Ek Bölüm: I
BAĞIMSIZLIK SAVAŞI VEREN ORDUDAN BAĞIMSIZLIK SAVAŞLARINI BOĞAN ORDUYA...

I-KİM KURTARICI KİM VATAN HAİNİ?

''Türk Silahlı Kuvvetleri... Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.'' (Kenan EVREN, 12 Eylül 1980)

''Kurtarıcı'' olarak geldiklerinde, faşist cunta lideri EVREN, radyo ve TV’den yaptığı konuşmada böyle açıklama yapıyordu. Hem de kendilerini ''kurtarıcı'', bizleri ise ''vatan haini'', ''halk düşmanı'' ilan ederek yapıyordu bunu.

Tarih, 9 yıl boyunca kimlerin ''kurtarıcı'', kimlerin ''vatan haini'' olduklarına birçok kez tanıklık etti. Emekçi halkımız, bu sahte ''kurtarıcı''ların gerçek yüzlerini daha iyi gördü, tanıdı.

Bir gece yarısı iktidarı zorla gaspedenler, bunu ''Türk milleti'' adına yaptıklarını her fırsatta tekrarlayıp durdular. Ancak Türkiye halkları hiçbir zaman bu yetkiyi Amerikancı faşist generallere vermedi.

O halde Amerikancı faşist generaller birilerini ''kurtarmaya'' gelmişlerdi! Kimdi onlar? Ve ne yapmak istiyorlardı? Ordu onlar için neler yaptı?

''Kurtarıcılar'' Türkiye’yi Uganda, kendilerini de birer İdi AMİN olarak gördüler hep. Yasa, anayasa ya da kurallar, hiçbiri ilgilendirmiyordu onları. Artık yasa yapıcıları, uygulayıcıları kendileri olmuştu. İdi AMİN’den farksız olmuşlardı. Bir gece içinde istediklerinin idam kararlarını onaylayabiliyor, sendikaları kapatabiliyor, yüzlerce insanı sürgün edebiliyor, işlerinden atabiliyorlardı. İdi AMİN’den tek farkları vardı; o muhaliflerinin kanını içiyordu, bunlarsa muhaliflerinin kanını sokaklarda, işkencehanelerde, dağlarda, darağaçlarında döktürüyorlardı.

Söyledikleri gibi hem ''kurtarıcı'', hem de ''kollayıcı''ydılar. Sözkonusu olan emperyalizmin ve oligarşinin çıkarları olunca, akan sular duruyordu. Emekçiler kan ağlarken, Amerikan emperyalistleri, Dünya Bankası, IMF, KOÇ’lar, SABANCI’lar, NARİN’ler bu iktidar gaspı karşısında bayram ediyorlardı.

Evet kurtardıkları, emperyalizmin ve oligarşinin çıkarları idi. Ülkeyi, sermaye için bir ''cennet''e çevirecekler, emekçiler için ise ülke bir ''cehennem'' olacaktı, bir ''cehennem'' yaratılacaktı. Kısacası, tam da beklenildiği gibi hareket ettiler.

Peki, ordu, halkın çıkarlarını da koruyup kolladı mı?

''Koruma ve kollama görevi'' yaptığı söylenen ordu yönetimi döneminde, tüm ekonomik-demokratik ve politik hak ve özgürlükler gaspedilmedi mi?

''Koruma ve kollama görevi'' yaptığı söylenen ordu değil miydi, işçiye grevi, sendikayı, toplu sözleşme hakkını yasaklayan, ücretleri her yıl biraz daha geriye çeken, fabrikaları kışlaya çeviren?

''Koruma ve kollama görevi'' yaptığı söylenen ordu yönetiminde köylünün ulusal gelirden aldığı pay düşmedi mi, taban fiyatları aracının-tefecinin çıkarına uygun olarak belirlenmedi mi, gübre, tohum ve diğer tarımsal girdilerin fiyatı astronomik rakamlara ulaşmadı mı?

Memurlara dernek kurma hakkını dahi yasaklayan, tüm memurları fişleyen, işyerlerini kışlaya çeviren ordu yönetimi değil miydi?

Gençliği YÖK kıskacına alıp okuma hakkını zengin çocuklarının ayrıcalığı haline getiren, onbinlerce öğrenciyi kapı dışarı eden, eğitim kalitesini düşüren de ordu yönetimi değil miydi?

Ordunun iktidarda olduğu 12 Eylül 1980 sonrası baskı, terör, işkence, katliam, Kürt halkına soykırım ve asimilasyon uygulaması TC tarihindeki en üst boyutuna ulaşmadı mı?

Binlerce örnek vermek olası. Ancak gereksiz bir çaba olur. Gerçek, görmek isteyen herkesin görebileceği kadar çıplaktır. 12 Eylül’de ordu -tıpkı 12 Mart’ta olduğu gibi- emperyalizmin ve onun işbirlikçisi oligarşinin çıkarlarını korudu ve kolladı; halka ise terör, baskı, işkence, katliam, soykırım ve asimilasyonu layık gördü.

Ordu sözünü ''en kahraman'', ''şanlı'', ''güçlü'', ''en büyük'' gibi sıfatlar olmaksızın telaffuz etmeyen egemen sınıf sözcüleri, emperyalizmin ve oligarşinin kasalarının bekçiliğini yapan orduyu demokrasinin ve cumhuriyetin vazgeçilmez bir unsuru, demokrasinin ve cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı olarak tanıtmak istiyorlar. Ve onlar istiyor ki, ordu, halkın bağrından çıkmış ve halkın hak ve özgürlüklerinin koruyuculuğunu yapan demokratik bir kurum olarak tanınsın, halk onu kendi parçası bilsin.

12 Eylül sonrası yaşananların ordunun gerçek yüzünü yavaş yavaş açığa çıkarması karşısında telaşa düşen oligarşi, orduyu ne kadar şirin göstermeye çalışırsa çalışsın baskı, terör ve işkence uygulayıcısı yüzünü gizleyememiştir.

Ordunun darbeci, baskıcı, işkenceci yanıyla tanınması Türkiye’de yeni bir olgu değildir. Yaşanan faşist darbe deneyleri Türkiye’de ordunun darbeciliğini göstermeye yeterlidir. Ayrıca, sadece her on yılda bir yapılan darbeler değil, TC tarihinin büyük bölümünün sıkıyönetimle geçmiş olması da ordunun baskıcı, anti-demokratik niteliğinin göstergesidir. Kürt ve Türk köylüsü için devletin ''vergi memuru'' ve ''jandarma sopası'' demek oluşunu da bütün bunlara eklersek, ordu korkulan, çekinilen bir kurumdur. Ordu hep halkın dışında, ona yabancıdır. Askerlik yapmak, baskı görmek, ezilmek olarak bilinir. Bunun için askere ağıtlarla gönderilir, acıyla anılır. Kimi zaman Yemen’dir gidilir dönülmez, kimi zaman Sarıkamış’ta kıyıma uğramaktır, kimi zaman Amerika için Kore’de savaşıp ölmektir, kimi zaman da -bugün olduğu gibi- eşine, dostuna, kardeşine işkence yapmak, katletmektir. Dersim’de, Ağrı’da onbinlerce Kürt’e yönelmiş namludur, köylüye jandarma sopasıdır.

Adı çevresinde ne kadar haleler oluşturmaya, halka mal etmeye çalışılırsa çalışılsın ordu, halka yakın olmamıştır, olamaz. Çünkü o, hep bir baskı ve korku aracı olmuştur. Türkiye halklarının orduyu sevdiğini, saydığını düşünenler, korku ile sevgi-saygıyı birbirine karıştıranlardır: Orduya en iyi sıfatları yakıştıranlar da, bu ürküntü ve korkuyu ''devlet baba hem döver, hem sever'' demagojisinin sonucu sevgi ve saygı olarak yutturmak istiyorlar.

Ordunun bu niteliği salt ülkemize özgü de değildir. Bunu daha iyi görebilmek amacıyla, yeni-sömürge ülkelerdeki gelişimine bakmak, değerlendirmek yeterli olacaktır.

II-EMPERYALİSTLER YENİ-SÖMÜRGELERDE NASIL BİR ORDU YARATMAK İSTEDİLER?

Yeni-sömürgelerde ordu, işlevini siyasal yaşamda ve ülke yönetiminde oynadığı etkin ve aktif rolle yerine getirir. Ordu, bu ülkelerde siyasal yaşamın ve ülke yönetiminin belirleyici güçlerinden biridir. Ordu, sık sık cuntalarla ya da cunta olmayan dönemlerde de değişik müdahalelerle veya fiili dayatmalarla siyasal yaşamı sürekli kontrolü altında bulundurur. Buralarda sivil parlamento ve hükümetler gereğinde rafa kaldırılabilecek göstermelik kurumlardır. Emperyalizm ordu vasıtasıyla çıkarlarıyla tam uyuşmayan hükümeti alaşağı edip istediği yönetimi kurabilir. Siyasal yaşamın ordu merkezinde şekillendirildiği bu yapı, ''sömürge tipi faşizm''de ifadesini bulur.

Bu ülkelerde ordu, siyasal yapı içerisinde ülkenin esas yönetici gücü konumunda olmanın yanı sıra, esas olarak ülkedeki sınıf mücadelelerini ve gerilla savaşlarını bastırmaya yönelik bir ''iç savaş ordusu'' biçiminde örgütlendirilmiştir. Ordu genel olarak veya bünyesinde oluşturulan özel örgütlenmelerle iç savaşa göre hazırlanmış, ideolojik olarak ve eğitim yönünden bu doğrultuda şekillendirilmiş, dış düşmandan çok ''iç düşman''la mücadele etmeyi önüne hedef olarak koymuştur. Türkiye Kürdistanı'ndaki askeri tatbikatlar bunun en iyi örnekleridir.

Bugün Latin Amerika'dan Afrika'ya, Uzakdoğu'dan Ortadoğu'ya dünyanın dört bir yanındaki onlarca yeni-sömürge ülkede orduların gösterdiği özellik budur. Bu ülkelerin hepsinde ordu siyasal yaşamı ve ülke yönetimini tekelinde bulunduran, iç savaşa göre örgütlenmiş, emperyalizmin jandarması güç konumundadır. Ülkelerin tarihi gelişimi ve ulusal özelliklerine göre ordunun örgütlendirilişi, bileşimi, iç işleyişi vb. konularda aralarında bazı biçimsel farklılıklar olsa da, yeni-sömürgelerde orduların yapısı ve üstlendikleri işlevler öz olarak aynıdır.

Bu sömürge tipi orduların yaratıcısı ABD'dir. ABD'nin kendine bağımlı kukla ordular yaratarak, bunlar vasıtasıyla ülkeler üzerinde egemenlik kurma konusundaki deneyleri epey eskidir. II.paylaşım savaşı sonrası dünya çapında genelleşen yeni-sömürgecilik uygulamalarını, ABD, bu eski deneylerden çıkarttığı dersler ışığında hayata geçirmiştir.

ABD bu konudaki ilk deneylerini Latin Amerika'dan edinmiştir. l898 yılında işgal ettiği Küba'da yerli halkın direnişleri yüzünden bir düzen oturtmakta güçlük çeken ABD, 1906 yılında Küba'ya yeniden müdahale ettiğinde, yeni bir yönteme başvuracaktı. Bu ''müdahalenin Kübalılaştırılması'' yöntemidir. Hem maliyeti daha düşük hem de daha emin bir yol olan bu yöntemle, yerli halkın ayaklanmalarını ABD'nin yardımlarıyla Kübalıların bizzat kendileri bastıracaklar, iç güvenlik ve düzen Kübalılar tarafından sağlanacaktır. Bu amaçla ABD hükümeti ile işbirlikçi Küba egemen sınıflarının temsilcileri anlaşarak Küba'da ilk düzenli orduyu kurmuşlar ve o tarihten itibaren ABD, Küba üzerindeki egemenliğini bizzat kendi müdahalelerine gerek kalmadan Kübalılardan oluşan bu, sözde ''ulusal'' Küba ordusuyla sürdürmüştür.

Bu ilk denemeden elde edilen başarı daha sonra 1916'da Haiti, 1924'de Dominik Cumhuriyeti, 1927'de Nikaragua'da olduğu gibi başka ülkelerde de uygulanacak ve her zaman aynı başarı sağlanamasa da o dönem, ABD'nin Latin Amerika ve Karayiblerdeki emperyalist politikalarının başlıca biçimi olacaktır.

Bizzat ABD tarafından oluşturulan, subayları ABD tarafından eğitilip yetiştirilen -hatta bazen subayları da Amerikalı olan- kullandığı tüm silah, araç-gereç ve mühimmat ABD tarafından sağlanan, ABD jandarması niteliğindeki silahlı güçler bugünkü yeni-sömürge ''ulusal'' orduların ilk örnekleridir.

1910'lardan 1940'lı yıllara kadar Karayibler ve Orta Amerika ülkelerinin hemen tümünde yaygınlaştırılan bu, sözde ''ulusal'', gerçekte ABD jandarması ordular, II.paylaşım savaşından sonra evrensel bir gelişme göstererek tüm yeni-sömürge ülkelerde oluşturuldular. Bu yöntemin ülkelerin tümüne 1910'ların, 20'lerin mekanizmaları ile tezgahlanabilmesi mümkün değildi. Gerek ülkelerin özgül farklılıkları, gerekse emperyalizmle bağların aldığı boyut ve yeni sürecin önceki dönemden farklılığı, ABD'yi bu yöntemi geliştirmeye, zenginleştirmeye ve mükemmelleştirmeye zorladı.

Yeni-sörnürgecilik yöntemlerinin ikame edilmeye başlaması ile ekonomik ve siyasal planda yapılan değişikliklere paralel olarak askeri alanda da değişim yapmak kaçınılmazdı.

