DHKP/C Şehit Kanı Pazarlayarak Devrimci Olunamayacağını Artık Anlamalıdır'80 öncesinin koşullarında, olay ve gelişmeleri izah etmede kullanılan klasikleşmiş bazı söz ve sloganlar vardı. ''MİT-CİA-Kontrgerilla''ya da ''sosyal faşist'', ''Maocu Bozkurt'' vb. gibi... Bu sözler, kimi siyasetlerce temel bir slogana dönüştürülmüştü. O günkü koşullarda, tüm olay ve gelişmeleri MİT-CİA-Kontrgerilla bağlamı içerisinde düşünenler, öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, her şeyin -ama her şeyin- temelinde bu sözcüklerden oluşan kurumların kadri mutlaklığını görmüşlerdi. Yazılan bir bildiri, siyasi bir analiz bu sözleri kapsamamışsa, o bildiride, siyasi analizde eksiklik görülmüştür, ciddi polemiklere dökülmüştür. Ya da kimi olay ve gelişmeler, Sovyet-Çin kamplaşmasına bağlı olarak, ''sosyal emperyalizm'' veya ''Maocu karşı devrimciler''le açıklanmaya çalışılmıştır. Öyle ki, faşistlerce katledilen bir devrimcinin cenaze töreni bile adeta ''sosyal faşistler''in ya da ''Maocu Bozkurt'' ların lanetlendiği törenlere dönüşmüştür. Bilinir ki, sloganlar siyasetin en özlü, en yalın haliyle yığınlara götürülmesinin kavramlaşmış halidir. Zira, hedefi net ve çıplak gösterme,bir bilinç yaratma işlevi görmeyle yükümlüdür. Yanlış bir politika üzerine kurulduğunda, ne olay ve gelişmeleri izah edebilirsin, ne de yığınlara bu özlü hedefi gösterebilirsin. Tamamiyle bir anarşi ve kafa karışıklığı yaratırsın. Yığınlarda bir bilinç yaratmaktan çok, onları düzene hizmet eden bir konuma düşürürsün. O yüzdendir ki, bu politikasızlık, yığınlarda hedefin net görülmesini perdeleyen bir işlev görüyor. Herkesin -temelsizce- etrafında yarattığı bir düşman ve o düşmanın tüm gelişmelerde, olaylarda oynadığı rol... Tüm olay ve gelişmeler, yaşanılan bu yapay düşmanlara göre belirlenir olmuştur. Her şey burada aranır olmuştur. 12 Eylül cuntasının yenilgiyi sola tattırmasıyla, bu kavramın sığlığı da görüldü. Bu sloganların ve politikaların unutulduğu, artık tarih olduğu bir dönemdeyiz. Ama, o dönemin çarpık ve sığ politikalarının muhasebesi yapılmış, sonuçları ortaya konulmuş da değil. Adeta bir dönem yaşandı ve geçti. Soldaki bu sorumsuzluk bellek yitimi, tarihsizlik, bugün yeni çarpıklıklara taşınmış bir hastalık durumundadır. Bitmez-tükenmez iç düşman tespitleri, yeni bir politikasızlığın, sığlığın, kendini üretememenin ifadesi olarak karşımıza çıkmıştır. Bugün de farklı bir moda var. ''Darbeciler'', ''iç düşman'',''devletin yönlendirdiği kontralar'', vb. Artık her gelişme ve olay bunlarla izah edilmeye çalışılıyor. Açıklama sıkıntısının yaşandığı, zorlanıldığı noktalarda, ''devletin yönlendirdiği kontralar, darbeciler, iç düşman'', vb. teoriler, senaryolar hemen kuruluyor. Neden? Bunda politikasızlığın, bir şey üretememenin payı temel olsa da, devletin tüm bu gelişmelerde kadri mutlaklığını gören bir fobi durumu da söz konusudur. Özünde, kendine güvensizliktir. Mevcut tabloda bu çarpıklığın en temel savunucusu ise DHKP/C'dir. Solda yeni bir kültürün temsilcisidir. Hastalığını her gün biraz daha yayarak, yozlaşmanın mimarı olmaktadır. Devrimci hareketimizden kopup, kendi tekkelerini kurmalarının üzerinden neredeyse 5 yıl geçti. Bu beş yıl boyunca, ''darbeciler''', ''hainler''', ''kontralar'', vb. sözleri tüm politikalarını belirleyen temel olgu oldu. Her olay ve gelişmeyi, hareketimizle ilişkilendirerek açıklamaya çalıştılar. Operasyon yediler, sorumlusu biz olduk. İnsanları yozlaşıp çürüdü, sorumlusu biz olduk. İnsanları devrimciliği bıraktı biz olduk. Eylem