yönelirken dışta ülke içi tek tehlikenin sosyalizm olduğunu, Sovyetler Birliği olduğunu sürekli yinelediler. Savaş çığlıkları attılar.
İşte, bu sizin tarihiniz!... O, ''yıkıcı'', ''vatan haini'' dediğiniz Sol'un değil, sizin tarihiniz!...
Kim yıkıcı? Kim vatan haini? Tarih bunları hep yanıtladı, yanıtlıyor. Tarih hiçbir zaman sosyalistleri, demokratları, yurtseverleri; yıkıcı, vatan haini olarak yazmadı. Ama burjuvaziyi, emperyalizmin işbirlikçilerini hep yazdı, yazmaya da devam ediyor.
1950'de iktidara gelen DP'nin anti-demokratik uygulamaları ülkemizi ABD'nin uydusu haline getirmesinin yanı sıra, gelişen çarpık kapitalizm sonucu sınıf çelişkileri de artmış, toplumsal muhalefet yükselmeye başlamıştı.
DP iktidarına yönelen toplumsal muhalefet içinde etkili bir güç olamayan ve geleneksel pasifizmi ile gelişmelerin seyrine kapılan sol hareket, 1961 Anayasasının getirdiği nispi demokratik ortamda örgütlenme, gelişme şansını elde eder.
İşte Askeri Savcının, bilgi fukaralığının ürünü olarak ''sol hareketin başlangıcı'' ilan ettiği süreç budur. Oysa, bu süreci, solun başlangıcı olması değil, giderek kitleselleşmesi ve Türkiye devriminin Marksist-Leninist çizgisinin netleşmesi olguları niteler.
Solun giderek kitleselleşmesi fırsatının doğduğu mevcut süreçte, başlangıçta iki ana akım ortaya çıkar; Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve küçük-burjuva milliyetçisi YÖN Hareketi.
Marksist-Leninist hareketin, ülke somutuna ilişkin çözümlemeleri, Türkiye devriminin yoluna, mücadele tarzı ve örgütlenmeye ilişkin doğru yaklaşımlarıyla ortaya çıkışı da, süreçte bu iki ana akımın iç evrimleşmelerinin sonucunda yaşanacak ayrışmalarla gerçekleşecektir.
YÖN, bilimsel sosyalizmi değil, ''sosyal adaletçilik'' kavramı içinde kendine özgü bir ''sosyalizm''i savunan ve esas olarak sosyalizmin dünya ölçeğinde kazanmış olduğu prestijinden yoğun biçimde etkilenmiş, küçük-burjuva milliyetçi bir harekettir.
Küçük-burjuva YÖN hareketi, ''siyasal bağımsızlık'', ''ulusal ekonomi'', ''sosyal adalet''le açıklamaya çalıştığı ''sosyalizm''ini, Marksizm-Leninizmden uzakta bulmuştur. Onların, ''proletarya devrimi'', ''proletarya diktatörlüğü'', ''sınıfsız toplum yaratma'', vb. Marksizm-Leninizmin evrensel ilkeleriyle uzaktan yakından ilişkileri yoktur.
YÖN'cüler, ''sosyalist'' olduklarını söylemişler, ama ne sosyalizmi modern kapitalist çağın bir ürünü, onun zorunlu bir sonucu, ne de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son veren bir toplumsal sistem olarak kavramışlardır. Bu halleriyle YÖN'cüler, bilimsel sosyalizmin yanına bile yaklaşmadan, içi boş bir ''sosyal adalet'' kavramına sarılarak, 18. ve 19. yüzyılın ütopikleri Saint-Simon, Fourier benzeri bir ''sosyalizm''in savunuculuğunu yapıyorlardı. YÖN hareketine, bir anlamda kapitalizmin, farklı koşullardaki yeni bir versiyonu demek de yanlış olmayacaktır.
Doğan AVCIOĞLU, bilimsel sosyalizmi savunmadıklarını, sosyalizmden etkilenmelerinin o günkü nesnel sürecin bir sonucu olduğunu şu sözleriyle dile getiriyordu:
''...Hayat, milli liderleri ve burjuvazinin devrimci unsurlarını sosyalist olmadıkları halde, anti-kapitalist tutum almaya, komprador burjuvaziyi ve feodaliteyi tasfiyeye ve sosyalist çözüm yollarına yaklaşmaya zorlamaktadır'' (Aktaran S.YERASİMOS, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, s.900)
Bu düşüncenin evrensel köklerini, bilimsel sosyalist teoride aramak mümkün değil. Süreçte, dünya ölçeğindeki gelişmeler, ulusal kurtuluş savaşlarının ard arda patlaması ve zaferler kazanması ile birlikte moda olan, ''üçüncü dünyacılık'' atmosferi, YÖN hareketinin sözkonusu ideolojik yaklaşımlarının esin kaynağı olmuştur. Ve YÖN, sosyalizmden etkilenen, küçük-burjuva milliyetçi bir hareketin sınırlarını kesinlikle aşamamıştır.
Anti-emperyalist niteliklerine karşın, düşünce sistematikleri, sınıf uzlaşmacılığını öngörmektedir. ''Sosyalizm insanca hedeflere yönelen ve dogmatik olmayan bilimsel yollarla toplum hayatını düzenlemek amacını güden bir sistemdir. Azgelişmiş bir toplumda aşırı sınıf çatışmalarını demokratik yollarla önlemenin tek yoludur.'' (YöN, 10 Ocak 1963) diyerek, sosyalizmden ne anladıklarını ve sınıf uzlaşmacılıklarını ortaya koyan YÖN'cüler, sınıf savaşımını reddediyorlardı. Bu noktada YÖN'ün, objektif olarak proletaryanın mücadelesine zarar verdiği, hedef şaşırttığı tartışılmayacak bir olgudur. YÖN hareketi küçük-burjuva sosyalizmiyle, sınıf karakterini sergilemiş ve sınıflar olgusunu dıştalamıştır.
Sonuç olarak, YöN hareketi, esasta Kemalist küçük-burjuvazinin ideolojik düşüncelerine denk düşen bir akımdır. Hedeflediği toplum düzenine ulaşma yolunu ise, asker-sivil aydın kesimin gerçekleştireceği bir ''cunta''da görmektedir. Emekçi sınıfların aşağıdan gelme hareketine dayanma gibi düşünceleri ise yoktur.
YÖN hareketi, 1971'e doğru asker-sivil küçük-burjuva aydın kesiminde önemli bir potansiyele ulaşır. Ancak, 12 Mart açık faşizmiyle örgütlülüğü dağıtılır, yöneticileri tutuklanır. 12 Mart açık faşist diktatörlüğünün bir hedefi de, ordu içindeki bu kesim olmuş ve Kemalist küçük-burjuvazi son dayanak noktası olan ordu içinden de, oligarşi tarafından tasfiye edilmiş, örgütlü gücü dağıtılmıştır. Bugün ise, varlıklarından söz etmek mümkün değildir. Gerek 12 Mart operasyonu, gerekse de 12 Eylül faşist cuntası, bu kesimin tek tek unsurlarının da ''cuntacı'' kafa yapılarını dönüştürmek zorunda bırakmıştır. Böylelikle, 1960 sonrasının konjonktürel gelişmesi olan YÖN hareketi, Marksizm-Leninizm ile ilgisi olmayan küçük-burjuva ''sol'' cuntacı bir akım ve Tanzimat aydını geleneğinin günümüzdeki yansısı olarak tarihe geçmiş, 1971 açık faşizminin gadrine uğrayıp dağıtılmıştır.
Bilimsel sosyalizm çerçevesinde yaklaştığımızda, olumsuzluk örneği olan YÖN hareketi, küçük-burjuva demokrat bir akım olarak, sosyalizmi tartışma gündemine getirmesi, anti-emperyalist tutum alışı ve iktidarın anti-demokratik uygulamalarına karşı oluşu ile, demokrasi savaşımında halk saflarında yer alan bir güç odağı olmuştur.
TİP, 1960 sonrasının nispi demokratik ortamında, kitlelerin sola açılışına paralel olarak ortaya çıkan ve dönemsel olarak geniş emekçi ve aydın kesimleri, gençliği bağrında toplayan bir örgütlenme oldu. Düşünce ve çizgileriyle farklılık gösteren ilerici, demokrat ve sosyalist kesimleri bir araya toplayan TİP, 1961 yılında bir grup sendikacı ve aydın tarafından kuruldu.
Kurulduğu tarihte, sosyalizmi savunmasına karşın, henüz net ayrım çizgileriyle, dışındaki güçlerle olan farklılığını ortaya koyamamış, eklektik düşünce tarzını aşıp, sistemleşmiş bir ideolojik-politik formasyona kavuşamamış durumdaydı. Ortaya çıkış koşullarının nesnelliğinden kaynaklanan mevcut yapısıyla TİP, süreçte iç çelişkilerinin yoğunlaştığı durumları kademeli olarak yaşamak zorunda kalacaktı.
Bilimsel sosyalizmi savunduğu iddiasında olan TİP, ilk yıllarında, sosyalizme geçişi ülkemiz özgülünde üç evreli düşünüyor ve mücadele çizgisini bu anlayışa oturtuyordu.
TİP kurulduğu ilk yıllarda, anayasa ile öngörülen demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması ve uygulanması yolunda bir mücadele programına sahiptir. Bu mücadele programı, emperyalizme ve işbirlikçi büyük sermayeye yönelik bir hat izleyerek işçilerin ve yoksul köylülerin eğitilip, yetiştirilmesini öngörüyordu. Bilinçlenen, kendi haklarına sahip çıkacak düzeye ulaşan işçiler ve köylüler, kendi partilerini barışçıl yolla (seçimle) iktidara getireceklerdi! Sosyalizme giden yolun birinci adımı böylelikle atılmış olacaktı!
İkinci aşamada ise, emperyalizm ile bağlar koparılacak, ileri demokratik düzen kurularak, hızlı bir sanayileşme ve prekapitalist unsurların bertaraf edilmesiyle, sosyalizme geçişin maddi koşulları hazırlanmış olacaktı!
Doğal olarak üçüncü aşama da, sosyalizmin kurulması oluyordu. Ama, 1965 genel seçimlerinde TİP, 15 milletvekili ile parlamentoya girince, ''direkt sosyalizme geçiş''i yani ''sosyalist devrim''i savunmaya başlar. Gerekçe,15 milletvekili ile sosyalist bir partiyi parlamentoya sokan işçi ve köylülerin bilinçlenme seviyelerinin artık yüksek olduğuydu. O halde, eski düşünceler bir yana bırakılmalı, doğrudan sosyalizmden, sosyalist iktidardan söz edilmeliydi!
Oysa, TİP'in öngördüğü ''aşamalı sosyalizm'' anlayışını, kendi düşünce sistematiği içerisinde irdelediğimizde, tutarsızlık olduğu açıktır. Zira, ''aşama'' teorisinin temel kriteri olan ''azgelişmişlik'', ''geri kapitalizm'', ''prekapitalist güçlerin egemenliği'', ''demokratik reformların gerekliliği'', ''emperyalist tahakküm'' vb. olgularda herhangi bir değişim olmadığı gibi, kitlelerin bilinç ve örgütlülük seviyesinde de ''nitel dönüşüm'' iddiası, abartmalı ve gerçekçi olmayan bir saptamaydı. Bir anlamda seçim başarısı sarhoşluğu yaşanıyordu.
Bu nedenlerle, TİP'in sistematize olmamış, eklektik düşünce yapısı, yeni iç tartışmaları ve çekişmeleri gündeme kaçınılmaz olarak getirdi. YoI ayrımı yaşanmaya başlandı.
İlk kopuşma, Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya'ya müdahalesi ile '68'de yaşandı. Olayı ''işgal'' olarak niteleyen TİP Genel Başkanı M.Ali AYBAR, hem bu noktada, hem de sosyalizm anlayışında partiyle ters düştü. AYBAR, burjuvaziyi ürkütmeyecek ''güler yüzlü sosyalizm'' gibi kavramlar geliştirerek, Marksizm-Leninizmin en temel evrensel ilkelerini tümden reddetti. '68 Çekoslovakya müdahalesini değerlendirme farklılığı ve farklı sosyalizm anlayışıyla başlayan ilk kopuşma, 1969'da tamamlandı.
M.Ali AYBAR'ın savunduğu yeni görüşlerin Marksizm-Leninizm ile ilgisi olduğu söylenemez. Ancak, küçük-burjuva demokratlarının, sınıf işbirliği temelinde ''sosyalizm'' etiketiyle savundukları burjuva demokrasisi anlayışı olabilir bu düşünceler. Çekoslovakya olayına bakış ise, tam anlamıyla emperyalizmin anti-komünist propaganda bombardımanından etkilenmenin ürünüdür.
Sonuçta, ilk kopuşmanın bu şekilde gerçekleşmesi, TİP'i, sosyalizmi savunan tek güç olarak siyasal arenada bıraktı. Fakat ''bilimsel sosyalizm''i savunma iddiasına karşın, gerçekte savunulanlar Türkiye gerçeğinden uzaktır. ''Parlamentarizm'' ve ''reformizm'' esas yan olmuştur. '65 seçimlerinde elde edilen başarı -ki bu, mevcut süreçte alternatif bir başka sol gücün olmadığı koşullarda, tüm sol potansiyelin TİP'e kanalize olmasının sonucuydu ve aldatıcıydı- parlamentarizm düşüncesini derinleştiren bir olgu olarak, TİP'i gerçekte olumsuz etkilemiş oldu böylelikle.
Solun tarihinde, kitleselleşme anlamında inkar edilemeyecek bir gelişmeyi ifade etmesine karşın, TİP'in Türkiye devrimci mücadelesine ilişkin görüşleri, ülke gerçeklerinden uzak düşmüştür.
TİP'in görüşleri, bir bakıma Il.enternasyonal ideolojisinin Türkiye'deki canlanışıydı denilebilir. Bir farkla ki, Il.enternasyonal oportünistleri Leninizmi açıktan reddediyorlarken, TİP, Leninizm adına savunuyordu reformizmi... ''Parlamentoya sosyalizmin bayrağını dikmek'', ''barışçı geçiş'' gibi teoriler, Marksist-Leninist devlet, devrim ve mücadele anlayışının açıktan reddiydi gerçekte. MARKS ve ENGELS'in serbest rekabet çağının İngiltere ve Amerikası için ''istisnai'' ve ''bir olasılık'' olarak öngördükleri, ''barışçıl geçiş'' durumunu; Il.enternasyonal oportünistleri, sosyal-demokrat partilerin Avrupa'da elde ettiği seçim başarılarından hareketle, emperyalizm çağına genel kural olarak taşımışlardı ki, TİP de, aynı görüşleri savunuyordu. İlkler, emperyalizmi anlayamamışlardı, TİP ise emperyalizm ve ülkemiz gerçeğini anlayamamakta ısrarlıydı!
Karşı-devrim güçlerinin ordusu, polisi ve bürokratik kurumlarıyla, devrimci mücadeleyi engellemek için şiddet uyguladığı ve bunun ülkemizde faşizm olarak şekillendiği ortadayken, iktidarın barışçıl yollarla elde edileceğini ve sosyalizme geçilebileceğini savunmak, ham bir hayalden öteye gitmediği gibi, yığınların iktidar savaşımında örgütlendirilip, yönlendirilmesini de esasta engelliyordu.
Nitekim TİP, bu anlayışıyla ne yükselen sınıf mücadelesine önderlik edebilmiş, ne de sürece uygun mücadele taktik ve örgütlenmelerini yaratabilmişti. Sonuçta, sınıflar mücadelesinin gelişim diyalektiği, TİP'i giderek süreçten dışlamaya başlamıştır. Aksi de beklenemezdi zaten. Sınıflar mücadelesi nesnel bir olgudur ve birileri ''parlamentoculuk'' oynar, ''barışçıl geçiş'' hayalleriyle oyalanırken, nesnelliğin öznelliğe uydurulması mümkün değildi. Gerçeği, kendi hayal dünyaları sananlar, ayaklarının altındaki toprağın kaydığını ve sınıflar mücadelesinin gereklerine cevap veren yeni örgütlenmelerin ortaya çıkarak, kendilerini mücadelenin dışına attığını zamanla anlayacaklardı.
Oligarşi ise, devrimci mücadeleye karşı tahammülsüz olduğunu, yasallık dışına taşmayan TİP'e de aldığı tavırla ortaya koyuyordu. Öyle ki, TBMM'de TİP milletvekillerine yönelik saldırılar günlük olaylar haline gelmişti. Bırakalım, icazet sınırlarının dışında mücadeleyi yürüten devrimcilere saldırıyı, oligarşi, oyunu kendi kurallarına göre oynamaya çalışanlara bile tahammül edemiyordu.