Yeni geliştirilen yöntem ''ulusal'' görünüm verilecek orduların, emperyalizme maddi ve manevi anlamda bağımlılığını esas alır. ''Ulusal'' görünümlü ordular gerek silah, mühimmat, teçhizat, teknik ve askeri strateji yönünden, gerekse ideolojik ve askeri eğitim yönünden emperyalizme bağımlılaştırıldığında zaten emperyalizmin çıkarı dışında hareket etmesi önlenmiş olacaktır.

İşte bir orduya kendi ülkesini işgal ettirmenin bu temel yolu ikili anlaşmalardan, paktlardan, üslerden, askeri yardımlardan, ortak askeri yatırımlardan vs. geçer.

KUKLA DEVLETLER... KUKLA ORDULAR...

ABD, II.paylaşım savaşı sonrası dönemde, yeni-sömürgelerde emperyalizmin jandarması kukla orduların yaratılmasının ilk temellerini ''Savunma İşbirliği Anlaşmaları'' ile attı. Bu dönemde ABD'nin ''komünizm tehlikesi'' demagojisini ileri sürerek sosyalist sisteme karşı başlattığı soğuk savaş ve gerginlik politikası, geri bıraktırılmış bağımlı ülkeleri askeri alanda ABD ile sıkı ilişkilere girmeye zorlayan bir ortam hazırlamıştır. ABD'nin körüklediği ''komünizm tehlikesi'' demagojisi ve soğuk savaş politikalarıyla yarattığı bu ortam, askeri bağımlılaştırma politikasını uygulamaya koymanın koşullarını oluşturmuştur.

Ve ABD, Savunma İşbirliği Anlaşmaları çerçevesinde askeri paktlar, üsler, silah, araç-gereç yardımı ve satışları, personel eğitimi ve ideolojik-stratejik yönlendirme programları gibi askeri bağımlılaştırmanın bir dizi yöntem ve aracını hızla devreye soktu.

Bu dönemde ABD öncülüğünde ve ABD destek ve yardımlarıyla emperyalizmin genel saldırı ve iç dayanışma paktı NATO başta olmak üzere, dünyanın dört bir yöresinde onlarca askeri pakt kuruldu. Bunlardan belli başlıları şunlardı: Okyanusya'da NAZUS (Eylül 1951'de Avustralya, Yeni Zelanda, ABD tarafından kuruldu), Orta Amerika'da CONDECA (Orta Amerika Savunma Konseyi, 1964'de Guatemala, El Salvador, Honduras ve Nikaragua'nın katılımıyla kuruldu. 1969'da Honduras'ın, 1979'da Sandinist Devrimden sonra da Nikaragua'nın ayrılmasıyla iflas etti), Latin Amerika'da TIAR (Amerikan ülkelerinin tümünün katılımıyla Brezilya'da kuruldu), Ortadoğu'da CCRPE (Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi, 1981'de İran dışındaki körfez ülkelerince kuruldu), Uzakdoğu'da SEATO, Ortadoğu'da önce Bağdat Paktı, sonra -şimdi işlemez durumda olan- CENTO.

Paktlar, ABD'nin bağımlı ülkeler üzerindeki denetim ve inisiyatifinin ve aynı zamanda bu ülkeleri askeri alanda bağımlı hale getirmesinin birer aracı oldular. Buralarda üstlenilen yükümlülüklerle pakt üyesi ülkeler ABD tarafından belirlenen strateji çerçevesinde konumlandırılıp yönlendirilmeye başlandı. Ve ABD askeri stratejilerinin birer parçası ve uygulayıcıları haline geldiler.

ABD bu dönemde dünyanın dört bir yanında onlarca ülkede binlerce üs kurdu. Ve üsler emperyalist-kapitalist sistemin jandarmalığını üstlenmiş ABD'nin ulusal, sosyal kurtuluş hareketlerine müdahaleden, sosyalist sisteme karşı geliştireceği askeri stratejilere kadar birçok amaç için yararlandığı kuruluşlar olduğu gibi, aynı zamanda üs kurulan ülkeler üzerinde askeri denetim sağlama ve bu ülkeleri askeri alanda bağımlılaştırmanın da önemli birer aracı oldular.

Askeri bağımlılaştırma programının hayata geçirilmesinde önemli bir araç da, askeri yardımlar oldu. II. Dünya Savaşı sırasında elinde biriken büyük miktardaki silahlardan bir kısmını geri bıraktırılmış bağımlı ülkelere önce hibe şeklinde aktarmış, hibe yardımlarını köprü olarak kullanıp bu ülkelere girmiş ve bu yolla girdiği ülkelerde bir kez kendi silah araç-gerecine bağımlılık yarattıktan sonra, onları askeri sanayilerinden ordu modernleşme programlarına ve silah teknolojilerine kadar her bakımdan denetim altına almıştır.

Yine programın bir diğer önemli noktası da ordu kadrolarının eğitimi olmuştur. ''Savunma işbirliği'' içerisine girilen onlarca ülkeden binlerce subay ve astsubay bu dönemde ABD'de eğitime tabi tutulmuş, esas olarak ideolojik nitelikli bu eğitimler sırasında yoğun bir ABD hayranlığı ve komünizm düşmanlığı aşılanan kadrolar, ülkelerine gittiklerinde ABD adına çalışan birer lejyoner haline getirilmişlerdir. Emekli Amiral Sezai ORKUNT'un ''Türkiye-ABD Askeri İlişkileri'' kitabında verilen rakamlara göre 1950-75 yılları arasında ABD ve ABD'nin yönetiminde Panama ve benzeri yerlerde kurulan eğitim merkezlerinde 70'den fazla ülkeye mensup toplam 483 bin subay-astsubay eğitimden geçirilmiştir. Bu rakam ABD'nin bağımlı ülkeler orduları üzerinde bu yolla sağlayabileceği etkinlik ve denetimin boyutlarını anlayabilmek için yeterince fikir vermektedir.

Yine bu dönemde ABD'deki okullarda yürütülen eğitimler dışında, ABD, bağımlı ülkelere ''askeri danışman'' adı altında binlerce askeri kadro göndermiş ve bunlar aracılığıyla bu ülkelerdeki orduların yönetimi ve yönlendirilmesine doğrudan katılmıştır.

Bu süreçte bağımlı ülkelerdeki askeri okul ve akademilerde izlenen eğitim programları ve okutulan ders kitapları da ABD'nin destek ve tavsiyelerine göre şekillenmiş, daha okul çağında, geleceğin askeri kadrolarının ideolojik olarak şekillendirilmesine buralardan başlanmıştır.

Bu ülkelerde ordu kadrolarının yaşam tarzları da oluşturulmak istenen ordunun niteliğine göre biçimlendirilmiştir. Ordu kadroları toplumdan tamamen soyutlanmış, toplu lojman vb. yerlerde oturan, eğlenme ve dinlenme ihtiyaçlarını orduya ait askeri tesislerde gideren, orduya ait alış-veriş merkezlerinde alış-veriş yapan, sağlık ihtiyaçlarını orduya ait tesis ve hastanelerde gideren, her bakımdan kendi içlerine kapanık yaşam tarzı sürmektedirler. Toplumdaki ortalamaya göre yüksek bir gelir seviyesiyle düzene bağlanmışlar, hiyerarşinin üst kademelerinde yer alan kadrolar tekellerle bütünleşmiş, ülkedeki soygun ve talan düzeninden pay alan birer sömürücü haline gelmişlerdir.

ABD bu şekilde, dünyanın dört bir yöresinde onlarca yeni-sömürgede ikili ve çok taraflı 'Savunma İşbirliği' anlaşmalarından askeri paktlara ve üslere, silah araç ve gerecinden kadroların eğitimine ve yaşam farzına kadar birçok yöntem ve aracı kullanarak, bugünkü emperyalizmin jandarması kukla orduları yaratmıştır. Ve hiç abartmasız diyebiliriz ki, ABD'nin tek bir ordusu yoktur; her yeni-sömürgede emperyalizme bağımlı birer ''işgal ordusu'' daha vardır.

III- TC ORDUSU

TC ordusunun diğer yeni-sömürge ülke ordularından özgünlüğü, ülkemizin sosyal-siyasal tarihinden kaynaklanır. TC ordusunda, bizim gibi yeni-sömürge ülkelerdeki, özellikle Latin Amerika ülkelerinin ordularındaki; ''Milli Muhafız'', ''Muhafız Gücü'' vb. olma özelliğini bulamayız.

Bu özgünlüğün temeli -bir iki istisna hariç- Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin sömürgelikten hiçbir zaman kurtulamamaları, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ise hiçbir zaman tam sömürge olmamasında yatmaktadır. Bu tarihsel farklılık orduya da tamamen yansıyor. Sömürgelerde, sömürgeci devletin işgal ordusunun yanı sıra, bizzat sömürge ülkenin halkından oluşturdukları -eğitiminden, giyim kuşamına kadar kendi halkına yabancılaştırılan- ordular, ülkeye görünüşte siyasal bağımsızlık verildiğinde aynen muhafaza edilmişlerdir. Emperyalizme karşı girişilen halk hareketleri, emperyalist işgal ordusu ve bizzat emperyalistler tarafından oluşturulan ''Milli Muhafız'' tipi ordular tarafından kanla bastırılmıştır. Kendi halkına karşı işgalci güçle birlikte savaşan bu ordular, SOMOZA askerlerinin eğitimlerinde ''Kahrolsun Halk'' diye slogan atmalarında olduğu gibi kendi halklarına karşı yabancılaştırılabilmektedirler. İşte sömürge ülkelere, özellikle Latin Amerika ülkelerine, görünüşte siyasi bağımsızlıkları verildikten sonra oluşan orduların ya eski ''sömürgeci ordunun'' uzantısı, ya da ''sömürge ordusu''ndan başka bir şey olmamasının altında yatan neden, emperyalizme askeri ve siyasi bağımlılıktır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesi ve çöküşe doğru gitmesi, işgal altındaki ülkelerde ulusal hareketlerin boy vermesi, bu ülkelerin Osmanlı'dan birer birer kopması karşısında umutsuzluğa kapılan küçük-burjuvazinin siyasal tavır alışı olarak ortaya çıkan Jön Türk Hareketi reformcu, ulusalcı bir tavıra yönelmiştir. Avrupa'daki burjuva demokratik hareketlerden etkilenen Jön Türklerin önemli bir kadro kaynağı da ordudur. Çöküşe daha yakından şahit olan ordu içindeki subayların önderlik ettiği burjuva demokratik hareket, halka ulaşamamış, subay, aydın ve öğrenci gençlerle sınırlı, elit bir hareket olarak kaldığından başarıya ulaşamamış, ancak, ordu içinde yurtseverlik tohumlarını serpmiştir. Ne var ki bu, Osmanlı ordularının Alman nüfuzu altına girmesini önleyememiştir.

Cumhuriyet Türkiyesi'nde ise ordu, emperyalizmle karşı ilk ulusal kurtuluş savaşlarından birine önderlik etmiş, -Jön Türk'lerden gelen halktan kopuk aydın olma özelliğini korumasına karşın- savaşta kaderini paylaştığı halkla yakınlaşmış ve ülke içinde birtakım reformların öncülüğünü yapmıştır.

İç talandan çok dış talana dayanan ve hiçbir zaman tam sömürge durumuna düşmeyen Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde, kurtarıcı, reformcu bir rol oynayan Osmanlı ordusunun geleneğine sahip olan ve bağımsızlık savaşından geçen TC ordusu, oluşumunda, yapısında, işlevinde halkçı bazı özelliklere sahipti; ancak bunlar öze ilişkin değildi.

1940'larda hızlanan emperyalizmle bütünleşme çabaları ile başlayan süreç, 1960'ların sonunda tamamlanmış ve bir zamanlar emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren ordu, emperyalizmin kuklası haline gelmiştir.

Bir ''kukla ordu'' haline gelmesi öncesinde de TC ordusu, Türk, Kürt ve diğer azınlık milliyetlerden halklar üzerinde bir baskı, tehdit aracıydı. Bu ordu, Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Etmesi Hakkını onbinlerce insanı katlederek, soykırım uygulayarak engellemiştir. Köylünün sırtından ve ayak tabanlarından sopayı eksik etmeyen de bu orduydu. Ve; 1971 ve 1980'de yönetime el koyup, açık faşizmi tezgahlayan, halka zulmeden de bu ordudur. Karavanasından eğitimine her şeyiyle Amerikan sistemine göre örgütlenen TC ordusu, bugün, bir dış saldırıya karşı olmaktan çok 'iç savaş'a göre örgütlendirilmiştir. Ve bu ordu, bir devrim tehlikesini önlediği oranda ABD'nin Ortadoğu'daki operasyonlarında görev alıp İsrail ile birlikte ABD'nin jandarmalığını yapacak, Ortadoğu halklarının baş belası kesilecektir.

1940'lardan sonraki süreç, TC ordusunu bölge jandarması konumuna nasıl getirdi? Bu sorunun yanıtı ordunun emperyalizme bağımlı hale getirilmesinin çözümlenmesiyle verilebilir.

A-TC ORDUSUNUN EMPERYALİZME BAĞIMLI HALE GELMESİ

1980'lerde siyasal yaşamda belirleyici role ulaşan ve ülke siyasal yaşamını tekeline alan ordu bu noktaya nasıl geldi?

Orduyu bağımlılaştırmanın ilk adımları Türkiye'nin yeni-sömürgeleşme sürecine girdiği II.paylaşım savaşı sonrasında atıldı ve bu konuda askeri yardım ve krediler, ikili anlaşmalar, üsler, paktlar, ordudaki tasfiyeler, bağımlılaştırmada uygulanan başlıca yöntemler oldular.

1- İkili Anlaşmalar

12 Mart 1947'de açıklanan TRUMAN Doktrini, Türkiye'nin sömürgeleşmesi sürecinde atılan ilk adımlardan biridir. ABD, TRUMAN Doktrini ile Türkiye ve Yunanistan'ı kendi koruma alanı içine aldığını, gerekli askeri yardımlar ile askeri ve sivil personel göndereceğini açıkça ilan ediyordu. Böylece İngiltere Türkiye ve Yunanistan'ı ABD nüfuz alanına terk etmiş, ABD nüfuzuna giren Türkiye, sömürgeleşme yolunda tekrar büyük bir hızla ilerlemeye başlamıştır.