yaptık, polisle birlikte yapış olduk. Saldırılarına karşılık verdik, ''polisin zemin desteğiyle bunu yapabildiğimizi'' söylediler. Bunu sola yaymayı amaçladılar. Solda istedikleri etkiyi yaratamadıklarında ise pervasızlaşıp, ''neden kabul etmiyorsunuz, kontra bunlar, kontra, kontra'' çığlıkları attılar. Bu histerik halleri, solu tehdit etmeye, baskı altına almaya yönelik bir tavra kadar vardı. ''Kol-kanat geriyorsunuz, 3-5 kişiyi koruyorsuuz'' gibi ucube düşüncelere savurdu. Çarpık, devrimci olmayan yöntemlerini sola kabul ettiremedikleri noktada, bu kez bu tavrı ''tarihsel düşmanlık''lara bağladılar. Kendini bu denli zorlayan, yeni yeni teoriler üreten bu anlayış, ilkeli ve tutarlı bir devrimcilik yerine, ''madem beni savunmuyorsunuz, o halde sessiz kalın'' mantığından hareketle, pisliklerine,çarpıklıklarına göz yumulmasını istemiş, daha da ileri giderek, ''benim bu çarpık ve çirkin anlayışım yarın size de lazım olur, o zaman da ben sessiz kalırım'' pazarlığına vardırmıştır. Nitekim, bu çarpıklıklarına karşı tavır almış, eleştirmiş tüm yapıların sonraki süreçlerde yaşadıkları olumsuzlukları adeta sevinç çığlıklarıyla karşılamış, politika malzemesi olarak kullanma yoluna gitmiştir. Bu çarpık kafa, bir çok siyasi yapıyı, kendi iç sorunlarını çözmede şiddet kullanma hastalığına itmiştir. Aynı çirkin politikaların uygulayıcısı haline getirmiştir. Duyarsızlığın, ilgisizliğin, sessizliğin yaratıcısı bu kafa yapısı, solda giderek etki alanı bulmuştur. ''Bana ne'' tavrı, bir çok değerin yok olmasına neden olduğu gibi, hastalıklı düşünce, bir çok yapıda yuvalanmaya başlamıştır. ''Yarattığımız tüm değerler, uğruna ödediğimiz bedeller, yarattığımız tüm güzellikler hepimize aittir. Bunların kirletilmesine izin vermeyelim. Kirletenleri, yozlaştıranları mahkum edelim, teşhir ve tecrit edelim, bu hastalığı içimizden atalım. Görülecektir ki, devrimci hareketler arasındaki ilişkiler, düşmana karşı mücadelede dostluğu, birliği, dayanışmayı daha güçlü kılacaktır. Biz buna inanıyoruz. Gereklerini yapmaya hazırız.'' Diyorduk. (1 Ağustos 1997, Devrimci Sol Bildirisinden) Kamuoyuna yaptığımız bu açıklamanın üzerinden altı ay geçti. Bu süre içinde solda gözlediğimiz tek tavır, sessizlik ve tepkisizlik... Sanki ortada iki gurubun düellosu söz konusuydu ve sol da ''bakalım ne olacak'' diye izliyordu. Oysa, o hastalıklı kafa yapısı zaten böylesi bir tavır istiyordu. ''Çürüyün, siz de çürüyün ki, birbirimizden farkımız olmasın'' diyordu. Çürüme etkisini her geçen gün daha fazla göstermiyor mu? Tabi tüm bunları yazarken, söylerken, hiçbir ahlaki ölçüt tanımadılar. Burjuvaziden ödünç alınan psikolojik savaş yöntemlerini, düzenin dezenformasyon yöntemlerini kullanmaktan çekinmediler. Yani kısacası, ''darbecilik fobisi'' onları her olay ve gelişmeyi bizlerle açıklamaya savurdu. Alçakça, her türlü yalan ve iftira atmayı, adeta bir siyasi kişilik olarak benimsediler. Bu mantık, tümüyle devlet kültüründen beslenen, devletin taktik ve yöntemlerini kullanan bir mantıktır. Gündem değiştirmeyi, halkı kendi oluşturduğu yapay gündemlere göre yönlendirmeyi amaçlayan devlet gibi düşünen, hareket eden bir kafa yapısı söz konusudur. Nasıl ki devlet, bir işkence olayının, yada bir köy boşaltmanın, vb. kamuoyunda tartışılmasını engellemek ve hedef saptırmak için gündeme hemen bir kaç asker cenazesini, onların ailelerinin acılarını, gözü yaşlı çoluk çocuğunu alarak ya da bilinçli bir şekilde yarattığı bir provokasyonla ortalığı bulandırıp gündemin üstünü örterek, kamuoyunun düşüncesini farklı