Ülkemizde burjuvazi hâlâ sınıfların varlığını inkar etmeye çalışıyor. ''Gelir eşitsizlikleri'' diyor, ''sosyal kesimler arasındaki farklar'' diyor, ancak açık olarak sınıfların varlığını kabullenmiyor. Burjuvazi, yeni olmayan ve Kemalist iktidar (1923) döneminden bu yana sürdürdüğü bu tavrına, metafizik ve dinsel inançlardan dayanak arıyor: ''Allah bütün insanları eşit yaratmadı, kimini zengin, kimini fakir...''
Bu yalan ve demagojilerin yetmediği yerde ise, cezalar işletilmeye başlıyor. Türk Ceza Kanununun 141, 142, 146. maddeleri, bilimsel sınıf gerçeğini kabul ediyor; fakat esas olarak ezilen sınıfların çıkarları için mücadele eden devrimcilere ceza vermeye yönelik yaptırımları içeriyor.
Burjuvazinin bu çabaları, aslında, ülkemizdeki sınıf gerçeğini ortaya koymaktadır. Oligarşi, ezilen sınıflar üzerinde yalan, demagoji ve şiddete dayanan bir politika uygularken, aslında ezen, sömürücü sınıfların tavrını ortaya koymaktadır. Oligarşik diktatörlük, burjuva sınıflara her türlü siyasal ve sosyal örgütlenmeyi serbest bırakırken, ezilen sınıfların örgütlenme ve düşünce özgürlüğüne yasak uyguluyor, ya da ancak, ''siyaset yapmayan'' dernek ve sendikal örgütlenmelerine izin veriyor.
Diğer kapitalist-emperyalist ve yeni-sömürge ülkelerin olduğu gibi, toplumumuzun da sosyal sınıflardan meydana geldiği bilimsel bir gerçektir, irademiz dışında varolan bir olgudur. Bu gerçeği, hiçbir yalan ve demagoji ortadan kaldıramaz.
Peki, oligarşinin yalan ve demagojiyle varlığını inkar etmeye kalktığı ‘sınıf’ nedir?
Sınıfın bilimsel tanımını LENİN’den aktaralım:
''-Tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal bir üretim sistemi içindeki yerlerine;
''-Üretim araçlarıyla (çoğu zaman yasalarla belirlenmiş) ilişkilerine;
''-Emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları role ve demek ki toplumsal zenginliklerden alacakları payın büyüklüğüne ve bu paya hangi araçlarla sahip olduklarına bakılarak birbirlerinden ayrılan geniş insan topluluklarına ‘sınıf’ denir.'' (LENİN, Büyük İnisiyatif, Aktaran Joe METZGER, Aydınlar ve Mücadelesi, s. 31)
Üretim sistemindeki yerine, üretim araçlarıyla ilişkilerine ve toplumsal zenginliklerden aldıkları paya ve bu paya nasıl sahip olduklarına göre birbirinden ayırdığımız sınıflar, her toplumsal üretim tarzında egemen sınıf, ezilen sınıf olmak üzere ikiye ayrılır. Bu iki temel sınıfı kölecilikte köle sahipleri-köleler; feodalitede derebeyi-serf; kapitalizmde burjuvazi-proletarya olarak belirliyoruz. Bir de, o toplumsal sistemde yukarıdaki tanıma göre belli bir yoğunluk oluşturan, ancak kendi içinde bir bütünlük, bir sınıf tavrı göstermeyen toplumsal gruplar vardır ki, bunlar da ara tabakaları oluştururlar. Örneğin, kapitalist toplumda köylülükten söz ederken genellikle sınıf diye söz edilir. Böyle kullanmakta sakınca yoktur, ancak gerçekte köylülük bir sınıf oluşturmaz. Çünkü, köylülük üretim içindeki yerleri, üretim araçlarına sahip olmaları ve zenginlikten aldıkları pay ve bu paya el koyuş biçimleriyle, kendi içinde çok çeşitli tabakalara ayrılır. Bu anlamda toprak ağası da, topraksız köylü de köylülüğün içine girer. Buradan anlaşılacağı üzere toprak ağası ile topraksız köylüyü, tefeci ile az topraklı köylüyü, ortakçıyı, kiracıyı vb. aynı şekilde yaşayan, aynı düşünüş biçimine sahip tek bir toplumsal grup olarak kabul edemeyiz. Oysa sınıf, üretim içindeki yeri itibariyle aynı şekilde yaşayan, aynı şekilde yaşadığı için aynı şekilde düşünen toplumsal gruptur. Ara tabakaların (ya da günlük dilde kullanıldığı biçimiyle ara sınıfların) üretim karşısındaki yerleri ise net bir ayrım göstermediği için, düşünceleri de temel sınıflardan alınmıştır, sistematize değildir.
Biz burada Türkiye’de sınıfları incelerken genel olarak sınıf kavramını kullanacağız. Ve egemen sınıflar, emekçi sınıflar ile diğer sınıflar olmak üzere üç başlıkta toplayarak inceleyeceğiz.
Bu kısa açıklamanın ışığında egemen sınıflar kategorisini belirtmek için ülkemizde fabrikalara, sermayeye, toprağa kimler sahiptir sorusunu soruyoruz. Oligarşi adını verdiğimiz bir avuç sömürücü olan azınlık sahiptir. Ve bu yüzden de toplumumuzda egemen olan, sömürücü olan sınıflar oligarşiyi teşkil eder. Hiçbir üretim aracına sahip olmayan, ya da çok az sahip olan ve esasen emeğiyle geçinen, emek-gücünü satan, bu nedenle sömürülen sınıflar hangileridir diye sorduğumuzda cevap proletarya, yoksul köylülük, şehir ve kır küçük-burjuvazisi olmaktadır. Ve bunlar emekçi sınıfları oluştururlar. Kır ve şehir orta-burjuvazisi ise, sömürücü bir sınıftır, bu nedenle mevcut sömürü düzeninin devamından yanadır. Ancak, oligarşi içinde yer alacak kadar büyük sermayeye sahip olmadığından, sömürü pastasından küçük bir dilim alır ve oligarşiyle çelişkileri vardır.
Şimdi bu toplumsal sınıfları tek tek incelemeye başlayalım.
Türkiye ekonomisine hakim olan ve siyasetini yönlendiren bugünkü işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişimine baktığımızda, hemen tamamının baştan uluslararası tekellerin temsilcisi, acentası durumunda iken, emperyalizmle girilen yeni-sömürgecilik ilişkilerine paralel olarak ortak yatırımlara girdiğini görüyoruz. 1950'lere kadar iç ticaret, emperyalist firma acentacılığı, müteahhitlik vb. üretim dışı sektörlerde ilk birikimini sağlayan burjuvazi,1950'lerden sonra uluslararası tekellerle girilen ilişkiler ve günden güne artan bütünleşme ile birlikte, sanayi ağırlıklı faaliyetlere yönelmiştir. Bu sanayi ağırlıkla dayanıklı-dayanıksız tüketim malları alanını kapsar, makine-teçhizat ve girdi yönünden dışa bağımlıdır.
Uluslararası tekellerle girilen ilişkiler, hemen tüm sektörlerde bir veya birden fazla emperyalist tekelle olabildiği gibi, birden çok yerin holdingin emperyalist tekelle ortak yatırımlara girmesi şeklinde de olabilmektedir. Örnek olarak TOFAŞ (Fiat, Koç, iş Bankası); DOSAN (Üniveler, Eczacıbaşı, İş Bankası); ALTINYUNUS (Koç, İş Bankası, Yaşar Holding ve Danimarka ortağı); İSTANBUL SEGMAN (Ercan Holding, İş Bankası, Japon sermayesi) verilebilir. KOÇ topluluğunun 15, SABANCI'nın 8, İŞ BANKASI'nın 10, YAŞAR Holding'in 5, OYAK'ın 6 şirketinde emperyalist sermaye ile ortaklığı vardır. Bu ortaklıkların yanında devlet yatırımlarıyla (ki, bunun birçok avantajları vardır) ortaklıklar da sözkonusudur.
Türkiye'nin devleri olan holdingler bu noktaya emperyalist tekellerin bayiliğinden gelmişlerdir. Geçmişte uluslararası tekellerin temsilcisi (acentası) durumunda olan ticaret burjuvazisi, geliştirdiği işbirlikçi ilişki sayesinde tekellerin Türkiye'deki uzantısı olurken, iç pazarın darlığı, başka bir tekelin o işkolunda faaliyet göstermesini de engellemiştir. Yani, daha önce ticaretini yaptığı malın tekeliyken, bugün o malın üretiminde (ve pazarlamasında da) tekel olmasını getirmiştir.
Devletin, tekelleşmenin önünde engel olmak gibi bir niyeti yoktur. Aksine belli alanların dışında kalan tüm sektörlerde kamçılayıcı bile olmuştur. Daha önce değindiğimiz İş Bankası'na tanınan tekel hakları bunu açıkça göstermektedir.
Aynı işkolunda bir holdingin birden fazla firmaya sahip olması ve isim farklılığı bizleri yanıltmamalıdır. Birçok sektörde sadece birkaç holding piyasaya egemendir. örneklersek:
Yağ alanında 10 şirket faaliyet göstermesine rağmen %70'i 4 şirketin kontrolündedir.
Birada pazar payının %86'sı 2 özel şirkete (Tekel'in payı % 14) aittir.
Orlonda pazar payının %90'ı bir şirketin kontrolündedir.
Çamaşır makinesi ve buzdolabında Profilo ve KOÇ pazarın tamamına hakimdir.
Oto lastiği, otobüs ve otomobilde 3 firma pazarın tamamına hakimken, minibüste pazarın %94.4'ü sadece KOÇ'un denetimindedir.
Haberleşme gereçlerinde 4 firma pazarın tamamına hakimdir.
Deterjanda 3 firma pazarın tamamına yakınını denetlemektedir.
Elektrolitik bakırda 1 firma pazarın tamamına hakimdir.
Sıvılaştırılmış petrol gazında 4 firma pazarın %76'sına, tarımsal mücadele ilaçlarında 3 firma pazarın %70'ine, video-teypte, 3 firma pazarın %70'ine hakimdirler. (Rakamlar: M.SÖNMEZ, Kırk Haramiler)
Sadece yatırımlarda değil, henüz yurtiçinde üretime geçilmeyen sektörlerde de tekelleşme, dünyadaki tekelleşme oranlarından yüksektir. Örneğin iş makineleri alanında ABD kökenli Caterpillar'ın Türkiye'deki tek ithalatçısı ve satıcısı durumunda olan Çukurova Holding 250 milyar TL'lik pazar payının %55'ine sahip olurken, Japon Komatsu'nun temsilcisi olan Sabancı grubu %45 pazar payına sahiptir. Yine bilgisayar pazarının % 40'ı IBM'in kurduğu Türk Limited Şirketine ait olurken, ABD kökenli Borroughs'un temsilcisi olan Koç Holding % 20 pazar payına sahiptir.
Yurtiçi ve yurtdışı taahhüt-inşaat sektörünü, başını STFA (Sezai TÜRKEŞ-Fevzi AKKAYA), Enka, Tekfen ve Kutlutaş'ın çektiği sayısı 15'i geçmeyen şirketler grubu elinde bulundurmaktadır. Kara taşımacılığı, deniz taşımacılığı acentacılığında da durum farklı olmayıp,10-15 şirket bu alandaki hakimiyetini sürdürmektedir.
Anlaşılacağı gibi tekelcilik, hemen her sektörde kendini göstermiş, birçok sektörde, aynı holdingler hakimiyetlerini kurmuşlardır. Sayıları 50'yi geçmeyen bu holdingler, Türkiye ekonomisine hakim durumdadırlar. Örneklersek:
25 Grubun |
10 Grubun |
KOÇ, SABANCI
|
|
Türkiye'nin En Büyük
|
126 |
97 |
60 |
Çalışan İşçi Sayısı
|
%48 |
%34.2 |
%21.5 |
Ciro Payları |
%53 |
%39 |
%23.8 |
Katma Değer
|
%53 |
%41 |
%26 |
Bilanço Kârı
|
%58 |
%47 |
%27.4 |
(M.SÖNMEZ, Kırk Haramiler, s.22 -1985 rakamlarıyla)
Görüldüğü gibi az sayıdaki grup büyük bir güce sahiptir. Kaldı ki, bu veriler 500 büyük firmaya aittir. Örneğin KOÇ'un 25 firması 500 büyük firma içerisine girerken, denetlediği toplam şirket sayısı 90'dır. Yani KOÇ'un 65 şirketi verilere alınmamıştır. Daha çarpıcı ve gerçekçi bir örnek olarak KOÇ ve SABANCI'nın 1986 yılı satışlarının Türkiye toplam bütçe gelirlerinin %67.3'üne eşit olduğu göz önüne alınırsa, tekelci burjuvazinin ekonomik gücü daha iyi anlaşılır.
Büyük aile holdingleri, bankacılık, sigortacılık, bankerlik, ithalat, ihracat temsilcilik yapmalarının yanı sıra, gıdadan, dayanıklı tüketim mallarına kadar hemen her alanda, büyük sanayi kuruluşlarının da sahibidirler. Yine KOÇ ve SABANCI gibi büyük holdingler, hammadde temininden, ürünün pazarlanması ve satış sonrası hizmetlere kadar, faaliyet gösterdiği alanların tüm halkalarına egemendirler. Bu holdingler bayileri aracılığı ile ülkenin dört bir köşesine mallarını ulaştırırken, bu yolla ticaret kârına da el koyabilmektedirler.
Büyük sermaye grupları, yurtiçinde olduğu gibi yurtdışında da, kurdukları şirketler aracılığı ile ilişkilerini sürdürmektedirler. Başta Batı Almanya, Suudi Arabistan, ABD, İngiltere olmak üzere 17 ülkede şirket kuran büyük sermaye grupları, ithalatta girdi fiyatlarından avantaj sağlama, yeni ihraç pazarları, yeni ortaklar arama, kaynak temininin yanı sıra servet kaçırma, emperyalist sermayeye sağlanan kolaylıklardan yararlanma, hayali ihracat yapma gibi avantajları düşünerek dışarıya yönelmişlerdir. Yine yurtdışı faaliyetleri arasında, yeterli sermaye ve tekniğe sahip olmamanın yanı sıra, iş alanları bulamamanın da getirdiği nedenlerden dolayı müteahhitlik, bankacılık, pazarlama sektöründe emperyalist sermaye ile ortaklık kurmaktadırlar. Fakat sınai üretime yönelik yatırımları yok gibidir. Bu alanda sadece SABANCI'nın İsviçre'de tekstil fabrikası ile METAŞ'ın Berlin'de demir-çelik fabrikasına rastlıyoruz ki, bunlar da küçük tesislerdir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin istemleri olan ve 12 Eylül'le uygulanma şansı bulan 24 Ocak kararları, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ekonomik ve siyasi planda güçlenmesini getirmiştir. Kârlı alanlarda işbirliği gelişmiş, tekelci burjuvazi tarafından yetersiz bulunsa da emperyalist sermaye girişinde bu dönem görece bir artış olmuştur. Daha önce kimya ve petrole yönelen yabancı sermaye,12 Eylül sonrası bankacılık, sigortacılık, ticaret ve turizm gibi üretim dışı çok kârlı ve risksiz alanlarda etkinliğini arttırmıştır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişip güçlenmesi için bizzat devletin sunduğu alan ve imkanlara baktığımızda;
- İç ticaretteki faaliyetini; Toprak Mahsulleri Ofisi, Türkiye Zirai Donatım Kurumu, Devlet Malzeme Ofisi, Petrol Ofisi, Yün, Yapağı, Tiftik gibi KİT'lerle sınırlayan devlet, iç pazarı özel sektöre bırakmıştır.