''Truman Doktrini''nin açıklanmasından sonra, 12 Temmuz 1947'de Türkiye-ABD arasında ilk ikili yardım anlaşması imzalanacak ve bunun ardından ABD ile birçok alanda onlarca anlaşma gündeme gelecektir. Bu anlaşmalar o kadar çok ve o kadar geniş kapsamlıdır ki, kısa süre sonra hangi konuda, hangi anlaşmanın imzalandığını hükümet dahi bilemez hale gelmiştir. Öyle ki, 1965'de ikili anlaşmalarla ilgili olarak Meclis'te verilen soru önergesinden sonra Meclis'te bunların dökümü yapılmaya girişildiğinde devlet içerisindeki hiçbir kurumun ABD ile yapılan ikili anlaşmaların dökümünü yapacak durumda olmadığı görülmüştür.

TİP önergesinden sonra 3 Temmuz 1969'da o zamana kadar imzalanmış ve sayıları 97'yi bulan ikili anlaşmaları tek bir metinde toplayan ve eski anlaşmaları iptal eden ''Savunma İşbirliği Anlaşması'' (SİA) imzalanacaktır.

Beş yıllık olarak imzalanan ve süresi 1974'de biten (SİA), Kıbrıs Harekatı ile başlayan ambargo nedeni ile tekrar yenilenmeyip bir süre askıda kalacak, 12 Eylül 1980'den sonra tekrar, bu kez, daha genişletilerek ''Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması'' (SEİA) olarak imzalanacaktır.

Türkiye bu ikili anlaşmalarla öyle tavizler vermiş ve öylesine yükümlülükler altına girmiştir ki, Osmanlı İmparatorluğu'nun kapitülasyonları bunların yanında çok masum kalmıştır.

Örneğin bu anlaşmalarda yardımların ''Lend-Lanse'' (Kiralama-Ödünç verme) yasası uyarınca yapılmaları öngörülmektedir. Bu madde uyarınca verilen yardım maddeleri sadece kiralanmakta, ödünç verilmektedir ve ABD bunları istediği an geri alma hakkına sahiptir. Bu hükmün ordunun -en hafif deyimle- ABD'ye kiralanmasından başka bir anlamı yoktur. Kiralık silahlar ABD'nin istediği zaman ve istediği amaçlar uğruna kullanılacak, işi bittiğine inandığı an, ABD bunları geri alabilecektir. Verilen krediler ise ordunun kira bedeli olacaktır.

İşte ikili anlaşmaların TC Ordusuna getirdiği utanç verici statü, bu kiralanabilen ve ''herhalde'' satılabilen ordu statüsüdür.

Türkiye'nin 1964'de muhatap olduğu meşhur ''Johnson Mektubu'' ve 1974 Kıbrıs müdahalesi sonrası konulan silah ambargosu bu hükmün sonuçlarıdır. Bu olaylar Türkiye'nin bağımlılığının ne ölçülere vardığının ve ABD'nin istediği anda TC ordusunun elini kolunu nasıl bağlayabildiğinin somut örnekleri olmuşlardır.

2-Askeri Yardımlar

Savunma İşbirliği Anlaşmalarından sonra Türkiye'ye gelen ABD askeri yardımları, kullanılmış askeri malzemelerin hibe edilmesi veya ucuz fiyatlarla satılması şeklinde olacaktır. II. Paylaşım savaşı ve Kore'den arta kalan kullanılmış her türlü araç-gereç, uçak, gemi, cephane vs. ''yardım'' olarak gönderilecek, bunlarla TC ordusu süngüsünden palaskasına, tüfeğinden miğferine, cephanesine kadar her şeyiyle ABD yardımıyla donatılır hale gelecektir.

Bu dönemi ve yardımın(!) sonuçlarını Amerikan Yardım Heyeti Başkanı General PENDLETON çok iyi izah etmektedir:

''1940'ların sonundan 1950'lerin ortalarına kadarki dönemde Türk ordusunu adeta yeniden inşa ettik diyebiliriz.'' (M.A.BİRAND, Emret Komutanım, s.364) (abç)

ABD yardımlarıyla (!) Türk ordusu ''yeniden inşa'' edilerek, emperyalizme bağımlılaştırılıp emperyalizmin ülke içindeki ve bölgedeki çıkarlarının koruyucusu jandarma bir güç olma yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Askeri yardımın ilk günlerinde gelen bir ABD askeri heyetinin ilettiği ABD Genelkurmayının şu üç önemli isteği, askeri yardımın Türkiye'deki ilk işlevini açıkça ortaya koyuyor:

''1. Kırıkkale askeri tesisleri kapansın,

2. Harp Akademilerinizin öğrenim sistemi yanlış,

3. Türk ordusunu entegre bir kumandanlık emrinde toplamaya hazırlanınız. Kumandan herhalde bir Amerikalı general olacak.'' (D. AVCIOĞLU, Devrim ve Demokrasi Üzerine, s.422)

MKE, cumhuriyetin ilk dönemlerinde kurulmuş güçlü bir devlet kuruluşudur. Kara Kuvvetlerinin top, tüfek, cephane vb. tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecek kapasitededir. ABD'nin CHP ve AP'ye baskıları sonucu bu kuruluşa yapılan siparişler azaltılarak MKE'nin kapasitesi %20-25'e düşürülmüştür.

Diğer yandan ordunun eğitim sistemi değiştirilerek, eğitimin Amerikalılaştırılması gündeme sokulmuştur. Önce askeri lise düzeyinde program, daha sonra tüm askeri okulların eğitim sistemi değiştirilmiştir.

ABD emperyalizminin attığı diğer bir önemli adım, ordunun standardizasyonudur. ABD emperyalizminin standardizasyon dayatmasıyla, güçlü bir askeri sanayi olmadığından, ordu ABD'ye tam anlamıyla bağımlı kalacaktır.

ABD'nin standardizasyon programı, 1950'li yıllarda gerçekleştirilerek, Türk Ordusu ''yeniden inşa'' edilmiş ve ABD'nin tam egemenliğinin yolu açılmıştır.

Türkiye'nin aldığı askeri yardımlara bir göz atalım:

1950-60 arasında ''bakım'' ve ''nakliyat'' dahil 2.270 milyon dolar askeri yardım. (İ. CEM, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, s.268)

1954-71 Haziran arası, yalnızca ABD'den 5.974 milyon dolar toplam kredi. Alınan tüm yardımların %45'inin askeri olduğu göz önüne alınırsa, askeri kredinin 3 milyar dolar civarında olduğunu söyleyebiliriz. (S.YERASİMOS, age, s. 748)

Devletten devlete alınan borçların da yarıya yakını askeridir. Örneğin:

1955-60 arasında 871,6 milyon doları ABD'den olmak üzere çeşitli ülkelerden alınan toplam 1.089,9 milyon dolarlık kredinin % 45'i, yani yaklaşık yarım milyar doları askeridir. Yine 1950-54 arasında yardımlar dışında birkaç ülkeden alınan 400,2 milyon dolarlık kredinin yarıdan fazlası da askeridir. (Oranlar, rakamlar, S.YERASİMOS, age, s.736)

Amerikan askeri yardımlarının 1947'den bugüne kadarki seyrini M. Ali BİRAND, şöyle sınıflandırıyor:

''1- 1950-64 arasında verilen kullanılmış silah, araç ve gereçler. Bunlar hibe edilmiştir.

2- 1965'den itibaren ise yardım paraya dönüştürülmüştür. Yine de genelde ''Military Asistance Program'' (Askeri Destek Programı) adı altında önemli bir bölümü hibe, gerisi ise (...) ucuz kredi şeklinde olmuştur.

3-1975'den itibaren ve ambargodan sonra yardım koşulları ağırlaşmış ve FMS (Dış Askeri Satışlar) kredisi devreye girmiştir. 1982 yılına kadar da FMS ağırlıklı ticari kredilerle gelindi.

4- ABD 1982'den itibaren yardım paketini üçe ayırdı. a- Hibe, b- Direkt kredi (%3-5 faizli ) ve c- FMS. (M.A.BİRAND, age, s. 384-385)

Toplam Amerikan yardımı 1985 sonu itibarıyla 12,6 milyar dolara ulaşmıştır.

Alman emperyalizmi de, 1984'den sonra başladığı yardımlarla bugüne kadar -tümü hibe olarak- toplam 2.050 milyon mark vermiştir. Bu da yaklaşık bir milyar dolardır.

Bunlara ek olarak 1986 ABD askeri yardımını da (618,4 milyon dolar) eklersek toplam 14,2 milyar dolar gibi küçümsenmeyecek bir rakama ulaşır. (M.A.BİRAND, age, s.384)

Bu kadar yardımın sonucunda ilk planda elde edilen TC ordusunun bağımlılaştırılmasıdır. Ordu tamamıyla yabancı yardıma muhtaç hale getirilmiştir.

3- Paktlar ve Üsler

Dünyanın jandarmalığına soyunan ABD emperyalizmi, stratejik öneme haiz ülkelerde kurduğu üsler ve bu ülkelerle oluşturduğu paktlardan vazgeçemez.

Türkiye'deki ABD üsleriyle gerek NATO gerekse de CENTO vb. paktlar ABD'nin dünya jandarmalığı işlevlerini yerine getirmede fonksiyon yüklediği kuruluşlardır.

II.Paylaşım savaşı sonrası emperyalizmle kopmaz bağları oluşturmanın en kestirme yolu olarak, 1949'da kurulan NATO'ya girmeyi gören Türkiye egemen sınıfları, emperyalizme hoş görünüp NATO'ya girişi kolaylaştırmak için Kore savaşının çıkışından bir ay sonra 25 Temmuz 1950'de Kore'ye 4.500 kişilik birlik gönderdi. Kore'ye asker göndermede kraldan fazla kralcı olan Türkiye bunun mükafatını(!) 1951 yılında NATO üyeliğine çağrılması ve 20-25 Şubat 1952'de NATO üyeliğine kabul edilmesiyle aldı.

Sosyalist sisteme karşı emperyalist-kapitalist sistemin en büyük saldırı örgütü olan NATO'ya katılmak, Sovyetler'le sınırı olan tek NATO üyesi Türkiye'nin stratejik önemini daha da arttırarak, TC ordusunun bağımlılaştırılma ve dönüştürülme sürecinde küçümsenmeyecek bir rol oynamış, emperyalizmin nüfuz etme ve egemenlik kurma sürecini hızlandırmıştır.

TC ordusu, emperyalist ordularla aynı strateji içinde bütünleşerek, dün ülkeden binbir zorlukla kovduğu emperyalizmin askeri güçleriyle iç içe geçmiştir.

NATO'ya üyelik, Türkiye'ye, ihtiyacının kat kat fazlası bir ordu besleme yükümlülüğünü de beraberinde getirmiştir.(*)

Bu kadar büyük bir ordu kurmanın nedeni nedir? Türkiye sürekli savaş içinde bir ülke midir? Hayır. Peki, dünya ortalamasının hemen hemen üç katı oranda asker bulundurmaya ve ülke bütçesinin hemen hemen 1/3'ünü savunmaya ayırmaya zorlayan nedir?

NATO kaynaklarına göre, Türkiye'nin 960 bin askeri bulunmaktadır. Düşük gösterilmeye çalışılsa da oran yine de çok yüksektir. Konuya açılım yapabilmek için bu noktaya değineceğiz. 17 Temmuz 1988 tarihli Nokta Dergisi ''NATO'ya bağlı ülkelerin bir askerinin NATO'ya maloluş fiyatı'' çizelgesini yayınladı. Çizelgeden bazı ülke askerleriyle ilgili rakamları aldık.

ABD askeri : 81.235 dolar

Kanada askeri : 62.903 dolar

........

Yunanistan askeri : 10.803 dolar

........

Portekiz askeri : 7.692 dolar

Türkiye askeri : 3.418 dolar

Çizelgeye göre NATO'ya en ucuza malolan asker Türkiye'li. Ve bu hesaba göre aşağı yukarı 23 Türkiyeli askerin maliyeti bir Amerikan askerinin maliyetine ancak ulaşıyor. Türk halkına şovenizm aşılamak için ''Bir Türk Dünyaya Bedeldir'' şiarını atanlara bu rakamlar ithaf olunur.

Türk halkının ödediği vergilerle yaklaşık bir milyonluk bir ordu beslemenin sırrı burada açığa çıkıyor. ABD, 40 bin mevcutlu bir Amerikan ordusu kuracak para ile bir milyonluk TC ordusu kurabiliyor. Böyle bir olanağı niçin kaçırsın? SSCB'nin güneyinde, Boğazları avucunun içinde tutan ve Ortadoğu'ya en yakın müdahale alanı içinde bulunan Türkiye'de kurulu bir milyonluk orduyu yardımlarla, kredilerle desteklemek ve kendine bağlamaktan daha kârlı bir yatırım olamaz herhalde!

Ortadoğu'da ABD emperyalizminin çıkarlarına bekçilik görevinin yanı sıra, Sovyetler Birliği'nin bu bölgedeki etkinliğini kırmada da Türkiye'ye görev yüklenir. Bu amaçla 24 Şubat 1955'te, ABD'nin aktif gözlemci olarak katıldığı Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında Bağdat Paktı kurulur.

Paktın diğer bir fonksiyonu da Ortadoğu'da gerici-faşist rejimler arasındaki işbirliği ve dayanışmayı artırmak, iç devrimci mücadelenin bastırılmasında ve aynı zamanda bu ülkelere dış müdahalede yardımcı olmaktır.