Aynı süreçte, şekillenen bir diğer olgu ise, sınıflar mücadelesi pratiğinde, Türkiye devriminin yolu arayışlarının -deneyimlerini Marksist-Leninist teoriyle bütünleştirerek, kitlelere önderlik etmeye çalışan- genç militanlarca başlatılması oldu.
Gelişmeler böyleyken, TİP reformizminin yaptığı, yükselen devrimci mücadelenin önüne ''aman faşizm gelir'' diyerek ideolojik-pratik set çekmeye çalışmak oldu. Çabası, boşa kürek çekmenin ötesine geçemedi. Gelişen mücadelenin gereklerini yerine getirmeyen, politika üretmekten uzak olan ve devrimci mücadeleden kaçanların sınıflar savaşımında düştükleri konum; objektif olarak karşı-devrimle uzlaşma, devrimci mücadeleye zarar verme oldu. Statükoculuğun, reformizmin kaçınılmaz sonuydu yaşananlar.
Özetle TİP'in 1960-70 sürecinde taşıdığı olumlu ve olumsuz yanları sıralarsak:
a) 1960 sonrası, sosyalizm mücadelesi ilk kez kitleselleşmişti. TİP ise, bu kitleselliği potasına toplamada önemli bir paya sahiptir.
b) TİP, sosyalizm düşüncesini kitleye iletme, onları sosyalist düşüncelerle tanıştırma ve eğitme, sosyalizmi Türkiye siyasal yaşamına sokarak kitlesel boyutta tartışma gündemine getirmede önemli işlevler görmüştür.
c) Gelecekte Türkiye devriminin rotasını çizecek kadrolar, bu süreçte TİP bünyesinde sosyalizmle tanışmış ve bu mücadelede ortaya çıkmışlardır.
TİP'in olumsuzlukları ise;
a) Türkiye'nin sosyo-ekonomik, sosyo-politik yapı analizi yanlış yapılmış, iç tutarlılığa erişememiştir. Yanlış analiz, yanlış sonuçlar vermiş; ''aşamalı sosyalizm'' yanlışlığından ''sosyalist devrim'' yanlışlığına ulaşılmıştır.
b) Kitlelere önderlik edecek, onları mücadeleye sevk edecek doğru mücadele yöntem ve araçları geliştirilmemiş, ''barışçıl'', ''parlamentarist'' mücadele tek biçim görülmüştür.
c) Marksist-Leninist devlet ve devrim teorisi inkar edilmiş, ''barışçıl geçiş'', ''burjuva parlamentosunu ele geçirme'' hayalleriyle, kitlelere çarpıtılmış bir sosyalizm bilinci iletilerek, kitlelerin mücadelesine zarar verilmiştir.
Sonuç olarak TİP, solun 1920'den bu yana gelen reformist-revizyonist geleneğinin, statükoculuğunun devamı olmuştur.
Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketi, 1961 Anayasasının sağladığı ortamda gelişen küçük-burjuva, milliyetçi-devrimci akım olan YÖN hareketi içinde, sosyalizm düşüncelerinden etkilenen unsurların etkisiyle gelişmesine karşın, ideolojik netleşme ve biçimlenmesi TİP içinde oldu. Dolayısıyla, esas olarak TİP içindeki ideolojik ayrışmanın bir türevi olarak siyasal yelpazeye çıkmıştır. Ayrı bir sol akım olarak biçimlenmesi ise, 1965 seçimleriyle gündeme gelen ''sosyalist devrim'' tartışmalarıyla oldu. Ülkemizdeki devrimci adımın sosyalist devrim olduğu tezine karşı çıkan unsurlarla, YÖN'den gelme birtakım unsurların birleşmesiyle oluşan MDD hareketi, bir dönem sol harekete damgasını vuran bir gelişmişliğe ulaşmıştır.
MDD hareketi; ülkemizin yarı-feodal, yarı-sömürge olduğu tespitinden hareketle, burjuva demokratik aşamanın atlanılarak sosyalizme geçilemeyeceğini, bu nedenle önündeki devrimci adımın MDD olduğu düşüncesine dayanıyordu. Yani emperyalizmi kovarak ulusal bağımsızlığın sağlanması ve prekapitalist unsurların tasfiyesiyle, demokratik devrimin tamamlanmasını öngören stratejik bir çizgi savunuyorlardı. Kurtuluş Savaşı'yla başlayan ama DP'nin karşı-devrim girişimiyle kesintiye uğrayan demokratik devrimin tamamlanması, ana hedefleriydi. İlk başta doğru bir takım noktaların yakalanmış olmasından söz edilse de, MDD hareketi, küçük-burjuva devrimciliğinin sınırlarını aşamamıştır. Çünkü MDD hareketi, sömürge ve yarı-sömürgelerde (günümüzde yeni-sömürgelerde) Marksist-Leninist kesintisiz devrim espirisiyle hareket etmiyordu.
MDD hareketi demokratik devrimle sosyalist devrim arasına bir Çin Seddi örüyor ve proletaryanın öncülüğünü (hegemonyasını) reddediyordu. Onlara göre devrimin kapsamı, küçük-burjuva milliyetçi devrimcilerin ulusal bağımsızlığı sağlaması, prekapitalist unsurları tasfiyesi, böylece milli kapitalist bir ekonominin inşası ve sosyalizmin maddi-ekonomik temelinin yaratılmasıyla sosyalizme geçişti. Ayrıca kapitalizmin görece geriliğinden ötürü, işçi sınıfı partisi örgütlenme koşullarından yoksundu ve devrime önderlik edemezdi. Bu nedenle, sosyalistler, küçük-burjuva devrimcilerini desteklemeli, işçi sınıfının gelişmesine yol açacak milli kapitalist yol aşamasını yaşamalıydılar.
MDD'ciler, emperyalizm çağında küçük-burjuvazinin demokratik devrimi tamamlayamayacağı, er veya geç emperyalizmin kucağına düşerek gericileşeceğini, yaşanan bütün deneylere karşın göremiyorlardı. Çağımızda demokratik devrim de dahil bütün devrimlerin tek öncü gücünün proletarya olduğunu yadsıyan MDD'ciler, ''Türk Solu'' dergisinde bu düşünceleri şöyle dile getiriyorlardı: ''Türkiye'de iki ana ilerici akım vardır. İki devrimci kol: Güç birliği halinde Türkiye'nin gelecekteki tarihi kaderini tayin etmek durumundadırlar. Mustafa KEMAL kolu ve sosyalist kol...''
M.KEMAL hareketinin, ulusal bağımsızlığın sağlanmasının hemen ardından devrimi kesintiye uğrattığı, birinci aşamasından ikinci aşamasına geçmeksizin çakılıp kaldığı, toprak devrimi ve demokrasi sorununu çözemediği gerçeğine karşın bu düşünceleri savunmaları, onların küçük-burjuva devrimciliğini aşamadıklarını gösteriyor. MDD anlayışı, küçük-burjuvazinin MDD öncülüğü sorununda ise ''milliyetçi devrimci güçler, devrime önderlik edebilir'' diyorlardı. Bilimsel sosyalist teoriden kesin bir sapma olan bu anlayış, sağındaki güçlere yaslanmanın bir başka biçimde tezahür etmesinden başka bir şey değildir.
Bilimsel sosyalist teoriyi kavrayamamanın ve kendi gücüne güvensizliğin bir ürünü olan MDD teorisi savunucuları, bu olumsuzluklarına karşın, pasifizmin aşılması ve radikalizmin geliştirilmesinde olumlu bir role sahiptiler. Anti-emperyalist bilincin gelişmesi ve gençliğin radikal anti-emperyalist eylemliliğinde, yadsınamayacak bir rolleri oldu. Buna karşın 1968'lere gelindiğinde MDD teorisi popüler olmaktan çıktı ve giderek etkisini yitirdi. Nesnel gerçekliğe yanıt vermeyen her teori gibi o da çökmekten kurtulamadı. Bu teorinin yenilgiye uğratılmasında Marksist-Leninist kadroların verdiği ideolojik mücadelenin belirleyici bir fonksiyon gördüğünü de belirtmek gerekir...
Türkiye devrim tarihi içinde; özel bir yere sahip olan Dr. Hikmet KIVILCIMLl'nın, ideolojik ve politik düşünce sistematiğinin ülkemiz gerçekleriyle uyuşmamasına, maddi bir gerçeklik haline gelmemesine karşın, mücadeleci ve kararlı kişiliğiyle, kendisini Türkiye devrimine adaması, onu yadsıyamayacağımız bir gerçeklik haline getirmiştir.
Çünkü, Türkiye Sol Hareketinin başlangıcından itibaren devrimci mücadelenin kararlı bir savunucusu olmuş, bütün enerjisini, Türkiye devriminin sorunlarını araştırmaya, çözümler bulmaya harcamıştır.
KIVILCIMLI'nın bu özelliği, TKP'nin yenilgiler aldığı dönemde, TKP yöneticileri gibi, burjuva-kuyrukçu-reformist ve sosyal-şoven düşünce çemberi içinde kalmaya değil, yenilginin neden ve niçinleri üzerinde durarak dersler çıkarmaya, TKP'nin bu düşünce yapısıyla ve örgütlenmesiyle Türkiye devrimine bir şey kazandırmayacağını görmeye götürür.
Ama, KIVILCIMLI'nın da; TKP'den kopuşu sağlamasına karşın, ideolojik ve politik düşünceleri, yaşanan nesnellik ve sınıf mücadelesiyle uyuşmayan bir niteliktedir.
Çünkü ideolojik ve politik düşünce sistematiği M.BELLİ gibi halka güvenmeyen düşünce ürünlerinin, cuntacılığın ötesinde değildir.
Ama, bu birebir MDD ile çakışma da değildir. KIVILCIMLI'nın kendine özgü de olsa görüşlerinin tarih ve ülkeye ilişkin ekonomik, siyasal derinliği yadsınamaz.
Ancak KIVILCIMLI'nın, devrimin yoluna ilişkin düşünceleri nesnellikten uzaktır. O, Ekim Bolşevik Devrimi'nin dogmatik yorumundan hareketle, aynı taktik ve mücadele anlayışını ülkemize indirgemeye çalışmıştır. O nedenle de şehirleri temel alan, ülkenin somut koşullarını yanlış değerlendirerek işçi sınıfına fiili öncülük rolü yükleyen bir anlayışı savunmuştur. Ülkemizdeki gerçekleri göremeyen, gelişmeleri ve değişmeleri doğru analiz edemeyen KIVILCIMLI, işçi sınıfının pratikte böyle bir rol oynayamadığını gördüğü noktada, kendi dışındaki güçlere bel bağlama eğilimine varmış, orduya ilerici bir misyon yükleyerek ordunun sınıf mücadelesinde etkin bir rol oynayacağını savunmuştur. (12 Mart cuntası için ''Ordu kılıcını attı'' düşüncesi tastamam bunun ürünüdür.)
KIVILCIMLI'nın bu düşüncesine kaynaklık eden anlayış, onun ''tarih tezi''nde aranmalıdır. Zira, KIVILCIMLI, tarihte, barbarlara verdiği aşırı rolün bir uzantısı olarak, Türkiye'de de bu rolü ordunun oynayabileceğini ileri sürmüştür.
O nedenle KIVILCIMLI'nın orduyu tarihsel ilericilik misyonuyla değerlendirip, bu gücün devrimde etkin rol oynamasına varması, onun MDD cuntacılığından öz olarak farkının olmadığını, pratik ve teorik olarak ortaya koymuştur.
KIVILCIMLI'nın diğer önemli bir yanlışı da TKP yenilgilerinden çıkardığı derslerden biri olan, illegaliteyi örgütlenmede temel alma meselesini pratikte yadsıyarak daha çok legal örgütlenmeyi ve mücadeleyi savunma noktasına gelmesidir. Bu yapısıyla da radikal olamamış, kitleleri örgütleyememiş ve neredeyse yaşamı boyunca yalnız kalmıştır, denilebilir.
Ama KIVILCIMLI'nın bu olumsuz düşünceleri yanında, onun olumlu yanları da vardı. Özellikle Türkiye Solu'nda TKP çizgisi karşısındaki tavrı ve çeşitli teorik araştırmalarından söz etmeden geçilemez. KIVILCIMLI, kendine özgü görüşlerine rağmen bu görüşlerin pratikte uygulayıcısı olamamıştır.
Bugün KIVILCIMLI'nın takipçisi olduğunu iddia eden birkaç grup vardır. Bunların hemen hiçbiri tam olarak KIVILCIMLI'nın düşüncelerini savunmamakta, birçok nokta da bu görüşleri değiştirerek pratiğe uygulamaya çalışmaktadırlar. Türkiye Solu'nda ideolojik bir etkileri olmadığı gibi, sözü edilir bir kitleselliğe ve örgütlülüğe de sahip değildirler.
Sonuç olarak cuntacı görüşleriyle bir MDD varyantı olan KIVILCIMLI'nın ideolojik ve politik düşünceleri, birçok yanlışları barındırmasına rağmen, mücadeleci kişiliğiyle, ömrünü kendi anlayışı doğrultusunda sosyalizm davasına adamasıyla olumlu bir imaj bırakmıştır. O nedenle Türkiye devrimci mücadelesi açısından saygıya değerdir.
1960'ların ikinci yarısı, sol harekette olduğu gibi işçi sınıfı hareketinde de gelişmenin ifadesidir. Sınıf çelişkilerinin derinleşmesi ve toplumsal hareketlenmeye paralel olarak gelişen işçi sınıfının ekonomik, demokratik mücadelesi, 1967'de DİSK ile somutlanıyordu.
Ekonomizmin sınırları içinde hapsolsa da, DİSK, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi olarak ileriye doğru atılmış önemli bir adımdı. İşçi sınıfı hareketini, sınıf işbirliği siyaseti içinde boğma ve sınıf bilincini dumura uğratmak amacıyIa oluşturulan Amerikan tipi sarı sendika Türk-İş, gelinen aşamada işçi sınıfı hareketini nötralize edememiş ve Türk-İş bünyesindeki ilerici, demokrat sendikalar koparak, sınıf sendikacılığı ilkelerini temel alan bir örgütlenmeye gitmişlerdir. Her ne kadar DİSK sınıf sendikacılığını gerçek anlamda uygulayacak bir anlayış ve yapıdan uzak, ve bu nedenle sınıf sendikacılığı ilkeleri kağıt üzerinde kalsa da, işçi sınıfı hareketinin gelişiminde ulaşılan en üst aşama olmasıyIa, olumlu bir işlev görmüştür. Nitekim DİSK, kuruluştan kısa bir süre sonra, işçi kitleleri içinde kök salmış ve yoğun bir kesimi bünyesinde toplamayı başarmıştır.
Ekonomizmin dar sınırlarını aşmasa da DİSK'in kuruluşu egemen sınıfları rahatsız etmiş ve yeni saldırı planlarına yöneltmiştir. Her ne pahasına olursa olsun DİSK'in gelişimini, dolayısıyla sınıf bilinçli işçi hareketinin gelişimini engellemeyi kafasına koyan oligarşi, çok geçmeden saldırılarını peş peşe devreye sokacaktır. 15-16 Haziran büyük işçi direnişini doğuran saldırı, genel saldırı halkasının en üst boyutunu ifade eder.
DİSK'i etkisizleştirmeyi öngören yasa tasarılarına karşı, işçi sınıfının gösterdiği 15-16 Haziran Direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinde, işçi sınıfı eyleminin ulaştığı en yüksek aşamadır. Yer yer Devrimci Gençlik'in müdahalesi ile iradi bir nitelik almasına karşın, esasta kendiliğindenci karakter gösteren 15-16 Haziran Direnişi, reformist-uzlaşmacı sendika yöneticilerinin yüzünü açığa çıkararak, deşifre ettiği gibi, başta MDD'ci anlayışta olanlar olmak üzere, cuntacı küçük-burjuva anlayışlara da verilmiş bir cevaptır. Ayrıca 15-16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının kendi gücünü görmesi yolunda yaşanan somut bir adım olmasıyla da olumlu bir gelişmedir.
Yasal olarak var olduğu sürece oligarşinin boy hedefi olan DİSK, hiçbir zaman ekonomist-uzlaşmacı sendikal anlayışı aşamadı. Ama buna karşın işçi sınıfının bağımsız yığın örgütü olması yanıyla, sınıf sendikacılığı yolunda atılmış önemli bir adımdı. Zaten egemen sınıfların boy hedefi olması da bundan ileri geliyordu.