- Kamu bankaları, geliri düşük özel amaçlı kredilerde yoğunlaştırılmış yüksek kârlı ticari kredi faaliyetleri holding bankalarına bırakılmıştır.
- Riski az, kârı yüksek sektörlerde devlet faaliyet göstermeyip bu sektörler burjuvaziye bırakılmıştır.
- Birçok KİT iç sigortasını oluşturmayarak, özel sigorta şirketlerine milyarlar akıtılmıştır.
- Devlet tekelinde olan kibrit, bira, sigara, elektrik üretim alanlarında tekel kaldırılarak, bu alanlar da tekelci burjuvaziye sunulmuştur. Son olarak silah sanayi, bu kervana katılmış, sırada ise yenilerinin olduğu bilinmektedir.
- KİT'lerin ''Kamu İşveren Sendikaları'' biçiminde örgütlendirilerek TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) içerisine katılmasıyla, işbirlikçi tekelci burjuvaziye ekonomik ve siyasi destek sunulmuştur.
- KİT ürünlerinin büyük ihracatçı şirketler vasıtasıyla pazarlanmasına olanak sağlanmıştır.
- Hammadde ve ara malı üreten KİT'lere sübvansiyon uygulayarak özel sermayeye ucuz girdi sağlanmaktadır.
- Gerek yatırım, gerekse işletme aşamasında büyük destekler sağlanmaktadır. (''Kalkınma Öncelikli Bölgeler''de bu katkı yatırım aşamasında %108.6'yı işletme aşamasında %103.6' yı buluyor)
- Emperyalizmin ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmekten başka hiçbir işe yaramayan ''ihracatı teşvik önlemleri'' alındı. Bu destek önlemleri sayesinde, yıllık ihracatı 30 milyon dolar olan (daha önce 15 milyon dolardı) büyük ihracatçı şirketler, her yıl milyarlarca lira kazanmışlardır.
- Büyük holdinglere ait olup da zarar eden şirketler ''kurtarma operasyonları'' adıyla KİT'lere devredilerek, holdinglere destek sunulmuştur. Başta KOÇ'a ait Asil Çelik olmak üzere, Güney Sanayi, Meban, Oyak'a ait Türk Otomotiv Endüstrisi, kurtarılma şansı elde edenlerin bilinenleridir.
Ekonomik gücün siyasi gücü getirdiğini, yine siyasi gücün ekonomik gelişmenin önünü açtığının bilincinde olan hakim sınıflar, yasal olanakların da önlerine serilmiş olması nedeniyle, hemen her platformda örgütlülüklerini yaratmışlardır. Oligarşinin salt bir kesiminin yer aldığı saf örgütler olduğu gibi burjuvazinin değişik kesimlerinin içinde yer aldığı örgütlenmeler de mevcuttur. Etkinliklerine göre ele aldığımızda şunları söyleyebiliriz:
12 Mart cuntasının hemen sonrasında, Türkiye ekonomisine yön veren büyük sermeye grupları tarafından kurulmuş, diğer büyük sermaye gruplarının katılımıyla genişlemiştir. 2 Nisan 1971 tarihli Kurucular Kurulu Protokolü'nde birliğin ''... Türkiye'nin demokratik ve planlı yollarla kalkınmasına ve Batı uygarlık seviyesine çıkarılmasına yardımcı olmak amacıyla...'' kurulduğu belirtilmiştir. Sayısı 7-8'le sınırlı holdingin egemenliğinde kurulan TÜSİAD, kısa bir süre sonra güçlü ve etkin bir kuruluş haline gelir. Üye sayısı sınırlı olup (1986 rakamlarıyla 232'dir) aynı holdingden birden çok üye yer alabilmektedir.
Artık, siyasi ve ekonomik yaşama yön veren TÜSİAD'ın, yılda iki kez hazırladığı ''Ekonomik Rapor'', hükümetlerin uygulaması gereken zorunlu ''önlemler''dir. Buna uygun davranmamak, hükümetlerin düşürülmesi demektir. Bu konuda en açık ve bilinen örnek,1979'da ECEVİT hükümetinin düşürülmesidir. IMF'nin hazırladığı 24 Ocak Kararları da TÜSİAD'ın istemleridir ve hazırlanan ekonomik programın uygulanabilmesi için kendi üyeleri olan Turgut ÖZAL, DEMİREL hükümetine başbakanlık müsteşarı olarak verilir. Yine 12 Eylül'den bir hafta önce yayınlanan TÜSİAD raporunda belirtilen talepler, bu kez başbakan yardımcısı olan Turgut ÖZAL tarafından uygulanacaktır.
Hemen her sektörün en irilerinin üye olduğu TÜSİAD'ın ekonomi ve siyasetteki etkinliği, bugün daha da artmıştır. Dünya Bankası, IMF toplantılarına TÜSİAD başkanı da katılmakta, yabancı ülkelere yapılan gezilerin programını çizmektedir. Ayrıca, TÜSİAD emperyalist ülkelerle oluşturulan ''İşadamları Konseyi''ne katılarak, dış ilişkilerdeki belirleyiciliğini daha da arttırmaktadır.
Bünyesinde irili ufaklı tüm burjuva kesimlerini barındıran TOBB,15 Mart 1950'de (Demokrat Parti iktidarından 2 ay önce) Türkiye Odalar Birliği olarak kurulur.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin önemi, çıkarılan yasayla, ithal mallarının fiyat tetkiki ve tescili ile, özel sektöre tahsis edilen döviz kotalarını sanayiciler ve tüccarlar arasında paylaştırma yetkisine sahip oluşundandır. 1956'da Türkiye Odalar Birliği bünyesinde kurulan ''İthal Malları Fiyat Dairesi'' 1958-62 arasında, ithalatın kontrolünü sağlamıştır. Bu uygulama 1962'de kaldırılsa da, 1972'de tekrar yürürlüğe konulmuştur. İthal kotalarının paylaşım mücadelesi, özel sermayenin eşgüdümü, bakanlık ve hükümetlere karşı sermayenin ortak taleplerini iletmek ve savunmak amacıyla kurulan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, bünyesinde tüm burjuva kesimleri barındırmasına karşın, yönetimi işbirlikçi tekelci burjuvazinin elindedir.
TOBB'nin büyük sermaye açısından önemi, az sayıda holdingin, bu örgüt aracılığıyla hemen tüm sermaye kesimlerini kendi politikasına angaje etmesi, yönetmesidir. Bu örgüt hem oligarşi içi çelişkilerin yoğunlaştığı, hem de uzlaşmalara bağlandığı bir platform olmaktadır aynı zamanda.
TİSK'in çekirdeği denebilecek olan ilk örgütlenme, başını KOÇ'un çektiği ve 1958'de kurulan MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası)dır. 1961 Anayasasının getirdiği haklar sonrası, değişik işkollarında kurulan işveren sendikaları, ''İstanbul İşveren Sendikaları Birliği'' adı altında birleşir ve diğer işkollarının katılımıyla genişler. OECD (Ekonomik Kalkınma İşbirliği Örgütü)'nün tavsiyelerine uyularak yerel düzeyde kurulan birlikler, 20 Aralık 1962'de TİSK çatısı altında toplanır. 12 Eylül sonrasında holdinglerle devletin kaynaşması, Kamu İşverenleri Sendikasının da katılımıyla 15 işkolunda örgütlü olan TİSK, daha da güçlenmiştir. 1974'lere kadar büyüklerin (KOÇ vd.) etkinliğinde olan TİSK, değişik burjuva gruplarını da bünyesinde toplamıştır.
TİSK'in kamuoyu gündemine girdiği yıllar ülkede sınıflar mücadelesinin yükseldiği dönemler olmuştur. Sınıf mücadelesinin ivmesini düşürmek için işverenlerce oluşturulan ekonomik işbirliği örgütlenmesidir. Büyük miktarlara ulaşan grev ve lokavt fonları grev kırıcılığı için kullanılmaktadır.
Kamu İşverenleri Sendikasının katılımıyla KİT'leri, devlet yatırımlarını da doğrudan yönlendirir hale gelen TİSK, grevlere karşı sert tavrı ile işçi sınıfı düşmanı tavrın simgesi olmuştur. Örgüt, işverenlerin grevci işçiler karşısında daha uzun süre dayanması için oluşturdukları fonlarla ve diğer desteklerle sermaye kesiminin gücünü pekiştirmekte, grevci işçilere belirlenen dışında hak veren sermayedarları cezalandırmaktadır.12 Eylül cuntasını ''Gülme sırası bizde'' sözleriyle karşılayan TİSK Başkanı Halit NARİN, cuntanın en büyük destekçisinin özel sermaye olduğunu, bu sözleriyle ilan etmiştir.
1 Aralık 1964'de AET'ye üyelik başvurusu ve bununla ilgili olarak imzalanan Ankara Anlaşmasının hemen ardından İstanbul Ticaret Odası ve İstanbul Sanayi Odasının girişimiyle, Odalar Birliği, Ziraat Odaları Birliği, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu, Ankara Sanayi Odası, İstanbul Ticaret Borsasının katılımıyla kurulmuştur. Türkiye-AET ilişkilerinde özel sektörün uzman kuruluşu olan İktisadi Kalkınma Vakfının önemi,1987'de AET'ye yapılan tam üyelik başvurusuyla daha da artmıştır. Avrupa sermayesiyle tam bir entegrasyonun oluşması için çalışmalar yapan İKV'nin bugünkü işlevi; temsil, tanıtma, araştırma, eğitim, yayın vb. düzeyde sürse de gelecekte daha önemli işlevler yüklenebilecek uzman kuruluş niteliğine sahiptir.
Resmi kuruluşu 30 Mayıs 1950'ye rastlar. TOFAŞ, OYAK, RENAULT, GOODYEAR, PİRELLİ, MAN, ROCHE, OTOMARSAN, HEKTAŞ, GLAXO ve PHİLİPS yöneticileri kurucu üyeleridir. Mevcut ekonomik politikaların önlerine çıkardığı pürüzlerin düzlenmesi, hükümetle ilişkilerin yürütülmesi vb. için faaliyet yürütür. KOÇ'un Divan Oteli'nde bu çerçevede aylık toplantılar düzenlemesinden dolayı ''Divan Kulübü'' diye de anılmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan ''Yabancı Sermaye Dairesi'' ve hükümet düzeyinde etkisi oldukça büyüktür. 80 şirketi bünyesinde toplamıştır.
24 Ocak kararları çerçevesinde yabancı sermayeyi ülkeye daha çok çekebilmek ve emperyalist sermaye ile tam bir entegrasyon oluşturabilmek düşüncesi, YASED'in önemini artırmış, emperyalist sermayeye kolaylıklar sağlanması yönünde hükümet nezdindeki girişimleriyle sonuca ulaşılmıştır.
TÜSİAD'ın girişimiyle burjuvazinin tüm kesimlerini bir araya getirmek amacıyla kurulmuştur.1970'de başlatılan görüşmeler 20 Ocak 1977'de sonuçlanır ve TÜSİAD, TİSK, Türkiye Odalar Birliği, Ziraat Odaları Birliği, Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonunun bir araya gelişiyle, Hür Teşebbüs Konseyi oluşturulur.1977'den 1979'a kadar etkili bir kuruluş olarak varlığını sürdürmüştür. 1980-86 arası faaliyetlerini durdursa da, 1986'dan sonra tekrar faaliyete geçmiştir.
Hakim sınıfların örgütlenebileceği en geniş oluşumdur. İçinde derin çelişkiler mevcut olsa da yapılan toplantıların sonucunda çıkarılan bildirilerde, ülke sorunlarından dış ilişkilere kadar ortak görüş oluşturulabilmiştir. Bunun temel nedeni burjuvazinin kendi içinde en keskin çelişkileri taşısa bile emekçi sınıflar karşısında birleşebilme özelliğine sahip olmasıdır.
Büyük sermayenin makro düzeyde oluşturduğu örgütlenmelerinin (TÜSİAD, TOBB, TİSK, İKV, YASED, HÜR TEŞEBBÜS KONSEYİ) yanı sıra, mikro düzeyde ve ekonomik, siyasi, sosyal konularla ilgili dernek veya birlikler biçiminde de örgütlendiklerini görmekteyiz.
Görünürdeki amaçları; üyeleri arasındaki dayanışmayı sağlamak, bilgi alışverişini gerçekleştirmek, sektörün sorunlarını resmi mercilere dernek olarak götürmek, standardizasyonda elbirliği yapmak vb. olsa da; faaliyet gösterilen sektörün önde gelen firmalarınca oluşturulan dernek ve birliklerin işlevi esas olarak, bu dernekler bünyesinde yer alan firmaların fiyat, ücret, pazar paylaşımı gibi konularda anlaşmalarını sağlayarak kartel işlevi görmesidir. Kartel anlaşmaları her ne kadar yasak olsa da, hükümetlerce desteklenmekte ve kamuoyuna ''centilmenlik anlaşmaları'' olarak lanse edilmektedir.
Kartel işlevi gören yapılanmaları sıralarsak; Beyaz Eşya Sanayicileri Derneği, Elektronik Cihazları İmalatçıları Derneği (1971), Özel Sektör Demir-Çelik Üreticileri Derneği (1970), Otomotiv Sanayicileri Derneği (1974), İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası (1964), Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği (1971), Gübre Üreticileri Derneği.
İmalat sanayiinin alt kollarında büyük firmalarca kurulan bu oluşumlara, üretim dışı sektörlerde de rastlamaktayız. Bazıları şunlardır:
İhracata önem verilmesiyle birlikte 1983'de kurulmuş ve toplam ihracat içindeki payı % 45'i aşan, 30 kadar ihracatçı firmayı bünyesine almıştır. Derneğe üye olabilmek için yılda 30 milyon dolar ihracat yapmak şarttır. Yürütülen ekonomik politikanın bir sonucu olarak, her geçen gün daha da güçlenen bu şirketler, diğer ihracatçı şirketlere oranla her konuda imtiyaz sahibidirler. Ek vergi iadesi ve teşviklerin yanı sıra, dış ticaretin devlet eliyle yapıldığı ülkelerden ithalat yapma hakkı sadece bunlara tanınmıştır. Böylece 1981'de %9 olan payları 1986'da %45.7' ye çıkmıştır. Tanınan olanaklar küçük firmaların yok oluşunu getirmiştir.
İş paylaşımı, konsorsiyumlar oluşturma, devletten çeşitli teşvikler sağlama konularında etkin faaliyet gösteren birlik,1952'de kurulmuştur. Bu alanda faaliyet gösteren binlerce şirketin en büyükleri olan 37 şirketi bünyesinde topluyor.
1975'te kurulan derneğin üye sayısı 457 (1987 rakamlarıyla) olsa da, derneğe 10-15 firma hakimdir. Uluslararası kara taşımacılığında toplam kapasitenin %97'sine dernek üyeleri sahip olup, yine bu derneğin üyesi 36 firmanın sahip olduğu araç kapasitesi, toplam kapasitenin 1/3'üne eşittir.