Dış müdahalenin ilk örneği, Suriye'de Baas rejimi kurulması üzerine işgal için 1957 Ekim'inde TC ordusunun Suriye sınırına yığılmasıdır. Müdahale, Sovyetler'in sert çıkışı ile durdurulmak zorunda kalınır. Ancak niyetler bitmez: 1958'de ABD'nin Lübnan'a asker indirmesinde İncirlik Üssü kullanılır.

Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları veren bir ordunun, şimdi benzer bir bağımsızlık sürecine giren başka bir ülkeye emperyalizm adına müdahalede bulunup tekrar emperyalizmin sömürgesi yapma girişiminde bulunması, TC ordusunun dönüşümünde ne kadar ileri yol aldığını göstermesi bakımından önem kazanır.

Suriye Baas devrimini bastırma girişiminin yaşama geçmemesinin hemen akabinde 14 Temmuz 1958'de Irak'ta yapılan Genç Subaylar devrimiyle Irak'ın Bağdat Paktı'nın dışına çıkması sonucu pakt parçalanır. Geriye kalan üç ülke CENTO'yu oluşturur. ABD'nin katılımı Bağdat Paktı'na nazaran daha etkindir. 1979'da İran devrimi sonrasında İran'ın ayrılmasıyla pakt pratikte tasfiyeye uğramasına rağmen, emperyalizmin beklentileri halen sürdüğünden tamamen feshedilmemiştir.

TC ordusunun dönüşüm ve bağımlılaştırılma sürecinde paktların yanı sıra üslerin de bir önemi vardır.

Türkiye'nin NATO'ya girişinden 2 yıl sonra 23 Haziran 1954'te üsler açılmasına ilişkin anlaşma imzalandı.

Sezai ORKUNT 1963'te açılan üs sayısının 101'e, 1966'da 112'ye ulaştığını, üslerin 35 milyon metrekarelik bir alanı işgal ettiğini yazmaktadır. (age, s. 264)

Bu üsler ABD açısından büyük öneme sahiptir. Bunu ABD yetkilileri şöyle izah ediyorlar:

''Türkiye'deki üsler, Birleşik Devletler için son derece önemlidir. Gerçekte Ortadoğu'da (...) Amerika'nın doğrudan müdahalesini gerektiren bir olayda Türkiye'nin desteğini almaksızın ve bu üsleri kullanmaksızın bunu önlemek mümkün değildir.'' (Hv.Org.George S.BROWN, Müşterek Kurmay Heyeti Başkanı,1975, aktaran Sezai ORKUNT, age, s.268)

Bu sözler öncelikle ABD'nin Ortadoğu'da sahip olduğu en büyük üs olan İncirlik'in fonksiyonunu açıklıyor. Bu üs, Irak Devrimi'nden bir gün önce 13 Temmuz 1958'de, Lübnan'da yapılan indirmede kullanılmış ve önemini kanıtlamıştı. Bugün de Ortadoğu'ya ilişkin her ABD girişiminde adı geçmektedir. Örneğin İran'a silah satımı skandalında bu üssün adı İsrail-İran trafiğinde ana durak olarak geçmiştir.

Üslerin bir başka misyonunu ise yine ABD yetkilileri şöyle izah ediyorlar:

''...Türkiye'deki ABD istihbarat tesisleri, Sovyetler Birliği'nin füze denemelerinin izlenmesinde ve bilgi temininde en önemli kaynaktır. (...) Halen diğer yerlerde kullanabilme imkanına sahip olduğumuz hiçbir istasyon ve diğer sistemlerle Türkiye'de kaydettiğimiz bilgiyi temin etmemiz mümkün değildir.'' (Dışişleri Siyasi İşler Daire Başkanı Philip C.HABİP, 15 Eylül 1976, aktaran S.ORKUNT, age, s.272) (abç)

Üsler emperyalizmle bütünleşmede önemli bir araç durumundadır. Türkiye'nin stratejik önemini Türkiye oligarşisi emperyalizmle ilişkilerin geliştirilmesi için bir ''koz'' olarak kullanmak istemektedir. Çünkü üsler ABD emperyalizminin vazgeçemeyeceği, çok ucuza mal ettiği temel öneme sahip tesislerdir.

Örneğin, ambargo sırasında üslerin kapatılmasıyla ABD emperyalizmi bu açığını kapatabilmek için yılda 3 milyar dolarlık bir ek harcama yapmak zorunda kalmıştır. Oysa, üslerin kullanımı için Türkiye'ye yaptıkları 500-600 milyon dolarlık bir askeri ''yardım''la bu işi ucuza kapatabiliyorlar.

''Yardım''ı tırnak içinde kullanıyoruz çünkü, gerçekte ''yardım'' diye bir olgu yoktur. ''Yardım'' adı altında verilenlerin bedeli kat be kat başka yollardan ödetilmekte ve halk, ABD'nin Türkiye'ye yardım ettiğini sanarken gerçekte (II. dünya savaşından kalma hurdalık silahların satın alınmasında olduğu gibi), Türkiye, ABD'ye yardım etmektedir.

Bütün bunlarla yetinmeyen emperyalistler ülkemizin 35 milyon metrekarelik toprağını işgal edip, 122 üs ve tesise ABD bayrağı çekmişlerdir...

B- TC ORDUSUNUN FAŞİSTLEŞTİRİLMESİ VE HOLDİNGLERLE BÜTÜNLEŞME

Türkiye'nin ABD'nin güdümünde yeni-sömürge haline getirilme süreci aynı zamanda devletin faşist tarzda yeniden örgütlendirilmesi sürecidir. Devlet dönüşüme uğratılmadan yeni-sömürgecilik ilişkileri yerli yerine oturtulamaz, devletin bekası sağlanamazdı.

Devletin faşist örgütlendirilmesi, her şeyden önce devletin temel dayanağı olan ordunun faşistleştirilmesini içermek zorundaydı. Çünkü ordu faşistleştirilmeden iktidarların gerici-faşist uygulamaları en büyük destekten yoksun kalırdı.

Ordunun faşistleştirilmesi süreci DP döneminde başladı. Kemalizm döneminin bütün kalıntılarını tasfiyeye girişen DP, Genelkurmay Başkanı dahil 15 general ve 150 albayı emekliye sevketmekle başladı işe.

Ordu üst kademelerindeki temizliğin ardından yeni perspektifle orduya şekil vermek daha kolaydı. Nitekim askeri okullardaki eğitim sistemi değiştirilerek ABD'nin tüm yeni-sömürge ordulara dayattığı yeni eğitim sistemi uygulamaya sokuldu. ABD'nin yeni-sömürge ülkelerin subaylarını eğittiği ''Southern Command'', ''İnter-Amerikan Defense College'', ''USARSA'' vb. tipindeki okulların işlevini, öğrencilerini daha lise çağından alarak eğittiği, TC ordusunun Askeri Liseleri, Harp okulları ve Harp Akademileri görmektedir.

Daha çocuk yaşta insanları alıp yoğun bir gerici-faşist ideolojik bombardımana tabi tutup şoven-ırkçı propagandayla yetiştirmek, bugün ordunun faşistleştirilmesinin temeli olan eğitimin esas unsurudur. Bir iç savaş ordusu olarak eğitilen ordunun, ''iç düşman'' olarak görülen ilerici, yurtsever, devrimcilere, Marksizm-Leninizme, sosyalizme karşı sıkı bir eğitimden geçirilmesi ve düzen karşıtı düşünceleri olanların bu düşüncelerinin törpülenmesi ya da tasfiyesi bu eğitimin sonucudur. Ordu içinde politik bilincin geliştiği, devrimci düşüncelerin boy vermeye başladığı her dönem orduda yoğun bir tasfiye hareketine gidilmesi bundandır. 12 Eylül sonrası bırakalım ilerici-devrimci siyasal örgütün sempatizanını, ilerici ve devrimci düşünceleriyle tanınan subaylarla merhabası olan subay ve astsubaylar dahi birtakım bahanelerle ordudan uzaklaştırıldılar. Binlerce subay ve astsubayın tasfiyesi, orduda faşist ideoloji dışında hiçbir düşünceye yer olmadığını gösterir. Marksist düşünceye sahip olanların atılması bir yana, kendilerine ''Atatürkçü'' diyenler ve ideolojilerini ''Atatürkçülük'' olarak lanse edenlerin gerçekte ordu içindeki Kemalistlere dahi tahammülü yoktur. Anti-emperyalist düşünce kırıntılarına dahi tahammül göstermeyen Amerikancı faşist iktidarlar ordu içindeki Kemalistleri de zamanla tasfiye etmişlerdir. 9 Mart cuntacılarının ordudan tasfiyesi bu sürecin tamamlandığını, orduda devrimci-milliyetçilere dahi yer olmadığını göstermiştir. Bugün tek tük bu düşüncede olanların olabileceği bir şey ifade etmez. Herhangi bir güç oluşturmuyorlar ve örgütlenmelerine de kesinlikle engel olunacaktır zaten.

Bir kama gibi toplumsal yapıya dış güç tarafından sokulan ''iç savaş ordusu'', gerici-faşist-şoven ideoloji ile donatılıp toplumsal yaşamdan bir kast olarak ayrılmış, yabancılaştırılmıştır. Giyim-kuşamıyla, eğlence ve dinlence yerleriyle, alışveriş merkezleriyle, barındıkları bölgelerin ayrılmasıyla ordu; toplumdan kopuk, ona yabancılaştırılmış ve dışındaki her gücü ''potansiyel düşman'' olarak gören bir kast haline getirilmiştir. Böyle bir orduyu kışlasıyla başka bir ülkeye taşımak, monte etmek hiç de zor değildir. Çünkü ''ulusal'' tüm özelliklerden koparılmıştır. Onun için tek hedef vardır: ilerici-devrimci düşünceyi, toplumsal muhalefeti ezmek.

Ordunun faşistleştirilmesinde kullanılan önemli bir araç da ordunun tekellerle çıkarlarının bütünleştirilmesidir. Ordu-holding çıkar birliğinden tam bir başarı elde edilebilirse, o taktirde ordu, holdingleri tehdit eden her gelişmenin karşısında olacak, canla başla karşı koyacaktır. Çünkü kendi çıkarları tehlikededir aynı zamanda.

1960'larda başlayan tekellerle bütünleşme süreci 80'li yıllarda büyük bir ivme kazanarak tamamlanmıştır.

1960'lara kadar ordu mensubu olmanın hiçbir özel avantajı yokken bugün ordu mensupları aynı düzeydeki sivillere göre çok üstün koşullarda yaşamaktadırlar. 1960'lardan bugüne kadar izlenen süreçte kurulan lojmanlar, ordu pazarları, ordu gazinoları, ordu dinlenme tesisleri, OYAK, ordu vakıfları vb. kuruluşlar, orduyu kendi içine çekmenin, toplumdan soyutlamanın önemli araçlarından biri olmasının yanı sıra düzene bağlılıkla hizmet etmesinin ödülü olarak verilen rüşvettir. Ve bu yolla ordu mensupları düzenle tam bir uyuşma içine sokulur.

Bu doğrultuda resmi adıyla ''ordunun ekonomik durumunun düzeltilmesi'' programı uygulamaya sokulur. Programın bir öğesi, ordu kadrolarının tamamen sistemle bütünleşmesine yönelik ekonomik kuruluşların oluşturulması, geliştirilmesidir. OYAK bu işlevi yerine getiren sürecin temel örgütlenmesi olmuş, hızla geliştirilmiş, yatırımları ve katılımları artırılmış, faaliyeti yaygınlaştırılmıştır.

OYAK'ın bu gelişimi ülkemizin en büyük holdinglerinden ikisi ile kıyaslandığında daha iyi görülebilir. 1976-85 arasındaki süreçte Sabancı Holdingin kârları 68.1 kat, Koç Holdingin kârları 39.7 kat artarken OYAK'ın kârları 47.9 kat artmıştır.

Bu tür kuruluşlarla ordu üst bürokrasisi bürokratik burjuvaziye dönüştürüldü. Ordunun üst yönetimi ile alt kademelerini birbirinden, erleri de subaylardan ayırmak gerekir. Kendisi bir kast olan ordu, kendi içinde alt ve üst kastlara bölünmüştür. Orduya niteliğini veren ordu üst yönetimi olduğu için üst yönetimin burjuvalaşması, holdinglerle bütünleşmesi ile sorun çözülmüştür. Elbette astsubay kadroları da belirli bir pay alıyor ama kaymağı yiyen üst kademelerdir. Ordu ile yerli-yabancı tekeller iç içe geçerek ortak çıkarlara sahip hale getirilmiş ve ordunun mevcut sistemle her alanda tamamen bütünleşerek, aynı zamanda kendi sınıf çıkarları gereği düzene sahip çıkması, koruması sağlanmıştır. Vakıflar ve OYAK, ordunun yerli ve yabancı tekellerle bütünleşmesinde büyük rol oynayan kuruluşlardır. (Sakıp SABANCI'nın Mart 1987'de Deniz Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı'na başkan olması bunun en somut örneğidir.)

Ayrıca bütünleşmede satın almanın bir yolu da ordu üst kademesinden generallere emekliliklerinde hizmetteki yararlılıklarından dolayı mükafat olarak verilen çeşitli şirket, tekel ve bankalardaki yönetim kurulu üyelikleri subaylara gelecek sunarak onları işbaşında kontrol etmenin, satın almanın bir biçimi olarak uygulana gelmiştir.

Orduyla tekelci sermayeyi bütünleştirmenin bir yolu, ordu üst kademesine emekliliklerinde holding yönetimlerinde iş vermek iken, bir diğer yolu, her biri Türkiye'nin en büyük tekelleri arasına giren OYAK ve ordu vakıfları yatırımlarının kârlarından pay vermektir. Ordunun tekelci sermaye ile bütünleşmesinde halktan toplanan bağışlarla kurulan ordu vakıflarının ve OYAK'ın büyük rolü olduğu aşağıda vereceğimiz tablolarda da görülecektir.