İşçi sınıfının mücadelesindeki gelişme, proleter devrimci kadroların güçleri oranında müdahalesiyle, siyasal bir platforma çekilmeye çalışıldıysa da etki alanı sınırlı kaldı. Dolayısıyla işçi sınıfı hareketi, bir bütün olarak ekonomizmin sınırlarını aşamadı.
İşçi sınıfının bu dönemdeki mücadelesi zengin derslerle doludur. İktidar perspektifiyle halk kitlelerinin sorunlarına yaklaşma ve pratik içinde güven vererek halk kitlelerini siyasal mücadeleye yöneltmesiyle, ekonomist-reformist anlayışların hakimiyetine son verme ve militan mücadele ruhunun hakim kılınmasıyla, devrimci mücadeleyle işçi sınıfının birliğinin mümkün olacağı tartışmasız bir şekilde ortaya çıktı.
Bu dönem DEV-GENÇ'te somutlanan bu anlayış, 15-16 Haziran'da oynadığı rolle de pratikte kendini kanıtlıyordu.
1960'ların ikinci yarısı, devrimci mücadelenin hızla yükseldiği, başta ekonomik ve demokratik alanda olmak üzere, çok yönlü örgütlenmelerin filizlendiği bir dönem olması yanıyla, Türkiye Solu'nun tarihinde ayırdedici bir özelliğe sahiptir. İstisnasız, toplumun her kesiminde demokratik tepkilerin kendini açığa vurduğu bu dönem, kabarmanın giderek düzen sınırlarını aşmaya başlamasıyla da, tarihsel bir dönemeci ifade eder. Denilebilir ki,1965-70 dönemi, burjuva demokratik muhtevayı pek aşamamıştır, fakat Türkiye Solu'nun tarihinde gerek kitlesellik, gerekse politik etkinlik yönüyle, demokratik kabarışın ulaştığı en yüksek aşamadır. İşçi sınıfının ekonomik ve demokratik amaçlı hareketlerinden -Türkiye işçi sınıfı tarihinde ilk kez fabrika işgalleri gerçekleşmeye başlamıştır- köylülerin toprak işgallerine, öğrenci gençliğin özerk-demokratik üniversite talebiyle başlayan ve giderek anti-emperyalist bir nitelik kazanan mücadelesinden, küçük-burjuvazinin istisnasız her kesiminin ekonomik-demokratik hareketlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar.
Büyük oranda kendiliğinden bir karakter gösteren ve burjuva demokratik taleplerin ötesine geçmeyen bu kabarış, ister istemez kendi içinde ayrışmayı da getirdi. Marksist-Leninistlerin katalizör rolü oynadıkları süreçte, demokratik kitle hareketi, nispi demokrasinin sınırlarına dayandığı oranda radikalleşme doğrultusunda ivme kazandı. Demokratik yükselişi iradi olarak yönlendirme konumundan henüz uzak olan ama önemli bir çekirdeğin etkisinde gelişen soIun, ideolojik-politik ayrışmaya paralel radikalleşmesi, kendini DEV-GENÇ örgütlülüğünde somutluyordu.
Çok yönlü ayrışmanın ilk tohumlarını taşıyan bu süreçte sorun burjuvazinin nispi demokratik hakları pervasızca çiğnemesi yanında; gerici-faşist örgütlenmelerle demokratik yükselişi boğma çabalarına karşı, nasıl bir mücadele perspektifiyle yaklaşılacağı, hangi anlayışla hareketin düzen sınırlarını aşarak, düzen alternatifi bir politik harekete dönüştürüleceğidir. Nispi demokrasinin sınırlarının, oligarşi tarafından daha ilk adımda çizildiği koşullarda, mücadele perspektifi ne olmalıydı? Mücadelenin güncel taktik sorunlarına yaklaşımda biçimlenen düşünce tarzı, daha sonraki ideolojik-politik şekillenmenin temelini oluşturacaktı.
Yükselen demokratik hareketin sorunları karşısında biçimlenen anlayışlardan biri, geleneksel burjuva kuyrukçusu ve reformist anlayışın temsilcisi durumundaki TİP oportünizmidir. Diğeri ise, yeni yeni biçimlenmekte olan ve belirli oranda şekilsiz ve heterojen bir özellik taşıyan devrimci anlayıştır.
TİP oportünizmi nispi demokrasinin sınırlarını görmekten uzak olduğu gibi, iktidar perspektifiyle soruna bakma anlayışından da yoksundur. Dolayısıyla burjuva demokrasisine bel bağlama özelliği ile, demokratik harekete önderlik etme niteliğinden uzaktır. İşçi sınıfının bağımsız sınıf kavgasından uzak olmanın ve özgücüne güvensizliğin bir prototipi olan TİP oportünizmine göre, kitle mücadelesinin radikalleşmesi ve düzen sınırları dışında, yükseltilmesi yönünde müdahale, oligarşinin daha da saldırganlaşmasına yol açacağından kabul edilemezdi! ''Faşizm gelir'' formülasyonunda somutlanan bu anlayış burjuvaziden icazet dilenmenin tipik bir biçimiydi. Ve bu özelliğiyle burjuvaziye soldan destek olma konumuna düşen TİP oportünizmi, devrimci-demokratik hareketin önünde aşılması gereken bir engel durumundaydı.
Bu nedenle, devrimci bir perspektifle sürece müdahale eden genç kadrolar; bir taraftan demokratik kitle hareketinin reformizmin, ekonomizmin dar çerçevesini aşması ve siyasal alana sıçratılması doğrultusunda hareket ederken, diğer yandan başta TİP oportünizmi olmak üzere her renkten reformizme, revizyonizme, cuntacılığa karşı, ideolojik mücadeleyi yükseltiyorlardı. Süreç ikili bir özellik taşıyordu: Biri demokratik kitle hareketine önderlik etmek, daha üst mücadele ve örgütlülük düzeyine çıkartmak, diğeri ise her türden oportünist, revizyonist anlayıştan kopuşu sağlayarak, yeni-sömürge Türkiye koşullarında, nasıl bir mücadele anlayışı, nasıl bir örgüt, çalışma tarzı sorusuna yanıt aramak...
Doğaldır ki, bu çatışmanın yansıdığı ilk alan demokratik muhalefetin dinamizmi konumundaki gençlik oldu. FKF içinde başlayan mücadele DEV-GENÇ'i doğurarak kopuş ve ayrışmanın ilk adımlarını attı. DEV-GENÇ, Türkiye Solu'nun tarihinde iktidar perspektifine sahip, uzlaşmaz ve devrimci şiddete dayalı mücadele anlayışının ilk tohumudur. Türkiye Solu'nun tarihinde ilk kez, mücadeleyi düzen sınırlarına hapsetmeyen, bağımsız sınıf politikasına sahip ve kendi gücüne güvenen bir anlayış şekilleniyordu. Türkiye Sol Hareketi tarihinde bir dönüm noktası olan bu anlayışın, güncel koşullardaki biçimlenişini DEV-GENÇ önderliği şöyle ifade ediyordu:
''FKF merkez yürütme kurulu üyeleri TİP oportünistlerinin 'aman faşizm gelir' 'kıpırdamayalım' demeleri ile, Türk Solu çevresinin 'aman küçük-burjuva devrimcilerini küstürmeyelim, Milli Cephe (!) yıkılır' diyerek sosyalizm yasağı uygulamaya kalkmaları arasında proletaryanın kavgasına ihanet açısından pek önemli bir fark olmadığını çok iyi anladılar'' (THKP-C Dava Dosyası, Yazılı Belgeler, 1965-71 Türkiye'de Devrimci Mücadele ve DEV-GENÇ, s. 303)
En yüksek muhtevasını gençlik örgütlenmesinde -DEV-GENÇ'te- bulan bu anlayış, elbetteki salt gençlik ve gençliğin mücadelesiyle sınırlı değildi. Gençlik örgütlenmelerinde netleşen mücadele perspektifi, şu veya bu ölçüde mücadelenin diğer alanlarına da yansımış ve giderek bu alanlarda da önderlik etmeye başlamıştır.
DEV-GENÇ; pratik mücadele platformunda güncel ekonomik ve demokratik sorunları militan bir ruhla ele almanın ve düzen alternatifi radikal bir mücadele pratiğinin gelişimi iken, ideolojik, politik planda ise, TİP oportünizmine esas yönüyle darbenin vurulduğu ve etkisizleştirildiği, ideolojik, politik mücadelenin ana doğrultusunun küçük-burjuva oportünizmine yöneldiği bir sürecin ifadesidir.
TİP oportünizminin etkisiz kılınmasıyla, ideolojik mücadele önceleri, Çin şablonculuğu yapmakla ve küçük-burjuvazinin, milliyetçi-devrimci kesimlerinin kuyruğuna takılmakla ünlü olan ve proleter devrimci önderler tarafından ''Beyaz Aydınlık'' olarak adlandırılan, bugün ise, gerçek anlamda ''beyaz''laşarak burjuva-milliyetçi bir çizgiye oturan PDA oportünizmine karşı gelişti. Zaten önemli bir etkinliğe sahip olmayan PDA oportünizmi ile saflaşmada, Aydınlık Sosyalist Dergi saflarında yer alan devrimci kadrolar, çok geçmeden bu dergi saflarındaki M.BELLİ'nin başını çektiği küçük-burjuva oportünist anlayışa karşı ideolojik mücadeleyi yükselttiler. ASD'ye karşı mücadelenin en önemli yanı, Türkiye Devriminin Yolu'nun artık netleşmeye başlamış olmasıdır. Bu yanıyla ASD'den ideolojik-politik olarak kopuş 50 yıllık revizyonist, oportünist gelenekten tam anlamıyla kopuştur; Türkiye Sol Hareketinde yeni bir anlayışın biçimlenmesidir.
En üst düzeyde, DEV-GENÇ'in örgütlenme ve mücadele anlayışında somutlanan devrimci kavrayış, militan mücadele ruhu ile hızla pratiğe yönelirken; ideolojik-politik planda da, ASD'de kümelenen MDD'cilerle ayrılığın nedenlerini yayınladığı ''ASD'ye Açık Mektup'' adlı broşürle görüşlerini açıklığa kavuşturuyordu. Hakim sınıfların, nispi demokratik hakları rafa kaldırma hazırlıkları içinde oldukları, devrimci-demokratik hareketi boğmak için yeni baskı politikalarına yöneldikleri bir dönemde, bilimsel sosyalizm temeli üzerinde MDD'den kopuş, Türkiye devrimci hareketinde yeni bir sürecin de başlangıcı oluyordu.
ASD içindeki devrimci anlayış, sağcı MDD anlayışıyla ideolojik-politik ve örgütsel farklılığını şu temel noktalarda ortaya koydu:
Birincisi, devrim anlayışı konusundaki ayrılıktı. Leninizm bayrağının taşıyıcısı olan genç proleter devrimci kadrolar, MDD'cilerin oportünist, reformist anlayışını tüm çıplaklığıyla ortaya koydular. M.BELLİ'nin başını çektiği MDD'ci anlayışın, işçi sınıfı önderliğini reddeden, kendi sağındaki küçük-burjuva milliyetçi-devrimcilerine önderlik payesi verecek kadar sınıf zemininden çıktığını, yeni-sömürge ülke koşullarının diyalektik materyalist bir anlayışla analizinden yoksunluğunu, halk savaşını ve kırların temel çarpışma alanı olması gerektiği Marksist-Leninist anlayışını dıştalayan oportünist bir çizgi olduğunu ortaya koydular. Ve yeni-sömürge ülkelerin özelliklerinden hareketle halk savaşını formüle ettiler.
İkinci nokta, çalışma tarzındaki farklılıktı. MDD'ciler küçük-burjuva milliyetçilerine bel bağlamanın bir sonucu olarak; hareketin örgütlenmesini kendiliğindenciliğe bıraktıkları gibi, esas olarak legalleşmeyi hedefliyorlardı. Dolayısıyla bütün çalışma biçimlerini hareketin burjuvazi nezdinde meşrulaştırılması temelinde şekillendiren MDD'ci anlayış, beraber yürünemez bir noktadaydı. Proleter devrimciler Marksist-Leninist anlayışı ortaya koyarak, yeni reformizmi tüm çıplaklığıyla açığa çıkarıp deşifre ettiler.
Üçüncüsü, örgüt anlayışı konusudur. Devrim anlayışı ve çalışma tarzından bağımsız düşünülemeyen örgüt anlayışı konusunda, devrimci kadrolar; M. BELLİ'nin aşağıdan yukarıya en demokratik tarzda örgütlenme ve daha başlangıçta parti içinde mutlaka işçilerin çoğunlukta olmasını savunan Menşevik, oportünist anlayışını reddederek, Leninist örgüt anlayışını savundular. Onlar Türkiye Solu'nun tarihinde ilk kez burjuva reformlar peşinde koşmayan, savaşçı çekirdek etrafında biçimlenen Marksist-Leninist örgütlenme perspektifinin yaratıcısı oldular. Türkiye Sol Hareketinin düzen örgütü anlayışı karşısında; ilk etapta hangi sınıftan geldiğine bakılmaksızın, proleter devrimcilerden oluşmuş ve illegaliteyi temel alan bir savaş örgütü anlayışını savundular. Menşevik aşağıdan yukarıya örgütlenme anlayışı karşısına, Leninist yukarıdan aşağıya örgütlenme anlayışıyla çıktılar.
Bu üç temel nokta dışında, Marksist-Leninistler, devrimci anlayışla revizyonist, reformist küçük-burjuva milliyetçi anlayış arasındaki temel ayırıcı noktalardan biri olan ulusal sorun konusunda da proletarya enternasyonalizmi bayrağının taşıyıcısı oldular. Başta TKP olmak üzere, 70'lere kadar bütün sol hareketlerin üstündeki kirli sosyal-şoven gömleği hiç tereddüt etmeden yırtıp attılar. Ve ulusal sorunun ''Misak-ı Milli'' sınırları içinde çözüleceğini savunan sosyal-şoven anlayışa karşı, Marksist-Leninist Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) ilkesinin tavizsiz savunucusu oldular.
Yeni-sömürge Türkiye'de, devrimin yolunun Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi olduğunu, şehirlerde klasik kitle çalışması ve barışçıl politik mücadeleyi temel alan bir anlayışın devrimci olamayacağını ortaya koyarak netleştiren ''ASD'ye Açık Mektup'', yalnız MDD oportünizmine değil, geleneksel revizyonist, reformist anlayışla da bir kopuşmanın ifadesidir. Genç Marksist-Leninist hareket Türkiye Solu'nun tarihinde Marksist-Leninist kavrayışa sahip ilk örgütlenme girişimidir. DEV-GENÇ'in önderliğini yaptığı bu kavrayış, Marksizm-Leninizmin yeni-sömürge ülke koşullarındaki biçimlenişini ortaya koyarak mücadeleyi yükseltti. Bütün burjuva ve küçük-burjuva sapmalardan kendini mücadele içinde arındırmak kavgasına girişen DEV-GENÇ önderliği, süreçteki görevlerini şöyle koyuyordu:
''Hakim sınıfların açıkça zor metotlarına başvurdukları, revizyonist kliklerin azgınca pasifizmin propagandasını yaptıkları bu dönemde, eldeki kadroları örgütlü biçimde en aktif mücadelenin içine sokmak gerekmektedir.'' (age, s. 358)
Evet, DEV-GENÇ önderliği ''ASD'ye Açık Mektup''ta ortaya koydukları Marksist-Leninist anlayışın, ancak proletaryanın sınıf savaşımı ilkeleri etrafında oluşmuş bir örgütlenme (parti) ile yaşama geçeceğinin bilincindeydi. Yeni-sömürge bir ülke olan Türkiye'de, bir parti örgütlenmesi olmadan çok yönIü mücadelenin verilemeyeceğini biliyorlardı. Bu nedenle önlerine, pratiğe müdahale ederek yönlendirme ve bizzat bu devrimci pratik içinde oluşacak proletaryanın Leninist partisini yaratma görevini koydular. 1970'lerin sonlarında THKP-C olarak biçimlenen bu örgüt, Türkiye devrimci mücadelesinde bir dönüm noktası olacaktır. Öyle ki, artık sosyal pratikte bir güç olmak isteyen herkes, şu veya bu ölçüde THKP-C'yi kendi ilgi alanı içinde görecekti. THKP-C, örgütlenme biçimi, mücadele anlayışı ve çalışma tarzıyla Türkiye Sol Hareketi tarihinde tek Marksist-Leninist örgütlenme olarak kendi gücüne güvenme, bağımsız düşünme, somut koşulların somut tahlilini yapma, teoriyi bir dogma değil, bir eylem kılavuzu; dünya devriminin trafik polisliği için bir el kitabı değil, dünyayı ve dünyanın Türkiye'sini yorumlama ve değiştirme mücadelesini rehber olarak kavrama; en önemlisi de, devrim için vazgeçilmez olan inisiyatif, cesaret, atılganlık geleneklerini oluşturmasıyla yeni bir başlangıçtır.