Tüzel kişiliğe sahip olup üye olmak zorunludur. Esas olarak kamu denetimi geçerli olsa da, holding bankaları kendi aralarında uzlaşarak sürece hakim olabilmekte, böylece küçük bankaları denetim altına alabilmektedirler. Dolayısıyla Bankalar Birliği de bankacılıkta tekelleşmenin ifadesidir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi bu örgütlenmeleriyle, hem diğer burjuva grupları üzerinde etkinlik kurmakta, hem de ekonomik ve siyasi politikaları yönlendirmektedir. Örneğin, işbirlikçi tekelci burjuvazinin hükümetler üzerindeki belirleyiciliğini, Vehbi KOÇ'un 3 Ekim 1980' de cunta şefi Kenan EVREN'e yazdığı mektupta görmekteyiz. Mektubun çeşitli bölümlerinde şöyle diyor:
''İstikrarsız ve güvensiz yaşadığımız son yılların ümitsizliği içinde, sizlerin iktidarı ele almak mecburiyetinde kaldığımıza şahit olduk... 1973 seçimlerinden sonra 7 sene boyunca, iktidara gelen hükümetlerin aldıkları kararlarda parti menfaati ve rey politikası ağır bastığı için memleket bir çıkmaza girmiştir. (...) Silahlı Kuvvetlerimizin yıpranması mukadderdir. Bundan dolayı 'temel' kanuni düzenlemeler yapıldıktan sonra ordunun kışlasına dönmesi, demokrasimizin devamı için elzemdir. Ordu, yanlış kararlar alır ve yıpranırsa memlekete diktatörlük, onun arkasından komünizm gelebilir. (...) Militan sendikacılar bu işleri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kademelerine sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. (...) Kıdem tazminatı karşılıkları, kurulacak bir fonda toplanmalıdır. (...) Yunanlılarla olan ihtilaf meselelerimiz, başta Kıbrıs, Ege Kıta Sahanlığı ve FlR Hattı olmak üzere, bu dönemde milletimizin Silahlı Kuvvetlerimize olan güveni içinde, muhakkak çözüme bağlanmalıdır.''
Vehbi KOÇ'un mektubunda yukarıda belirtilenler dışında hemen her konuda nelerin yapılması gerektiği, nelere dikkat edilmesi gerektiği noktasında uyarılar yapılmakta, yaşam deneyleri aktarılmakta hem iç, hem uluslararası planda, ekonomik, siyasi ve sosyal planda cuntanın neler yapması gerektiği belirtilmektedir. Öyle ki, din işlerinden, Turgut ÖZAL hakkında çıkan ''dedikodu''lara kadar görüş sunulmaktadır. Ve, ''bize ancak bizden hayır geleceğini bilmekteyiz'' diyen Vehbi KOÇ kendisi ve arkadaşları adına yani holdingler adına konuştuğunu da belirtmektedir. 12 Eylül askeri faşist cuntasının tüm bu söylenenleri yerine getirdiğini hep beraber yaşayarak gördük.
1960 sonrası montaj sanayiinin hızla gelişimi, iç pazara dönük yatırımlardaki artış işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesini de beraberinde getirmiştir. Artık işbirlikçi tekelci burjuvazi oligarşi içinde etkin bir güç haline gelir.
Sınıf mücadelesinin bastırılması, işçi ve emekçi sınıflara karşı toplu tavır alınması ve düzenin uzun vadede devamını sağlayacak politikaların belirlenmesi konularında, oligarşi içinde bütünlüklü kararlar alınmasına bakılıp, oligarşinin ''tek bir vücut'' olduğu sanılmamalıdır. İşçi ve emekçi sınıflara karşı ''kol kırılır yen içinde'' örneği çelişkilerini bir kenara bırakan oligarşi, içte birbirine düşmüş aç kurtlara benzemektedirler. Çünkü oligarşik azınlık da kendi içinde farklı çıkar gruplarından, farklı hedefleri ve farklı programları olan sömürücülerden oluşmaktadır. Bu farklılıklar oligarşi içinde onyıllardır süren mücadelenin, Bizans entrikalarını aratmayan oyunların da nedenidir.
Oligarşi içi mücadele; büyük-burjuvazi ile onun küçükleri ve yine büyük-burjuvaziyle prekapitalist unsurlar arasında sürmektedir. İşte bu koşullar içerisinde 12 Mart'a gelinir. Ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin istemleri yerine getirilmek istense de tam anlamıyla başarılı olunamaz.12 Mart askeri faşist cuntası ve dönemin değişik hükümetleri çok istemelerine rağmen, oligarşinin diğer ortaklarını tasfiye edemezler, bir yerde uzlaşmak zorunda kalınır.
1950'lerden 80'lere gelindiğinde 1950'lerden oluşan oligarşik yapıdan herhangi bir kesimin tasfiye edilmediğini sadece güç dengelerinde değişmeler olduğunu görüyoruz. Ancak işbirlikçi tekelci burjuvazi güç kazanırken diğer kesimlerin güç kaybına uğradığı, ekonomik ve siyasi hayatta eski etkinliklerini yitirdikleri de bir gerçektir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin diğer ortaklarından kurtulması, onları eritmesi demek olan ve ilk büyük denemesi 12 Mart'ta yaşanan tasfiye süreci, 1980 24 Ocak kararları ve 12 Eylül'le tamamlanmak istendi.12 Eylül'e, tamamlanamayan 12 Mart operasyonunun devamı denilmesinin nedeni de budur. Ancak, kısmi geri adımlar attırsa da işbirlikçi tekelci burjuvazi tam başarıya ulaşamaz yine.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi ile prekapitalist sınıflar arasındaki çelişki ve çatışma, oligarşi içi çelişkilerin en belirginidir. Çatışmanın nedeni TÜSİAD'in 14 Kasım 1980 tarihli ''Olaylara Bakış'' adlı yayınında açıkça görülmektedir. Sözkonusu yazıda ''tarım sektöründe büyük bir vergi rezervi bulunduğu'' belirtilerek, geliştirilmek istenen piyasa ekonomisinin bir gereği olarak GSYİH'nin %31.4'ünün yaratıldığı tarımdan %3.5 vergi alınmasının yetersizliğine dikkat çekilmektedir. Bu istemler bazı tavizler sonrası 1981 Mart'ında başlamak üzere satılan tarım ürünlerinden %5 vergi alınmasıyla noktalanır. TÜSİAD'ın ''Tarım Raporu''nda tarım ve sanayi için iki atlı bir araba benzetmesi yapılıyor ve yavaş gidenin hızlı gidene yük olacağı belirtilerek her iki kesimin de dışa açılması, ''piyasa ekonomisi koşulları içinde yaşanabilen prodüktif üniteler haline getirilmesi'' istenmektedir. Toprak ağalarının gücünü kırmayı, tarımda kapitalistleşmeyi hızlandırmayı, verimliliği arttırmayı içeren bir toprak reformundan yana olan TÜSİAD, bu manevra ile kırsal kesimde halkı aldatmak istemektedir. Bu reformda küçük üreticinin de istemlerine kulak tıkayamayacak olan tekelci burjuvazi, bu reformun sonuçta kendine hizmet edeceğini ve toprakların kapitalist çiftçiler elinde toplanacağını bilmektedir. Reform uzun vadede asıl hedefine varacaktır. Bu anlamda geçici bir süre küçük üreticiliğin yaygınlaştırılmasına da razıdır. Bu amaçla bölgesel bankaların kurulmasını, tarımın desteklenmesinde uluslararası fiyatların göz önünde tutulmasını, tarım arazilerinin boş tutulmamasını, tarımda bulunan atıl işgücünün ev sanayii tipi (fason, parça başı) işletmelerde değerlendirilmesini, altyapı ve entegre projelerin vb.nin yapılmasını önermektedir.
Amaç, prekapitalist unsurların tasfiyesi ve kırsal kesimden sanayiye kaynak aktarımının hızlandırılması, büyütülmesidir. İşbirlikçi burjuvazi bu niyetini raporda belirtilen toprak dağılımındaki eşitsizlik, bunun gelir dağılımına yansıması, köylünün topraksız oluşu veya 40-50 köyün aile veya kişiye ait olması gibi demagojilerin arkasına sığınarak gizlemektedir.
Oligarşi için çelişkilerin en açık biçimde yansıdığı alanlardan biri de, 12 Eylül sonrasında yaşanan ve ''bankerlik faciası'' adıyla bilinen, para ticaretidir.
''Modern tefeciler'' olarak 12 Eylül cuntası sonrası tartışma gündemine giren ''piyasa bankerleri'' de özde kırdaki tefecilerden farklı değildirler. İş alanlarının ağırlıkla kentler olması dolayısıyla, kırdaki tefecilikten ayrılan ''modern tefeciler''in, cunta sonrası yaygın bir hal alan işlevi yasadışı işlerden kazanılan paralara (kara para) yasallık kazandırmaktır. Böylece, sonuçta yine işbirlikçi tekelci burjuvazinin finans sorununa çare olarak kullanılmak amacıyla, bunların piyasadaki varlıklarına göz yumulmuştur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi, kendi kurduğu bankerlik kuruluşları aracılığı ile (MEBAN, GENBORSA vd.) para pazarını denetlerken, ''piyasa bankerleri'' de ortalığı kaplamıştır. Her köşede bir bankere rastlamanın zor olmadığı cunta koşullarında, hızlı bir rekabet yaşanmış, sular durulduğunda kazanan tekel bankerleri; iflas edip aradan sıyrılanlar, asalak piyasa bankerleri; kaybeden ise halk olmuştur. Onbinlerce ''bankerzede'' cuntanın ve tekellerin hazırladığı koşullarda birdenbire ortada bırakılmıştır.
Ticaret burjuvazisi ile tekelci burjuvazi arasında da yoğun çıkar çelişkileri vardır, fakat ülkemizde, ayrı bir grup olarak büyük ticaret burjuvazisinden söz edemeyiz. Çünkü ülkemizde en büyük tüccarlar, karşımıza yine en büyük işbirlikçi sanayici olarak çıkmaktadır. Dolayısıyla ticaret burjuvazisi denildiğin de, hem kendi ticaret şirketleri de olan tekelci burjuvazi hem de, tekel dışı kalmış ve sadece ticaret sektöründe faaliyet gösterenler birlikte anılmalıdır.12 Eylül sonrası cuntanın, kırdaki sömürüyü devlet aracılığıyla tekelci burjuvaziye aktarmak için, tekel dışı ticaret burjuvazisini ''buğday ithal etmek''le tehdit ettiği hatırlanırsa, asıl çıkar çelişkilerinin, büyüklerle (tekelci burjuvazi) küçükler (ticaret burjuvazisi) arasında olduğu anlaşılacaktır.
Nitekim, ticaret sektöründe de tekel durumunda olan işbirlikçi burjuvazi, dış ticaretin tüm kaymağını kendisine ayırmak için, cuntayla bazı ülkelerden yalnızca sınırlı sayıda (büyük) tekellerin ticaret yapma imtiyazını koparmış, böylece küçük tüccarları denetim altına alarak, kendi aralarında bir ''uzlaşmaya'' varmışlardır. Arada darbeyi yiyen ise yine, ticari kâra eklenen tekel kârıyla sömürülmeleri şiddetlenen emekçi halk olmuştur.
Sadece oligarşiyi oluşturan işbirlikçi tekelci burjuvazi ile prekapitalist sınıfların en irilerinden oluşan tefeci-tüccar ve büyük toprak sahipleri arasında değil, işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi içinde de derin çelişkiler, çatışmalar yaşanmaktadır. Sık sık değişen ekonomi politikaları, maliye bakanları, Merkez Bankası başkanları, DPT müsteşarları vb.nin istifa ve atamaları oligarşi içi çatışmaların olduğu kadar, işbirlikçi tekeller arası çatışmaların da doğrudan yansımalarıdır. Kurtlar sofrasından daha fazla pay kapmak isteyenler ekonomi ve politikada suyun başını tutmak istemektedir çünkü.
Tekelci sermaye içi çelişkilerin odağında mevcut sömürüden daha fazla pay alma mücadelesi yatmakta olup, bu, kendini farklı biçimlerde göstermektedir. Sıralarsak: Aynı sektör içinde tekel olma mücadelesi, ihracat yapabilen sanayi burjuvazisiyle iç pazara dönük üretim yapan sanayi burjuvazisi arasındaki mücadele, belli grupların mevcut hükümetlerle ilişkileri geliştirme mücadelesi, bankalı gruplarla bankasızlar arasındaki (bugün, hemen her holding kendi finans kuruluşuna sahiptir) mücadele vb. şeklinde yansımaktadır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi içindeki çelişkiler en açık olarak sanayicilerle bankalar, bankerler arasında yaşandı. Bankaya ve bankerlik kuruluşlarına sahip olmayan sanayiciler, finansman sorununu çözmek için başvurdukları kredileri çok yüksek faizle alabilmeleri, sermaye artırımı için çıkardıkları hisse senetlerinin pazarlanması vb. sorunlar yüzünden bankacılık ve bankerlik kuruluşlarıyla çatışmışlardır. Cunta yılları boyunca bitmeyen ''faiz oranları'', ''centilmenlik anlaşmaları'', banker operasyonları tartışmalarının altında yatan gerçek budur.
24 Ocak kararlarından sonra tekelci sermaye arasındaki mücadelede, yıkılmaz gözüken holdinglerin dahi yıkılmasına bolca tanık olduk. Örneğin, Transtürk Holding'in yitirdiği şirketler, Çukurova, Koç, Sabancı, İş Bankası gruplarının elinde toplanmıştır. Anadolu Endüstri Grubu, Okumuş Holding, Başak Grubu, Sapmaz'lar, Bezmen'ler (Santral Holding), Mengerler bunlara diğer örneklerdir. Bankalı holding gruplarından olan Has'ların İstanbul Bankası, Kozanoğlu-Çavuşoğlu grubunun Hisarbank ve Odibank'ı da yıkıma uğrayanlar arasındadır.
Bu kesimin en belirgin özelliği oligarşi içerisinde yer almayışıdır. Belli bir yere oturtmak gerekirse; büyük burjuvazi ile şehir küçük-burjuvazisi arasında kalan, ancak mevcut sömürüden belli bir pay alabilen kesim olarak adlandırılabilir. Dolayısıyla tekelci niteliğe de sahip değildir. Bu niteliklerinden ötürü de tekel kârından pay alamamaktadır. Bu durum orta-burjuvazinin ikili bir karakter taşımasına yol açmaktadır. Orta-burjuvazi bir yandan tekellerle çıkar çelişkisi olan, ama öte yandan tekelci sisteme muhtaç olan bir ara tabakadır.
Tekelci burjuvazinin emperyalizmle işbirliği içerisinde gelişmesi, onun güçsüzlüğünü beraberinde getirirken, aynı zamanda mevcut pazarın tüm alanlarına müdahalesini de engellemiştir. Bu özellik, birçok sektörde ara mal üreten orta boy işletmelere yaşam şansı tanımıştır. Özellikle, burjuva ekonomisinin ''ithal ikamecilik'' dediği, yerli üretimi ''koruma'' politikalarının uygulandığı dönemde, tekelci burjuvazi büyük çıkarlar sağlarken, orta-burjuvaziye de yeni iş alanları sunulmuştur. Öyle ki, hemen her boy işletmenin yaşam şansı vardır Türkiye'de.
Orta-burjuvazinin faaliyet gösterdiği alanlara baktığımızda, ya tekelci burjuvazinin rasyonel bulmadığı veya henüz el atmadığı alanlarda, ya da tekelci burjuvaziye ara mal üreten sektörlerde faaliyet gösterdiğini görmekteyiz. Her şeyden önce tekelci burjuvaziyle rekabet diye bir sorunu yoktur. Aksine, orta-burjuvazinin varlığı aynı işkolunda birden çok küçük işletmenin varlığı demek olduğundan, tekelci burjuvaziye daha ucuz girdi sağlama imkanı vermektedir. Diğer yandan, genelde tam proleterleşmemiş işgücü kullanıldığından artı-değer oranı çok yüksektir. Bu, tekelci burjuvaziye ucuz girdi yoluyla kâr aktarımı demektir, aynı zamanda.