Bu bütünleşmeyi sağlamak için özellikle 1980 sonrası ordu vakıflarına bağış toplanmaya hız verilmiş ve halk bağış vermeye zorlanmıştır. Fabrikalarda, işyerlerinde, devlet kurumlarında işçi ve memurların ücret ve maaşlarından kesilen paralar bağış olarak vakıflara aktarılmıştır. Özellikle Ermeni, Rum, Yahudi azınlıklar bu bağış zorlamasıyla karşı karşıya kalmıştır. E. TUŞALP, ''Eylül İmparatorluğu'' adlı kitabında bu bağış zorlamasıyla ilgili ilginç bir belge aktarıyor:

''Türk Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı Genel Müdürlüğünden alınan 20.11.1980 gün ve 1209, 5-756-80 sayılı yazıda, bakanlığımızın ve bağlı genel müdürlükler personelin de vakfa bağış yoluyla yardımcı olmaları istenmektedir.''

12 Eylül sonrası açılan davalar binlerce devrimci hakkında ''makbuzla para toplamak''tan dava açıp 36 yıla varan cezalar veren faşist cuntanın vakıflara zorla ''bağış'' toplamasıyla vakıfların toplam varlığı 110 milyar TL'yı bulmuştur. Vakıflardaki parayı finans sorunlarının çözümünde kullanmak isteyen işbirlikçi tekelci burjuvazinin şikayetleri üzerine, ordu vakıfları 1985'te bir araya toplanmıştır. Oluşturulan ''Silahlı Kuvvetler Güçlendirme Vakfı'', 1985'te kurulan ''Savunma Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi'' başkanlığına bağlanmıştır. Bu idarenin denetlediği ''Savaş Sanayi Fonu'' 1988'de 1,5 trilyonu aşmaktadır. Bunun, tüm fonların (62 fonu buluyor ve bunlarda ne kadar para toplandığı hakkında kesin rakamlar bulunamıyor) yaklaşık 1/5'ini oluşturduğu söylenmektedir. Bu ölçüde büyük bir fon aracılığı ile holdinglerle -OYAK dışında- ikinci bir bütünleşme yolu yaratılmıştır.

Aşağıdaki iki tablo incelendiğinde bu bütünleşme çok daha açık görülecektir.

ORDU VAKIFLARI YATIRIMLARI

ŞİRKETİN ADI

VAKIF PAYI

%

YERLİ ORTAK PAYI %

YABANCI ORTAK PAYI

%

ASELSAN:

KKGV: 51

OYAK: 0.4

- -

Askeri telsiz vb.

DKGV: 13

   
 

HKGV: 10

   

ASPİLSAN:Askeri Pil

KKGV:100

- -

- -

İŞBİR: Jeneratör

KKGV: 100

- -

- -

OTOMARSAN:Jeep çekici

KKGV: 0.5

İş Bankası:15

Alman:47

KOYTAŞ:Kalıp kumu hazırlama

KKGV: 100

- -

- -

SİDAŞ: Sivas Dokuma

KKGV:100

- -

- -

NETAŞ ELEKTRONİK

DKGV:15

PTT :49

Kanada

TTE ELEKTRONİK

DKGV:12

T.Tel. Şir :15

- -

TESTAŞ ELEKTRONİK

DKGV:13

- -

- -

ADTAŞ: Deniz ticaret

DKGV:60

- -

- -

DİTAŞ: Deniz İşletme

DKGV:55

İş Bankası:15 MKE :10

TSKBankası:19

 

TUTAŞ:Uçak Sanayii

HKGV:45

Hazine:6

ABD:49

TUSAŞ HAVACILIK: Uçak sanayii

HKGV: 19

- -

ABD:49

MOTORSAN

Kuruluşu sürüyor

   

HAVELSAN: Elektronik

HKGV:51

THY-TESTAŞ:10 Profilo, Kutlutaş

ABD: 38.5

PETLAŞ: Uçak lastiği

HKGV: 4.4

- -

- -

TT:Telefon

DKGV:15

- -

- -


KKGV: Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı
HKGV: Hava Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı
DKGV: Deniz Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı

Kaynak: Çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.

 

OYAK YATIRIMLARI
ŞİRKET ADI OYAK PAYI % YERLİ ORTAK % YABANCI ORTAK %
OYAK RENAULT 41.7 Y.Kredi :13 Fransa:44
MAİS 100 - - - -
GOOD YEAR 11.5 Sabancı,Koç ABD:51
ÇUKUROVA ÇİMENTO 48.7 Sabancı  
ÜNYE ÇİMENTO 48.7 Sabancı  
MARDİN ÇİMENTO 48.2 T.Çim.San :16  
BOLU ÇİMENTO 40.7 KİT :41  
ADANA ÇİMENTO 49 T.Çim. :16  
ÇİMENTO HOLDİNG 42 (Adana Çim) T.Çim. :49  
OYAK-KUTLUTAŞ 40 Kutlutaş :51  
    Emlak Kredi :9  
OYAK İNŞAAT 29 Kutlutaş :59.4  
    E.Kredi :10  
OYAK PAZARLAMA 29 Kutlutaş:61  
    E. Kredi:10  
O.K.İST.PREF. 21.6 Kutlutaş :59.4  
    E. Kredi :10  
OYAK İNŞ. 100    
TAM GIDA 26   İslam Kalkınma Bankası:16
TUKAŞ 100    
ETİ PAZAR 26 Yaşar Hol :70  
PINAR ET 26 Yaşar Hol :70  
ENTAŞ TAVUK 60   Danimarka:30
ASELSAN 0.4 Ordu Vakıfları:74  
HEKTAŞ 53.2    
TAKIMSAN 0.1    
OYTAŞ DIŞ TİCARET 85    
OYAK SİGORTA 60 Anadolu Bank:26  
OYAK MENKUL KIYMET 100    

Kaynak: M. SöMEZ'in ''Kırk Haramiler'' kitabından derlenmiştir.

1- 12 Mart ve Ordu

12 Mart faşist darbesinin ordu açısından önemli bir yanı 9 Mart Kemalist cuntasını engellemek, ordudaki Kemalist kalıntıları tasfiye etmek ve artık yerine oturan yeni-sömürgecilik ilişkilerinin yüklediği fonksiyonları yerine getirebilecek, kendi içindeki sorunlarla uğraşmayacak bir ordu haline gelmeyi sağlamaktır.

Daha 16 Mart'ta, kilit görevlerde bulunan 5 general, 1 amiral ve 35 albay hemen emekliliğe sevkedildi.

Darbe ile gerekli düzenlemeler ve tasfiyeler art arda yapılmış, Kemalist darbe engellenmiştir. Bazı tasfiyeler yapılamamışsa da, süreç içinde yapılacak ve zaten örgütleri dağıtılan ve tek tük kalan Kemalistler de tasfiyeye uğrayacaklardır. Artık ordu ulusal-reformcu karakterini tamamen yitirerek, karşı devrimci faşist bir rol oynayan, toplumdaki gerici-faşist kesimlerle bütünleşen ve ''milli muhafız'' olma sürecini büyük oranda tamamlayan bir güç haline gelecektir.(**)

Ordunun faşistleştirilmesinde ordu bünyesinde oluşturulan ''Özel Harp Dairesi'', ''Kontr-gerilla'' vb. örgütlenmeler temel önem arzeder. Bu konuda CIA, MOSSAD, SAVAK gibi örgütlerle sıkı bir işbirliğine gidilir. Onların deneyiminden yararlanılır. Böylece ordu temel fonksiyonu olan ülke içi sınıflar mücadelesine müdahale konusunda daha iyi hazırlanır.

2- 12 Eylül ve Ordu

Şimdiye kadar 12 Eylül'ün gelişi, neler yaptığı, nasıl örgütlendiği konusunda çok şey söylendi. Elbette daha açığa çıkmayan, saklanan şeyler de var. Buna karşın, 12 Eylül konusunda birçok şey de pekala bilinebilmektedir.

Burada bilinenleri tekrarlamak yerine, daha değişik bir yöntem izleyerek, 12 Eylül'de ordu mensuplarının tavırlarına parmak basacağız. Vereceğimiz örneklerin ''istisna'' olduğu yaklaşımında bulunulabilir.

Ancak örneklerimiz istisna değil, bütünüyle,12 Eylül ordusunun ruh halini yansıtmaktadır. Böylesi onlarca, yüzlerce örneğe yer verebiliriz.

Biz burada, ülkeyi bir kan gölüne çeviren Amerikancı faşist cuntanın generallerini, subaylarını tanıtacak ve halka karşı işledikleri suçları kamuoyuna yansıdığı kadarıyla açıklayacağız. Onlar dokunulmaz olduklarını, hep böyle süreceğini sanıyorlardı. Oysa, yanıldılar. Suçları bir bir ortaya döküldükçe, kamuoyunda hesap vermeye, aklanmaya çabalıyorlar şimdi.

3- Suçluları Tanıyalım

İşkence... Rüşvet... Yolsuzluk... Adam kayırma... Irza geçme... Kayıplar... İşkencede öldürülenler... İşkencede sakat kalanlar... Meydan dayakları... Grev kırmalar... Halka karşı suç işleme... Ve daha sayabileceğimiz onlarca, yüzlerce tür suç; ordunun generalleri, subaylarıyla özdeş hale gelmiştir. Nerede böyle bir olay varsa orada ordunun bir birimi veya yetkilisini görmek mümkündür.

Sıralayacaklarımız, onların suçlarının çok küçük bir kısmıdır. Generalinden subayına, subayından erine kadar tüm ordu mensupları her an yeni suç dosyalarıyla kamuoyu önüne çıkabilir. Özellikle 12 Eylül'le birlikte ordu mensuplarının halka karşı suç dosyalarının hayli kabarık olduğu bilinmektedir. Nitekim, basında ya bir işkence olayıyla, ya bir rüşvet, ya da yolsuzlukla ilgili olarak ordunun mensuplarından birinin adı eksik olmuyor.

Bir kere daha olsa da, onları yaptıklarıyla, söyledikleriyle tanımakta yarar var. Birkaç örnek verelim.

Adı: Yusuf HAZNEDAROĞLU; Tuğgeneral

12 Eylül'den sonra Kahramanmaraş Sıkıyönetim Komutanlığı'na getirildi. Onu en yakından Maraş halkı tanır. İnsanları ''3 K'' şifresine göre değerlendiriyordu. Onun nezdinde; Kürt, Kızılbaş, Komünistler vardı. Onun bir ''K''sıyla damgalanmak Maraş'tan kovulmak, işkence görmek için yeterliydi. İşkence görmüş devrimcilere: ''Biz sizi beton çukurlara doldurmayı da bilirdik ama şu güç dengeleri yok mu?'' diyerek katliamlarının azlığından yakınıyor, hayıflanıyordu. Görev yaptığı sırada düzenlettirdiği ''özel eğlenceler''le de tanındı. Çevresinde yörenin en zenginleri vardı. HAZNEDAROĞLU bu arada dini istismar etmeyi de ihmal etmedi. Belediyeye ait makbuzlarla toplattığı paraları kendine ayırdı.

Halkın tüm sorunlarıyla o kadar yakından ilgiliydi ki, Maraş dışına sürdüğü bir vatandaşın arazisini satmak için vekalet bile isteyebilmişti. HAZNEDAROĞLU'nun Maraş'ı soyduğunu bilmeyen yoktur.

''Yakında bir bomba patlatacağım... Göreceksiniz delilleriyle ortaya koyacağım ki, Maraş olaylarını sağcılar değil, solcular çıkarmıştır'' diyen general, nitekim bu yönde bir rapor hazırlatmış, şubeye alınan ilerici, demokrat ve devrimcilere bu yönde işkenceyle ifade imzalatmaya çalışmıştır. Daha sonra da tüm bunları Maraş Olayları Davasının görüşüldüğü Adana Sıkıyönetim Mahkemesine vermiştir.

Döneminde yaptırdığı işkenceler sonucu yüzlerce insan sakat kalmış, işkencede ilerici ve devrimcileri katlettirmiştir. Halen mezarı bulunmayan insanlar vardır. Kürt köyleri, en fazla terör estirilen yerler olmuştur. Nitekim işkence gördüğü için çeşitli yerlere dilekçe yazan bir Maraşlıya; ''Şu ovada senin gibi 5 kişi daha olsa ben şimdi bu üniformayı söker atardım. İşkence yalnız sana mı yapılıyor!'' diyebilecek kadar cüretli ve bir o kadar da insanlıktan uzaktı.

General hep Ankara'daki komutanlarını örnek almış, o da Maraş'ta kurtarıcılığa soyunmuştu. Maraş'a kahramanlık payesinin verildiği 5 Nisan günü onun tarafından bayram ilan edilmiştir. Adını da ''Madalya ve Kardeşlik Günü'' koymuştur. O gün evlilikleri bile emirle yaptırmıştır.

Peki;

''Pohpohlayıp kullandılar beni...''

''Peşimi bırakabileceklerini sanmıyorum...''

''Doktor bana, Mamak'ı hatırlama, strese düşersin demişti. Şimdi sizinle konuşup hatırlayınca uykularım kaçacak. Bir on gün uyuyamam. Sonra alışırım ama...'' (11.9.1988 Albay Raci TETİK, Ahmet KAHRAMAN'la röportajından, Milliyet) diyebilen Kıbrıs esir kampı komutanı ve Mamak'ın uzman işkencecisi Albay Raci TETİK'e ne demeli?

Emekli uzman işkenceci Mamak'ta yaptıklarını, amacını şöyle açıklıyordu aynı röportajda:

''... Ama orası cezaevi idi. Hastane, okul, aşk gemisi ve yat kulübü değildi. Benden öncekiler iyi davrandıkları için başarılı olamamışlar. Mecburdum astlarıma inisiyatif vermeye. Verince, anormal işler olmadı değil, oldu. O talihsiz olaylara ben de çok üzüldüm. Ama bu bir savaştır. Savaşta her zaman iyi şey olmaz.'' (agy) (abç)

Emekli işkenceci bir yandan işkenceyi savunurken, diğer yandan mensubu olduğu ordunun anlayışını yansıtıyor. Onlar savaşta her şeyin yapılacağını savunuyorlar. Eğer savaş, özellikle de devrimci iç savaş varsa, kadınlar, çocuklar öldürülebilir, işkenceye yatırılabilir, köyler basılarak insanlar toplu olarak öldürülebilir.