THKP-C'ye geçmeden önce şunu da belirtelim: Her şeyi basit ve iki kelime ile açıklama alışkanlığında olan savcının iddia ettiği gibi DEV-GENÇ ve onun militan mücadelesinde yetişen kadroların yarattığı THKP-C'nin uzlaşmaz mücadele anlayışı; ''dış mihrakların kışkırtması'', ''anarşist-terörist odakların işi'' vb. safsatalarla değil, sınıf mücadelesi pratiği ile açıklanır. Ortaya koyduğumuz gibi DEV-GENÇ, işçi sınıfı ve devrimci-demokratik güçlerin basitten karmaşığa doğru gelişen, egemen sınıflara karşı ekonomik-demokratik planda yükselen mücadelede gelişmiş; geleneksel burjuva reformist anlayışlarla giriştiği ideolojik hesaplaşmayla çizgisini netleştirmiştir.
THKP-C reformist-revizyonist ve her türden küçük-burjuva oportünist anlayışla, ML çizgisinin kesin olarak birbirinden ayrıldığı bir sürecin ifadesidir. İlk tohumları DEV-GENÇ'in militan mücadelesinde atılan THKP-C hareketi, kısa ama onurlu pratiği ile kendisini dosta-düşmana kabul ettirmiş, proletaryanın ML hareketidir.
DEV-GENÇ'in mücadele pratiğinin üzerinde oturan THKP-C hareketi, ortaya koyduğu ideolojik politik hattıyla her türden dogmatik-şabloncu ve kuyrukçu anlayışla arasına aşılması olanaksız kalın bir çizgi çizdi. Ülkemizin ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, tarihsel özelliklerinin somut tahlili üzerinde inşa edilen ML çizgi, bu yanıyla evrensel özelliğe sahiptir.
Evet, THKP-C bir dönüm noktasıdır. Kendi gücüne güvensizliğin, burjuvaziden icazet dilenmenin, burjuva demokrasisi içinde çözüm aramanın, pratiksiz sol geleneğin, bir daha dirilmemecesine tarihin çöplüğüne gömüldüğü, işçi sınıfı ve emekçi halkın kurtuluş mücadelesinin silahlı devrimden geçeceği gerçeğinin, bilinçlere silinmemecesine kazındığı bir dönemdir. Boş gevezeliklerin, zor koşullarda sırra kadem basmanın yerine, devrime ve halka bağlılığın, güvenin, özverinin ve cesaretin geçtiği bir tarihsel döneme geçiştir. Böylece Türkiye halkları 50 yıllık tarihi bir süreçten sonra kendi savaşçı örgütüne kavuşuyordu.
THKP-C'nin özgünlüğü nedir? Hiç düşünülmeden verilecek yanıt, ML'i bir dogma, her derde deva bir reçete olarak değil, tarihsel, nesnel bir bakış açısıyla, kendi içinde sürekli zenginleşen bir eylem kılavuzu olarak ele almış olmasıdır.
THKP-C Marksizm-Leninizmi son derece derinliği olan, son derece zengin; hayatın yeni gerçekleri karşısında derinleşip zenginleşen bir doktrin olarak kavradı. Marksizm-Leninizmin lafızlarını değil, onun diyalektik materyalist özünü kendisine rehber aldı.
THKP-C'nin düşünce tarzı, her türden şablonculuğun, ülke koşullarından bağımsız, ithal malı devrim modellerinin düşmanı olmuştur. Ülke gerçeklerine cevap vermeyen, somut koşulların somut tahliline dayanmayan devrim teorilerinin iflas etmesi, THKP-C'nin Türkiye devriminin yolunu belirlemesiyle hızlanmıştır.
THKP-C Lenin'in, ''Marksizm, çarpışma biçimleri sorunlarının salt tarihsel bir incelenmesini gerektirir. Bu sorunu somut tarihsel durumdan ayrı olarak ele almak diyalektik maddeciliğin esaslarının yeterince kavranamadığını gösterir. İktisadi evrimin değişik aşamalarında siyasal-ulusal-kültürel canlı koşullarındaki değişmelere bağlı olarak değişik mücadele biçimleri ortaya çıkar. Bunlar başlıca çarpışma biçimleri olurlar, bunlarla ilgili olarak ikinci dereceden tamamlayıcı mücadele biçimleri de değişir'' deyişlerini kendisine rehber edindi. Bu perspektifle devrim sorunlarına yaklaşmayanların iyi birer Marksolog olabileceklerini, ama asla proleter devrimci olamayacaklarını çok iyi bildiği için, kendini hazır reçetelerle sınırlamadı.
THKP-C'nin 1970 Türkiye'sinde ortaya koyduğu ideolojik-politik hat, emperyalizmin III. bunalım dönemi ve bu dönemin ilişki ve çelişkilerinin bilimsel bir yaklaşımla tahlil edilmesine dayanır. THKP-C önderliği, emperyalizmin istismar biçimlerinde değişikliğe gittiği, eski sömürgecilik yöntemleri yerine, yeni-sömürgecilik olarak tanımlanan ve geri bıraktırılmış ülkelerin ekonomisinden politikasına, kültüründen sanatına kadar her yanıyla emperyalizme göbekten bağımlı kılındığı; ''ulusal'' orduların iç savaşa göre organize edilmiş işgal ordularına dönüştürüldüğü; sürekli ekonomik-sosyal ve siyasal krize (milli krize) karşın, halk kitlelerinin politik pasiflik içinde bulunduğu; egemen sınıfların esas itibariyle zor, baskı ve tenkil politikalarına dayanarak iktidarını sürdürdüğü ülke koşullarında, halk kitlelerini örgütlemenin ve devrim saflarına çekmenin yolunu, mücadele ve örgüt biçimlerini bilimsel bir yaklaşımla ortaya koydu.
Devrimci durumun sürekliliği koşullarında, silahlı mücadelenin temel, diğer ekonomik-demokratik ve barışçıl (uzlaşıcı olmayan) politik mücadele biçimlerinin buna bağlı olarak yürütüldüğü PASS anlayışı ile sağına ve soluna kalın çizgiler çekti. Reformizme ve statükoculuğa olduğu gibi, barışçıl mücadele biçimlerini, ülkemiz koşullarına uygun olmadığı gerekçesiyle tümden yadsıyan ve Küba Devrimi'ni sol yoruma tabi tutarak, partisiz, salt askeri mücadele ve orduya dayanan bir mücadele çizgisine güvenen sol fokocu anlayışlara da karşı oldu.
THKP-C, reformist-revizyonistler tarafından yok sayılan, unutturulan Leninizmin, emperyalizmin bir sistem olarak çöküşüne kadar geçerli olan evrensel tezlerini; şiddete dayalı devrim anlayışı, proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğünde somutlanan teorisini, emperyalizmin Ill. bunalım döneminin ayırt edici özelliklerini dikkate alarak, yeniden ayakları üzerine oturttu. Yeni-sömürge Türkiye koşullarında silahlı mücadeleyi ve politik-askeri örgütlenmeyi temel almayan bir anlayışın, klasik kitle çalışması ve merkezi bir yayın organı ile kitleleri örgütleme ve devrim yapmasının bir hayal olduğunu, bu çalışma tarzı ve örgüt anlayışı ile yılların boşa harcanması ve devrimci potansiyelin pasifize olması dışında bir sonuç yaratılamayacağını bizzat pratik deneylere dayanarak ortaya koydu.
Evet, gerçekten de reformist-revizyonist solun 70 yıllık tarihi bunun kanıtıdır. Çok yönlü çalışma adına gazete dağıtım şebekeleri oluşturanlar, bugün, tarihi gerçekliğin yarattığı hayal kırıklığıyla burjuva-demokrat kimliğe bürünmeyi çare olarak keşfetmiştir!
THKP-C, politik-askeri nitelikli örgütlenme anlayışıyla, yılları boş entelektüel gevezelik yapmakla geçiren, örgütsel ilişkiyi rapor alıp, rapor verme olarak anlayan bürokratik örgütlenme anlayışını tarihe gömdü. Politika üreten, halk kitlelerine güven veren bir anlayışla yola çıkan THKP-C, kısa bir sürede Türkiye halklarının kurtuluş umudu oldu.
THKP-C ideolojik-politik çizgisi ve onurlu pratiği ile Türkiye devriminin manifestosunu yazdı. Kararlılığın, cesaretin ve halka bağlılığın örneği olan THKP-C, açık faşizm koşullarında içten ve dıştan aldığı darbelerle fiziki tasfiyeye uğramasına karşın hiçbir zaman silinmeyecek devrimci bir miras bıraktı. Bu miras, bağımsız sınıf politikasına sahip olma, bağımsız politika üretme yeteneği, kendi gücüne güven, Marksizm-Leninizmi yaratıcı tarzda bir eylem kılavuzu olarak ele alma, atılganlık, cesaret, devrime ve halka bağlılıktır. Onlarca proleter devrimci önderin kanıyla yazılan bu miras, oligarşinin tüm saldırı, karalama, çarpıtma, tahrif etme, görmezlikten gelme çabalarına karşın, halklarımızın kurtuluş yolunun biricik devrimci çizgisi olma özelliğini sürdürüyor.
12 Mart açık faşizm koşullarında sol adına mangalda kül bırakmayanların, cezaevlerinin veya Avrupa ''Cafe''lerinin yolunu tuttuğu koşullarda, THKP-C halkın yanı başındaydı. Doğru hedeflere yönelen silahlı propaganda eylemleriyle, 12 Mart faşizmine erken doğum yaptırdı. Yüzündeki reformist maskeyi çekip aldı. Ve başta küçük-burjuva reformizmi olmak üzere, sol'un gerçekleri görmesini sağladı. Bu tavrıyla THKP-C sol'un her çeşidini hayretler içinde bırakan büyük bir prestij ve sempati yarattı. 50 yıllık tarihleri boyunca dar bir aydın hareketi olma sınırlarını aşamayan reformist-revizyonist solu, birkaç aylık bir mücadele pratiğinin yarattığı bu prestije ve sempatiye akıl erdirememenin çaresizliği içinde kıvrandıran olay, THKP-C'nin mücadele anlayışının somut koşulların somut tahliline dayanmasıdır.
İhtilalci bir geleneğin olmadığı, 50 yıllık pasifizmin ve burjuva kuyrukçuluğunun egemen olduğu bir ortamda gelişip biçimlenen THKP-C, bünyesindeki pasifist sağ yansımaları dışarı atma sürecinde ağır darbeler aldı. THKP-C önderi M.ÇAYAN ve yoldaşlarının oligarşiye tutsak düştüğü ağır mücadele koşullarında, yakın devrim hayalleriyle yola çıkan yol arkadaşlarının arkadan hançerlemesiyle parti, örgütsel bünyesinde ağır yaralar aldı. Silahlı propagandanın henüz mayalanma aşamasında, parti çizgisini tasfiye ederek, yıllanmış reformist-revizyonist görüşleri partiye hakim kıldı. M.ÇAYAN ve yoldaşlarının Maltepe zindanından firarıyla sağ sapma tasfiye edilmesine ve proleter devrimci çizginin yeniden hakim kılınmasına karşın, parti yaralarını sarmaya fırsat bulamadı, silahını devrim cephesinin prestijinin söz konusu olduğu, oligarşinin Deniz GEZMİŞ ve arkadaşlarını idam ederek silahlı devrim cephesine ağır bir darbe indirmek istediği koşullarda, bünyesindeki gediklere karşın, tarihsel bir sorumlulukla pratiğe yöneldi. Ve Kızıldere eylemiyle büyük bir devrimci potansiyel yaratarak, oligarşinin fiziki tasfiyesine uğradı.
THKP-C'nin Kızıldere eylemi, anlık başarılar peşinde koşan, ülkelerin devrim süreçlerinde oluşacak birtakım dönüm noktalarında gösterilecek tavrın ve mücadelenin, kaderi etkileyen tarihsel işlevini kavrayamayan, mücadelenin tarihsel, siyasal yanını göremeyen anlayışlar tarafından, bir ''intihar'' olarak değerlendirildi. Özellikle 1973 sonrası THKP-C potansiyelini kendi bünyelerinde eritmek isteyen TKP revizyonistleri ve türevleri başta olmak üzere, sol'un her türlüsü ''maceracılık'' suçlamalarıyla hareketin çizgisine saldırdılar. Ama Kızıldere eyleminden bu yana geçen 16 yıl gösterdi ki, Kızıldere bir son değil, bir başlangıçtır. THKP-C, Kızıldere eylemiyle, geleneksel solla arasındaki temel bir farklılığı daha ortaya koymuştur. Bu farklılık devrim mücadelesine tarihsel-siyasal bir perspektifle yaklaşabilmektir. THKP-C, Türkiye devriminin bir dönüm noktasında olduğu koşullarda göstereceği davranışın, gelecekte yeni bir mücadelenin biçimlenmesinde önemli bir rol oynayacağının bilincindeydi. Kızıldere ancak bu perspektifle kavranabilir. Kızıldere'nin bir ''Moncada'' baskını, bir ''Pancasan'' çarpışması olduğu 16 yıl sonra bugün çok daha iyi anlaşılıyor. THKP-C, 16 yıllık demagoji, tahrifat ve çarpıtmaya karşın hâlâ Türkiye devriminin motoru olma işlevini sürdürüyorsa, bu, Kızıldere eylemiyle somutlanan tarihsel anlayışın bir sonucudur. Ve Türkiye sol arenasında kendine yer açmak isteyen istisnasız herkes, THKP-C üzerinde kalem oynatarak işe başlıyorsa; bu, THKP-C'nin ideolojik-politik çizgisi ve pratiğinin devrimci bir temelde biçimlenmesinin, oligarşiyi olduğu gibi sol'u da nasıl sarstığını göstermiyor mu?
THKP-C Türkiye Sol Hareketinin tarihinde, kitleselliğe ulaşan ilk ve tek proleter devrimci hareket olma yanıyla da ayırt edici bir özelliğe sahiptir. Bütün ''kitlelerden kopukluk'', ''maceracılık'' suçlamalarına karşın, 20 yıla yaklaşan süreçte kitlelere ulaşmanın biricik yolunun THKP-C'nin mücadele çizgisi olduğu kanıtlandı. Devrimin yenilgi yıllarında reformist, pasifist koroya katılan devrim kaçkınları bile, bugün THKP-C'nin Türkiye Solu'nun tarihinde yoğun kitleselliğe ulaşan tek devrimci hareket olduğunu itiraf etmek zorunda kalıyorlarsa (60'lı yılların ikinci yarısında TİP de kitlesel bir hareketti), ve yine devrimin yenilgi yıllarında uzlaşmacı reformist geleneğin tescilli temsilcilerinin, geçici suskunluk ortamının aldatıcılığı ile yaptıkları ''bitti'', ''sol radikalizm devri kapandı'' tahlilleri bir yıl geçmeden tekzip ediliyorsa, THKP-C'nin kitle hareketi olma niteliği tartışılmazdır. 20 yıla varan pratik, Mahir ÇAYAN'ın klasik kitle çalışması ve dergi etrafındaki örgütlenmelerle kitleselleşilemeyeceği ve politik bir etkinliğe ulaşılamayacağı tespitlerini fazlasıyla kanıtlamıştır.
Türkiye Solu'nun her kesiminin THKP-C'ye saldırması da, onun statükoları bozan, kitlelerde yankısını bulan ML çizgisinden ileri gelmektedir. Türkiye Solu 50 yıllık süreçte, tek başına arenada at oynatmanın rahatlığını kaybetmesinin, kitlelerden kopuk yapısının ve uzlaşmacı, reformist anlayışının gözler önüne serilmesinin tepkisiyle, THKP-C'yi ideolojik saldırılarının temel hedefi yapmıştır. THKP-C ideolojik, politik çizgisi ve pratiğiyle solun kitleleri aldatmasının önüne geçmiştir. THKP-C mücadele ve pratiğiyle, reformist, uzlaşmacı solun oluşturduğu statükoları bozmasıyla da, küçük-burjuva solun boy hedefi olmuştur.