Pazar payı çok düşük olan ve katma değer içinde payları sürekli düşmekte olan bu kesimin en fazla yoğunlaştığı alanlar; madeni eşya, makine aksamı, gıda, ev eşyalarında parça üretimi, deri, kundura, dokuma, tekstil, kiremit-tuğla, konfeksiyon vd.dir. Orta-burjuva kesimler, esas olarak tekelci burjuvaziye bağımlıdır ve birçok alanda onun talepleri doğrultusunda üretim yaparlar.
TOBB'nin üye sayısından da (200 binin üzerinde) açıkça anlaşılacağı üzere orta-burjuvazi, geniş bir kesimi kapsamaktadır. Ekonomik olarak ülke standartlarının üzerinde bir yaşam seviyesine sahiptir. Bu grubun, gelir dağılımı içindeki payı 1986 TÜSİAD verileriyle %55.9'dur. Bulunduğu sektörün kârlılık oranı rakamların değişmesini getirse de, üretim içerisinde yer alan orta-burjuvazi, on ile yüz arası işçi çalıştıran işletmeye sahip burjuvalardan oluşmaktadır.
1929 Dünya bunalımı ve sonrasında dış ticaretin durma noktasına geldiği koşullarda uygulanan ekonomik politikanın da etkisiyle belli bir gelişme imkanı bulan orta-burjuvazi,1950 sonrasında ve özellikle de 1963'den sonra montaj sanayiinin gelişiminden etkilenmiş; daha önce halkın tüketim ihtiyaçlarına dönük üretim yaparken, bu süreçten sonra ara malları ve yedek parça üretiminde de faaliyet göstermeye başlamıştır. İşte bu durum, bir yandan orta-burjuvazinin tekelci burjuvaziye angaje olmasını getirirken, diğer yandan tekelci burjuvaziyle aralarındaki çelişkinin de temeli olmuştur.
Bu çelişkinin yansıdığı platform TOBB olmaktadır. Baştan işbirlikçi tekelci burjuvazinin denetiminde olan TOBB, geniş bir kesimini oluşturan orta-burjuvazinin de içinde yer alması nedeniyle, çelişkilerin derinleştiği dönemlerde keskin mücadelelere tanık olmuştur. Özellikle 1970 sonrasında had safhaya çıkan ve günümüze değin süren çatışmanın özü; işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesi, bu kesimleri denetlemeye yönelmesidir. 12 Mart ve özellikle de 12 Eylül bu sürecin hızlandığı dönemler olmuştur. İflasların, küçülmelerin, fabrika satışlarının en fazla olduğu kesimlerden biri de orta-burjuvazi olmuştur. Ancak, işbirlikçi tekelci burjuvaziye angaje olması, ona tavır alışını engellediği gibi, ekonomik olmaktan öte politik bir örgüt olma niteliği gösteren TOBB'de etkin olmamaktadır. Böyle olmasına rağmen orta-burjuvazi mevcut iktidarlarca hiçbir zaman gözardı edilmemiş, hep dikkate alınması gereken güç olarak kabul edilmiştir. ''Anadolu burjuvazisi'' denilen kesimleri de kapsayan orta-burjuvazi, hemen hemen tüm burjuva partileri içinde yer almaktadır. Ancak, asıl olarak tutucu-dinci partilerce temsil edilmektedir. Orta-burjuvazinin MSP vb. partilerle temsil edilmesine bakarak orta-burjuvaziyi anti-emperyalist, anti-oligarşik devrimde karşımıza alamayız. Devrimci Hareket, orta-burjuvaziyi kazanmayı, bu gerçekleşmezse en azından tarafsızlaştırmayı bağlaşıklık politikası gereği programlamalıdır. Özellikle orta-burjuvazinin alt gelir grupları bu programın gerçekleşmesinde ilk uzanılacak kesimdir.
Şehir küçük-burjuvazisini kendi içinde; a-) Serbest meslek sahipleri, b-) Memurlar, c-) Aydınlar ve öğrenciler, d-) Küçük girişimciler olmak üzere dört kategoride toplayabiliriz.
Bu kategori içinde değerlendirdiğimiz meslek grupları çok çeşitli olmakla birlikte genel özellikleri nedeniyle aynı sınıf tavrı gösterirler. Örneğin; avukatlar, muhasebeciler, mühendisler, doktorlar, mimarlar vd...
Kapitalizmin gelişmesiyle orantılı gelişme gösteren hizmet sektörü, üretim faaliyeti olmayıp, bu faaliyetlerin yürütülmesinde yardımcı olan işleri, sektörleri kapsamaktadır. Ancak serbest meslek sahipleri, hizmet sektörünün sadece bir alanını kapsamaktadır. Ortak özelliklerinden en belirgini, çoğunluğunun yüksek öğrenim görmüş olması ve bu nedenle de aydın özelliği göstermeleridir.
Burjuvazinin her alanda olduğu gibi, serbest meslek alanında da işgücü yaratmak istemesi, yüksek öğrenim kurumlarına plansız-programsız öğrenci alınıp mezun edilmesini de getirmiştir. Birçok meslekte yığılma sözkonusu iken (mimarlık, mühendislik, eczacılık, kimyagerlik gibi) bir kısım mesleklerde ise (örneğin hekimlik) ise, ülke ihtiyaçlarına cevap verilememektedir. 1986 yılı sonu itibariyle serbest meslek sahiplerinin, çalışan nüfus içindeki oranı DPT verilerine göre %1.4'dür. Bu sayı sürekli arttığından ekonomik planda güç yitimine uğradığı gibi, eski ayrıcalıklı konumlarını da yitirmektedirler. Öyle ki, başka işlerde çalışmak zorunda kalmakta, işsiz kalabilmekte, kendi alanında başarılı olanlar ise, daha uygun koşulların sunulduğu dış ülkelere göç etmektedirler. ''Beyin göçü'' olarak adlandırılan bu olgu emperyalist-kapitalist sömürünün bir yönü olmaktadır. 2860 kişiye 1 doktorun düştüğü Türkiye'de (bu rakamlar ABD'de 670, Yunanistan'da 2556-1967 rakamları-) doktorların %30'unun yurtdışında oluşu ve 2100 mimara karşılık 500 mimarın başka ülkelere gitmesi, beyin göçünün ciddiyetini ortaya koymaktadır.
Bu kesimin örgütlülük durumuna baktığımızda; mesleki yerel örgütlenmelerinin, Türkiye genelinde tek çatı altında toplanmış yarı-resmi birliklere dönüştürüldüğünü (Türkiye Tabipler Odası, Türkiye Mimarlar-Mühendisler Odası vd.) görüyoruz.
En genelde aydın olma özelliği gösteren bu kesim, ekonomik durumları ve ideolojik etkilenmeleri nedeniyle, farklı tavır gösterebilseler de genel eğilimleri bellidir. Ekonomik durumlarının gelişmişliği oranında toplumsal olaylar karşısında tavır alışta farklılık çıkmakta ve giderek bir duyarsızlık görülebilmektedir. Mesleki niteliklerinden kaynaklanan bir duyarlılığa sahip olan Barolar Birliği, Tabipler Odası, TMMOB gibi örgütlenmeler ise, diğer meslek örgütlenmelerine oranla anti-demokratik uygulamalar karşısında daha duyarlı, ülke sorunlarıyla daha ilgilidirler.
Bu kesimin sınıf mücadelesi karşısındaki tavrını; aydın olma özelliklerinin yanında, bugünden varolan işsizlik, ekonomik durumlarının kötüye gidişi, yaşam seviyelerinin düşmesi, sınıf atlama özlemlerini karşılayacak olanakların azlığı-çokluğu gibi çok çeşitli etkenler belirlemektedir. Diğer yandan 12 Eylül Anayasası ile getirilen kısıtlama ve yasaklar da bu kesimi rahatsız etmektedir. ''Oda'' ve ''Birlik''lerin siyaset yapamayacağı, herhangi bir siyasi partiyi destekleyemeyeceği, uluslararası ilişkilere izinsiz giremeyeceği vb. türden yasaklara karşı yürütülecek mücadele güncel bir önem kazanmıştır. Düzenle bütünleşmiş elit bir kesim dışında, genel olarak, proletaryanın kazanabileceği bir kesimdir; çıkarları anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimindedir.
Hizmet kesimi çalışanlarını en genel anlamıyla;1- Kamu kesimi çalışanları, 2-Özel işletme çalışanları olarak ikiye ayırabiliriz. Kamu kesimi çalışanlarını ise; alt kademe bürokratları, devletin militarize gücünü oluşturan polis, subay-assubaylar olarak ikiye ayırabiliriz.
Çalışan nüfusun % 11.3'ünü (1986 yılı sonu DPT verileri, yani 1 milyon 781 bin 240 kişi) oluşturan bu kesimler, üretim araçlarına sahip olmamaları nedeniyle diğer emekçi sınıflara yakınlaşmaktadırlar. Onlara esas özelliğini veren, üretici değil bürokrat olmalarıdır. Bu yüzdende, geçmişten gelen bürokrat olma özelliği taşırlar. Yani işçi ve köylüleri hor görür, sınıf atlama özlemini güçlü olarak içinde barındırır, ''devletin temsilcisi'' olduğunu sanırlar.
Memurlar,1961 Anayasasıyla sendika kurma hakkına kavuştular. Ancak, iktidar 1965'de ''Devlet Personeli Sendikalar Kanunu'' ile bu hakkı budadı. 1971 faşist cuntası memurların sendika hakkını ortadan kaldırdı.12 Eylül'e kadar dernekler vasıtasıyla örgütlenen memurların bu hakları da,12 Eylül cuntasıyla yok edilip, memurlar faşist disiplin altına alındılar. 12 Eylül döneminde yaygınlaştırılan ''Sözleşmeli Personel Yasası'' ile, memurlar her an işten atılma korkusu altına sokuldu. İşsizliğin %25'lere vardığı ülkemizde, işsiz kalma korkusunu her an ensesinde hisseden alt kademe bürokratları, ''sözleşmeli personel'' yasasıyla daha bir uyuşukluğa, toplumsal olaylar karşısında kayıtsızlığa itilmek istenmektedir.
Ekonomik-demokratik hak alma yönünde işlev gören örgütlenmelere sahip olamayan memurların, ''sosyal güvenlik'' kapsamı içine alınışı 1950'de kurulan Emekli Sandığı ile olur. Memurların geleceğini ''güvenceye'' almayı amaçlayan bu kurum, bugün bu işlevden çok uzaklaşmıştır. Emekli ikramiyesi geçmişte memurun özlemini çektiği bir konuta, otomobile kavuşabilmesi demek iken, bugün herhangi bir ihtiyacını gidermekten bile uzaktır. Ve emeklilik memurun ölümü demek olmuştur.
Memurlara ''ek gelir'' getireceği savıyla kurulduğu açıklanan, özde ise tekelci burjuvaziye sermaye aktarımını amaçlayan MEYAK'a, 1970'den başlayarak %5 prim kesilmesi yoluna gidildiyse de, bunun memurlara hiçbir şey getirmeyeceğinin farkına varılmasıyla başlayan anti-MEYAK mücadelesi sonuç vermiş, prim kesintilerine son verilmiştir.
Ekonomik olarak geriye gidiş 1970'lerde başlamış ve sürekli gerileme sürecine girmiş, düşüş 1980'den sonra daha da artmıştır. 1977'de 2469.2 TL. olan gerçek maaşlar 1980'de 1246.2 TL'ya, 1985'de (Temmuz ayı itibariyle) ise 1145 TL'ya kadar düşmüştür.
Memurların, ekonomik olarak her geçen gün yoksullaşması, ayrıcalıklı konumunu yitirmesi, sınıf atlama olanaklarının her geçen gün yok olması, ekonomik-demokratik hak arama aracı olabilecek örgütlülüğe (sendikalaşma) izin verilmeyişi; her türden baskı ve zor yoluyla (sürgün, işten atma, terfi engeli vb.) kıskaç altına alınması, onların düzenle bağlarını zayıflatıp, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminde proletaryanın bağlaşıkları arasına katmaktadır.
Düzenle olan çelişkileri, bu kesimin devrimci mücadeleye katılımını hızlandırması gerekirken, küçük-burjuva cesaretsizliği, işini kaybetme, sürgün vb. uygulamalardan korkması, sınıf atlama özlemini hâlâ içinde taşıyor oluşu, kendisini devletin bir parçası sayması, dışındaki emekçi sınıfları (proletarya ve köylülük) hor görmesi gibi etkenler, sınıf mücadelesinde olması gereken yerden çok gerilerde olmasını getirmektedir. Bunda rüşvetin çok yaygınlaşması ve rüşvetin hem memurun ekonomik durumunu bir nebze düzeltmede bir araç olarak, hem de yozlaştırma ve çürüme aracı olarak düzenle uyuşmasında önemini de unutmamak gerekiyor. Ancak tüm bu olumsuzluklara rağmen devrimci mücadelenin gelişmesiyle memurlar, toplumsal gelişmeler karşısında duyarsız kalamayıp ekonomik-demokratik mücadele içerisindeki yerlerini alacaklardır.
Devlet memurları kapsamı içerisinde yer alsalar da, bürokrat kesimden farklı özellikler gösteren öğretmenler, bu kategori içerisinde ayrıca değerlendirmeye tabi tutulabilir. Gelişimi eğitim kurumlarının ve özellikle de ilköğretim kurumlarının gelişimiyle orantılı olup, bugün Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde yaklaşık, 600 bin öğretmenin görev yaptığı belirtilmektedir.
Öğretmenler köken itibariyle emekçi kesimlerden gelirler. Genellikle aynı kesimlerin çocuk ve gençlerini eğitirler. İlköğretimde görev yapanların çoğunluğu yoksul ailelerden (genelde köylü) gelmektedir. Bunun nedeni de ilköğretmen okullarının parasız yatılı oluşudur.
Ekonomik olarak diğer memurlardan farklı değillerdir. Ancak aydın olma özellikleri öğretmenleri diğer memur kesimlerinden ayırır. Tüm Türkiye sathında görev yapmalarına rağmen, örgütlenebilmişlerdir. TÖS, TÖB-DER ve bugünkü girişimleri bunu kanıtlamaktadır.
Eğitim emekçileri olmaları ve tüm toplum kesimlerinin gençleriyle doğrudan ilişki içinde olmaları, kırsal kesimde kitleleri etkileyici özellikleri önemlerini artırmaktadır.
Sayıları 200 bini aşan emniyet mensupları ile sayıları 50 bini aşan subay ve astsubaylar, vurucu gücü olarak bugün oligarşinin en büyük desteği, güvencesidir. Bu iki kurum işbirlikçi tekelci burjuvaziyi temsil etmektedir. Gerek ordunun, gerekse polisin üst kademe kadroları, işbirlikçi tekelci burjuvazi ile çıkar birliği olan temsilcileri konumundadırlar.
Gerek subay ve astsubayları, gerekse polisleri, içinden geldikleri sınıf veya tabakadan ayırmak gerekir. Devletin maaşlı görevlileri olmalarına karşın aldıkları eğitim ve görev gereği geldikleri sınıftan, halktan uzaklaşmış, işbirlikçi tekelci burjuvaziye yamanmışlardır. Birer kast görünümü kazanan polis ve ordu, özellikle 12 Eylül'den sonra tanınan olanaklarla, ekonomik olarak da tatmin edilmiş, düzenin nimetlerinden yararlandırılmışlardır. Halka ve devrimcilere karşı kullanılacak olan bu güçlerin, halktan koparılmak istenmesi, kastlaşması, çıkarlarının oligarşi ile çakıştırılması doğaldır.