Bugün El Salvador'da, Filipinler'de ordu kendi halkını, köyleri basarak beşer onar katledebiliyorsa, işkence yapabiliyorsa, insanlar kayıplara karıştırılıyorsa, toplu mezarlar bulunuyorsa, kadınların genç kızların ırzına geçiliyorsa, başsız cesetler sokaklarda bulunuyorsa hep bu mantığın sonucudur. Arjantin'de faşist diktatörlük yıllarında binlerce insanı katleden, Arjantin ordusuydu.

Ordu, halkın değil, emperyalizmin iç savaş ordusu olduğu sürece bu, Türkiye'de de, Arjantin'de de, El Salvador'da da, Filipinler'de de böyle olacaktır. Bu nedenle, böyle bir ordu Raci TETİK, Yusuf HAZNEDAROĞLU gibi yüzlerce, binlerce örnek çıkaracaktır.

Anlatmaya devam ediyoruz.

''Napolyon bile Moskova'da soğuğa yenildi. Siz de yenileceksiniz'' diyen işkenceci Binbaşı Muzaffer AKKAYA'yı Metris'teki siyasi tutsakların unutmasına olanak yoktur.

CIA işbirlikçisi, MİT elemanı işkenceci Binbaşı Muzaffer AKKAYA Metris'te görev yaptığı yıllar boyunca tutsaklara her türlü baskı yöntemini, işkenceyi, soğukta saatlerce bekletmeyi, kıç falakasını, saç operasyonlarını, koğuş operasyonlarını uyguladı, uygulattı.

Onun dosyası işkencelerle, sakat insanlarla doludur. Onun sayesinde siyasi polis cezaevinden eksik olmamış, kurulan komplolar sonucu çıkardıkları ''itirafçılar'' sayesinde dışarıda yüzlerce suçsuz insanı gözaltına aldırıp işkence yapılmasında rol oynamıştır.

Yıllardır ''askerlik'', ''asker ocağı'' hep kutsal olarak gösterildi. Ama olanlar hiç de kutsal olmadığını gösterdi.

Teğmen Ümit ERİŞ bunlardan, bu örneklerden biridir sadece. Kürt halkına yaptıklarıyla unutulmayacak izler bırakan bu sadist-işkenceciyi kamuoyu ilk defa öğretmen Sıddık BİLGİN'in işkenceyle öldürülmesi olayıyla tanıdı. Bu olayın düzenleyicilerindendi. Sıddık BİLGİN'e yaptığı işkenceler nedeniyle hakkında göstermelik de olsa dava açıldı. Ardından bir başka olay nedeniyle tutuklanıp Elazığ Askeri Cezaevine kondu. Teğmen Ümit ERİŞ emrindeki erlere tecavüz etmişti. ''Kutsal ocak''ta bunlar olmaktaydı. Kim bilir, belki de teğmen Ümit ERİŞ'e daha önceki ''üstün hizmetleri'' dolayısıyla madalya bile verilmiştir.

Bu subay hakkında, Solhan Cumhuriyet Savcılığı bir soruşturma daha açtı. (6 Mart 1988, Milliyet) Zira, Ü.ERİŞ bir tabanca ve 10 adet mermiyi zimmetine geçirmişti. Generalleri uçak alım-satımlarından milyarlar alırken Ü.ERİŞ bir tabanca gaspedecek kadar zavallıdır.

Ordu, T.ŞAHİNKAYA'lar gibi dünyanın en zengin 7. generalini çıkaracak kadar rüşvetle içli dışlıdır. Ordu, emekli oldukları zaman boş kalmayan generalleriyle övünebilecek kadar oligarşiyle içli dışlıdır.

Emirle parti kuran, parti çalışmaları sırasında mafyadan ve holdinglerden para yardımı alan, 12 Mart döneminde Kocaeli ve Sakarya illeri Sıkıyönetim Komutanlığı yapan, ayrıca bir süre Faik TÜRÜN'e vekalet eden ve o dönem Ziverbey Köşkünde yapılan işkencelere bizzat katılan, Kültür Sarayı'nın yakılması, Marmara yolcu gemisi ve Eminönü araba vapurunun batırılması ve sabotajı olayında parmağı olan, yaratılan bu provokasyonla sol'a cihat açan, komünistlere her türlü işkencenin yapılabileceğini savunan, ''taş gibi oğlanlar vardı elimizde...'' diyebilecek kadar bir halk düşmanı olan Turgut SUNALP da bu ordudan çıkmıştır.

Son olarak belirtmeden geçemeyeceğimiz bir kişi daha var ki, Kürt halkının onu unutması olanaksızdır. Diyarbakır cehennemini yaratan işkenceci yüzbaşı Esat Oktay YILDIRAN'dan söz ediyoruz. Diyarbakır zindanından geçen binlerce Kürt onu insanlık dışı vahşi ve imha edici uygulamalarıyla yakından tanıdı. Diyarbakır'ı tam bir Nazi kampına çevirmişti.

Burada yazamadığımız daha binlerce subay ve suç dosyaları var. Haydar SALTIK'ı, işkenceci ve ırz düşmanı yüzbaşı Ali ŞAHİN'i, yüzbaşı Kadir ASLAN'ı, Kabakoz Cezaevi Müdürü deniz piyade yüzbaşı Mehmet AYGÜNER'i, Recep ERGUN'u ve diğerlerini unutmamız, bunları halkımızın belleğinden silinmesi mümkün değildir.

4- Ordu Laik mi?

Ordudaki faşistleştirme ve sol düşüncenin ordudan tasfiyesi 12 Eylül'den sonra da büyük bir özenle sürdürüldü. Bu tasfiyelerle sağlanan saflık, 12 Eylül cuntasının daha uzun ömürlü ve süreci tamamlayıcı olmasını getirdi. 12 Eylül cuntası ile 1947'den beri süren süreç tamamlanmış ve ordunun niteliksel dönüşümü gerçekleştirilmiştir. Bundan sonra sadece ordunun bu yeni niteliğinin geliştirilmesi ve pekiştirilmesi sözkonusudur.

Ordu tamamen ulusal niteliklerinden arınarak, en ufak reformcu, liberal ve ılımlı düşünceye bile rastlanmayan saflıkta faşist ideolojiyi özümsemiş ve emperyalizmin kendisine vereceği ulusal ve uluslararası görevi çekinmeden yerine getirebilecek hale gelmiştir.

Bu süreç o noktaya gelmiştir ki, ordu, geçmişte kendisini niteleyen özelliklerinden biri olan laiklik bayrağını dahi direğinden indirerek, her türlü gerici-şeriatçı, Kemalizm düşmanı akıma elini uzatarak, onlara, devletin tüm olanaklarıyla her türlü desteği sunmuştur.

TC ordusunun laiklik demagojisi, irticaya karşı olma yalanı, 12 Eylül cuntası döneminde bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı.

Hatırlanacaktır, 12 Eylül'ün ilk günlerinde cunta yetkilileri radyo, TV, basın-yayın organlarında ve açık hava toplantılarında geliş nedenlerini uzun uzun anlatıyorlardı. Bu açıklamalarında saydıkları nedenler arasında ülke genelinde irticanın hortlaması olgusu da vardı. Hatta bu konuda somut örnek de veriyorlar, gerici-şeriatçı bir düzenin savunucusu olan MSP'nin Konya'da düzenlediği 'Kudüs'ü kurtarma mitingi'nden söz ediyor ve laik TC ordusunun sol'a karşı olduğu kadar irticaya da karşı olduğunu ve TC ordusunun bir görevinin de irticaya karşı mücadele olduğunu vurguluyorlardı.12 Eylül askeri faşist cuntasının perde arkası kurmaylarından biri olan Org. Haydar SALTIK, 29 Ekim 1980 tarihinde yaptığı bir basın toplantısında bu konuya değiniyor ve MSP'nin Konya mitingine ilişkin olarak şöyle bir değerlendirme yapıyordu: ''Konya mitingi 12 Eylül'e gelinmesinde bardağı taşıran son damla olmuştur.''

Evet, 12 Eylülcüler geldikleri ilk günlerde TC ordusunun laik olduğu, irticaya karşı olduğu demagojisini kitlelere benimsetebilmek için, Konya mitingine dikkatleri çekiyor, geliş nedenlerini bir anlamda meşrulaştırmaya çalışıyordu. Ne var ki, 12 Eylülcülerin 'TC ordusu irticaya karşıdır' demagojisinin açığa çıkması hiç de uzun bir süreyi gerektirmedi.

TC ordusunun iktidarda olduğu 12 Eylül dönemi -bırakalım laikliği, irticaya karşı olmayı- adeta gericiliğin altın yıllarını yaşadığı, hızla gelişip güçlendiği, ordu dahil devletin tüm kurumlarına yerleşip palazlandığı bir dönem olmuştur.12 Eylül cuntası döneminde birbiri ardına imam hatip okulları açılırken, diğer yanda 12 Eylül'e kadar tercihli bir ders olan din dersi 12 Eylül döneminde orta öğrenim müfredatına zorunlu ders olarak sokulmuştur. İmam Hatip okullarının sayıca arttırılması, din derslerinin zorunlu ders yapılmasıyla yetinmeyen cunta, öte yandan halkın dini inançlarını hayasızca sömüren tarikatların faaliyetlerine göz yummuş, el altından onların gelişip güçlenmesine, yaygınlaşmasına destek olmuştur.12 Eylülcülerin gerici tarikatlarla ilişkileri öylesine derindir ki, bu ilişki 1982 Anayasa oylamasında 12 Eylülcülerin, Süleymancılar ve Nakşibendi tarikatları ile çeşitli pazarlıklar yaptığı bir boyuta ulaşmıştır.

TC ordusunun ve 12 Eylülcülerin laiklik anlayışları öylesine bir laiklik anlayışıdır ki, bu anlayış laiklik adına irticanın savunulmasıyla özdeşleşmiştir. EVREN'in çeşitli yurt gezilerinde laikliği ayetlerle savunması, TC ordusunun Türkiye Kürdistanı'nda uçaklarla ayetli bildiriler, broşürler atıp cihat çağrıları yapması başka nasıl izah edilebilir?

12 Eylül döneminde TC ordusunun irtica ile ilişkileri sözünü ettiklerimizle de sınırlı kalmamıştır. TC ordusunun generalleri 12 Eylül döneminde, sözleşmelerinde şeriatçı faaliyetleri, örgütleri destekleyeceklerini, hiçbir devlet denetimi kabul etmeyeceklerini açıkça belirten Al Baraka, Faisal Finans gibi şeriatçı finans kuruluşlarıyla hep iç içe olmuşlardır. Bir Rabıta olayı kamuoyuna yansımıştır ki, sadece bu olay bile TC ordusunun irticaya karşıyız demagojisini yerle bir etmeye yetecek boyuttadır.

Evet; laik olduklarını, irticaya karşı olduklarını söyleyen TC ordusunun generalleri, görevli olarak yurtdışına gönderilen din elemanlarının ücretlerinin Rabıta adlı şeriatçı kuruluşun ödemesini öngören kararnamenin altına hiç çekinmeden imza atabilmişlerdir. Bu belgenin altında cunta şefi EVREN'in ve onun başbakanı Deniz Kuvvetleri eski komutanı Bülent ULUSU'nun imzası bulunmaktadır. Milliyet gazetesinde, Ahmet KAHRAMAN'la röportajında 12 Eylül cuntasının laik bir politika izlemediğini cunta generallerinden Bedrettin DEMİREL de itiraf etmiştir.

Türk-İslam sentezini benimseyen, tarikatlarla, Suudi sermayesiyle iç içe yaşayan cuntanın laiklikten söz etmesi tam bir ikiyüzlülük örneğidir.

5- Emperyalizm Orduya Yeni Roller Veriyor

Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin başladığı 1950'li yıllara kadar uzanan süreçte ulusallıktan soyundurulmuş, emperyalizmin iç savaş ordusu haline getirilmiş TC ordusu, 1980'li yıllara gelindiğinde emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yeni bir rol daha üstlendi.

Bu yeni rol ABD emperyalizminin Ortadoğu politikasında ''Truva Atı'' rolünü görmekti. Çünkü, İran'da ABD emperyalizminin işbirlikçisi Şah rejimi devrilmiş, Sovyetler Birliği Afganistan'a müdahale etmiş ve Ortadoğu'da dengeler altüst olmuş, emperyalizmin çıkarları büyük ölçüde tehlikeye girmişti. Ortadoğu'dan elini eteğini çekmeyi düşünmeyen ABD açısından bu durum son derece tehlikeliydi. Ne yapıp etmeli Ortadoğu'daki dengeleri yeniden kendi lehine çevirmeliydi. Bunu başarmanın yolu da Şah rejiminin devrilmesiyle İsrail-Mısır-İran üçgeninde boşalan İran'ın yerini dolduracak bir gücün bulunmasıydı.

Bu duruma en uygun ülke Türkiye idi. Ancak Türkiye'nin böylesi bir görevi üstlenmesi olanaksızdı. Çünkü, Türkiye'de sınıf mücadelesi 1970'li yılların sonlarında alabildiğine yükselmiş, egemen sınıfları tehdit eder boyutlara ulaşmıştı. ABD emperyalizminin tek çıkar yolu kalmıştı. Türkiye'de bir askeri faşist darbe düzenlemek. Böylece hem ülkedeki sınıflar mücadelesini baskı, terörle, sindirmek, hem de TC ordusunu Ortadoğu'daki çıkarları için kullanılabilir bir hale getirmek olanaklı olacaktı. Nitekim, faşist cunta döneminde ABD yardımları birden artmaya başladı. Ordunun modernize edilmesi, sivil havaalanlarının askeri havaalanlarına çevrilmesi, yeni havaalanlarının açılması birbirini izlemeye başladı.

