[Devrimci Cözüm Aralik 1999/ Ocak 2000]
SÜREÇ VE BİR KEZ DAHA CEZAEVLERİ ÜZERİNE
Bilindiği gibi 20 Eylül 1999'da başlayarak Ekim ayının basma kadar cezaevleri cezaevlerinde yaşananlar, Türkiye'nin gündemini belirledi. Bu gelişmelerin yarattığı etkiler ise; bugün de güncelliğini ve önemini koruduğu gibi, bu durum uzun bir süre daha güncelliğini koruyacak. Bu süreçte yaşananlara değinmeden önce, kısa da olsa cezaevleri ve mücadeledeki yerine değinmek gerekiyor. Cezaevleri, her şeyden önce bir gerçekliktir, geçmişte de vardı, bugün de var ve gelecekte de var olacaktır. Egemen sınıflar açısından mantığı-işlevi vb. üzerinde durmak da çok gerekli değil. Hemen hemen ilgili her kesim tarafından genel yaklaşım sıkça ifade edilir ve çoğunlukla da doğru tarzda ele alınır. Sınıflar mücadelesinin ayrılmaz bir parçası, alanı, özgürlüğün kısıtlandığı koşullar-zeminlerde yürütülmesi gereken mücadele alanları olarak vb. ifade edilir. Ülkemiz gibi çifte sömürünün çarkları arasında, dizginsiz bir baskı ile yönetilen ülkelerde cezaevleri, bazen tek muhalefet odağı haline gelebilir. Bunun da anlaşılmaz bir tarafı yoktur ve 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası koşullarında, cezaevleri böylesi bir misyon üstlenmiş ve bu misyon gereği, üzerine düşen görev başarılmıştır. Diyarbakır, Metris, Bartın, Antep direnişleri, Ölüm Oruçları vb. bunun herkesçe bilinen örnekleri, tarihsel kesitleridir. 12 Eylül'ün yenilgi koşullarında, yenilgiden ayağı kalkmanın yapı taşlarıdır Türkiye cezaevleri. Gerek Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin, gerekse Türkiye Devrimci-Demokratik Hareketinin '80 karanlığını yırtan en önemli hamleleri, ilk olarak cezaevlerinden, cezaevlerinde yaratılan direniş hattından hücre hücre yeniden örülmüştür. 12 Eylül açık faşizminin yarattığı kanallar yoluyla kendini ve gelecek on yıllarım garantiye almak için, toplumun tüm kesimlerini açık baskı-zor ve katliamlarla sindirdiği, ezdiği koşullarda; teslim alamayıp cezaevlerine doldurduğu binlerce devrimci-yurtsever tutsağın, sonraki süreçlerde cezaevlerini muhalefet odağı halinegetirmesinin ve direnişi örmesinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Bu direnişin dışarıya yansıyan dinamikleri ile, 80'li yılların ortaları ndan itibaren devrimci mücadele yeniden örgütlenmiş ve '80 sonlarında ciddi bir siyasal-örgütsel güç biriktirilmiştir. Dışarıda örgütlenen mücadele ile birlikte, Türkiyeli devrimci-yurtsever güçler -ki yurtsever hareketin '84 Atılımi'nı ayrı tutmak gerekir- toplumsal-sosyal yaşama daha fazla etkide bulunmaya başlamışlar, geniş halk yığınlarım kucaklayarak, muhalefeti örgütleyip önderlik etmeye başlamışlardır. Bu noktada cezaevleri, muhalefet odağı olmaktan çıkmış, dışarıdaki mücadeleye bağlı, ona göre harekete geçen-refleks gösteren bir duruma gelmiştir. Ancak her şeye rağmen, egemenlerin cezaevlerine yönelik saldırı politikaları hiçbir zaman durmamış, hep yeni taktikler geliştirilmiş, uygulanmaya çalışılmış, ancak başarılı olamamıştır. 