Ordu ve polisin üst yöneticilerini alt kademelerden ayırmak gerekir. Halka karşı kullanılmak üzere eğitilen vurucu bir güç olsalar da sıradan polisler ve alt rütbeli subaylar, devrimci süreçten etkileneceklerdir. Bu anlamda birer kurum olarak ordu ve polis örgütü, devrimimizin düşmanı olsa da, alt kadrolarını bu kurumlardan ayrı düşünmek ve kazanmaya çalışmak gerekir. Gerek ordu, gerekse emniyet alt kadrolarının büyük bölümünün halk tabakalarından geldiği göz önüne alınırsa, bu kesimleri kazanmanın gerekliliği daha iyi anlaşılacaktır. Ordu ve emniyet ne kadar faşistleştirilirse faşistleştirilsin, alt kademe memurların kazanılmaya çalışılması, devrimci bir hareketin görevleri arasındadır.
Bu kesim çalışanlarının ekonomik durumu, devlet memurlarından farklı değildir. Aralarındaki farkın asıl belirleyicisi; devlet kademelerinde, bürokraside yer almayışı ve bundan kaynaklanan özellikleri göstermeyişidir. Yani terfi, kariyer edinme, devleti kendisi ile bütünleştirme gibi klasik memur özelliklerine sahip değillerdir.
Etkin bir örgütlülükleri yoktur, fakat devlet memurlarından ayrı olarak sendikalarda örgütlenebilmekte, kısmi de olsa hak alma mücadelesi içersine girmektedirler (örneğin, banka çalışanlarının örgütlendiği Bank-Sen gibi.) Ancak grev hakları yoktur.
Emekçi kesim içerisinde yer alsalar da üretimde yer almayışları, küçük-burjuva özlemleri ve yaşam tarzları, sınıf mücadelesine kayıtsızlığın, etkin bir biçimde katılmayışlarının nedeni olmaktadır. Ancak, yaşam koşullarının gittikçe bozuluyor oluşu, iş garantisinin ve sosyal güvencenin olmayışı gibi nedenler, düzenle çelişkilerini arttırırken, devrimci mücadele yükseldikçe onun içinde yer almalarının da maddi zeminini yaratmaktadır.
Burada, proleter aydını değil, küçük-burjuva aydınını ele alacağız. Çünkü proleter aydın proleter sınıfıyla bir bütündür.
Aydını koşullayan, ona niteliğini veren etkenlerin başında, yaşadığı ülkenin koşulları ve eğitimi gelmektedir.
Ülkemiz hakim sınıflarının zoru sürekli gündemde tutması ve aydının var olabilme koşullarını sınırlaması hatta yok etmesi, radikal aydın tipini yaratmaya uygun koşullar hazırlasa da, uzlaşmacı, reformist, hakim sınıfların çizdiği sınırlar içerisinde gidip-gelen küçük-burjuva aydını üretmektedir. Sanatçısıyla, köşe yazarlarıyla, diğer yazar çizerleriyle, küçük-burjuva aydınları reformist düşüncelerin, sosyal-demokrat etiketli burjuva partilerin peşinden gitmektedirler. Sınıf mücadelesi karşısındaki kayıtsızlığı, olması gereken yerde olmayışının nedeni, devrimci mücadelenin güçsüzlüğü ve küçük-burjuvazinin güçlüden yana olma, onun peşine takılma özelliği olsa da, diğer bir etken de, bu kesimin hâlâ düzenin nimetlerinden yararlanabilmesi (emekçi sınıflara nazaran daha iyi yaşam standartlarına sahiptirler) ve düzenden beklentilerinin olmasıdır.
Tüm bu olumsuzlukların aşılması, küçük-burjuva aydınlarının devrim saflarına çekilmesi, onun düzenle bağlarını kesecek olan sınıf mücadelesinin yükselmesinde mümkün olur. Bu nokta aynı zamanda yol ayrımıdır da. Ya düzen saflarını seçecek, ya da emekçi sınıfların saflarını... Ama en genelde kendisi de bir kafa emekçisi olan aydın, emeğinin ürünlerini toplayamamakta, mevcut düzen ona özgür yaratma olanakları sunamamaktadır. Ağır baskı, sansür, yargılama vb. gibi anti-demokratik uygulamalar aydını sıkıştıran onun hareket alanını daraltan özelliklerdir ve bu yönleriyle de aydınların çıkarı anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimiyle oluşacak halk demokrasisindedir. Devrimimizin bağlaşığıdır.
Öğrenci gençlik denilince genellikle yüksekokul gençliği anlaşılmaktadır. Ülkemizde her ne kadar altyapı ve nitelikli eğitimin verileceği koşullar olmasa da; emperyalizmin ve egemen sınıfların eğitim görmüş elemanlara olan ihtiyacı, birçok yüksekokul açılmasına neden olmuştur. Ancak bu durum, yüksekokul öğrenimi görenlerin oranında fazlalık olduğu anlamına gelmez. Nitekim bu,1980 yılı sayım sonuçlarında da açıkça görülmektedir. 50 milyon 644 bin nüfusa karşılık yükseköğrenim görenlerin sayısı 844 bin 229'dur (DİE,1986 Cep Yıllığı). Bu da %1.66, yani 60 kişiden bir kişinin yükseköğrenim görebilmesi demektir ki, bu oran dünya standartlarının çok altındadır.
Yüksekokullardaki öğrenci sayısı 1984-85 yılı YÖK kayıtlarına göre 398 bin 185'tir. Ancak, aday öğrenci sayısı bu rakamın çok üstündedir. İlk ve orta-öğretimdeki öğrenci sayısı 10 milyon 117 bin 347 olup, bunun 1 milyon 456 bin 291'i lise ve dengi okul öğrencisidir (1986 yılı DİE verileri). Bu rakamlar bizlere göstermektedir ki, her yıl 500 bin öğrenci yüksekokul adayıdır. Oysa, YÖK; suni yöntemlerle öğrenci kapasitesini 120 bine (daha önce 50 bindir) ancak çıkarabilmiştir. Kısaca her yıl yaklaşık 380 bin lise ve dengi okul mezunu yüksekokula devam etme olanağından mahrumdur.
Gençliğin önemi, onun emperyalist-kapitalist kültürün etkisine tam anlamıyla girmemesinden, enerjik-atılgan oluşundan, haksızlıklara karşı tahammülsüzlüğünden, halkın sorunlarını kavramaya daha açık olmasından gelmektedir. Öğrenci gençliğin üretim içerisinde yer almaması olumsuzluk olarak görülse de bu durumu, okumaya ve sosyal-kültürel etkinliklere daha fazla zaman ayırmasını ve öğrenmesini, toplumsal gelişmelere daha duyarlı olmasını da sağlamaktadır. Ülkemizde halkın demokrasi bilincinin ve kendiliğinden hareketlerinin gelişmiş olmaması, aksine politik pasiflik içinde olması, öğrenci gençliğin önemini daha da arttırmaktadır. Çünkü o, kendi sorunlarının halkın sorunlarıyla aynı olduğu ve çözümünün de birlikte olacağını kavramaya daha yatkındır.
Öğrenci gençliğin bu özellikleri, hakim sınıflarca da bilindiğinden, devlet bir yandan zoru sürekli kılarken, diğer yandan demagojik sloganlar ve etkileme araçlarıyla öğrenci gençliğin mücadelesini bulanıklaştırmaya, etkisi altına almaya çalışır. Burjuva partileri öğrenci gençliğin hep kendi denetimleri altında olmasını istemişler ve buna uygun politikalar izlemişlerdir. Öğrenci gençliğin mücadelesinin yükseldiği 1965'ler sonrası, gerici-faşist öğrenci gençlik derneklerinin de kurulduğu -geliştirildiği ve bizzat hakim sınıflarca desteklendiği - yıllar olmuştur. Gerici Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)'nin yanı sıra gelişen devrimci mücadelenin önünün alınması amacıyla kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri, Ülkü Ocakları -Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) - gibi faşist kurumların en temel hedefleri yine öğrenci gençlik olmuştur.
Öğrenci gençlik kendisinin ve toplumun sorunlarının birbirinden ayrılamayacağının bilincindedir. Bu sorunların giderilebilmesinin belli bir örgütlülük altında mücadele verilmesini gerektirdiğinin de bilincinde olması, onun her düzeyde örgütlenmesini de getirmiştir. Bunu ülkemiz somutunda görmekteyiz.
Öğrenci gençlik, bu niteliklerinden dolayı, devrimci hareketin kazanması gereken, küçük-burjuva kesimlerin başında gelir.
Zanaatkarlar, üretim içerisindeki yerleri itibariyle, kendi üretim araçlarını elinde bulundurması ve kısıtlı sayıda ücretli çalıştırması ile proletaryadan, bizzat kendisi de üretimde bulunduğundan, burjuvaziden ayrılır. Ona küçük-burjuva niteliğini veren de budur.
Ayakkabıcılıktan yedek parça üretimine, küçük konfeksiyonculuktan terziliğe kadar çok geniş bir alanı içinde barındıran zanaatkarlardan her yıl binlercesi, kapitalist mekanizmanın doğal bir sonucu olarak iflas ediyor; ama aynı zamanda her yıl binlerce yeni zanaatkar doğuyor. Çünkü henüz kapitalizmin boyutu küçük üretimi tasfiye edecek düzeyde değil.
Esnafları, zanaatkarlardan ayıran şey, esnafların üretimde değil ticarette bulunmasıdır. Ancak her iki kesim de ''küçük'' üretim, ''küçük'' ticaret yaptıklarından çıkarları ortaktır.
Geniş bir yelpazeyi kapsayan esnaf ve zanaatkarlar (bakkallar, manavlar, çeşitli alım-satım işleriyle uğraşanlar, lokantacılar, fırıncılar, ayakkabıcılar, terziler, berberler, kahveciler, demirciler, bakırcılar vb. vb.) çalışabilen nüfusun %13'ünü meydana getirmektedir. Bu da sayılarının 2-2,5 milyon arasında oynadığını gösterir. İşportacılar, seyyar satıcıları vb. de eklersek bu rakam daha da kabaracaktır.
Yukarıdaki verilerde de görüldüğü gibi, bu kesim içerisinde saydığımız katmanlar, işyeri sayıları itibariyle büyük rakamlara ulaşırken aldıkları pay ise çok küçüktür.
Burjuvazi kendi sermaye birikimi için bu kesimleri eritmek istese de gerek ülkenin içinde bulunduğu sosyal durum, gerekse işbirlikçi tekelci burjuvazinin bu alanları denetleyebilecek ve bu kesimleri erittikten sonra yerlerini dolduracak güçten yoksun oluşu, bu kesimin varlık koşulu olmaktadır. Ancak, mevcut payları sürekli düşmekte olup, işbirlikçi tekelci burjuvazinin pazarlama şirketleri, mağaza zincirleriyle ulaşabildiği alanlarda hızla tasfiyeye uğramaktadır.
Bu kesimin kredi ihtiyaçlarını karşılamak üzere Halk Bankası kurulmuşsa da, bu işlevini yerine getirmediği açıktır. Dağıtılan kredilerin büyük bir kısmı belli ellerde toplanırken, esnaf ve zanaatkarlar kredi faizlerinin yüksek oluşu nedeniyle kredi alamamakta, alanlar ise bankalara bağımlı hale gelmektedirler.
İşyeri bazında çok geniş bir kesimi kapsamasına rağmen, banka kredilerinden aldığı pay oldukça küçüktür. Şöyle ki; 1972'de %2.8, 1973'de %2.6, 1974'de %2.7,1975'de %2.8,1976'da %3.4,1977'de %4 (Türkiye'de Bankacılık, Tuncay ARTUN, s.135) , aynı kesimin Merkez Bankası kredileri içindeki payları ise 1978'de %1.5 iken 1985'de %1.2'ye düşmüştür. Diğer banka kredileri içindeki payı, 1978'de %4.6, 1979'da %5.2, 1985'de %3.8'e düşmüştür.
İlk örgütlenmelerine 1964'de çıkarılan ''Esnaf ve Küçük Zanaatkarlar Yasası''yla kavuşmuşlardır. İller düzeyinde oluşturulan mesleki örgütlenmeleri (bakkallar, tamirciler, pazarcılar, sarraflar, vb. dernekleri) ülke genelinde ''Esnaf ve Zanaatkarlar Konfederasyonu'' adı altında merkezileştirilmiştir. Sürekli eriyip yok oluşları, kendi içlerinde rekabet-var olma kavgası, işyerlerinin dağınıklığı, varolan örgütlülüğün gevşek, politik etkinliği olmayan yapılar olmasını getirmiştir. Konfederasyon yöneticilerinin, burjuvazi ve burjuva partileriyle olan ilişkileri, bu örgütlülüklerin bağımsız tavır geliştirmelerinin önünde en büyük engel olmuştur.
Geniş örgütlülüğe, kasaba ve şehirlerdeki nüfusun çoğunluğunu oluşturmalarına rağmen, ne bölgesel yönetimde, ne de genel politikada bağımsız ağırlıkları yoktur. Parlamento vb. kurumlara katılanları olsa da (ki, hemen hemen yok gibidir), kendi sınıfını değil, burjuvazinin değişik kesimlerini temsil etmektedirler.
Bu kesimin sosyal güvenlik kapsamı içerisine alınması 1971'de çıkarılan BAĞ-KUR Yasasıyla olmuştur. Tarımda ücret karşılığı çalışanlarla, muhtarlar ve ev hizmetlerini de kapsamı içine alan bu yasa, bu kesimin istemlerine ancak kısmi bir çözüm getirmiştir. Kaldı ki, BAĞ-KUR'un oluşturulmasındaki esas amaç, burjuvazinin sermaye birikimine olanak sağlamaktır.
Ekonomik dayanışma amacıyla oluşturulan ve Halk Bankası kredilerinin dağıtımında da etkili olan ''Esnaf Kefalet Kooperatifleri'' bu işlevi yerine getirmediği gibi, yönetime çöreklenenlerin -ki bu genellikle bir burjuva partisinin temsilcisi olmaktadır- ve dolayısıyla burjuva partilerinin taraftarlarının arpalığı olmaktan öteye gidememektedir.
Sürekli yok oluş, ekonomik olarak çöküntü, bu kesimleri proleterleşmeye iterken, başta ekonomik çöküntü içinde olanlar olmak üzere düzenle çelişkileri artan kesimler düzen muhalifi haline gelseler de, mülkiyete olan düşkünlük ve düzene olan bağlılıkları tavır almalarını .engellemektedir. Öte yandan düzen bu kesimi yeniden üretmeyi de zorunlu kılmaktadır.12 Eylül döneminde bolca demagojisi yapılan ''orta direk'' kavramı içinde, düzenin üzerinde yükseldiği taban olarak görülenlerden önemli bir grubu oluşturan esnaf ve zanaatkarların hızla tasfiyesi, düzeni sarsacağı ve önemli bir destekten mahrum bırakacağı için istenmemekte, tasfiye daha uzun bir sürece bırakılmaktadır. Bu nedenle 24 Ocak bir yandan bu kesimlere ağır darbe indirir, iflasları, kepenk kapatmaları, senet protestolarını günlük sıradan olaylar haline getirirken, öte yandan iktidarlar bu kesime tümüyle kulak tıkayamamaktadır. Böylece oligarşinin bu kesime yönelik politikası ikili yan oluşturmaktadır. Ancak yükselen mücadele, çelişkileri daha da yoğunlaştıracağından, bu kesimlerin sınıf mücadelesine katılımlarını da artıracaktır. Bu bakımdan, esnaf ve zanaatkarlar, devrimci hareketin kazanması, burjuvazinin etkisinden kurtarılması gereken kesimlerin başında gelir. Oligarşinin, ''devrim ve komünizmin mallarını elinden alacağı'' korkusuyla yönlendirdiği küçük esnaf ve zanaatkarların, anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimiyle çıkarları çatışmamaktadır. Devrimimizin anti-tekel içeriği, küçük esnaf ve zanaatkarı yok oluşa iten tekelciliğe son vereceğinden bu noktada da çıkarları devrimimizden yanadır.