THKP-C'ye saldırıda, küçük-burjuva sol ile oligarşi objektif olarak aynı noktada birleşmiştir. İlk bakışta, hangi ağızlardan çıktığı belli olmayan ''anarşist'', ''terörist'', ''bir avuç maceraperest'' vb. suçlamaları hiç eksilmedi. Bu noktada oligarşiyi anlamak zor olmuyor. Sömürücü, asalak sistemlerini sarsan, halk kitlelerine mücadele azmi ve cesareti aşılayan, onların politik pasiflik konumlarına son vermeye çalışan bir devrimci hareketi, saldırılarının temel hedefi yapması, oligarşi açısından kaçınılmazdır. Ama bu koroya, iki tarihsel deneye karşın katılan geleneksel sol açısından durum düşündürücüdür. Bu tavır geleneksel solun devrim diye bir sorununun olmadığını da göstermektedir
THKP-C hareketi, devrimci dayanışma ve enternasyonalizm anlayışıyla da, Türkiye Sol Hareketi tarihinde bir geleneğin yaratıcısıdır. Düşman ağzıyla devrimci hareketlerin karalandığı, kendi grupçu çıkarlarının her şeyin üstünde tutulduğu, devrimci hareketin aldığı darbeleri, kendi varlık koşulu sayarak sessizce alkışlayan geleneğin içinde, THKP-C devrimci dayanışmanın sembolüdür. THKP-C önderlerinin ELROM eylemi ve Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un idamını engellemek için iki İngilizle bir Kanadalının kaçırılması, bunun için ölümü dahi göze almaları, Türkiye devrim tarihindeki enternasyonalizm ve devrimci dayanışmanın onurlu sayfalarıdır.
THKP-C hareketi ile, Türkiye Solu'nda iki çizgi ortaya çıkmıştır. Bir yanda, her konuda ve her renkteki oportünist ve pasifist anlayışlar, diğer tarafta uzlaşmaz bir sınıf anlayışına sahip, silahlı mücadeleyi temel alan anlayış, THKP-C, silahlı devrim cephesinin belirleyici gücü olarak, kimi pasifist sol grupların bütün yadsıyıcı ve görmezden gelici çabalarına karşın, Türkiye'nin politik etkiye sahip tek devrimci çizgisi olma konumunu koruyor. THKP-C dışında, 1971 koşullarında geleneksel reformist-pasifist sol'dan kopuşmayı sağlayan ve silahlı mücadeleyi temel alan, diğer devrimci yapılanmalar THKO ve TKP-ML'dir.
THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), militan kitle mücadelesi ve DEV-GENÇ mirasıyla gelişen potansiyelin, reformist-pasifist anlayışla ayrışma sürecinde ortaya çıktı. Gelişim ve biçimlenme sürecinde, yaşadığı evreler açısından THKP-C'ye paralel bir özellik gösteren THKO, TİP oportünizmi, PDA devrim kaçkınları ve MDD cuntacılığı ile ideolojik, politik mücadele sürecinde, silahlı mücadeleyi temel alan bir anlayış olarak doğmuştur. Militan mücadele ruhu, uzlaşmaz mücadele anlayışı ve silahlı mücadeleyi temel alma yanıyla geleneksel sol çizginin hakimiyetini sona erdirmede önemli bir fonksiyona sahip olan THKO, yeni-sömürge ülke koşullarını doğru tahlil edememesi nedeniyle, sol bir hataya düştü. Küba Devrimi'nin sol dogmatik bir kavranışı olan THKO, parti örgütlenmesi ve politik mücadelenin belirleyiciliği yerine, ordu örgütlenmesi ve askeri mücadeleyi belirleyici olarak ele alıyordu. Bu yanıyla da sola savrulan bir tepki hareketi niteliğindedir.
Küba Devrimi sonrasında Latin Amerika'yı bir baştan bir başa saran fokocu sol anlayışın ülkemizdeki sürdürücüsü olan THKO, mücadele alanları ve biçimleri arasındaki diyalektik bağı ve politik mücadelenin belirleyiciliğini kavrayamadı. Şehir-kır ilişkisini, silahlı mücadele ve öteki mücadele biçimlerini diyalektik bir bütün olarak görmeyen, tek ve bütün olarak kırları ve silahlı mücadeleyi benimseyen ''militan bir sol çizgi'' olarak biçimlendi. Devrimci durumu abartmalı bir kavrayışın ürünü olan ve ülkemizin üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyini, tarihsel, siyasal, kültürel özelliklerinin oluşturduğu ayırtedici özellikleri tahlil edemeyen THKO'ya göre, kırlarda silahlı mücadeleyi başlatacak askeri bir çekirdek, köylülerin devrim safına çekilmesi için yeterli olacaktır. Halk savaşı stratejisinin sol-mekanik yorumu olarak ortaya çıkan THKO çizgisi gevşek ve kitlelerden kopuk örgütlenme anlayışıyla da önemli zaaflar taşıyordu.
Bu özellikleriyle sol kendiliğindenci bir çizgidir. Buna karşın '71 konjonktüründe geleneksel sol hakimiyetinin kırılması, silahlı devrimci mücadele perspektifinin sürece damgasını vurması ve 12 Mart faşizminin reformist maskesinin düşürülmesinde küçümsenmeyecek bir etkiye sahip oldu. THKO savaşçılarının özverili, cesur ve savaşkan mücadele pratikleriyle, silahlı devrimci hareketin prestij kazanmasında inkar edilemeyecek bir rol oynamalarına karşın, önderliğin fiziki tasfiyesinin ardından stratejik çizginin doğrulanmaması sonucu, örgütsel ve politik tasfiyesi geldi.
Silahlı devrimci hareketin prestij kazanmasıyla, PDA saflarındaki militan mücadeleyi savunan unsurların ayrılması sonucu kurulan TKP-ML, silahlı mücadeleyi temel almasına, uzlaşmaz ve militan bir anlayışın savunucusu olmasına karşın, PDA ile ideolojik, politik tam bir kopuşu gerçekleştiremedi.
Küçük-burjuva özelliklere, sol-mekanik bir anlayışa sahip TKP-ML, tam bir şabloncu kavrayışla Çin koşullarını Türkiye'de aramaya kalktı. Ülkemizin sosyo-ekonomik ve siyasal yapısını tahlil etmekten uzak olan TKP-ML, Çin'in yarı-sömürge koşullarında geçerli olan halk savaşı anlayışını hiçbir değişikliğe gitmeksizin aynen kopya etti. Devrimin sorunlarına ve çarpışma biçimlerine, diyalektik maddeci yöntemle yaklaşacağına, Sovyet Devrimi şabloncularına tepki olarak, Çin Devrimi şablonculuğuna düştü. TKP-ML Çin'in yarı-feodal, yarı-sömürge koşullarında, köylülüğün spontane patlamalarını örgütleyerek ve yerel mahalli mütegallibenin otoritesini yok ederek, buralarda kurulacak ''Kızıl Siyasi Üs''lere dayanan köylü ordusuyla, şehirlerin fethini öngören Mao'nun Halk Savaşı teorisini, hiçbir değişikliğe gitmeksizin savundu. ML'nin diyalektik ruhunu kavrayamayan bu anlayış, iktisadi gelişmenin oluşturduğu özellikleri yadsıdığından, somut koşullara uyum sağlayamadı ve sözü edilir bir etkinlik gösteremeden yenildi. TKP-ML aradan geçen 15 yıla karşın, hâlâ bu mekanik-dogmatik anlayışını terk etmemiştir. TKP-ML mücadele biçimi ve çarpışma alanının seçiminde olduğu gibi, örgütlenme anlayışı ve sınıfların mevzilenmesi konusunda da mekanik-dogmatik bir anlayışa sahiptir. Savaşın ilk aşamasında getirdiği parti-ordu ve kır-şehir ayrımı; köylülüğün ekonomik yapısının, ekonomist bir yorumla ''köylülük temel güç'' formülasyonuna dayanak yapılması, Çin koşullarından kendini sıyıramadığını göstermektedir.
1971 silahlı mücadelesi, gerek geleneksel solu, gerekse oligarşiyi şok derecesinde sarsan bir etki yarattı. Bu nedenle oligarşinin, siyasal ve militarist güçlerinin saldırısına maruz kaldı. Oligarşi, temellerini sarsan silahlı devrimci hareketi, azgınca bir saldırıyla, daha, doğuş halinde kanla boğmaya girişti.
ML'in bayrağının taşıyıcısı THKP-C hareketi, gerek düşman saldırıları, gerekse saflarında uç veren sağ sapmanın yarattığı tahribatlar sonucu fiziki olarak tasfiye oldu. Bu yenilgide belirleyici rolün, sağ sapmadan kaynaklandığını da belirtmiştik. Fakat THKP-C'nin silahlı mücadele sürecinde kadro üretkenliğini sağlayamaması ve bunun sonucu olarak silahlı mücadeleyi dar bir kadro ile sürdürmesinin nedenlerini, bütün yönleriyle açıklığa kavuşturmak için, sorunu biraz daha açmakta yarar var.
Partinin yenilgisi, inkarcı ve pasifistlerin iddia ettiği gibi sol sapmadan değil, partiyi içten kemiren, faaliyetsiz bırakan ve birçok organizasyonun dağılmasına neden olan sağ sapmadır. Sağ sapma, silahlı mücadelenin daha mayalanma aşamasında partiye hakim olmuş, şehirleri ve buralardaki ekonomik-demokratik mücadeleyi temel konuma yükselterek, pratikte kendisini koruma adına hiçbir şey yapmayarak, partiyi hantallaştırmış, silahlı mücadeleye yönelen sempatiyi örgütleyememiştir. Yine bu nedenle partinin stratejisi uyarınca Birleşik Devrimci Savaş perspektifiyle pratiğe eğilmemiş, kırlık alanlarda gerilla örgütlenmesi ve köylülük içinde çalışma bir yana bırakılmış, bu da partinin şehirlerde sıkışıp kalmasını, savaşı kırsal alanda belirli bir kitle tabanı üzerinde yayamamasını getirmiştir.
En önemlisi sağ anlayışa savrulanların, kitlesel çalışma alanlarında inisiyatif sahibi olmalarından dolayı, sağ sapmanın tasfiyesi, partiyi birçok alanda kitlelere bağlayan örgütlenme ağının kopmasıyla sonuçlanmıştır. Parti, yoğun baskı ve takip koşullarında bünyesinde açılan gedikleri giderememiş ve bu nedenle savaşı tarihsel bir kavrayışla, dar bir kadroyla sürdürmek zorunda kalmıştır.
THKP-C'nin yenilgi sorununa eğilmekte samimi olunacak ve gerçekten pratiğe hizmet edecek derslerin çıkarılması amaçlanacaksa, 50 yıllık uzlaşmacı, pasifist geleneğin yarattığı olumsuz koşullarda, oligarşinin tüm baskı ve şiddetiyle devrimci harekete yöneldiği bir dönemde; yeni bir mücadele ve örgütlenme anlayışıyla pratiğe yönelen bir hareketin, en üst organında beliren ve partiye bütünüyle hakim olan sağ sapmanın yaratacağı tahribatlar iyi düşünülmelidir. Tabii buna parti çizgisinin hayata geçirilmesinde deneyim eksikliği de eklenmelidir. Fakat burada belirleyici olan sağ sapmanın yarattığı tahribatlardır. Diğerleri mücadele içinde atılabilecek olan şeylerdir.
Diğer silahlı devrimci hareketlere gelince, bu hareketlerin analizinde de ortaya koyduğumuz gibi, THKO ve TKP-ML hareketlerinin yenilgisi, esas oIarak yanlış ideolojik, politik ve örgütsel bir anlayışa sahip olmalarından kaynaklanıyor. Ülke koşullarına uymayan anlayışların iradi zorlamalarla ancak bir yere kadar geçerli kılınacağı, bu hareketlerin şahsında bir kez daha kanıtlanmıştır.
12 Mart faşizmi, silahlı devrimci hareketin önder ve militanlarını imha ederek hareketi tarihe gömmek istedi. Ama sonuç hiç de istediği gibi olmadı. Silahlı devrimci hareket fiziki tasfiyeye karşın, geride büyük bir devrimci potansiyel bıraktı. Öyle ki, ideolojik tüm tasfiye girişimlerine karşın, Türkiye Sol Hareketinin '70 sonrası kitle potansiyelinin, büyük ölçüde THKP-C'nin, kısmen de THKO'nun potansiyeli olduğunu söylemek abartma olmayacaktır. Türkiye geleneksel sol hareketinde hiç olmayan özellikler; kendi özgücüne güven, bağımsız politika üretme ve en önemlisi, iktidar perspektifiyle halk kitlelerine politika götürme niteliğiyle 1971 silahlı mücadelesi tarihsel bir başlangıçtır.
Bütün bunları daha önce de belirttiğimiz için tekrarlamak gereksizdir. Fakat şunu da ilave edelim; THKP-C, Marksist-Leninist düşüncelerin ilk kez halk kitlelerinde vücut bulması, halk kitlelerini kendi istemleri doğrultusunda mücadeleye sokması, kitlelere güven ve cesaret aşılama nitelikleriyle oligarşiyi büyük bir korkuya sürüklemekle kalmadı, Türkiye Solu'nu hiçbir şekilde kaçamayacağı bir hesaplaşma içine soktu.
Örneğin 12 Mart faşizmi koşullarında, varlığı ya da yokluğu ''anlaşılamayan'' TKP, ileriki süreçte silahlı mücadele tartışmaları yaşayacak, bölünmelere uğrayacaktır. 12 Mart'ta bir şey yapmadıkları için cuntadan bir operasyon da yemeyen TKP'nin bu tartışmalara sahne olması, silahlı mücadelenin dolaylı sonucudur. TİP ise bu dönemde açılan davalarla, operasyonlarla yıldırılmış, cunta dönemini sessizce geçirmiştir. Anayasa Mahkemesinin kapatmasına kadar geçen sürede TİP, cuntaya karşı hiçbir faaliyet örgütlemezken, çoğu ya Avrupa'nın, ya da Selimiye kışlasının yolunu tutmuştur.
Diğer silahlı devrimci hareketlerin de pay sahibi olduğu bu sonuçlarla, THKP-C her yönden Türkiye Sol Hareketinde olmayan değerlerin yaratılması anlamında, yeni bir olaydır. Bir manifestodur. Denilebilir ki, hiçbir ülkede, hiçbir devrimci hareket çok kısa bir süreç sonunda, fiziki tasfiyeye uğramasına karşın, bu kadar muazzam bir etki yaratmamış ve sürecin belirleyici gücü oIamamıştır. Bu olağanüstülük, geleneksel solun 50 yıllık geçmişiyle, kitlelere bir şey vermeyen özelliği karşısında, THKP-C'nin doğru temellere oturmuş çizgisinden kaynaklanıyor.
Bu tarihi gerçekler karşısında, savcının iddialarına karşı da birkaç söz söylemek istiyoruz. Savcı Türkiye Sol Hareketini bilmediği ya da bilmezden geldiği için, '60-'70 süreci ve bu sürecin sonucu tarih sahnesine çıkan THKP-C olgusunu kavramaktan uzaktır. Bu nedenle, bir kalem darbesiyle artık anlamsızlaşan ''anarşi-terör'' demagojisine sarılıp yok saymaya çalışıyor. Toplumlar tarihi, savcının iddia ettiğinin tersine, olguya kaynaklık eden nesnel ve öznel koşulların bileşimi olmaksızın, maddi olgulardan söz edilemeyeceğini söylüyor.
1971 silahlı devrimci mücadelesini ve THKP-C'yi, '60 başlarındaki kapitalist gelişme, sınıf karşıtlığının derinleşmesi ve buna paralel olarak gelişen toplumsal hareketlilik dışında açıklamaya kalkmak, Aristo'nun kaba mantığına bile rahmet okutacak bir ilkelliğe sahip olmak demektir. 1960-70 dönemi boyunca, küçük-burjuvazinin çok yönlü politik arayışları; YÖN hareketi; MDD hareketi; gençliğin özerk demokratik üniversite mücadelesinin giderek (Dolmabahçe'de 6. Filo askerlerinin denize atılmasıyla) anti-emperyalist bir karakter kazanan eylemliliği; DEV-GENÇ'in radikal ve militan mücadele anlayışıyla toplumun kendiliğinden mücadelesine yeni bir ruh taşıması; işçi sınıfının ekonomik-demokratik mücadelesi; 15-16 Haziran direnişi; Yargıtay yürüyüşü başta olmak üzere, bürokrasinin her kademesindeki demokratik hareketlenme ve nihayet cumhuriyet tarihinde ilk kez rastlanılan toprak işgalleriyle demokratik köylü hareketi... Bütün bunları ve bu sürecin en üst aşamasına tekabül eden THKP-C olgusunu, silahlı devrimci mücadeleyi; tesadüflerle ya da ''kışkırtma''larla açıklamak inandırıcı olabilir mi? Tabii bir de bunun karşı-devrim cephesinde yaşananları var; ve bunlar da en az devrimci cephede yaşananlar kadar karmaşıklığa ve çeşitliliğe sahiptir.