ABD yardımlarıyla TC ordusu emperyalizmin kendisine yüklediği yeni misyona uygun olarak teçhiz edilmeye başlandı.

Son yıllarda ''sıcak takip'' adı altında Irak Kürdistanı'na yapılan askeri operasyonlar, Türklerin yaşadığı bölge olduğu için dönem dönem gündeme getirilen Musul-Kerkük müdahale planları, hep TC ordusunun Ortadoğu'da ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda üstlendiği yeni misyona uygun ilk adımları oluşturmaktadır.

1986-1991 yılları arasında TC ordusunun modernizasyonu için harcanması planlanan miktar 15 milyar dolardır. Bu da göstermektedir ki, TC ordusunun vurucu gücü hızla yükselecek, ülke içindeki baskı ve terörünün yanı sıra Ortadoğu'daki jandarmalık görevini daha saldırgan bir biçimde yerine getirecektir.

''Türkiye modernizasyon programı ile birlikte profesyonel orduya dönmek zorunda kalacak, önümüzdeki yıllarda en büyük sorununuz bu olacaktır...'' (General Pendleton, JUSMAT -Amerikan Yardım Kurulu- Başkanı, M.A.BİRAND, age. s.120)

Jusmat Başkanı'nın da belirttiği gibi TC ordusunun yakın gelecekteki amacı bir yandan kendisini sivil faşistlerden ayıran biçimsel farklılıkları ortadan kaldırıp profesyonelleşmek, daha küçük ama vurucu gücü yüksek, paralı askerlerden oluşan bir güç olmak, diğer yandan da Ortadoğu bölgesine müdahale eden saldırgan bir Truva atı olarak ABD emperyalizmiyle daha bir bütünleşmektir.

Sürecin biçimi ve gelişimi nasıl olursa olsun sonuç değişmeyecektir. TC ordusu artık giderek özde olduğu gibi, biçimde de klasik Latin Amerika ordularına dönecektir.

6- TC Ordusu Politika Dışı mı?

'Politika yok', vazifesi, yalnız düşmanı mağlup etmek olan bir askerin normal bir harpteki tabii bir reaksiyonudur. Fakat ayaklanmaları bastırmak hareketlerinde askerin vazifesi halkın yardımını kazanmak olduğu için, asker pratik siyasetle meşgul olmalıdır.'' (CIA ''Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri'', s.80)

Yukarıda kısa bir bölüm aldığımız kitap 1965 yılında Genelkurmay Başkanlığı'nca ayaklanmaların bastırılma yollarının CIA'dan öğrenilmesi için bastırılarak yayınlanmıştır. CIA, düzinelerce ülkede halk hareketlerine karşı geliştirdiği bastırma ve öç alma hareketleriyle tanınmaktadır. İşte bu kitap CIA'nın bir bakıma başarılarını yazmaktadır. CIA askerlere pratik siyasetle uğraşmaları tavsiyesinde bulunuyor ve Türk Genelkurmayı da bu kitabı bastırarak dağıtıyor. Kaldı ki, Türkiye de dahil hiçbir yeni-sömürge ülke ordusu politika dışı olamaz, olmamıştır.

Eğer ordular politika dışı olsaydı; Yunanistan'daki 1967 faşist darbesi olur muydu? Yine PİNOCHET, ALLENDE'yi devirip katledebilir miydi? Şili'yi onlarca yıl geriye götürebilir miydi? Türkiye'de 12 Martlar ve 12 Eylüller yapılabilir miydi?

Ordular, politikanın tam içinde oldukları içindir ki, her zaman temsil ettikleri sınıfların politikalarına göre hareket etmişlerdir.

Her ne kadar Askeri Ceza Kanununun 148. maddesi askerlerin siyaset yapması yasaktır demiş olsa da, bunun bir anlamı olmadığı açıktır.

Egemen sınıflar, dayanakları ordunun yıpranmaması için ''ordunun politikayla ilgilenmediği'' yalanını yayıp durmuşlardı ve ne gariptir ki, bir gece iktidarı zorla gaspeden Amerikancı cuntanın lideri EVREN, hemen her konuşmasında orduya, genç subaylara, ''politikayla uğraşmayın!'', ''biz sadece beş MGK üyesi o da zorunlu olduğu için...'', ''Türk ordusu hep politika dışı kalmıştır'', ''ordu kışlasına dönecektir'' demeyi alışkanlık haline getirmişti.

Onlara göre TC ordusu dünyada politikayla uğraşmayan tek orduydu. L. Amerika orduları politikayla uğraşırdı ama kendileri uğraşmazdı. L. Amerika orduları darbe yapardı ama kendilerininki darbe değil ''müdahale'' idi. Kısacası hep en doğruyu, en iyiyi onlar yapardı.

Burada ordu-politika ilişkisini daha iyi kavramak için Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'na bakmak yeterlidir. En başta orada yazılanlar, ordunun her an müdahalesini meşru kılmaktadır. Oligarşinin ve emperyalizmin çıkarlarını koruyan ordu, ''kollamak'' ve ''korumak''ı yasal hale sokarak, istemediği gelişmelerde açık faşist diktatörlüğün yolunu açmıştır. Sözkonusu yasanın 35. maddesi şöyle der:

''Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır.''

Hatırlatmak isteriz; 65 yıllık TC tarihinde sıkıyönetim olağan bir yönetim biçimi olmuştur. 29 Ekim 1923'ten 19 Mart 1987'ye kadar geçen sürenin 25 YIL 4 AY 19 GÜN'ÜNDE ÜLKE SIKIYÖNETİMLE YÖNETİLDİ. Yani ORDU YÖNETİMDE OLDU. Ve yine, bu süre içinde, 12 Mart'lar, 12 Eylül'ler yaşandı. Ayrıca ordunun politikaya bulaşmadığı tezini yine kendi generalleri Bedrettin DEMİREL yalanlıyor. Şöyle diyor B.DEMİREL:

''Dev-Kurt... yıllardan beri vardır. Bu 12 Eylül'de zuhur etmiş bir plan değildir. Hatırlıyorum, 1965'te de devleti kurtarma planları yapılıyordu. Devlet görevini yapamayınca, 12 Eylül'de Dev-Kurt kuvveden fiile çıktı.'' (Org. B.DEMİREL, A.KAHRAMAN'la röportajından, 14.9.1988 Milliyet)

İşte bir dönem II.Ordu komutanlığı yapmış, 12 Eylül'ü örgütlemiş bir general yıllardır varolan programlardan, program çalışmalarından söz ediyor. Bunlar politika ile uğraşmak değil midir? Ordu yıllardır politikanın içinde dendiğinde hep ''komünistlerin iddiası'' denildi. Bugün bunu generaller söylüyor. Hem de cuntanın mimarı olan generallerden biri.

Devleti kurtarma planları Ankara'da, TBMM'nin 200 metre ötesindeki Genelkurmayda hazırlandı. İktidara geldiklerinde memura, işçiye, öğrenciye politikayı yasaklayanlar, derneklerini kapatanlar, politikayı bile sadece kendilerine hak gördüler. Ve bunun sonucudur ki, ordu içinde çeşitli klikler, gruplar, ''Brüksel cuntası'' gibi yapılar ortaya çıktı; tasfiyeler yaşandı, uçaklar uçuruldu, gövde gösterileri yapıldı... Peki bunların hiçbiri politika değil miydi?

Eğer Genelkurmayda 2000'li yılların ''devleti kurtarma'' planları yapılıyorsa, ordu hiyerarşisi buna göre belirleniyorsa, her konuda kendi deyimleriyle ''etüt'' yapılıyorsa, 2000 yılının ''kurtarıcı'' subayı ''sivillere gerek kalmayacak'' tarzda, ekonomisinden siyasetine kadar her şeyiyle hazırlanıyorsa, askeri liseler, harp okulları buna göre öğrenci yetiştiriyorsa, halkın vergileriyle, sağlıktan-eğitimden kısılanlarla lüks okullarda geleceğin ''kurtarıcıları'' bu amaçla yetiştiriliyorsa, ordunun politika dışı olduğunu söyleyenlere ancak gülünür.

Bir başka general, Faik TÜRÜN de şöyle söylüyor:

''1950'li yıllarda Kore'de komünizmle savaştım. 1970'li yıllarda ise Türkiye'de gene aynı ideolojiyle savaştım. İç düşmanlarla uğraştım.'' (Faik TÜRÜN Anlatıyor; Kore'den 12 Mart'a, Tercüman, 6-20 Aralık 1985)

''İç düşman'', ''komünizmle savaş'' bunlar salt faşist işkenceci bir generalin mantığını yansıtmıyor. Bunlar, onlara verilen misyonun F.TÜRÜN'ün ağzından ifadesidir. ''İç düşmanlara'', ''komünistlere'' karşı açılan ''kirli savaş'' bir sınıf politikası, emperyalizmin ve oligarşinin politikası değil de nedir?

Hatırlardadır. 12 Eylülcüler iktidarlarının devamını sağlamak için, faşist bir devlet partisi kurmak amacıyla az mı uğraştılar? Emekçi halka her tür örgütlenmeyi yasaklayan bu zihniyet, politikayla uğraşmıyor muydu?

İsterlerse daha onlarca, yüzlerce örnek verebiliriz. Demagojilerle halkı aldatamazlar! Bir yandan politikayı karalayarak, halka yasaklayarak ortaya çıkarken, diğer yandan politikanın odağında yer alıyorlar. Cuntalar oluşturuyor, örgütler, yapılar kuruyorlar, cunta için ''etütler'' yapıyorlar Genelkurmayın kapalı kapıları ardında.

Asıl önemlisi, politikaya bu kadar ''karşı'' görünmelerinin ardında korku yatıyor. Halkın ve ordunun genç subaylarının bilinçlenmesinden, Amerikancı faşist generallerin sultasına ''dur'' diyeceğinden korkuyor ve o nedenle de ordunun politikleşmesini istemiyor. O zaman ''emir-komuta'', ''koruma ve kollama'' demagojileri açığa çıkacak, onların deyimiyle ''çatlak sesler'' yükselecektir.

Tüm demagojilere ve aradan geçen 8 yıla karşın, ''ordu politika yapmaz'' diyenler hâlâ perde gerisinde politikayı yönlendiriyor, ÖZAL'ın ''biz sadece ekonomiye yön veriyoruz'' sözlerinde itiraf ettiği gibi.

O nedenle, ''ordunun kışlaya dönmesi'' demagojidir. Ordunun daha fazla yıpranmaması için perde gerisine çekilmişlerdir, o kadar. Yoksa OYAK'ı, MİT'i, kontr-gerillası, MGK'daki ağırlığı-bağlayıcılığı ile ruhu ve bedeni yaşamaktadır.

7- ''Kahramanların'' Kahramanlığı Ne Kadar Gerçek!

12 Eylül'ün örgütleyicisinin ABD Büyükelçisi James SPAİN olduğunu, General Bernard ROGERS'ın cunta şefi EVREN'in ''kadim dostu'' olduğunu, Paul HANZE'nin generallere akıl hocalığı yaptığını, CIA istasyon şeflerinin verdiği ''brifing''leri bilmeyen yok gibidir. O öğünülen ordu, ancak halkına karşı ''kahraman''dır. Onlar, emekçi halkın kapılarını kırarak, genç kız ve kadınlara sarkıntılık ederek, işkence yaparak, köy meydanlarında toplu dayak atarak ''kahramanlıklarını'' gösterirler.

Ama akıl hocaları Amerikalılar olunca, asla ''kahraman'' değillerdir. Bir Amerikalı, TC'nin bayrağını yırtabilir, bir Türkiyeliyi öldürebilir, yaralayabilir, işçilere saldırabilir, kısaca her şey yapabilir. Doğal olarak, yargılanması gerekir. Ama bu ülkede suç işleyen Amerikalıya bir şey yapılamıyor. Belki hakkında göstermelik davalar açılıyor ama, nedense (!) bu davalar Amerikalılar lehine sonuçlanıyor.

TC'nin toprakları üzerindeki üslere Genelkurmay Başkanının bile izinsiz giremediği gerçeği ortada tüm çıplaklığı ile duruyor. Bir Amerikalı çavuşun TC ordusu subaylarına komutanlık yaptığı, kat be kat maaş aldığı gerçeği ''kahraman ordu''nun yüzüne çarparcasına duruyor.

1950-60 döneminin Genelkurmay 2. Başkanı Rüştü ERDELHUN, 1958'de İzmir'de SİX ATAF (ABD 6. Taktik Hava Kuvvetleri) karargahında yapılan bir toplantıda, Amerikan generallerine; ''BU MEMLEKET BİZİM DEĞİL SİZİNDİR'' diyordu...

Daha yakın zamanlarda İncirlik Amerikan Üssü'nde çalışan işçilere Amerikalı çavuşlar tarafından kurt köpekleriyle saldırıldığında işçiler yerlerde sürüklenip tartaklandığında ''kahramanlar'' susuyorlardı. Böyle bir şey olmamış, Amerikalılar kurt köpekleriyle işçilere saldırmamış gibi davranıp, üstelik konuyla ilgili haberin basında yer almasına yasak koyuyorlardı.

Başbakan ULUSU hükümetince 200 milyar liralık para bastırılıp, icazetli devlet partisi MDP için bir kısmını harcayacak kadar etkili ve yetkili generaller, Türkiye halklarının utanç duyduğu bu olaylar karşısında susmayı yeğlediler. Ama ABD karşısında susanlar ne hikmetse Türkiye halklarının karşısında boy gösterirken o kadar etkili ve yetkili görünüyorlardı ki, karşılıksız para basabilir, parti kurdurabilir, istedikleri demeci, bildiriyi ilgili ilgisiz TV'de okutabilirlerdi.