1963'den sonra hızlı bir gelişme eğrisi gösteren montaj sanayii Türkiye'nin demokratik yapısında da değişime yol açtı. Hızlanan köyden kente göç, kentin çevresinde gecekondu bölgelerini oluşturdu. Ve tabii bu kadar emek gücünü emme kapasitesi olmayan sanayi, sonuçta kentte geniş bir lümpen proleter kesim ve gizli işsizler ordusu yarattı. Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen sanayinin istihdam ettiği işçi sınıfı, çoğunlukla köylülükle bağlarını koparmamıştı. Gecekondu bölgeleri de yarı-köy, yarı-kent görünümüyle, barındırdığı insanların sosyal durumunu yansıtıyordu. İşçi sınıfı saflarındaki yarı-işçi, yarı-köylü özellik onun bilinç ve örgütlülüğünü olumsuz yönde etkiliyordu. Geniş bir yedek sanayi ordusunun yarattığı işsizlik korkusu ve hak istemlerinin çok ağır baskılarla bastırılmasının pasifliği içindeki işçiler, çok küçük ücretlerle yetiniyordu. Henüz ''kendisi için sınıf'' olamamış işçi sınıfı, en küçük demokratik-ekonomik istemleri karşısında devletin zoru ve şiddetini görerek siniyordu. Köylü özelliklerinden kurtulamaması da bunu pekiştirdi.
Ağır sanayinin gelişmemiş olması proletaryanın sağlam bir çekirdekten yoksunluğu demekti. Dünya devrimleri örneğinin ispatladığı üzere, proletaryanın en örgütlü, disiplinli ve mücadeleci kesimini oluşturan ağır sanayi işçileri yerine, yarı-işçi, yarı-köylü olan bir sınıf yapısının olumsuzlukları mücadeleye yansımış, ülkenin sosyal, kültürel, tarihsel özelliklerinin beslediği bu olumsuzluklar sonuçta geri bir işçi sınıfı mücadele tarihi yaratmıştır.
İşçi sınıfımızın içinde bulunduğu nesnel ve öznel koşullar, onun kendiliğindenci çıkışlarının kısır ve sınırlı oluşunu da açıklar. Ancak bu, hiç kendiliğindenci çıkışlar yapmadığı, yapamayacağı şeklinde anlaşılamaz;15-16 Haziran, Tariş, Ant-Birlik benzeri örnekler bunun ispatıdır. Buna rağmen, işçi sınıfının kendiliğindenci çıkışlarına bel bağlanamaz. Olmasını istediğimiz şeylere dayalı subjektif değerlendirmelerle büyük yanılgılara düşmemek için zorunludur bu. Ülkemiz sanayiinin yapısı ve işçi sınıfının çeşitli sektörler arasındaki dağılımı incelendiğinde sosyal, siyasal durumu daha bir açıklığa kavuşacaktır.
İşçi sınıfını tarım, montaj sanayii, madencilik ve altyapı hizmetler sektöründe çalışanlar şeklinde dört bölümde inceleyebiliriz.
1986 yılında tarım, sanayi, madencilik sektörlerinde 3.1 milyona yakın işçi istihdam edildiği saptanmıştır. Ancak, ulaştırma, inşaat gibi hizmetler alt sektöründe işgücü potansiyelini kesin olarak saptamak mümkün olmamıştır. Bunun nedeni dağınık olması, çoğunlukla geçici, sigortasız çalıştırılması vb.dir.
Şimdi belli başlı işkollarında işçi sınıfının nicel ve nitel durumuna kısaca değinelim (tarım proletaryasını sonraki bölümde ele alacağız):
50 bini Zonguldak'ta olmak üzere,130 bin kişiyi istihdam eden maden işkolunda çalışan işçilerimiz, diğer birçok ülke maden işçilerinin aksine, köylülükle oldukça yoğun ilişki içindedirler. Kentten uzak bölgelerde açılan maden ocaklarına özellikle o çevredeki köylüler arasından işçi alınmasının yarattığı bu durum, ücretlerin düşük olmasını da getirmiştir. Çünkü toprakla bağlarını kopartmayan maden işçisinin, zorunlu yaşam gereksinmelerinin bir kısmını ek tarımsal çalışmadan karşılaması sözkonusudur. Ücretleri düşürücü etkisi olan bu durum, aynı zamanda maden işçilerinin bilincini ve mücadelesini olumsuz yönde etkilemektedir. Dünya genelinde madenciler, yaşam ve çalışma koşullarının zorluğu dolayısıyla en kararlı, en mücadeleci işçi kesimini oluştururken, ülkemiz maden işçilerinin bu özgül durumu, işçi sınıfı mücadelesi açısından bir olumsuzluktur. Ek olarak, 12 Eylül sonrası uygulamaya konulan ''Sözleşmeli Personel'' uygulaması da, (Türkiye Kömür İşletmelerinde 33 bin işçinin 6500'ü sözleşmeli personeldir) diğer sektörlerde olduğu gibi madencilik sektöründe de, işçi sınıfı örgütlülüğünü tehdit etmektedir. Çünkü sözleşmeli personel sendikalaşamamaktadır. Üstelik maden işkolu grev yasağı olan 12 işkolundan biri haline getirilerek, madencilerin gücüne önemli bir darbe vurulmuştur.
İş kazalarının en yoğun olduğu maden işkolunun bir özelliği, işyeri başına çalışan işçi ortalamasının yüksekliğidir. 1978 yılında kamuya ait 101 madencilik işletmesinin her biriminde ortalama 732 işçi çalışmaktadır; bu oran 531 özel işletme başına 39 işçidir. Türkiye genelindeki 632 maden işletmesinde işyeri başına 150 işçi düşmektedir. Bu yoğunluk çok yüksek olmasa da, örgütlülük ve güç açısından bir avantajdır.
Sanayi işkollarında bir buçuk milyon işçinin çalıştığı hesaplanmıştır. Montajcı karakterde de olsa sanayinin gelişmesi, işçi sınıfını nicel olarak çoğaltmış ve güçlendirmiştir. Sanayi işçileri, köyle bağlarını kopardıkları oranda gerçek işçi olabilmektedir. Nesiller geçtikçe gerçek işçi olma özelliğine daha çok yaklaşanlar, bu sektörde çalışan işçilerdir. İmalat sanayiinde çalışanlar sürekli işlerde çalışma olanaklarıyla bu şansa sahiptirler.
Ülkemiz sanayinin emek-yoğun özellikte oluşu, işçi sınıfının mesleki bilgi anlamında geriliğine yol açmaktadır. (İSO'nun, imalat sanayiinde -25 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerini kapsayan araştırmasına göre- çalışanların %75'i vasıfsız işçidir.) Birçok sanayi işkolu için, vasıfsız işçilerin üretim açısından yeterli olması nedeniyle, çocuk ve kadın işçilere yönelmeyi getirmiştir. Bu ise sendikalaşmada güçlükler yaratmakta, sosyal halklardan yoksun sigortasız işçi çalıştırmayı teşvik etmektedir ki, bu nedenle ülkemizde işçi sayısını tam olarak saptamak bile olanaksız hale gelmiştir.
Sanayinin genel yapısına baktığımızda, işçilerin önemli bir kesimi, 10 ve daha çok işçi çalıştıran işyerlerinde çalışmaktadır.
DİE,1980 verilerine göre,10 ve daha fazla işçi çalıştıran kamu ve özel sanayi dallarında işyeri başına işçi ortalaması şöyledir: Gıda sanayiinde toplam 329 işyerinde ortalama 70 işçi, içkide toplam 88 işyerinde ortalama 129 işçi, tütünde 47 işyerinde 1427 işçi, dokumada 1208 işyerinde 139 işçi, giyimde 363 işyerinde 44 işçi , ağaçta 222 işyeri 62 işçi, mobilyada 148 işyeri 28 işçi, kağıtta 144 işyeri 126 işçi, basında 238 işyeri 46 işçi, deri-körükte 148 işyeri (hepsi özel ) 29 işçi, kauçukta 562 işyeri 40 işçi, kimyada 430 işyeri 101 işçi, petrol ürünlerinde 43 işyeri 235 işçi, metalde 608 işyeri 46 işçi, makinada 628 işyeri 77 işçi, elektrik makinalarında 426 işyeri 70 işçi, taşıt araçlarında 438 işyeri 114 işçi. Toplam olarak Türkiye çapında 9009 işyerinde ortalama 90 işçi çalışmaktadır. Bu da sanayi işçilerinin yarıdan fazlasının 10 ve daha fazla işçi çalıştıran sanayi kuruluşlarında çalışması demektir. Sosyal Sigortalar Kurumu çalışma raporuna göre,1984 yılında 335 işyerinde 500-995 arası,182 işyerinde ise 1000'den fazla işçi çalışmaktadır. Bu rakamlar Türkiye işçi sınıfının fabrikalardaki yoğunlaşmasının yüksek olmadığını, genel olarak orta düzeyde bir yoğunlaşma olduğunu göstermektedir. Bu da, işçi sınıfının kollektif hareket gücü bakımından önemli bir dezavantajdır. Ancak, işçi sınıfının belli merkezlere toplanmış olması, bu dezavantajı bir ölçüde ortadan kaldırmaktadır.
Ülkemizde sanayi kuruluşları belli merkezlerde toplanmıştır. İstanbul, Kocaeli, Bursa, İzmir, Adana, Ankara, Eskişehir belli başlı sanayi merkezlerindendir. Örneğin, büyük imalat sanayii işçilerinin %31'i, sigortalı işçilerin %27' si İstanbul'dadır.
1973 yılında toplam sanayi işyerlerinin %43' ü İstanbul'da, % 1. 7' si Doğu Anadolu'dadır ve toplam kamu,ve özel kesim büyük işyerlerinde ''katma değerin'' %34'ünü İstanbul (%60' ı Batı Anadolu), % 10' unu Doğu Anadolu yaratıyor.
Sanayi işyerlerinde bölgeler arası dengesizlik olduğu gibi, bu dengesizlik sektörler arasında ve doğal olarak işçi sınıfının sektörlere dağılımında da yansımaktadır. Örneğin, 1973'de Türkiye'nin en büyük 83 sanayi kuruluşunun 54'ü İstanbul'da, 7'si İzmir, 7'si Adana, 4'ü Bursa, 3'ü Kocaeli, 2'si Ankara, 1'er tanesi de Kayseri, Balıkesir, Mersin, Zonguldak, Tekirdağ ve Eskişehir'de faaliyet göstermektedir. Doğu ve Güneydoğu'da ise hiç yoktur. Ve Doğu Anadolu'da bulunan özel kesim imalat katma değerinin içinde, yatırım malları üreten sanayilerin payları, %0.03 iken, bu oran İstanbul'da %32'dir. Geri kalmış bölgelerde ise başta gıda olmak üzere tüketim malları sanayii ile çimento, tuğla gibi toprağa dayalı geleneksel sanayinin payı yüksektir. Örneğin, Batı Anadolu'da genel sanayi içinde %30'luk paya sahip tüketim malları Doğu Anadolu'da %37, çimento, tuğla gibi geleneksel sanayilerinki ise %47'lik bir paya sahiptir.
Doğu Anadolu'da imalat sanayiindeki 60 büyük işyerinden 37'si, temeli un üretimi ve değirmencilik olan gıda, 9'u ise çimento, tuğla, kiremit sanayiinde faaliyet göstermektedir. (Rakamlar, Türkiye Sanayiinin Yapısal Sorunları, MMO yayınlarından alınmıştır.)
Veriler, işçi sınıfının, sayıları 10'u bulmayan kentlerde yoğunlaştığını, bunlar içinde birkaçının ise asıl birleşim merkezi olduğunu gösteriyor. Geri bölgeler ise genellikle tüketim malları üreten küçük sanayi işletmelerini barındırmakta, işçi sınıfının en geri, örgütsüz ve bilinçsiz kesimini içinde taşımakta; köye yakınlığı ile de, diğer bir olumsuzluğu taşımaktadır.
Tarım, madencilik ve montaj sanayiinde çalışan işçilerin dışında inşaat, ulaşım, enerji, bayındırlık gibi (hizmetler) işkollarından, sadece bayındırlık işyerlerinde, 1980'de 700 bin işçi çalışmaktadır. Ancak bir bütün,olarak, genel hizmetlerde toplam ne kadar işçi çalıştığı konusunda veri eksiktir. Yol, baraj, sulama, konut yapımı alanında genellikle, kapitalizmin parçaladığı kırsal alandan gelenler çalışmakta olup, bunlar sendikalaşma ve sınıf bilincinin en düşük olduğu kesimlerdir ve çoğu zaman da istihdamları geçicidir. Taşeron eliyle çalıştırmanın yaygın olduğu bu alanların özgün durumu, çalışanların işçileşmesinde olumsuzluklar yaratmaktadır.
Genel olarak işçi sınıfının sektörlere dağılımı ve sektörler arası özgünlükleri koyduktan sonra, işçi sınıfının örgütlülük, hak ve özgürlükleri sorununa değinelim.
Çalışanların (1983'te) 2 milyon 327 bin 245'i sigortalıdır.
12 Eylül öncesinde işçilerin 1 milyon 953 bin 892' si sendikalı gözükmektedir. Bunun yarım milyonu Disk üyesidir. 12 Eylül ile Türk-İş dışındaki tüm sendikaların kapatılmasından sonra, işçilerin önemli bir bölümü uzun süre örgütsüz kalmıştı. Daha sonra gerici Hak-İş ve faşist Misk'in açılmasına izin verilmiş, Disk'e bu hak tanınmamıştır. Kimi bağımsız sendikalar işçi sınıfının örgütsüzlüğüne müdahale etmek üzere kurulmuş ise de, '82 Anayasasına dayalı olarak yeniden oluşturulan çalışma yasalarının işçi karşıtı maddeleri ile sendikalar etkisizleştirilmiştir. 12 işkolunda grev yasağı getirmenin yanı sıra, grev yapılmasını engellemek için getirilen onlarca zorluk ve baskılar işçi sınıfının ekonomik nitelikli mücadelesine bile tahammül edilemediğini göstermektedir.
Bugün 28 işkolundaki 32 sendikada 1 milyon 437 bin 875 üyesi bulunan Türk-İş'in yanı sıra, Hak-İş 'in (6 sendikada) 149 bin 875, Misk'in (7 sendikada) 142 bin 14 üyesi bulunmaktadır. Ayrıca Laspetkim-İş (11 bin 122), Bank-İş Sen (11 bin 997), Bank-Si-Sen (8 bin 840), Çelik-İş (48 bin 571), Otomobil-İş (54 bin 371 ), Tüm Has-İş (3 bin 391 ), Tür-Sen İş (10 bin 634) gibi ''bağımsız'' sendikalar da 140 bin civarında üyeye sahiptirler.