Evet yaşanan bütün bu toplumsal-siyasal gelişmelere karşın ''anarşi'', ''terör'' demagojilerinin bir anlam ifade etmeyeceği açıktır.
'73 koşulları, Türkiye devrimci hareketi tarihinde yeni bir sürecin başlangıcıdır. '71 silahlı devrimci hareketinin yarattığı yoğun potansiyele karşın, devrimci hareketin fiziki tasfiyeye uğramış olması nedeniyle, süreç kendiliğindenci bir özellik göstermektedir. Gerçek anlamda adlandırmak gerekirse, her yönüyle bir kaos dönemidir. Bu kaos döneminin belirleyici özelliği ise, solun her çeşidinin politik faaliyetini, esas olarak THKP-C potansiyelini kendi inkarcıIıkları doğrultusunda örgütleme çabalarına dayandırmasıdır.
Oligarşi açısından sorun, 12 Mart açık faşizmine karşı oluşan ve THKP-C'ye sempatide somutlanan tepkinin nötralize edilmesidir. Bu nedenle, 12 Mart faşizmine karşı göstermelik çıkışlarla, kendini lanse etmiş bulunan ECEVİT'in ''umut'' faktörü ön plana çıkarılır. ''Düzen değişikliği'', ''faşizmden hesap sorma'' vb. keskin sloganlarla ortaya çıkan CHP, mevcut devrimci potansiyeli, düzen kanallarına akıtarak etkisizleştirme misyonunu oynayacaktır. Bunun yanında, ileriki süreçte devrimci mücadelenin karşısına çıkarılacak sivil-faşist hareketin örgütlenmesi ve toplumsal etkinliğinin arttırılması da ihmal edilmez. Oligarşi, programını tamamlayamadan geri çekilmek zorunda kalan 12 Mart faşist cuntasının yerini, reformist ''umut''lar ve sivil-faşist terörle doldurma amacındadır. Bu iki yönlü gelişme birbirini tamamlar niteliktedir.
Sol açısından ise durum tam anlamıyla bir kaostur. Bu kaosun belirleyici unsurları ise inkarcılık, davaya ihanet ve geleneksel reformizmin kuyrukçu, uzlaşmacı politikasıdır.
THKP-C hareketinin fiziki yenilgisi solda, halk kitlelerinde yarattığı potansiyelin tam tersi bir etki oluşturur. Küçük-burjuva sınıf karakterinden kurtulamamış, yakın devrim hayalleriyle devrim saflarında yer alanlar, yenilgi koşullarının yılgınlık ve umutsuzluğu içinde yolunu şaşırır ve ''intikam'' alırcasına, silahlı devrimci harekete saldırmaya başlar. Küçük-burjuvazinin tipik özelliği olan paniğe kapılma, yolunu şaşırarak sağa-sola savrulma ve hızla güçlünün yanında yer alma olgusu, tüm çıplaklığıyla yaşanmaktadır. Devrimciliğin nispeten kolay olduğu koşullarda mangalda kül bırakmayanlar, daha ilk darbelerle beraber, 50 yıllık sağcı-reformist teorilere dört elle sarılmaya ve silahlı devrimci harekete saldırmaya başladılar. ''Maceracılık'', ''narodnizm'', ''küçük-burjuva anarşizmi'' vb.leri en sıradan nitelemelerdir. Çünkü, oligarşiyi gölgede bırakacak kadar ''hızlı'' olanlar da vardır. ''Komplo'' teorileri, ABDÜLHAMİT ve DEMiREL'in ''ilerici''liğini ve ''anti-emperyalist''liğini keşfetmeye(!) kadar gidebilmektedir. İşlerin bir hamlede düzeleceği ve önemli bir bedel ödenmeden düşlenen cennetin hemen kuruluvereceği hayaliyle yaşayan küçük-burjuvalar, devrimin yenilgisiyle oklarını devrime yöneltmişlerdi.
Geleneksel reformist sol ise, devrimci hareketin yenilgisinden büyük bir ''sevinç'' duymaktadır! Onyıllardır bir güç olamayanlar, arenayı boş bulmuş olmanın aceleciliğiyle kolları sıvamış ve devrimci hareketin yarattığı potansiyele konma hayaline kapılmışlardır. Devrimci hareketin önderliğinin halk kitleleri üzerindeki prestijini iyi hesaplayan geleneksel sol, onları ideolojik, politik çizgilerinden soyutlayarak, tumturaklı methiyeler düzmekte, adeta bir ''aziz'' konumuna yükseltmektedir. Yüzyıl önce burjuvazi tarafından MARKS'a yapılan, 1973 Türkiye'sinde reformist sol tarafından silahlı devrimci hareketin önderliğine yapılmaktadır. Devrimci çizgiyi unutturmaya, yok saymaya çalışan geleneksel reformist sol, devrimci önderlerin yiğitliklerini, burjuvaziye taş çıkartır bir ikiyüzlülükle övmekte, ama mücadelelerini karalamaktadır.
Geleneksel reformist solun güncel politikası ise, burjuva reformizminin kuyruğuna takılmaktır. Hiçbir zaman vazgeçemeyeceği özelliği ile ECEVİT'in ''umut''larına kendini kaptırmış ve burjuva demokrasisini getireceği hayalleriyle CHP'yi desteklemektedir. Devrimci potansiyeli ve sosyalist politikayı soysuzlaştırmaktan başka bir sonuç vermeyen bu taktikle, oligarşi ile aynı noktada birleşmiştir. Kendi gücüne güvensizliğin bir ürünü olan politika, objektif olarak oligarşiye ''sol''dan sunulmuş bir destek niteliğindedir.
CHP'nin üstlendiği misyon gereği, ''toplumsal barış'', ''demokratikleşme'' vb. paravanası altında gündeme getirdiği 1974 kısmi ''af''fı, kuyrukçu geleneksel solun umutlarını kamçılayan bir gelişmedir. ''Reformistler en iyi reformistlerle anlaşır'' deyişinin gerçek bir ifadesi olan TKP revizyonizmi ve türevleri, oligarşinin devrimci potansiyeli ''sol'' sloganlarla nötralize etme politikasını bir türlü anlamadılar ve devrimci bilincin bulanıklaştırılması ve devrimci politikanın unutturulmasında önemli bir rol oynadılar. Ve oligarşinin nefes almasını sağladılar.
Bütün bu olumsuzluklara karşın 1973 sonrası süreç, devrimci anlayış etrafında yeni oluşumların da biçimlendiği bir süreçtir. 12 Mart faşizminin hemen sonrası toplumda ekonomik-demokratik amaçlı, çok yönlü örgütlülüğün uç verdiği yıllardır. Bu hareketin motoru THKP-C potansiyelidir. EI yordamıyIa da olsa, devrimci politikayı yakalamaya çalışan unsurların katalizör görevi gördüğü demokratik kitle hareketi, oligarşinin olduğu kadar, reformist solun da korkusu niteliğindedir.
1973-75 yılları bu özellikleriyle bir bilinemezcilik ve kaos ortamı olduğu gibi, proleter devrimci anlayışın mayalandığı ve buna paralel olarak sol saflarda ayrışmanın geliştiği bir dönemdir. Devrim kaçkınlığının, davaya ihanetin, yılgınlığın ve geleneksel reformizm çizgisinin kafalarda yarattığı tahribatın devrimci çizgide yarattığı bulanıklığa karşın ''dev'' uyanmakta, silahlı devrimci hareketin bıraktığı miras üzerinde yükselmektedir.
1975'den başlayarak kendi içinde tekrar tekrar yaşanan soldaki saflaşmayı genel planda üç kategoride değerlendirmek doğru olacaktır. Bunlardan birincisi, THKP-C mirasına sahip çıkan fakat çizginin yorumlanması ve güncel pratikte yeniden üretilmesi noktasında doğan faklılıklardır. İkincisi ise, sürecin öne çıkardığı sınıf mücadelesi sorunları başta olmak üzere devrimci mücadelenin genel sorunlarına yaklaşım noktasındaki ayrımdır. Sonuncusu da Kürt küçük-burjuva milliyetçi hareketlerdir. Bir diğer nokta ise, uluslararası sosyalist hareketteki bölünmenin yansımalarının doğurduğu ayrışmadır. Fakat bu ayrım noktası özden çok biçime tekabül ettiğinden ayırdedici olmaktan uzaktır. Ve esas yanıyla, ikinci kategori içinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Sürecin öne çıkardığı olgular, devrimci potansiyelin nasıl bir stratejik ve taktik anlayışla örgütleneceği; oligarşinin bu potansiyeli eritmek amacıyla, arenaya sürdüğü sahte burjuva reformist tercih karşısında nasıl bir taktik izleyeceği; halk kitlelerinin ekonomik-demokratik talepli mücadelesine nasıl bir perspektifle müdahale edileceği ve en önemlisi devrimci yükselişin önüne set çekmek amacıyla gündeme getirilen ve daha şimdiden devrimci ve ilericilere karşı şiddet uygulayan, hunharca cinayetler işlemeye başlayan sivil faşist teröre karşı izlenecek mücadele çizgisidir. Bu noktalarda ortaya konan anlayış doğaldır ki, devrimci mücadelenin daha üst sorunlarından; temel mücadele biçimi, örgüt anlayışı, çalışma tarzı, özetle nasıl bir devrim konusundaki yaklaşımdan ayrı olarak düşünülemez ve belirleyici olan da budur. Bu çerçevede biçimlenen anlayışları tek tek ele aldığımızda ayrım noktaları çok daha iyi ortaya çıkacaktır.
Birincisi legalizm olarak biçimlenen geleneksel reformist çizgidir: Geleneksel reformist-revizyonist çizginin sürdürücüsü olan grup ve yapılar; Marksizm-Leninizmin evrensel tezleri; şiddete dayalı devrim, illegal temelde örgütlenen savaş örgütü proletarya partisi ve proletarya diktatörlüğünü açıktan açığa olmasa da, burjuva demokrasisi yoluyla barışçıl biçimde sosyalizme geçmeyi savunan anlayışıyla reddetmekte birleşiyor. Bütün hesapları, burjuva reformizminin yaratacağı legalleşme olanaklarına bağlayan geleneksel sol, adeta CHP'nin uydusu durumuna geldi. Halk kitlelerinin ekonomik-demokratik mücadelesini düzen sınırları içinde ''yasal'' mücadeleyle sınırlayan bu çizgi; ileriki yıllarda kendisinden başka kimsenin ciddiye almadığı UDC (Ulusal Demokratik Cephe) politikasıyla sol hareketi, burjuva reformizminin kuyruğuna takma rolüne soyundu. Devrimci demokratik hareketi burjuva icazet sınırları içine hapseden, halk kitlelerinin mücadelesinin radikalleşmesi ve giderek siyasi iktidara karşı bir alternatif oluşturmasından öcü gibi korkan bu anlayış, bir çok noktada devrimci harekete karşı oligarşiyle aynı paralelde saf tutmaktan da çekinmemiştir. ''Anarşizm'', ''goşizm'' tekerlemesi altında süren bu saldırının nedeni, yükselen devrimci mücadelenin güçlenen legalleşme hayallerini yok etmesidir. Uzlaşmayı ve icazeti aşan her atılımı objektif olarak düşmanca bir tavır olarak algılayan, başta TKP olmak üzere geleneksel sol, sivil faşist terör karşısında da teslimiyetçi bir anlayışı savunuyordu.
Bütün tarihi legalleşme hayalleri üzerinde kurulan fantastik teorilerden oluşan TKP, sivil-faşist hareketin niteliğini ve amacını kavrayamıyor ve bu nedenle de devrimci şiddet temelinde gelişen bir mücadeleyi ''provokasyon'' oIarak niteleyerek reddediyordu. TKP ve türevleri sivil-faşist hareketin terör ve demagojisiyle halk kitlelerini sindirme ve etkisi altına alma taktiği karşısında, devrimci hareketi, cenaze mitingleri düzenleyen bir etkinlikle sınırlandırıyorlardı.
Sınıf bakış açısından yoksunluğun ve kendi gücüne güvensizliğin ürünü olan TKP ve türevlerinin, iktidar mücadelesi diye bir sorunları hiçbir zaman olmadı. Burjuva reformizmine bel bağlama öyle bir noktaya vardı ki, özellikle II. ECEVİT hükümetinin devrimci hareketi bastırmak için giriştiği manevralara karşın bile aynı tavrını sürdürdü. Tam bir politik körlükle ''anarşiyi önleme'' adı altında yasallaştırılmaya çalışılan baskı yasalarını, ''faşist terörü önler'' diyerek açıktan desteklemekten çekinmedi. Devrimci hareketin bütün uyarılarını elinin tersiyle iten geleneksel solun bugün vardığı nokta, tarihsel kökenleriyle birlikte ele alındığında hiç de şaşırtıcı değildir. Kendi dışındaki güçlere yaslanmadan yürüyemeyecek olan TKP, 12 Eylül faşist cuntası içinde boşuna ''ulusalcı kanat''lar arayıp durdu. Ve yediği darbelerle sosyal-demokratlaşarak, burjuva-milliyetçi bir çizgiye hızla kaydı. TİP ve TKP'nin birleşimiyle TBKP olarak biçimlenen (TSİP de bu yapıya katılmak üzeredir) geleneksel sol yapılanma, bugün bütün politikasını burjuvaziye güven verme üzerine inşa etmiş bulunmaktadır.
Bugün gelinen nokta, 1973 sonrası açık biçimler kazanan uzlaşmacı-teslimiyetçi politikanın derinleşmesinden başka bir şey değildir. Güçsüzlüğün çaresizliğe dönüştüğü bir noktada reformizmin burjuva demokratlığına soyunması bir yerde kaçınılmazdı. ''İcazet'' politikasını temel alanlar, bugün ne yazık ki ''ihanet'' çizgisini zorlamaya başlamışlardır. İstemezdik ama, bugünkü son durağa gelişleri Marksist-Leninistlerin yerinde saptamalarıyla o gün belirtilmiş olmasına karşın, pratikten ders çıkarma yeteneği kaybedildiğinden, kaçınılmaz olmuştur. Geleneksel sol, '73 sonrası kısa bir dönemle sınırlı da olsa, tarihinin en geniş kitleselliğine ulaşmasına karşın, uzlaşmacı-teslimiyetçi anlayışın zorunlu bir sonucu olarak dar bir mülteci hareketi olma konumuna yeniden dönmekten kurtulamadı. Bu anlayışla kurtulması da mümkün değildir.
İkincisi, silahlı mücadele perspektifi ile hareket eden grup ve yapılar: Bu kesimdeki grup ve yapılar oldukça geniş bir yelpaze oluşturur. Ancak ana özellikleri itibariyle bu grupları üç başlıkta değerlendirmek mümkün.
Silahlı mücadeleyi reddetmeyen ama ona uygun örgütlenmeyen gruplar: Silahlı mücadeleyi en genelde savunmakla birlikte pratikte buna uygun örgütlenme anlayışına ve mücadele taktiklerine sahip olmayan grup ve yapılardır. Bunların büyük çoğunluğu '71 silahlı devrimci hareketlerine dayanmakla birlikte, yenilgi koşullarında sağa savrularak, barışçıl politik mücadeleyi ve klasik kitle çalışmasını temel almışlardır. Ülkemizin tarihi, sosyal, siyasal ve kültürel özelliklerini oluşturduğu ayırdedici nitelikleri hesaba katmayan bu grup ve yapılar Sovyet Devrimi şablonculuğuyla geleneksel solla aynı paralele düşmekten kurtulamamışlardır. Sovyet deneyiminin mekanik, dogmatik bir yorumundan ileri gidemedikleri için aralarındaki farklılığı net olarak koyamamışlar ve bu nedenle bütünlüklü bir ideolojik-politik hat yaratamamışlardır. Daha çok birbirlerine yönelik politika üreten bu grup ve yapılar, yılları ''parti'' ve uluslararası sosyalist hareketteki bölünmeleri tartışmakla geçirdiler ve halk kitlelerine yönelik bir politika üretemediler. Klasik kitle çalışması ve özde revizyonist örgütlenmeyi temel almakla birlikte buna uygun pratik adımlar atmaktan bile uzak oldular.
Bu grup ve yapılar, Türkiye sınıflar mücadelesi gündemine yapay bir tarzda soktukları ''sosyal emperyalizm'' tartışmalarıyla Marksist-Leninist teoriyi bulanıklaştırmış, devrimci potansiyeli yıllarca bu tartışmanın etrafında oyalayarak hedef saptırıcı bir rol oynamışlardır. Sürecin belirleyici özelliği olan anti-faşist mücadele anlayışında ise, geleneksel solla aynı zeminde birleştiler ve devrimci şiddet temelinde gelişen anti-faşist mücadeleyi ''bireysel terörizm'' edebiyatıyla mahkum etmeye kalkıştılar.