12 Eylül'ün İçişleri Bakanı emekli general Selahattin ÇETİNER, E-5 karayolunun çevresindeki evlerin beyaza boyanmasını istedi. Evlerin güzel durmadığına karar verilmişti. ''Çirkin, derbeder, iptidai'' görünerek Türkiye'nin ''dış itibarı''nı sarsıyorlardı.

Ankara belediye başkanı emekli general Süleyman ÖNDER ise, şoförlerin her gün sakal traşı olmalarını istiyordu. Sakallı şoförlerin çalışma karneleri geri alınacaktı. Şoförler traşlı, simitçiler eldivenli, ayakkabıcılar önlüklü olacaktı. Böylece simitçilerin, şoförlerin, ayakkabı boyacılarının bile şık giyindiği Türkiye'nin dış itibarı artacaktı. Ama dilencilerin, fahişelerin ve uyuşturucu tüccarlarının ne kıyafet giyeceği unutulmuştu!

Kısacası, generaller, trafik sorunundan eğitime, ülke kalkınmasından alabalık üretimine kadar her şeyle ilgilendiler(!) Örneğin Pablo PİCASSO'nun tablosunu kendilerinin de yapabileceğini, bunun kolay bir iş olduğunu keşfettiler. Kafalarındaki fötr, ellerindeki asa ve Atatürk gibi öne uzanan parmaklarıyla her gün TV'de teftiş yaparken gözüküp, halkın sorunlarıyla nasıl ilgilendiklerini gösterdiler. Ama İncirlik Üssü'nü teftiş etmeyi unuttular!

''Memleketi kurtarmak'' adına yola çıkanların bu kadarcık unutkanlığı affedilebilirdi. Hem o kadar çok sorun vardı ki, görev bölüşümü yaptılar ve örneğin cunta sonrası 2. Ordu Komutanı B.DEMİREL ve kurmayları, şimdiye kadar hiçbir ekonomistin keşfedemediği incilerle dolu bir rapor hazırlamak görevini yüklendiler. ''Ülke nasıl kalkındırılır'' sorusuna rapor şöyle cevap veriyordu:

''Tahıl, pancar, kepek, saman, et, yağ, kemik, meyve, palamut, meyankökü, kağıt çöp, vs. milli iktisadi politikamızın değişmez ilkeleri olarak gözükmektedir.'' (Eylül İmparatorluğu, E.TUŞALP, s. 206)

Evet, generaller, çöple samanla ülke ekonomisini düze çıkarmayı, kalkındırmayı amaçlıyorlardı.

Ülkeyi çöp ve samanla kalkındırdıktan sonra, sıra yeni, eski tüm silah arkadaşlarını bir makam sahibi yapmaya gelmişti. Nerede bir emekli general varsa 12 Eylül sonrası göreve getirildi. Belediye başkanları, bakanlar, müsteşarlar kısaca tüm devlet görevlileri emekli generallerden oluşturulacaktı.

12 Eylül generalleri beyaz boyalı evler, üniformalı simitçiler, sakal tıraşı olmuş kravatlı şoförler istiyordu. Bir de çöple, meyankökü ile kalkınacak bir ülke...

Kendilerini ve yakınlarını zengin etmek için ülkeyi satılığa çıkaranlar; halkımıza baskı, işkence, katliamı reva görenler; halkımızın onurunu ayaklar altına aldıranlar, Türkiye halklarının karşısında ''kahramanlık'' taslarken aslında bir Amerikan çavuşu kadar bile yetkileri olmayanlar; Amerikan üssüne izinsiz sokulmayanlar; çapsız generaller, halkımızın kaderini ellerinde tutanlar iyi tanınsın istiyoruz. Gerçekten ülkesine ve halkına hizmet duyguları ile ''vatan görevi'' diyerek kışlaya koşanlara komutanlarını iyi tanımaları çağrısı yapıyoruz. Yurtsever asker ve subaylar, Amerikancı ''kukla'' generalleri iyi tanımalıdır.

8- Kim Dost Kim Düşman ve Orduya Yaklaşımımız

Buraya kadar, örnekleri ve gelişmeleri ile birlikte ordunun niteliğini vermeye çalıştık. Unutulmamalıdır ki, bizim gibi ülkelerde her zaman, ordu hep ''gizli iktidar'' olmuştur.

Bir milyonluk çapıyla dev bir görünüm veren ordunun bağımsızlık savaşı vermekten bugün bağımsızlık savaşlarını boğan orduya nasıl geldiğini tarihsel gelişimi içinde inceledik. Emperyalizmin gizli işgal ordusu haline gelmiş olan faşist orduyu oluşturan asker ve subayların kökeni nedir? Faşist olarak nitelediğimiz ordunun tek tek mensuplarını faşist olarak mı görüyoruz?

Biz Marksist-Leninistler, olaylara ve kurumlara sınıfsal olarak bakarız. Bu anlamda kurum olarak orduyu faşist ve karşı-devrimci görmekle birlikte, tek tek askerleri ve subayları faşist olarak görmüyoruz. Orduya niteliğini veren üst kadrolardır, generallerdir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ile tam bir çıkar birliği oluşturan generaller, gerek görevli oldukları dönemlerde, gerekse emekliliklerinde işbirlikçi tekellerden ''çöplenmekte'' ve oligarşinin temsilciliğini yapmaktadırlar. Ancak oligarşinin dağıttığı bu ''ulufelerden'' asıl yararlanan ve artık burjuvalaşmış olan generaller olup, daha alt kadrolar kırıntılarla yetinmektedirler.

Kendisi bir kast olan ordu da kendi içinde kastlara bölünmüştür. Dinlenme kamplarından orduevlerine kadar her yerde subaylarla astsubayları birbirinden ayıran, daha üstte ''paşa sultası'' oluşturulan orduda tam bir sınıf ayrımına gidilmiştir.

Mensuplarının %30-40'ının esnaf, %20-30'unun devlet memuru, %15-20'sinin işçi, %8-11'inin subay-astsubay ve %2 ile 4'ünün avukat, doktor kökenli ailelerden geldiği orduda, subaylar, genelde emekçi tabakalardan gelmelerine karşın, aldıkları ideolojik eğitimle içinden geldikleri halka yabancılaştırılıp, eğlencesinden alışverişine kadar her şeyiyle halktan uzaklaştırılır. Bununla amaçlanan, emekçi çocuklarını halka karşı kullanmaktır. Bir üniversite mezununun devlete maliyetinin 600 bin TL. olduğu dönemde, bir teğmenin devlete 6-7 milyona mal oluşu halk çocuklarının ''devşirilmesinin'' pahalıya mal olduğunu gösteren bir örnektir. Ancak, pahalıya da mal olsa oligarşinin çıkarı, devletin bekaası sözkonusu olduğu için oligarşi bu fedakârlığa katlanmaktadır. Ve nasıl olsa bu faturayı da halk ödemektedir.

Görevleri döneminde ''sus payı'' verilerek susturulan ve oligarşiye hizmet eden generaller emekliliklerinde de holding ve banka yönetim kurullarıyla taltif edilmekteyken alt kademe subay ve astsubaylar emekliliklerinde unutulmaktadır.

Umumi Mağazalar A.Ş. yönetim kurulu üyeliğine getirilen Faik TÜRÜN; Kutlutaş Holding yönetim kurulu üyeliğine getirilen Kara Kuvvetleri eski komutanı Namık Kemal ERSUN; Yapı Kredi Bankası yönetim kurulunda görev alan I.Ordu eski komutanı Doğan ÖZGÖÇMEN; Türk Ticaret Bankası yönetim kurulunda görev alan Müştak KAÇMAZ ve holdinglerde, bankalarda görev alan nice general hangi hizmetlerinin, hangi becerilerinin karşılığında bu göreve layık görülmüşlerdir acaba? MİT raporlarında mafya ile, kaçakçılarla, hayali ihracatçılarla yakın ilişkide adı geçen generallerde olduğu gibi, görevleri döneminde yaptıkları hizmetten dolayı mı?

Üzerine çokça laf edilen ordu, altı deşildikçe, onyıllardır perdelenen gerçekler bir bir ortaya çıkmaktadır. İşte, alt ve üst kadroları ve onların da altındaki yüzbinlerce halk çocuğundan oluşan erleriyle bu ordu karşısındaki tavrımız, kurum olarak orduyu dağıtmak, ancak erinden astsubayına ve alt düzey subay kadrolarına kadar ordunun tabanını oluşturanlarla tek tek ilgilenmektir. Sınıf mücadelesi, faşist niteliğine karşın orduyu da sarsacak ve başta ordunun emekçileri olan astsubayları ve halk çocukları askerler olmak üzere alt kademeleri etkileyecek ve devrim saflarına kazandıracaktır.

Bizler; ulusalcılığı kalmamış, gayri-milli bir orduya, emperyalizmin gizli işgal ordusuna tavır alıyor ve bir kurum olarak onu karşımızda görüyoruz.

Grevleri kıran, katliamlar düzenleyen, halkımıza işkence ve baskıyı reva gören, sermayenin vurucu gücü olan ordu kurum olarak bizim düşmanımızdır. Zira ordu, gelişmenin, ilerlemenin önündeki engel olarak kokuşmuş düzen de bekçisidir. Eğer emperyalizm ve oligarşi bu ülkede varlığını koruyorsa, bu, ordunun sayesindedir.

Ordu halkın değil, oligarşinin çıkarlarını koruyan bir güçtür. İçinde emekçi çocukları olsa da ona yön veren bütünüyle oligarşinin, emperyalizmin çıkarlarıdır. Bu nedenle, önümüzde kurum olarak duran ordu bizim düşmanımızdır. Kurum olarak bugünkü ordunun yıkılmasından yanayız. Tavrımız bu nedenle kişilere değil, ordu kurumunadır. Hedefimiz ''kriminal tipler'' yaratan işleyişi de dahil olmak üzere bütün olarak ordudur.

Teçhizatından eğitimine kadar, eğitiminden felsefesine kadar emperyalistlerin yönlendirdiği bu ordu, oynadığı rol ile yok edilmeye mahkumdur. İç savaşa göre örgütlendirilen ve asıl tehlikeyi ''içerden'' bekleyen bu ordu halkımızın düşmanıdır. Bu ordu düzenin devamını sağlamaktadır.

Yüzbinlerce asker bizim düşmanımız olamaz.

Ordunun tüm yükünü üzerinde taşıyan, ezilen astsubay ve alt rütbeli subaylar bizim düşmanımız olamaz.

İşkenceci ve faşist yüzü açığa çıkmış subay, astsubay ve erler halkın düşmanıdır. Onları düşman ilan edecek, halkımıza duyuracak, gerçek yüzlerini açığa çıkaracak ve halkın yargısını isteyeceğiz.

Faik TÜRÜN'ler, Turgut SUNALP'ler, Haydar SALTIK'lar, Memduh ÜNLÜTÜRK'ler, Cihat AKYOL'lar, Ali ŞAHİN'ler, Esat Oktay YILDIRAN'lar, Muzaffer AKKAYA'lar, Raci TETİK'ler halka hesap vermekten kurtulamayacaklardır...

Orduya bir kurum olarak yaklaşımımız kuşkusuz, sınıfsal ve siyasaldır. Marksist-Leninistler açık savaş koşullarında bile orduyu oluşturan emekçi çocuklarına karşı son derece dikkatli davranmışlardır. Dünya pratiğimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur.

BATİSTA'nın ordusu ele geçirdiği her gerillayı orada işkence ederek, sorgusuz-sualsiz kurşuna dizerken, Kübalı devrimcilerin esirlerine her zaman iyi davrandıklarını, hatta yaralıları tedavi edip onların bakımını sağladıklarını bilmeyen yoktur. Bu tavır sonucudur ki, ''gerillalar askerleri korur'' anlayışı herkese egemen olmuş. Bu gerçeği kimse yadsıyamamıştır.

Çin'de esir askerleri düğün-bayram yapar gibi uğurlayan, cep harçlıklarını veren Çinli komünistlerin tavrını tüm dünya biliyor.

Ordudaki kastlaşma ve sınıf farklarını kimse gizleyemez. Orduda ezenler-ezilenler vardır. Ezilen, horlanan, yaşam koşulları son derece elverişsiz olan erler, astsubaylar ve alt rütbeli subaylar bizlerin dostudur.

''Paşa sultası''na, generallerin egemenliğine karşı ezilen, horlanan alt kesimlerin haklı ve doğru mücadelesi bizden destek bulmuştur, bulacaktır!

Tüm ihtişamına karşın bu ordu koftur, tarih onu yok edecektir!

Demokratik esaslar üzerine kurulu devrimci halk ordusu halkın desteği ve güveni üzerinde yükselecektir!


(*)TC Ordusu 960 bin kişilik mevcuduyla (NATO kaynakları 960 bin, ordu yetkilileri ise 700 bin civarında olduğunu açıklıyorlar. NATO belgelerinin daha doğru olduğu olacağı inancındağız.) NATO içerisinde asker sayısı olarak ABD'den sonra ikinci büyük güçtür. Ordu mevcudunun ülke nüfüsuna oranı %1.8 dir. Dünyada bu ortalama %0.3 ile %0.5 arasındadır.
Oran olarak baktığımızda tüm yeni sömürgelerde bu kadar yüksek orana İsrail ve Güney Afrika dışında rastlayamayız. Örneğin Arjantin'de binde 3, Brezilya'da binde 1.4, Uruguay'da binde 6.1, Fas'ta binde 6, Mısır'da binde 6, Filipinler'de binde 2.3, Tayland'da binde5, Malezya'da binde 8, Güney Kore'de binde 1.7, dir. (Latin Amerikanın Kesik Damarları, E.GALEANO, s. 277-319)

(**)12 Mart'la yitirilen ordunun prestiji '74 Kıbrıs işgali kullanılarak komuoyunda tekrar onarılmaya çalışıldı.