3 milyon civarında işsizin tehdidi altında ve sarı sendika Türk-İş'in sınıf uzlaşmacılığına terkedilen önemli bir kesimi ise sendikal örgütlenmeden, işçi sınıfının haklarından yoksun bırakıldığı koşullarda, faşist anayasa ve yasaların sultasında, resmi baskı ve zorla sindirilmiş, işçi sınıfının reel gelirlerinde 12 Eylül sonrasında, sadece 1980-85 arasında %50 oranında düşüş olmuştur. Toplam vergilerin %50'sini ödeyen maaşlı ve ücretlilerin ulusal gelirden aldıkları pay ise 1987'de %16.3'tür. (24 Kasım 1987, Hürriyet)
Örgütlülüğü ve sosyal haklarında önemli oranda geriye giden işçi sınıfı, yıllık enflasyonun ortalama %50'lerde gezindiği koşullarda mevcut iktidara karşı muhalefet potansiyeli taşımaktadır. Artı-değer oranının katlanarak yükseldiği, işçi başına kârların astronomik rakamlara ulaştığı, işbirlikçi tekellerin dev rakamlı kârlar elde ettiği 12 Eylül 1980 sonrası işçilerin reel gelirlerinde, sosyal, siyasal hak ve özgürlüklerinde geriye gidişin olduğu bugünkü koşullarda, mücadele potansiyeli henüz gerçek boyutlarıyla açığa çıkmamıştır. Fakat işçi sınıfı, devrimci önderlik altında radikalleşerek mücadele ve direniş gelenekleri yaratacak güce sahiptir, yaratacaktır.
Ülkemiz 1923'e yarı-feodal bir yapıyla girdi. Kemalistler sosyo-ekonomik yapıda köklü bir dönüşüm yapacak gücü bulamadı kendinde. Ulusal kurtuluş savaşında yer alan eşraf ve toprak ağalarına karşı bir hareket örgütlemek için, ne Kemalistlerin, ne de dayandıkları sınıfların gücü vardı. Toprak reformu düşünen Kemalistler yaşamın duvarlarına çarpıyorlar ve ŞEYH SAİD ayaklanmasının hemen ardından, aşar vergisini kaldırarak feodallere taviz veriyorlardı.
Kemalistlerin güçsüzlüğünden yararlanan toprak ağaları, 1923 sonrasında da topraklarını genişlettiler. I.paylaşım savaşı sonrasında işlenebilir toprakların %39.3'üne sahip olan (nüfusun %1'ini oluşturuyorlardı) büyük toprak ağaları ve büyük toprak sahipleri yanında, nüfusun %4'ünü oluşturan küçük toprak ağaları ve kapitalist çiftçiler de, toprağın %26.2'sini ellerinde bulunduruyorlardı. Geriye kalan %34.5 toprak ise nüfusun %95'ine dağılmıştı.
1923 sonrasında sık sık toprak reformu tasarıları gündeme geldi, ama hep büyük toprak sahipleri ve büyük toprak ağalarının direncine takıldı. Toprak reformu yapılamadığı gibi, büyük toprak sahipleri ve büyük toprak ağaları toprak paylarını %40-50'lere, orta ve zengin köylüler ise %40'lara çıkarmışlardı. Nüfusun %65-70'ini oluşturan az topraklı köylülerin toprak payı ise %5-10 idi. (Y.N.ROZALİEV, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri)
Süreçten gücünü artırarak çıkan kır egemenleri, 1945 yılında CHP'nin hazırladığı toprak reformunu engellediler ve bu olay DP'nin kuruluşunu da hızlandırdı.1947'de çıkan yasa ise tam uygulanma olanağı bulamadı (DP hükümeti ise yasayı iptal etti). Sadece devlet arazileri dağıtıldı, toprak ağalarının mülklerine dokunulamadı. 1954'e kadar 1 milyon 143 bin 457 hektar toprak dağıtılırken, büyük toprak sahipleri bu miktardan daha fazlasına elkoydular.
1950 sonrası, yeni-sömürgecilik ilişkilerinin geliştirilmeye ve oturtulmaya çalışıldığı dönemdir. Kapitalist pazarın kente ve kıra tamamiyle hakim kılınmaya çalışıldığı bu dönem, emperyalistlerin ülkemiz için uygun gördüğü gıda deposu olma ve buna bağlı olarak gıda sanayisini de içine alan bir çarpık sanayileşme programı çerçevesi içinde, kimi sanayi bitkileri üretimine de hız verildi. Sanayi bitkileri üretimi küçük üreticiliğe dayalı olarak yapılabildiğinden, bir yandan geniş bir küçük üretici kesim yaratılırken, diğer yandan kapitalist çiftliklerin kuruluşu özendirildi.
Tarımsal girdi fiyatlarının durmadan yükseldiği ülkemizde, tarımı geliştirme yönünde başarı sağlayamayan küçük üreticiler topraklarını kaybetmeye başladılar. Ancak bu dönem aynı zamanda, köyün kapitalizmin nimetlerinden yararlanmaya başladığı, ''çarıktan ayakkabıya'' geçiş diyebileceğimiz bir dönemdir. Yaşam standartlarında ''göreceli'' yükseliş (nispi refah) köylüyü DP'ye bağlamıştır. ''Milli Şef'' döneminin jandarma sopası da, ilk yıllar hafifleyince, DP'nin köylü üzerindeki imajı olumlu olmuştur.
Çok partili dönemde, kırsal kesimde geniş bir oy potansiyelini denetiminde tutan prekapitalist unsurlar, siyasal üstyapıda etkinliklerini artırdılar. Ama ekonomik planda bu unsurlar, işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişimi önünde engeldi. Ve bu, oligarşi içi çelişkiyi derinleştirdi. Tarımsal kredi oranları, girdi fiyatları, ürün taban fiyatları vb. işbirlikçi tekelci burjuvazi ile kır egemenlerinin çatışma odaklarını oluşturuyordu.
1960'lı yıllar ve sonrasını bir takım istatistiki veriler kullanarak incelemek ve değerlendirmek, kırsal yapıyı ortaya koymak açısından gereklidir.
DİE istatistikleri, 1962-80 arası dönemde ekilen alanda bir artış olmazken, traktör kullanımının 10 kat, gübre kullanımının 20 kat civarında arttığını göstermektedir.
Tarımsal girdi kullanımından bölgeler ve farklı köylü tabakaları eşit oranda yararlanamamaktadır. Ancak, sonuç olarak girdi kullanımındaki artış, tarımın pazara açılması ve kapitalist ilişkilerin gelişmesinin göstergesidir.
Tarımın istihdam ettiği nüfus 1960'da %75 iken, bu oran 1970'de %66.1,1980'de %58'e düşmüştür. Ulusal gelir içinde tarımın payı 1960'da %40.9, 1970'de %29.6,1986'da ise %16.6'dır. (Kaynak DİE) Tarımsal nüfus ile tarımın ulusal gelir içindeki paylarının düşüşü kıyaslandığında, ulusal gelirden alınan payda, daha büyük bir düşüş olduğu görülecektir. Bu, tarımdan sanayiye değer aktarımı yapıldığını, fiyat eğrisinin tarım aleyhine, geliştiğini gösterir. Nitekim, tarım kredilerinin 1965'de %27.5 iken, 1984'de Merkez Bankası kredilerinde %4'e, diğer bankaların tarıma açtıkları kredilerin %17.1'e düşmesi de bu gelişimin yönünün tarım aleyhine, sanayi ve hizmetler sektörü lehine olduğu görüşümüzü doğrular. (Rakamlar: Türkiye İstatistik Yıllığı,1985)
Pazar koşulları aleyhine gelişen küçük köylü, toprağını kaybedip yoksullaşmaya başlamış ve kurtuluş çaresini kente göç etmekte bulmuştur. İstanbul, Kocaeli, Ankara, Bursa, Eskişehir, İzmir ve Adana çekim merkezleri olmuştur.1950'de %14.5 olan topraksız köylü oranının 1980'de %30.9'a çıkması, köyden kente göçün nedenidir. Toprakların bölgelere göre dağılımı, bölgelerdeki köylü örgüsüne ilişkin verileri de sunmaktadır.
(Dekar alan olarak)
Bölgeler |
0-25 |
26-50 |
51-100 |
101-200 |
201-500 |
501+ |
Toplam |
Ortakuzey |
10.62 |
16.59 |
24.67 |
24.93 |
17.78 |
5.41 |
100.0 |
Ege |
14.32 |
21.07 |
30.83 |
22.33 |
8.85 |
2.60 |
100.0 |
Marmara |
20.73 |
25.51 |
27.19 |
16.59 |
7.49 |
2.49 |
100.0 |
Akdeniz |
17.96 |
19.43 |
33.04 |
19.08 |
13.62 |
6.87 |
100.0 |
Kuzeydoğu |
14.28 |
18.84 |
25.39 |
19.31 |
13.54 |
9.64 |
100.0 |
Güneydoğu |
9.67 |
9.46 |
16.39 |
19.40 |
16.85 |
28.23 |
100.0 |
Karadeniz |
44.74 |
27.40 |
18.32 |
7.48 |
1.74 |
0.32 |
100.0 |
Ortadoğu |
14.64 |
19.82 |
26.97 |
21.12 |
11.75 |
5.70 |
100.0 |
Ortagüney |
9.35 |
13.50 |
22.30 |
29.49 |
21.97 |
3.39 |
100.0 |
Ortalama |
16.55 |
18.72 |
23.72 |
20.72 |
13.22 |
6.25 |
100.0 |
(Rakamlar, Y.ÇAĞLAR, ''Köy, Köylülük ve Türkiye'de Köy Kalkınması'' s. 202)
Toprak dağılımında en büyük dengesizlik Güneydoğu Anadolu bölgesindedir. Topraksız aile oranının %45'lere (C.O.TÜTENGİL, Kırsal Türkiye'nin Yapısı ve Sorunları, s.99) tırmandığı bu bölgede, küçük toprak mülkiyeti oranıda genel ortalamanın çok altındadır. Toprak sorununun en çok dayattığı bölge de burasıdır.
DPT verileri kullanılarak yapılan araştırmalarda (Örneğin; Yakup KEPENEK'de) 0-50 dekar toprağa sahip köylü ailesi, toprak sahibi köylülerin yaklaşık %70'idir. Ama ellerindeki toprak, toplam alanın %29'udur. Bu rakamlar 1980'e gelindiğinde toprak sahibi köylülerin %60'ının, toprakların %20'sine sahip olduğu şeklindedir. Bu da 1980'e gelindiğinde az topraklı (0-50 grubu) aile sayısı ve bu ailelerin elindeki toprak miktarının düştüğünü göstermektedir. Aynı kaynaklar 51-100 dekar ve 101-200 dekar toprağa sahip köylülerin ise hane sayısı ve toprak miktarı olarak durumlarını koruduklarını, büyük mülk sahiplerinin sayısı ve ellerindeki toprak miktarının ise arttığını söylemektedir. Bu da toprakta bir merkezileşme yaşandığını gösteriyor.
Bir yandan köylü topraksızlaşırken, öte yandan büyük miktarda toprağın, az sayıda mülk sahibinin elinde toplanışı kiracılık, ortakçılık şeklindeki işletme biçimlerine de önem kazandırıyor. Bu tür işletmelerin tarımdaki yeri ve önemi incelenmeden geçilemez.
Ürünün, toprak sahibi ile ortakçı (yarıcı-maraba vs.) arasında önceden belirlenen bir oranda bölüşüldüğü işletme biçimidir. Ortakçılıkta üretim için gerekli tohum ve benzeri üretim araçları, genellikle toprak sahibi tarafından karşılanır. Bunun karşılığında ürünün ne oranda bölüşüleceği, bu anlaşmaya bağlı olarak belirlenir.
Ortakçılık yarı-feodal bir nitelik gösterir. Fakat kapitalist ilişkilerle birlikte yaşayabilir.
Kiracı ile toprak sahibi ilişkisi, ürünün miktarı ve girdiler gözetilmeksizin, toprağın kirasının para-rant olarak ödenmesinde kendini gösterir. Kiracının toprak sahibine kişisel bağımlılığı olmaması ya da çok az olması dolayısıyla ortakçılıktan ayrılır. Ortakçılıkta toprak sahibine ürün-rant ödenmesi dışında, ortakçıya angarya (emek-rant) hizmetleri de yüklenir. Kiracılıkta böyle bir ilişki yoktur. Kiracılığı ortakçılıktan ayıran bu özellik, kiracılığı kapitalizme daha çok yaklaştırır.
Gerek ortakçılık gerekse kiracılık, Türkiye'nin kimi yerlerinde prekapitalist, kimi yerlerinde kapitalist bir tarzda yaygın olarak kullanılmaktadır.
1981 köy envanter etüdü verilerine göre köy nüfusunun %30.9'unu topraksız köylüler oluşturmaktadır. 1950'de %14.5 olan bu oranın, 1981'de bir mislinden fazla artışı, köylülüğün alt tabakalarının yoksullaşmasının bir göstergesidir ve bu oran 1981'de 1 milyon 718 bin 249 köylü ailesine karşılık düşmektedir. Kiracılık, ortakçılık yapan topraksız köylüyü yarı-proleter kategorisinde değerlendirmek gerekmektedir. Böyle olunca kır proleterleri ve yarı-proleterlerinin kır nüfusunun 1/3'ünü oluşturduğu sonucu ortaya çıkar.
Köylü nüfusunun 1/3'ünü oluşturan bu kesimden, kiracılık, ortakçılık yapan topraksız köylünün işlediği toprağın küçüklüğü düşünüldüğünde, ek iş yapmadan geçimini sağlaması hemen hemen olanaksızdır. Bu nedenle aynı zamanda işgücünü de satmak zorundadır.
Topraksız köylünün ve yarı-proleterlerin iş güçlerini tümüyle sattıkları düşünülemez. Köyün gereksinim duyduğu el zanaatları gibi tarım dışı işlere yönelmeyi de hesaba katmak durumundayız. Ayrıca kır proleterlerinin emeğini salt tarımda kullanması da olanaksızdır. Çünkü tarım bu denli istihdam yaratamamaktadır. Örneğin orman köylülerinin ancak küçük bir bölümüne, o da en çok yılda 70 gün çalışma olanağı yaratılabilmektedir. Öyleyse topraksız köylü inşaat işçiliği gibi geçici -mevsimlik- işlerde çalışmak üzere, yılın bir bölümünde kente giderek çalışmaya itilmektedir.
Ülkemizde büyük tarım çiftlikleri pek fazla gelişmediği, kapitalist tarım genellikle orta büyüklükte arazilerde yapıldığından ve buralarda da makine kullanım oranı yüksek olduğundan pek tarım işçisi istihdamı yaratmamaktadır. Zira yalnızca ücretli işçi kullanan büyük işletmelerin oranı, büyük işletmeler toplamı içinde %14 civarındadır. 1980 tarım sayımına göre, tarımda ücretli işgücü kullanım oranı %32.9'dur. Bunun %30.3'ünde hem ücretli işçi, hem de ücretsiz hane halkı çalışır. %2.6'sında ise ücretli işçi çalışır. Bu da tarımda ücretli işgücü kullanım oranının düşüklüğünü gösterir. Bu gerçek, aynı zamanda tarımda kapitalistleşmenin henüz geri olduğunun da bir göstergesidir. Tarımda kapitalizmin gelişkinliği, üretimin pazar için yapılması, üretimde makine, araç-gereç ve modern girdi kullanımının artması ve ücretsiz hane işgücü kullanımının, ücretli (yabancı) işgücü kullanımına oranının azalmasıyla birlikte düşünülmelidir.