bir yöne kaydırmayı hedefliyorsa; çete de aynı yöntemleri kullanıyor. Devrimci hareketimize karşı giriştiği her saldırı ve provokasyonun, iftira ve yalanın altında kaldığında, hemen şehitlerine sarılarak, kamuoyundan kirli yüzünü gizlemeye çalışıyor. Duygusal baskı oluşturarak kendisini tartışılmaktan kurtarmak istiyor. Onu, yeniden karşı saldırıya yönelecek bir silah olarak kullanıyor. Çirkin ve sefilce bir düşünce örneğidir bu. İnsanları katledilen bir devrimci hareket, onların kanları üzerine politika yapma hesabı ile bu tür katliamları ''kontrgerilla cinayeti, katliam, infaz'' vb. söylemlerle geçiştiremez. Bu, kontrgerilla açısından sıradan bir infaz, katliam, vs. olabilir. Ama bir devrimci hareket -hem de silahlı mücadele veren bir devrimci hareket- açısından, kontrgerillanın bu katliamına zemin veren hata ve eksikliklerin sorgulanması, açığa çıkarılması ve tekrarının engellenmesi için önlem alınması gerekir. Ancak, kontrgerillanın katliamlarının insanlar üzerinde yarattığı duygusal atmosferi kendisi için azar olarak gören bir kafa yapısının böyle bir kaygısı yoktur. Onun için sorun, ortaya çıkan bu zeminden en iyi nasıl faydalanacağıdır. Faili meçhul cinayetleri andıran yöntemlerle bir gece evlerinden alınıp, sorgulanıp, katledilen ve ıssız sokaklara atılan Musa ve Hakan arkadaşlarımızın hesabını verememenin çaresizliği, onları nasıl hemen Ankara'da katledilen arkadaşlarına sarılmaya götürmüşse, bugün de yapılan aynıdır. 30 Ocak'ta Adana'da katledilen insanlarıyla, Hamburg'da yaşanan çatışmayı senaryolaştırıp, bağ kurdurup, ''Avrupa'da darbeciler, Türkiye'de kontrgerilla insanlarımızı vuruyor'' gibi alçakça bir demagojiyle duygu sömürüsüne başvuruyor. Bu şekilde kirli yöntemlerini, saldırganlıklarını örtemeye çalışıyorlar. Devrimci harekete olan düşmanlıkları, onları olmadık noktalara savuruyor. 6 Mart 1993'te aralarında Bedri YAĞAN yoldaşımızın da olduğu 5 yoldaşımız katledildiğinde ''Düşman Bedri'yi öldürerek onlara bir önder şehit armağan etti'' diyebilecek bir kafadan, devrimcilik çıkmaz. Çıksa çıksa, halüsinasyon ve kurgu çıkar. Artık şaşırmıyoruz. Bu mantığı tanıyoruz. Beslendiği kaynakları biliyoruz. Siyasi yapılarını, kültürlerini tanımlayabiliyoruz. Herkese kendilerini pazarlayabilirler -ki bunu da beceremiyorlar- ama hareketimizin tek bir insanını dahi bu ucuz yöntemlerle etkileyemezler. Şehit kanı pazarlayarak kendine gelecek sağlamaya çalışan bu kan tüccarlarına diyoruz ki; devrimci hareketin sizi yok etmek, size yönelmek gibi bir derdi yok, bu fobiden kurtulun. İstediğiniz tarzda ''devrimcilik'' yapmakta özgürsünüz, dilediğiniz bataklığa gidebilirsiniz. Ama karşımıza çıkıp, ''sizi yok edeceğiz, size devrimcilik yaptırtmayacağız'' dediğiniz noktada hak ettiğiniz cevabı alırsınız. Daha dün (1997'de) Avrupa'daki siyasi yapıları dolaşıp, ''onları yok edeceğiz, siz karışmayın'' diyen sizdiniz, şimdi yavuz hırsız misali ''varlık nedenleri bize saldırmak'' diyorsunuz. Tasfiyeci çetenin bütün korkusu, devrimci hareketin güç olması, Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu tıkanıklığın son bulması, siyasi arenadaki boşluğun dolması ve kendi varlık nedenlerinin ortadan kalkmasıdır. Devrimci hareket olumsuzluğundan arındıkça, güçlendikçe, korkuları büyüyor. Onları son süreçte bu denli ürküten ve pervasızlaştıran da budur. Dengelerini iyice kaybetmişlerdir. Dürüstçe bir muhasebe yapma yerine bataklığı tercih etmeleri bundandır. 