Bu kesimlerin, '71 devrimci hareketini değerlendirmesi ve silahlı mücadele veren devrimci harekete bakışı da geleneksel soldan pek farklı olmamıştır. Geleneksel soldan aldığı ''maceracılık'', ''narodnizm'', ''anarşizm'' vb. tanımlamaları kimi yerde daha yüksek sesle seslendirmekten çekinmemişlerdir. İlk çıkışlarında gerek kafalardaki bulanıklık ve '71 hareketiyle ''gönül bağları''nı tam olarak koparamama, gerekse de '71 hareketinin yüksek prestijinin etkisiyle devrimci görüşleri şekilsizce ve daha çok propaganda düzeyinde savunmakla birlikte, çok geçmeden geleneksel sol edebiyata bütünüyle adapte oldular.
''Sosyal emperyalizm'' teorisini reddeden ve devrimci çizgiyle geleneksel sol çizgi arasında bocalayıp duran, pratik tavrıyla geleneksel solla özdeşleşen bir-iki grup da, ana karakterleri ile diğerlerinden farklı değildir.
Özetle bu kesim, teoride savunulan şiddete dayalı devrim ve proletarya diktatörlüğü dışında, bütün ideolojik ve pratik biçimleriyle geleneksel solun bir uzantısı olma dışında bir özelliğe sahip değillerdir.
Silahlı mücadeleyi savunan grup ve yapılar: Birkaç istisna dışında çoğunluğu THKP-C kökenli olan bu grup ve yapılar birçok yanıyla farklılıklar gösterirler. Silahlı mücadeleyi görünüşte -daha doğrusu teoride- savunanlardan, askeri bir mücadeleye, fokocu bir anlayışa indirenlere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan bu grup ve yapılar, hemen hemen her konuda kaba ve eklektik bir düşünce tarzına sahiptirler. İdeolojik-politik netleşmenin sonucunda bölünmeleri, ufalmaları ve giderek tasfiye olmalarıyla birçoğu kağıt üzerinde varlıklarını sürdürür olmuşlardır.
Bu grupların en ciddi olanı sözde THKP-C'yi savunmakla birlikte '74-80 süreci boyunca buna yönelik tek bir pratik adım atmamıştır. Belirgin anlayışları, THKP-C anlayışına uygun bir örgütlenme yaratmak yerine, kendi sağcı anlayışlarını adım adım biçimlendirme ve potansiyeli yeni düşünce tarzı etrafında eritmeyi koyan anlayıştır. İlk dönemlerde Marksist-Leninist kadroların da içinde yer aldığı bu anlayış, gerek geçmişin değerlendirilmesi, gerekse de sürecin dayattığı görevleri yerine getirmede tamamen sağcı bir konumda olmuştur. Marksist-Leninist kadroların ayrılmasıyla kendini hızla açığa vuran THKP-C'nin bu sağ yorumu ülkemizin Il.bunalım dönemi yarı-sömürgelerine özgü halk savaşının geçerli olduğu ülkelerden ayırdedici özelliklerini kavrayamadığından, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi (PASS)'ne uygun bir çalışma tarzı ve örgütlenme anlayışından da uzak olmuştur.
Bu anlayış, THKP-C'yi ideolojik birlikten yoksun ve kendiliğindenci bir sürecin ürünü olarak değerlendirir. Parti çizgisini, örgüt, mücadele, çalışma tarzı vb. konularda devrimci içeriğinden soyutlayarak ve pratikte tam tersi bir çalışma tarzıyla, ''iç savaş'' ve ''direniş komiteleri''ni savunarak reddederken; yenilgiyi de sağ sapmadan çok, hareketin kadro sağlayacak kanallardan yoksunluğu, ideolojik birliğin olmaması ve yeterli bir hazırlığa sahip olmadan silahlı savaşı başlatmasına bağlayarak Marksist-Leninist anlayıştan kopuyordu.
'71 silahlı hareketine sol cepheden saldırıya katılmaması (THKP-C hareketi adını sahiplendiğinden katılması eşyanın doğasına aykırı olurdu) ve anti-MHP mücadeleye pasif savunma çizgisinde de olsa katılması yönüyle bazı olumluluklara sahip olmakla birlikte, yoğun devrimci potansiyeli iktidar alternatifi tarzda örgütleyecek adımları atmayarak pratikte kendiliğindenciliğe düşmüş ve Türkiye Sol Hareketinin en büyük tasfiyeci hareketi olmuştur. Azımsanmayacak bir potansiyeli potasında toplayan bu sağcı anlayış, esas olarak sağ oportünist bir düşünceye sahip olduğundan bu potansiyeli maddi bir güce dönüştüremedi.
THKP-C'nin bu sağ yorumcuları, gerek 12 Eylül faşizmi koşullarına uygun bir örgütlenme ve mücadele anlayışına sahip olamamaları ve bunun sonucu aldıkları ağır darbelerden, gerekse de sahip oldukları sağcı düşünceleri derinleştirerek Marksist-Leninist zeminin dışına çıkmalarından dolayı; aradan geçen 8 yıllık süreye rağmen bugün hâlâ toparlanamamışlardır. Bunların bugün neyi nasıl savunacakları da belli değildir.
THKP-C'nin sol yorumu olarak ortaya çıkan anlayışlar ise, birer tepki hareketi olma dışında bir varlık gösteremediler. Her şeyi diğer mücadele biçimlerinden kopuk ve askeri bir düzeye indirgeyerek, ilkel bir tarzda savundukları silahlı propagandanın çözeceğine inanan fokocu anlayış, kendilerinin de ifade ettikleri gibi, misilleme ve protestolarda bulunan bir tepki hareketi olma dışına taşamadı. İllegaliteyi fetişleştirerek, kitlelerin ekonomik-demokratik taleplerini yönlendirmeyi küçümseyerek ve ideolojik mücadeleyi sağcılık olarak değerlendirerek reddetmesi ile tanınan bu hareket, THKP-C'yi kavrayacak teorik birikimden uzak, küçük-burjuva sol popülist niteliktedir. Kitlelerin özgün çelişkileriyle bütünleşmeyen ve adeta mekanik şekilde THKP-C'nin ilkel bir karikatürü olan birkaç anti-emperyalist ve anti-faşist eylem dışında bir birikimde bırakmış değildir.
İdeolojik-politik ve pratik olarak birbirinden hiçbir farklılık göstermemesine karşın, birbirini sağcılıkla suçlayarak sürekli bölünmelerle de tanınan bu sol anlayış, 12 Eylül koşullarında kayda değer bir varlık göstermeksizin aldığı darbelerle örgütsel varlığını yitirdi. Bugün sözde de olsa fokoculuğu terketmiş olmalarına karşın, Marksist-Leninist bir kavrayışa ulaşmaktan uzaktırlar. Eklektik düşüncelerinin pratikte nasıl biçimleneceği şimdilik belli değildir.
Sol anlayışın ana parçalarından biri ise, 12 Eylül öncesi aldığı örgütsel darbelerle giderek sağcılaşmış ve bugün geleneksel reformist sol kanada iltihak etmiştir. Bu grubun tarihsel evrimi, solculuğun özündeki sağcılığın daha ilk adımda kendini açığa vurmasıyla, solculukta ısrar etmek isteyenler için, incelemeye değer bir prototiptir.
Bu iki kesim dışında Çin şablonculuğuyla ünlü TKP-ML'nin devamı olan hareket, kendi içinde sürekli sağcı örgütler doğurması ve tasfiyelerle her gün biraz daha küçülmektedir. '74-'80 sürecinde mekanik, dogmatik anlayışın bir sonucu olarak sınıflar mücadelesinin kazandığı özelliklerden ve sürecin öne çıkardığı görevlerden bağımsız olarak, soyut devrim teorilerinin aşamaması, aynı zamanda onun açmazı olmuştur. Anti-faşist mücadeleye kendiliğindenci bir tarzda katılan bu anlayış '72 TKP-ML örgütlenmesinin ilkel bir tekrarı olmuştur. Ve halen de öyledir.
Kürt milliyetçisi küçük-burjuva hareketler: Kürt küçük-burjuva milliyetçi hareketler, mücadele anlayışları ve örgütlenme biçimleriyle, birtakım farklılıklar taşısalar da Türkiye Solundaki anlayışların milliyetçilik tabanındaki bir uzantısı niteliğindedir. Mücadelenin ''ulusal'' niteliğiyle sınırlandırılması; ayrı örgütlenme, ayrı devrim ve UKKTH ilkesini mekanik şekilde mutlak ayrılma hakkı olarak kavrama yanlarıyla, ortak özellikler gösteren Kürt küçük-burjuva milliyetçi grup ve yapılarını, esas olarak iki kategoride değerlendirmek en doğru yaklaşımdır. Bunlardan birincisi, sözde silahlı mücadeleyi savunmakla beraber -sömürgecilik tespitinden hareketle- özde klasik kitle çalışması ve barışçıl politik mücadele biçimlerini temel alan grup ve yapılardır. 1974-80 döneminde önemli bir kitlesel potansiyele ulaşmalarına ve Kürt ulusu gerçeğinin güncelleştirilmesinde önemli bir rol üstlenmelerine karşın, yanlış mücadele ve örgütlenme anlayışlarıyla geleneksel solun akıbetine uğramaktan kurtulamadılar. Bu kesimler, pratikte silahlı mücadeleye uygun adımlar atmadıkları gibi, silahlı mücadeleyi ''anarşizm'', ''maceracılık'', ''provokasyon'' olarak nitelemeleriyle de geleneksel tavrın, Kürdistan'daki sürdürücüsü oldular.
Kürt ulusal sorununun 1938 Dersim İsyanı'ndan bu yana ilk kez, güçlü biçimde güncelleştirilmesinde esas etki unsuru, silahlı mücadeleyi temel alan PKK hareketidir. PKK hareketi, küçük-burjuva milliyetçi tavrına karşın militan mücadele anlayışıyla solun ihtilalci kesiminde olumlu bir yere sahiptir. Cesaret, atılganlık ve silahlı mücadelenin kararlı savunucusu olma özellikleriyle olumluluklar taşırsa da, küçümsenmeyecek hataları da içinde barındırdığı bir gerçektir.
PKK, küçük-burjuva milliyetçi sınıf karakterinden ötürü, halkların ortak mücadelesi karşısında sekter bir tavra sahip olmuş, Kürdistan'da siyasi çalışma yapan örgütlere karşı şiddet kullanacak kadar olumsuz bir tavır sergilemiştir. Diğer yandan, ampirik bir anlayışa sahip olduğu gibi, pragmatizmi de siyasal mücadelede bir davranış biçimine dönüştürmüştür.
Türkiye Solu hakkında yaptığımız bu değerlendirmede sadece genel çerçeve çizdiğimizin farkındayız. Fakat bu platformda daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmanın gereği yoktur. Konu solun genel bir değerlendirmesi olduğundan, çok kısa nitelemelerle sorunu ortaya koymak bir yerde zorunlu olmuştur. Amacımız bir yanıyla da savcının sol konusundaki ilkel yaklaşımını yanıtlamak olduğundan ayrıntılara girmeyi gereksiz buluyoruz.
1978-80 dönemi ülkede ekonomik krizin görülmemiş boyutlarda derinleştiği, buna paralel olarak gelişen halkın ekonomik-demokratik talepli mücadelesini bastırma yönünde saldırıların arttığı bir dönemdir. Devrimci Hareketin halk kitlelerine önderlik ederek, CHP reformist tercihini deşifre ettiği koşullarda, oligarşi, baskı ve teröre dayalı politikalara daha çok yönelmeye başlamıştı.
Oligarşinin yükselen devrimci mücadele karşısına çıkardığı sivil faşist terör, yeni dönemle birlikte devlet terörüyle iç içe geçiyor ve kitle katliamlarına yönelerek vahşetini arttırıyordu. Faşist terörün girmediği yaşam alanı hemen hemen yok gibidir. Mahalleler, okullar, kasaba ve şehirler resmi güçlerin destek ve teşvikiyle sivil faşistler tarafından işgal ediliyor, halk kitleleri terör ve demagoji ile sindiriliyordu. Sivil faşistlerin yeterince örgütlü olmadıkları, başta Kürdistan olmak üzere birçok yerde ise, jandarma ve polis baskısı giderek artmıştı. 24 Aralık 1978 Maraş katliamı faşist terörün hangi boyutlara varabileceğinin bir göstergesiydi. ECEVİT hükümetinin katliam karşısında faşist katillerden hesap sormak yerine, sıkıyönetim ilan ederek halkın devrimci-demokratik muhalefetini bastırmaya yönelmesi, onun ikiyüzlülüğünü daha açık bir şekilde ortaya çıkardı.
Yeni baskı yasaları, Kahramanmaraş katliamı, sıkıyönetim ilanı, kontr-gerilla ve siyasi polisin artan cinayet ve işkenceleri karşısında hâlâ burjuva reformizminden medet ummak siyasi körlüktür.
Bu koşullarda halk kitlelerinin devrimci-demokratik muhalefetine önderlik yapma iddiasındaki bir devrimci hareketin tavrı ne olmalıdır? Yıllardır tekrarlanan ''provokasyon'', ''kitlelerin eylemleri olmalı'' vb. teorilerle vakit geçirmek ne anlama geliyordu? Halkın can güvenliği talebine sahip çıkmayan bir devrimci hareket, öncülük görevini yerine getirebilir mi? Yoğun anti-faşist potansiyel nasıl bir taktik politikayla oligarşiye alternatif bir düzeye çıkarılabilirdi?
Bütün bu sorulara verilecek cevap, her türden reformist-oportünist anlayışla devrimci anlayışı birbirinden ayıracak bir turnusol işlevi görecekti. Devrimci tavır, maddi bir olgu olan faşist terörün karşısına devrimci şiddetle çıkmak, faşist terörü etkisizleştirmek, kitlelerin can güvenliği talebine devrimci şiddet temelindeki bir taktik politikayla sahip çıkmakta. Fakat burada ortaya çıkan bir diğer yanlışa; mücadeleyi salt sivil faşistlere karşı savunma çizgisinde tutma, anti-faşist potansiyeli iktidar karşıtı bir potansiyele dönüştürecek politikadan yoksun olma anlayışına da düşmemek gerekiyordu.
1978'den itibaren sınıf mücadelesi arenasına çıkan Hareketimiz bu perspektifle hareket etmiş, halk kitlelerinin can güvenliği talebi başta olmak üzere her türden ekonomik-demokratik talebine devrimci bir tarzda sahip çıkmış, bu mücadeleyi iktidar perspektifiyle yönlendirmeye çalışmıştır. Hareketimiz, sivil faşist terör karşısında teslimiyet bayrağını çekerek burjuva reformizminin kanatları altına sığınanlardan, halkın can güvenliği talebinin süreci belirleyen temel halka olduğunu kavrayamayarak, dillerine doladıkları ''işçi sınıfına gidelim'' edebiyatıyla boş vakit geçirenlere, anti-faşist mücadeleye katılmakla birlikte bunu iktidar perspektifiyle ele almayanlara kadar her türden sağ ve sol sapmaya karşı çıkmış ve devrimci çizginin sürece hakim kılınmasına çalışmıştır.
Sorun, halkın can güvenliğine sahip çıkmakla birlikte, bunu iktidar perspektifiyle yönlendirme sorunudur. Nitekim Hareketimiz, sivil faşistlerin yetersiz kaldığı ve ondan boşalan yerde devlet terörünün gündeme getirildiği 1979-1980 yıllarında mücadelenin hedeflerini giderek devlet terörüne yöneltmiştir. Devrimci perspektif, sürece PASS mantığıyla yaklaşmak, halkın öne çıkan çelişkilerine bu perspektifle müdahale ederek politik-askeri örgütlenmesini geliştirmek ve iktidar mücadelesine ivme kazandırmaktır. Halkın o süreçteki özgün çelişkilerinden bağımsız bir iktidar mücadelesini düşünemeyen Hareketimizin, sağ ve sol sapmanın bütün tahrifatlarına karşın, sürece doğru tarzda müdahale ettiği bugün çok daha iyi anlaşılıyor.