Toprak dağılımındaki eşitsizliğin ve sömürünün artmasıyla, elindeki toprağı yitirerek kır proletaryası saflarına katılan az topraklı köylü, üretim araçlarından koptuğu ve proleter olarak işgücünü satma süreci uzadıkça toprak talebi azalır, bunun yerini tarım işçisi olarak çalışmanın getirdiği proleterce istemler alır. Tarım işçisi salt büyük toprak sahibinin (kapitalist çiftçinin) sömürüsünü yaşamaz. Sistemin genel olarak işbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalizm lehine işleyişini sağlayan tarımdan sanayiye değer aktarımı uyarınca, tarım işçisinin artı-değeri, şehir ve kır egemenleri arasında paylaşılır. Dolayısıyla tarım işçisi, emperyalizm, tekelci burjuvazi ve kır egemenlerinin sömürüsü altındadır; hem kent, hem de kır egemenleriyle çelişkileri vardır. Ancak kırda çalışmanın dağınık oluşu, geçici mevsimlik işçiliğin yoğunluğu gibi etkenler kır proletaryasının örgütlenmesini ve bilincini olumsuz yönde etkiler. Buna karşın kent proletaryasının olduğu gibi, kır proletaryasının da azgınca sömürülmesi, onu anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminde şehir proletaryasının kırdaki en yakın, en güvenilir bağlaşığı yapar. Hatta sorunlardaki çakışma kent ve kır proleterlerini hemen her konuda ayrılmaz bir bütün haline getirir.
Kır yarı-proleterleri ise işgüçlerini satmak ve kiracılık ya da ortakçılık yapmalarından dolayı yarı-mülk sahibidirler. Üretim araçlarıyla tüm bağını koparmamıştır. Bu onun tam anlamıyla proleterleşmesinin önünde engeldir ve daha çok çalışarak birikim elde etme, toprak sahibi olma umutlarını tümüyle yitirmemiştir. Ancak süreç, ona bunun olanaksızlığını ispatlayacak ve sürecin sonunda; toprak sahibi, tefeci-tüccar ile işbirlikçi burjuvazi ve emperyalizme karşı bilinçlenmesini tamamlayıp proletarya saflarında yerini alacaktır.
Ülkemizde verimliliği yüksek ya da sanayi bitkisi üretimi yapılan yerlerde 20 dekara, diğer yerlerde ise 50 dekara kadar olan toprağa sahip köylü ailesi ancak kıt-kanaat geçinebilmektedir.
Günden güne pahalılaşan tarımsal girdiler, elinde sabit sermaye stoku yapabilecek birikimi olmayan küçük köylünün toprağında verimliliği arttıramaması ve kapitalizm koşullarında giderek daha da yoksullaşıp, toprağını yitirmesi sonucunu yaratmaktadır. Sistemin, kırda büyük toprak sahipleri ve ağalarıyla tefeci-tüccar lehine işlemesi yoksul köylüyü yok oluşa götürmektedir. Kredilerin kır egemenlerine akması, ürün alımlarında egemenlere daha yüksek bedel ödenmesi vb. birçok zorluklardan başka, köylünün zorunlu gereksinmelerine ödediği bedelin sürekli artması, ulusal gelirden aldığı payın düşmesi küçük köylülüğü tasfiye etmektedir. 1-50 dekar topraklı köylülüğün, toprağa sahip köylü nüfus içindeki oranı 1963'te %68.8'den, 1980'de %61'e düşmüştür. Öte yandan topraksız köylü oranının %15'lerden %31'lere tırmanması, küçük köylülüğün tasfiyesinin arttığı anlamına gelir. Ancak, çarpık kapitalistleşme koşullarında, tasfiye, ileri-kapitalist ülkelerdeki gibi tamamlanamaz. Yoksullaşmanın diğer bir göstergesi ise İstanbul, Ankara gibi belli şehirlere ve yurtdışına göçün giderek artmasıdır.
Ülkemizde köy ekonomisi, küçük üreticiliğe dayanmaktadır. Köylü işletmelerinin %67.1'ini oluşturan bu işletmelerde, sadece köylü ailesinin işgücü kullanılır. Küçük işletmelerde traktör vb. kullanımı ile modern girdi kullanımı düşüktür.
Küçük köylü, sadece işbirlikçi tekelci burjuvazi ve kır sömürücü sınıfları tarafından sömürülmez; aynı zamanda devlet tarafından da sömürülür. Küçük köylünün yaptığı üretimin 1/3'ünü satın alan devlet, düşük taban fiyatları politikasıyla bu sömürüyü gerçekleştirmektedir.
Küçük köylünün yarattığı artı-ürün, işbirlikçi tekelci burjuvazi, büyük toprak sahipleri, tefeci ve tüccarlar tarafından paylaşılır. Bu birkaç katlı sömürü yoksul köylüyü proletaryanın yanına iter ve proletaryanın kırdaki bağlaşıkları arasına sokar. Küçük köylülüğün çıkarı anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimindedir.
Kendi toprağını, kendine ait üretim araçları ve yer yer ücretli işçi kullansalar da esas olarak aile emeğiyle işleyen, kimi zaman da toprak kiralayan (ama bu özellik belirleyici değildir) köylülüğü ''orta köylülük'' olarak adlandırıyoruz.
Ülkemizde orta köylülük, mülkiyet olarak ortalama 50-200 dekar arası toprağa sahiptir ve toprağın verimli işletilmesi bakımından dinamik bir kesimi oluşturur. Tarımsal girdi kullanım oranı yüksektir. Düzenin, kırsal kesimde üzerinde yükseldiği geniş ve sağlam tabanı oluşturması bakımından da önem taşır. Ve yine, işbirlikçi tekelci burjuvazinin kitleleri düzene bağlamada kullandığı dinci-gerici ideolojinin yaygın olarak varlığını bu kesim içinde sürdürmesi de işin bir diğer yanıdır. Kapitalist pazarla bütünleşme içinde olsa da gerici feodal değer yargıları etkin biçimde varlığını korumaktadır. Ancak pazar, kıra yayıldıkça, kapitalist değer yargıları -iletişim araçları yolu ile- bu kesimi zorlar. Öte yandan orta köylülüğün mülkiyeti güvence altında değildir. Miras yoluyla toprağın bölünmesi ve büyük kapitalist tarımın gelişimi orta köylülüğü tehdit eder. Bir diğer tehdit ise, ülkemizde tarımda, mevsim koşullarının ürünü etkilemesi dolayısıyla orta köylülüğün artı-ürün elde etmesinin biraz da rastlantılara bağlı olmasıdır.
Orta köylülük, düzenin kırdaki uzantısı olsa da, egemen sınıflarla çelişkileri de keskindir. Tarımdan daha çok artık elde etmek isteyen işbirlikçi tekelci burjuvazi, tefeci, tüccar, büyük toprak sahipleri ve devlet, orta köylülüğü çeşitli yollarla sömürürler.
Toprakta kendi emeğini kullanarak üretimden kopmayan orta köylülüğün devrim mücadelesinde kazanılması gerekir. Ancak, bu kazanma süreci devrimci mücadelenin gelişmesiyle yakından ilgilidir. Anti-oligarşik devrimden çıkarı olan orta köylülük, kararsızlık gösterse de proletaryanın müttefikleri arasındadır. Çünkü anti-oligarşik devrim orta köylülüğün mülkiyetine dokunmayacağı gibi, onu egemen sınıfların sömürüsünden kurtaracak ve verimli üretimi destekleyecektir.
Büyük toprak sahipliği iki biçimde görülebilir. Birincisi, toprağı kiraya, ortağa verme şeklinde üretimden kopuk, rantiye biçiminde olabileceği gibi, mülk üzerinde kapitalist çiftçilik yapmak şeklinde emeğin kapitalist sömürüsüne dayalı da olabilir, hatta bir üçüncü biçim olarak yarı-feodal ve kapitalist öğeler birlikte aynı büyük mülk üzerinde yaşayabilir. Bu anlamda büyük toprak sahipliği, saf olmasa da kapitalist ilişkilere dayanır.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da (Türkiye Kürdistanı) kimi şehirlerde %10'lara varan toprak ağalığı, aşiret düzeni üzerine oturmuştur. Emeğin feodal, yarı-feodal sömürüsü üzerine kuruludur.
Toprak ağalığı serf durumundaki topraksız köylünün yarıcı, maraba vs. olarak ürettiği üründen rant alma (ürün-rant) ve ağaya bağlı köylünün angarya yükümlülükleri yoluyla (emek-rant) sömürülmesi biçiminde ikili sömürüye dayanır. Köylülük üzerinde tam bir ekonomik ve siyasal denetim oluşturur, köylünün vereceği oyu bile belirler.
Büyük toprak sahipliğini 500 dekardan başlatmak yanlış olmaz.1960'lardan bugüne büyük ölçekli toprak mülkiyetine sahip kişi ve ailelerle, bunların mülkiyetindeki alan artmıştır.1980 verileriyle toprağa sahip köylü nüfusunun %1'i civarındaki büyük toprak sahipleri ve toprak ağaları, tüm toprakların, %12'sini ellerinde bulundurmaktadırlar. Ancak resmi rakamların gerçeği tam yansıttığı kuşkuludur. Çünkü, ''reform'' korkusu içindeki büyük toprak sahiplerinin topraklarını küçük gösterdikleri, ya da yakın çevrelerindekilere bölerek tapuya kaydettirmeleri büyük olasılıktır.
Kırsal emeğin sömürüsü noktasında, kır egemenlerinin kendi içinde ve işbirlikçi tekelci burjuvazi ile aralarındaki çelişkileri de görmek gerek. Tarım girdilerinin fiyatı, tarımsal kredilerin miktarı ve bölüşümü, ürün fiyatları gibi konular, belli başlı çatışma noktalarını oluşturmaktadır. Ancak kapitalist sistemin devamı noktasında bu çelişkileri bir yana bırakıp emekçi sınıflara karşı birleşirler.
Büyük toprak sahipleri çıkarlarını koruyabilmek için Türkiye çapında örgütlenmiştir. Örneğin,1 Ocak 1981'de kurulan ''Türkiye Çiftçi Kuruluşları Ekonomik Komitesi'' bu tip bir kuruluştur ve amaçlarından biri hükümet içi ve hükümet dışı organizasyonlarda üyeleri olan örgüt ve kuruluşların ''ortak bir tutum'' izlemesini sağlamaktır. Bu kuruluş dışında öteden beri varolan ve büyük toprak sahiplerinin denetiminde olup, yarı-resmi bir kuruluş statüsündeki Türkiye Ziraat Odaları Birliği ve yine büyük toprak sahiplerinin denetimindeki Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği, Sınırlı Sorumlu Pancar Ekiciler İstihsal Kooperatifleri Birliği, Trakya Yağlı Tohumlar Birliği gibi kuruluşlar da büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını temsil etmektedir. Ancak, bu örgütler esas olarak büyük toprak sahiplerinin denetiminde olsa da, bu örgütlerde zengin köylüler ve orta köylüler de yer alır.
Anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devrimimizin kırda hedef alacağı kesimler, tefeci-tüccarlar ile birlikte büyük mülk sahipleri ve toprak ağalarıdır. Zaten bu kesimler devrimimizin karşısında düşmanca tutum alacak kesimlerdir.
Ülkemizde kapitalizm, kendi iç dinamiğiyle gelişmediği, tekelci burjuvazi güçsüz olduğu için, kırdaki tüm ilişkilere egemen olamamıştır. Örneğin bir tekstil devi olan SABANCI bile Çukurova pamuğunun ancak 1/3'ünü denetleyebilmektedir. Üretimden dağıtıma oluşan ağı kırlara yayamadığı için, köylülüğün ürünlerinin satın alınmasından köylülüğün temel gereksinmelerinin şehirden köye ulaştırılmasına giden yolu, tüccarlar tutmuştur. Ve bunun karşılığında sömürüden pay alırlar. Her ne kadar, devlet de doğrudan köylünün ürününü alsa da köylünün başı sıkıştığı her an devlete, bankaya başvurma olanağı yoktur. Bundan dolayı tüccar ve tefeciye egemenlik kurma şansı tanınmış olmaktadır. Para sıkıntısı olan köylü, ya tefeciden çok yüksek (%100'leri aşan) faizle para almak, ya da ürününü -kimi zaman tarlada iken- tüccara düşük fiyata peşin satmak zorunda kalmaktadır.
Çoğu zaman tefeciyle tüccar aynı kişidir. Köylü, köyde, kasabada hatta şehirde karşısında hep tüccarı, tefeciyi bulmaktadır. Başka bir umarı olmayan köylü, tüccar ve tefeciyle ilişkiye mecburdur. Tüccar ve tefecinin sermayesini, tarım dışı alanlara yöneltmesi ve kapitalist ilişkilerin kırda iyice yaygınlaşması tüccarlığı ve tefeciliği çözebilmektedir. Bankacılığın yaygınlaşması ile tefecilik; işbirlikçi tekellerin pazarlama şirketlerinin, bayilerinin kıra doğru genişlemesiyle de tüccarlık sarsılmaktadır.
Piyasadaki tüm metaların her aşamada kendi denetiminde dolaşımını sağlamak isteyen işbirlikçi tekelci burjuvazi, toprağı ve kırdaki küçük birimleri de kendi elinde toplamak uğraşı içindedir. Bu noktalarda işbirlikçi burjuvazi ile tefeci ve tüccarlar arasında bir çatışma yaşanmaktadır. Ancak tıpkı büyük toprak sahipleri ve toprak ağaları ile işbirlikçi tekelci burjuvazinin kapitalist sistemin devamı noktasında uzlaşmaları gibi, tefeci-tüccarlar ile de bu noktada uzlaşabilmektedirler.
Toprakta küçük üretimin yaygınlığına dayalı olarak yaşama şansı bulan tefeci ve tüccar, köylüyü sömürerek yaşar. Ticari kâr ve faiz olarak köylünün emeğine el koyan bu iki asalak tabaka anti-emperyalist, anti-oligarşik halk devriminin düşmanıdırlar.
Zengin köylüler, büyük toprak sahipliği ile orta köylülük arasında sömürücü kapitalist çiftçilerdir. Zengin köylüyü, büyük toprak sahipliğinden ayıran topraktan kopmaması, kendi aile emeğini de bir ölçüde kullanması, bizzat üretimin içinde olmasıdır. Orta köylüden ayrıldığı nokta ise üretimde ağırlıkla ücretli işçi kullanması ve elde ettiği artıkla belli bir zenginliğe, birikime sahip oluşudur.
Tarımda kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı zengin köylülüğün oligarşi ile sömürünün paylaşılması anlamında çelişkisi olsa da sömürücü bir sınıf olması itibariyle mevcut kapitalist düzenle bir çelişkisi yoktur. Ancak proletaryanın bu sınıfa karşı politikası, onu tarafsızlaştırma politikasıdır. Çünkü devrim esas olarak oligarşinin ve emperyalizmin egemenliğini ortadan kaldıracaktır. Zengin köylü ise oligarşi dışı bir kesimdir. Fakat, zengin köylü karşı-devrim saflarına katıldığı oranda, devrim bu sınıfa da yönelmek durumundadır. Özellikle toprak sorununun çözümünün aciliyet kazandığı bölgelerde, karşı-devrim yanında yer alacak zengin köylülüğün toprakları da kamulaştırma kapsamına girecektir. İstisna olsa da devrimin yanında olacak, ya da tarafsız kalacak zengin köylünün üretici deneylerinden yararlanılması ve mülkiyetine belirli koşullarla dokunulmadan, ülkenin çıkarına üretimi sürdürmesi devrim programımızda yer almaktadır.