30 Ocak 1998'de Hamburg'da yaşanan çatışma olayından sonra, yakalanan arkadaşlarımızla ilgili oluşturulan senaryo da böyle bir mantığın sonucu biçimlendirilmiştir. Alman kripolarının ve Hürriyet gazetesinin yayınından hareketle, hareketimizi ve insanlarımızı şaibe altında bırakacak açıklamalar yapmaktadırlar. Biz, mafya ilişkileri içinde olan ve her türlü kirli işi yapanların kimler olduğunu biliyoruz. Belçika, Hollanda, İngiltere, vb. ülkelerde kurulan karanlık ilişkilerin yaratıcıları bizler değiliz. Devrimci hareketimiz, 1993'ten itibaren bu tür ilişkilerin tümünü tasfiye etmiştir. Hareketimizi ve tek bir insanımızı böylesi kirli bir işe bulaştıracak tek bir leke süremezsiniz. ''Biz devrimci hareket olarak, tüm solun oluşturacağı bir mahkemede, kirli ve karanlık ilişkilerimiz varsa, hesap vermeye hazırız. Keza tek bir insanımızın kirli işe bulaşması varsa bunun diyetini ödemeye de hazırız.'' (8 Şubat 1998 tarihli Devrimci Sol Avrupa Komitesi bildirisinden) Bu çağrıyı yineliyoruz. Eğer arkadaşlarımızın birinde böylesine bir pislik çıkmışsa, tüm halkımıza özeleştiri vermeye, sonuçlarına katlanmaya hazırız. Çeteciler de buna katlanmaya hazır mıdır? Ya kendi arkadaşlarında çıkmışsa? Böyle feveran etmeleri bundan olmasın? Belgelerin aleniyet kazanması uzun sürmez. Bakalım kimde çıkmış 135 gram eroin? (*) Polisle çalışan insanlarımızın olduğu biliniyor ve söyleniyor öyle mi? Bize tek bir isim verin. Vermezseniz alçaksınız! Veremezsiniz. Çünkü yoktur. Devrimci hareketimiz böyle bir alçaklığa prim vermeyecek denli onurlu ve temizdir. Ama siz, darbeci, kontra çığlıkları atarak, hakkımızdaki ihbarlarınızı, polisle işbirliği yapan insanlarınızı meşrulaştıracağınız gibi sefil bir düşünce içerisindesiniz. Aydınlık gazetesi de '80 öncesi sizin gibi yapmıştı. Devrimcilerin isim listelerini, evlerinin krokilerini yayınlamaktan çekinmemiş ve bunu savunmuştu. Çünkü onun yayınladığı listelerdeki, krokilerdeki isimler, yerler devrimcilere değil sahte solculara aitti. 12 Eylül yargılamalarında ise bu tavırlarını devlete karşı olmadıklarının, onu yıkmaya çalışmadıklarının, aksine ona yardımcı olduklarının delili olarak kullanmışlardı. Gittiğiniz yön size bu sonucu çağrıştırmıyor mu? Polisle çalışan, bilgi aktaran insanlarınızı açıklayacağız korkusuyla, baskın çıkmak için bize çamur atıyorsunuz, ama boşuna. Üstelik bu iddialarınıza dayanak yaptığınız kaynaklar sizi iyice zavallılaştırıyor. Kime dayanıyorsunuz? Hürriyet Gazetesine mi? Alman Kripolarına mı? Dayandığınız kaynaklar Dursun Karataş'la Hüseyin Kocadağ'ın ilişkisi olduğunu, Sami Hoştan'la Dursun Karataş bağlantısını anlatıyor. Ne diyelim, ''kılavuzu karga olanın...'' Bizler, yeni bir ahlakın, yeni bir kültürün temsilcisi olarak kendimizi aday görüyoruz. Sabır ve inadımızla, emeğimizle bunu yaratacağız. Solda yeni bir kültürün temsilcisi olma gibi bir hedefimiz var. Her gün yeni adımlarla, bunu başarmaya doğru yol alıyoruz. Hiç bir kirli işe, namusuzca yönteme başvurmayacak kadar temiz bir siyasetin yürütücüleriyiz. Bağırmanız, çağırmanız boşuna... Kirli yüzünüzü ve kanlanan ellerinizi temizleyemezsiniz. Tarih karşısında mahkumsunuz bir kez. Ne yapsanız kurtulamazsınız. Devrimci hareketimizle ilgili yaratmak istediğiniz şaıbeler, gırtlağınıza kadar battığınız o kirlilikten sizi kurtaramaz, daha da batırır. (*)Arkadaşlarımızın avukatları basına yansıtılan bu olayla ilgili olarak belgeleri aldıklarında açıklama yapacaklardır. Ancak arkadaşlarımızın hiçbirinin evlerinde ya da üstlerinde yapılan aramada eroin, vb. bulunması söz konusu değildir. Bu tümüyle bir çamur atmadan ibarettir. DEVRİMCİ SOL
|