Türkiye Solu dogmatik-mekanik düşünce tarzı ve yanlış taktik politikalar sonucu süreci yakalayamamış, can güvenliği sorunundan doğan potansiyeli daha üst düzeyde örgütlülüklere dönüştürememiştir. Bu nedenle devrimci potansiyel, sorumsuzca çarçur edilmiş, sürecin getirdiği olumlu halkalar yakalanamamıştır. 1978-80 süreci kitlelerin başta can güvenliği talebinden doğan siyasallaşma olmak üzere her alanda yükselen mücadelesine karşın, sol, sürecin gerisinde kalmış ve süreç önemli oranda kendiliğindenci bir tarzda gelişmiştir. Parçalanan sol, bir kaşık suda fırtınalar koparan, dar grup çıkarlarını her şeyin temeline koyan davranış ve anlayışını bir yana atamadığından, sınıf mücadelesinin iradi örgütlenmesine yönelik güç ve eylem birlikleri tüm zorunluluğuna karşın gerçekleştirilememiştir.
Diğer yandan 1980'lere gelindiğinde oligarşi her yönden bir açmaz içindedir. Sivil-faşist terörle birlikte gündeme getirdiği devlet terörü de işlemez olmuştur. Hayatın her alanında mücadele, baskı ve terör barikatlarını yıkarak gelişirken, oligarşinin bunalımı her gün biraz daha derinleşiyordu. Hareketimiz örgütlenmesinin gelişimine orantılı olarak pratiği yönlendirmeye çalışmış, işkencenin, cinayetlerin, sömürü ve zorbalığın hesabını soran, yoksul halkımızın silahı olmuştur. Devrimci Sol Hareketi devrimci politikalarla süreci yönlendirerek Türkiye Solundaki egemen statükocu anlayışı parçaladığı gibi, dönemin bir özelliği olan sol içi çatışmaların hep karşısında yer alarak devrimci tutumun diğer bir örneğini vermiştir.
Askeri Savcının ''anarşi'', ''terör'', ''can güvenliğini ortadan kaldırma'' vb. şeklinde tanımladığı sürecin özellikleri bunlardır. Halk kitlelerini sindiren, öğrenim özgürlüğü ve iş güvenliği ile birlikte can güvenliğini de ortadan kaldıran sivil-faşist terörü örgütleyen oligarşinin, devrimci mücadeleyi ''terör'', ''anarşi'' olarak adlandırması ancak yaşananlardan bihaber olanları inandırabilir. Bizim süreçteki rolümüz ve tavrımız her şeyi açıklıyor; terörü, katliamı, baskı ve işkenceyi örgütleyenlerin, kendi suçlarını bize atfetmelerine de şaşırmıyoruz. Baskı ve terör üzerine kurulu bir sistemden başka türlüsü de beklenemez. Ama şu gerçek hiçbir zaman gizlenemeyecek kadar açıktır: Eğer 1978-80 döneminde bütün Türkiye'de Maraş vahşeti tekrarlanmamışsa, birçok yüksek okulda insanlar ölüm korkusundan uzak öğrenimlerini yapmışsa, faşist terörün etkisizleştirildiği yerlerde insanlar yarınlarından emin şekilde sokağa çıkmış, işine gitmişse, bu, yüzlerce şehit pahasına verdiğimiz anti-faşist mücadelenin bir zaferidir. 1978-80 dönemi her alanda halkın demokratik bilincinde sıçramaların olduğu, ekonomik-demokratik istemler doğrultusunda örgütlenme ve mücadelede atılım yaptığı, siyasi bilincin geliştiği bir dönemdir. Ve bunlar başta Hareketimiz olmak üzere Türkiye Solunun mücadelesinin sonucudur.
Peki savcının sözcülüğünü yaptığı egemen sınıflar ne yapmıştır? Onlar emekçi halkın üzerine saldırttıkları sivil faşistlerin etkisizleştirildiği her alanda, resmi güçlerini devreye sokarak terörün sürdürücüsü olmuşlardır. Sindirilmiş ve teslim alınmış, düşünemeyen ve hak aramayan bir halk yaratmak için her türden baskı ve terörün uygulayıcısı olmuşlardır.
12 Eylül, halka karşı bir saldırı operasyonudur. Bu saldırı karşısında takınılan tutum, sol hareketlerin sınıfsal tavrıyla doğrudan ilintilidir. Değişen koşullarda nasıl bir politikaya sahip olmak gerekiyordu? İşte bu soruya verilecek cevap, doğruyla yanlışı birbirinden ayıracaktı.
12 Eylül açık faşizmiyle birlikte devrimci mücadelenin taktik hedefleri değişti. 12 Eylül öncesi sivil faşistlere ve giderek devlet güçlerinin terörüne karşı gelişen ve kitlelerin her türden ekonomik-demokratik ve siyasal taleplerini yönlendirerek biçimlenen mücadele, yeni dönemde halka karşı topyekün bir saldırıya geçen faşist cuntaya ve onun sınıf dayanağı oligarşi ve emperyalizme yönelmek durumundaydı.
Hareketimiz, değişen durumun doğru tespitini yaparak faşist cuntaya karşı mücadelenin biçimi ve taktik hedeflerini saptadı. İzlenecek mücadele hattı: Faşist cuntanın oyununu bozma, kademeli planının önüne setler oluşturma, işkenceci, terörist, emperyalizme ve oligarşiye hizmet eden faşist yüzünü ve ''sağa da sola da karşıyız'' demagojisi altındaki gerçeği açığa çıkarma ve kitle pasifikasyonunu önleme doğrultusunda çizilmeliydi. Askeri faşist cuntaya karşı bu savaşın hattını, ana eksenini oluşturması gereken ise; silahlı mücadeleydi. Ancak bu perspektifle sürece müdahale edilmesiyle, oligarşi ve emperyalizmin oyunlarının bozulacağını saptayan Hareketimiz, 12 Eylül'ün ilk günlerinden itibaren silahlı savaşı sürdürmeye çalıştı. Birçok eksiklik ve zaafın doğurduğu ağır darbelere karşın hiçbir zaman savaş alanını terketmedi. Gücü oranında mücadelesini sürdürdü. Faşist cuntanın kademeli planının önüne set oluşturamasa da, faşizmin ''yokettik'', ''çökerttik'' demagojilerini boşa çıkarttı. Devrimci mücadelenin sürekliliğini ve direnişçiliğini sergileyerek, direniş geleneğinin yaratıcısı oldu. Alt düzeyde mücadele biçimleriyle sürekli kıldığı faaliyetlerinin yanı sıra, cezaevlerindeki baş eğmez tavrıyla cuntanın solu örgütsel ve ideolojik olarak tasfiye etme planını bozdu. Emekçi halkın kurtuluş bayrağını yere düşürmedi.
Faşist cuntanın aldığı mesafe düşünüldüğünde geleneksel solun tavrı önem kazanıyor. Geleneksel ''sol'' (kısmi durumlar hariç) cuntaya karşı bir mücadele programına ve buna uygun örgütlenmelere sahip olmadığı gibi, cuntanın işbaşına gelmesinden sonra da, bugün de herhangi bir davranışta bulunmamış, tam tersine aldığı ''ricat'' kararlarıyla cuntanın önünü düzleme konumuna düşmüştür. Bu nedenle halk kitlelerinin kısa bir zaman süresinde pasifikasyona uğraması kolay başarılmıştır.
Geleneksel oportünist pasifist sol, ülke gerçeklerinden kopuk soyut teorileri ile cuntanın amacını kavrayamadığını ''kitle mücadelesi düştü'' tespitleriyle bir kez daha ortaya koymuş ve kitleleri kendi kaderleriyle başbaşa bırakarak, kitlesel pasifikasyonu kolaylaştırmıştır. 12 Eylül öncesi, sınıf mücadelesinin özgünlüğünü kavrayamayan ve esasta iktidar perspektifine dayalı bir mücadele ve örgütlenme anlayışı olmayan geleneksel sol, ricat taktiğinden, baskı koşullarında mücadele arenasını terketmeyi ve nispi yumuşama koşullarında tekrar boy göstermeyi anladığından, cuntayla birlikte merkezlerini Avrupa'ya taşıyarak mücadeleyi terk etti. Rusya'nın kendine özgü koşullarıyla, yeni-sömürge Türkiye koşulları arasındaki farklılığını kavrayamadığından Marksist klasiklerdeki formülasyonları mekanik bir tarzda tekrarlayıp ''devrim dalgası düştü'' diyerek, peş peşe geri çekilme kararı aldı. Her yönüyle kendiliğindenciliğe tapmanın bir yansıması olan bu düşünce tarzı, aşırı determinizme varmış, yeni-sömürgelerde ihtilalci iradenin rolünü yadsıyarak kendi misyonunu da reddetmiştir. ''Kitle mücadelesi düştü'' diyerek sırra kadem basanlar, gerçekte kitlelerin pasifize olmasının başlıca sorumlusu olmuşlardır.
Kaldı ki, ''geri çekilme'' taktiği mekanik tarzda da olsa kavranmış değildir, ve birçoğu geri çekilmeden tam bir faaliyetsizliği anladıklarından, örgütsel ilişkileri bile dondurmuşlardır. Bazılarının 12 Eylül öncesinde aldığı ''ricat'' kararı, hemen hemen bütün reformist-revizyonist sol için geçerlidir. Aynı durum, teoride şiddete dayalı devrimi savunanlar için de geçerli olmuştur.
Silahlı mücadeleyi savunduğunu söyleyip pratikte buna uygun davranmayan THKP-C'nin sağ yorumcuları ise, yüksekten atma alışkanlıklarını bir süre sürdürmüşseler de, döneme uygun düşmeyen örgütlenmelerinin kısa sürede yediği ağır darbelerle dağılması sonucu, faaliyetsizliğe gömülmüşlerdir. Sonuçta bunlar da dağınıklık ve panik içinde Avrupa yollarına düşmüşler, siyasi arenadan tamamen çekilmişlerdir. Kırsal alanlarda, bağımsız bir şekilde kendini korumak amacıyla dağa çıkan unsurlar ise perspektifsizlikleri ve lojistik destekten yoksun olmaları sonucu adeta yok edilmişlerdir.
12 Eylül öncesi silahlı propaganda verdiğini iddia eden fokocu yapılar ise, yerel düzeyde ve siyasal etkiden yoksun kısa süreli birtakım eylemlere karşın sahip oldukları anlayışın gereklerini yerine getirmekten uzak olmuşlar ve nesnel koşullara uymayan örgütlenmelerinin yediği darbeler sonucu hareketsiz kalmışlar, örgütsel tasfiyeye uğramışlardır.
Kürt küçük-burjuva milliyetçi örgütlerine gelince; bunların içinde silahlı mücadeleyi savunan PKK dışındakilerin tavrı geleneksel soldan farklı olmamış ve hemen hemen hepsi (kısmi durumlar hariç) ''ricat'' kararlarıyla mültecilik kervanına katılmışlardır. PKK ise 12 Eylül öncesi silahlı mücadeleyi savunmakla birlikte buna uygun bir örgütlülüğe sahip olamadığından ilk dönemler aldığı darbeler sonucu kendiliğindenci bir tarzda geri çekilmiş, bir süre Avrupa'da ''cephe'' safsatalarıyla vakit geçirdikten sonra Ortadoğu konjonktürünün olanaklarıyla toparlanabilmiş ve 1984'te sessizliği bozacak bir etkiyle silahlı mücadeleyi başlatarak geleneksel sol saftan ayrılmıştır. PKK, geri çekilmeyi iradileştirdikten sonra, ileriye yönelik adımlar atmasıyla, geri çekilmeyi sınıf mücadelesinin ''tatil'' edilmesi olarak algılayan sola karşı olumlu bir örnek oluşturmuştur.
Kısaca birkaç istisna dışında Türkiye Solu, 12 Eylül faşizmine karşı olumIu bir tablo sergileyememiştir. Her renkten ve tondan sol grup ve yapılar, kitle mevzilerini terkedip geri çekilmekle, emekçi halk kesimlerini faşizmin saldırılarıyla baş başa bırakarak sinme yolunu seçmiştir. Bu nedenle cuntanın gerçek yüzü ortaya çıkarılıp teşhir edilemediğinden kademeli planı bozulamamış ve bu nedenle kitle pasifikasyonunun önüne geçilememiştir. Sol, yanlış ideolojik-politik ve örgütsel anlayışlardan dolayı gerçek anlamda bir dağılma süreci yaşamış ve kimilerinin varlıkları tartışılır olmuştur. Bütün bunların, solun halk kitleleri nezdinde prestij yitimine yol açtığını da burada belirtmeliyiz.
12 Eylül faşist cuntasının, sol saflardaki tahribatı yalnız örgütsel alanda yenilen darbelerle de sınırlı değildir. 12 Eylül süresince solda yenilgi döneminin bütün hastalıklarını bulmak mümkündür. Pasifikasyona uğrama ve alanı terk etmenin yanı sıra, küçük-burjuvazinin yılgınlık teorileri derinliğine nüfuz etmiştir. Sınıf mücadelesi pratiğinde onyıllar önce iflas eden teoriler yeniden keşfedilmiş, burjuva demokrasiciliği, bireycilik, sivil toplumculuk vb. sapkın akımlar sol saflarda azımsanmayacak bir etki gücüne ulaşmıştır. Burjuvazi, baskı ve terör politikasıyla birlikte gündeme getirdiği ideolojik-psikolojik saldırılarıyla depolitizasyonunu artırmış, küçük-burjuva aydınlarını önemli ölçüde çöküşme ideolojisinin cenderesine hapsederek sola yönelik saldırı cephesini genişletmiştir.
Yenilen örgütsel darbelerin yarattığı kendi gücüne güvensizlik, ideolojiye güvensizliği de kapsamış ve denilebilir ki, sol genelde birer adım sağa kaymıştır. En sağcılar sosyal-demokratlaşarak burjuva liberalliğine soyunurken, diğerleri de onları takip etmişlerdir.
Konuyu noktalamadan önce, solun cezaevleri cephesine de göz atmakta yarar var. Türkiye Solunun 12 Eylül faşizmi karşısındaki durumu, bire bir olmasa da cezaevlerinde yansımasını bulmuştur. Sol, birçok cezaevinde,12 Eylül faşizminin devrimci tutsakları ''rehabilite'' etme, onları disipline ederek devrimcilere karşı yönelteceği anti-propagandanın unsuru haline getirme ve böylece devrimci prestije ağır darbeler indirerek halk kitleleri nezdinde güvenini yok etme, giderek tamamen muhalif olma konumundan çıkarma politikasını ne yazık ki kavrayamamış ve bu politikanın bozulması için adımlar atmamıştır. Cuntanın yaratmak istediği ''teslim alınmış'' bir sol imajı, başta Hareketimiz olmak üzere, sınırlı sayıdaki grup ve yapının özverili mücadelesi sonucu engellenebilmiş ve bu politika bozulabilmiştir. Bütün bunlar ülkemiz sol hareketinin gerçeğidir. Bizler başta kendimizi olmak üzere, solun eksik ve zaaflarını, yanlışlarını eleştirmeyi tarihsel sorumluluğumuzun bir gereği sayıyoruz. Ama bu, oligarşinin her kademeden sözcüsü gibi, savcıya da söz söyleme hakkı doğurmaz. Ve onun sola bakışını doğrulamaz.
Savcının sola bakışı, nesnel gerçeklik temelinde değil, idealist bir yaklaşım temelinde biçimlenmektedir. Demagojiden, karalama ve yalandan öte bir anlam taşımaz. Savcının 12 Eylül öncesi solun gelişimine yaklaşımı nasıl soyut iddialardan, demagoji ve yalandan ibaretse, nasıl sınıf mücadelesi gerçeğinin yadsınmasının ürünüyse, 12 Eylül sonrası solun yenilgisine bakışında yalan ve demagoji üzerine biçimlenmiştir. Vahşet boyutlarını aşan terör ve baskının yarattığı geçici suskunluk da savcıyı yanıltmasın. Sınıf mücadelesi bugün benzer düşünenleri tekzip ediyor.
Savunmamızın bu bölümünü bitirirken, Türkiye Sol Hareketinin yaratılmasına emeği geçenleri bir kez daha anmak istiyoruz.
Türkiye Sol Hareketi tarihine iyilikleriyle, güzellikleriyle, zaaf ve eksiklikleriyle sahip çıkıyoruz. Mustafa SUPHİ, Şefik HÜSNÜ, Reşat Fuat BARANSEL, Dr. Hikmet KIVILCIMLI, Mihri BELLİ vb. birçok insan, yaşam ve mücadeleleriyle, Türkiye sosyalist hareketinin gelişimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hiç kimseyi değersiz deyip bir kenara itmeyi doğru bulmuyoruz. Herkes, her olgu, kendi nesnel koşulları içinde değerlendirilerek yerli yerine konulmalıdır. Bu anlamda sosyalist hareketimizin gelişimi için, özverilerini esirgemeyen herkese saygı duyuyor ve sahip çıkıyoruz.