89'da 1 Ağustos genelgesi ve Eskişehir cezaevinin açılması, sevk ve sürgünlerin yaşanması, direniş ve kayıplar bu sürecin belirleyici kesitleridir. Keza yine 87'den itibaren başarıyla sonuçlanan ya da boşa çıkarılan onlarca özgürlük eylemişle, onlarca siyasi tutsak özgürlüklerine kavuşmuş, dışarıdaki mücadeleyle kucaklaşmaları sağlanmıştır. 90'lı yılların ortalarına kadar cezaevlerinde yaşananların seyri budur. Ancak 90'ların basından itibaren, sosyalizmin dünya genelinde yaşadığı bunalım ve emperyalist Yeni Dünya Düzeni'nin aldığı mesafeyle birlikte, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de devrimci-yurtsever güçler tasfiyeci-sağ bir dalga ile karşı karşıya kaldılar. '80 yenilgisinin sağlıklı bir muhasebesini yapmadan, ya "yeni Amerikalar keşfeden" ya da "yenilmedik, devam ediyoruz" deyip üzerinden atlanılarak geçilen bu gerçeklikle 90'lı yıllara girmeye çalışan sol, elbette dünya üzerinde esen genel tasfiyeci dalgadan etkilenecekti ve bu etkinin çapı-boyutları o kadar geniş oldu ki, neredeyse 10 yıldır süren bu durum, henüz sona ermiş değildir, etkileri yeterince anlaşılabilmiş değildir. Ve adeta bir paradoks halinde daralma-tıkanıklık-kırılma sürekli derinleşmektedir. Gerek tasfiyeci anlayışların daralttığı ilişkiler, gerekse düşmanın yoğun saldırılarıyla birlikte bir güç yitimine uğrayan sol, nitelik ve niceliğinin çoğunu yitirmiş, adeta marjinalleşmiş, kalanın da tutsak olması engellenememiştir. Dolayısıyla son yıllarda, solun nitelik-nicelik önemli bir gücü cezaevlerinde yoğunlaşmış, gerici-faşist yasalar ve uygulamalarla ya hükümler verilmekte ya da on yıllara varan tutukluluk halleri devam etmektedir. Cezaevlerinde süreç böyle işlerken, 'dışarıdaki' tablo nedir? Tasfiyeciliğin ideolojik-siyasi-ör-gütsel boyutları, sosyalizmin dünya çapında yaşadığı gerileme-yenilgi, örgütsel olarak gerilemiş, sıkışmış, "marjinal' hale gelmiş örgütlenmeler, gelişen reformist-revizyonist hareket, dünya genelinde 21. Yüzyıla girilirken teslim alınmaya çalışılan son direniş odakları; silahlı mücadele yürüten hareketler, Latin Amerika, Kürdistan, Ortadoğu vb. Tüm bunları anlayabilmek, yorumlamak, politika üretmek, taktik geliştirmek noktasında refleksleri zayıflamış bir sol. Geçmişte söylediklerin! tekrar eden, 20 yılda hiçbir şey yaşanmamış gibi düşünen, yorumlayan ve hareket eden sol. Pratikten hızla sökülüp alınan ve uzaklaştırılan, cezaevlerine sıkıştırılan-kapatılan sol. Sorunlara kafa yormayan, gelişme dinamiklerini yitiren, sürekli kan kaybeden, buna rağmen soyut söylemde kaba bir ajitasyon-propagandada ısrar eden bir sol. Genel gelişmeleri anlayamadığı gibi, birbirini de anlamayan, bunun için kendini zorlamayan, tek basma 'zafere kilitlenen' yaklaşımları mutlaklaştıran ve kitlesine de bunu empoze eden sol. Ve giderek varlık nedeninden, devrimden, mücadeleden ve kaynağından, ideolojiden, halktan ve işçi sınıfından uzaklaşan sol. Neredeyse cezaevi dışında tüm mücadele alanlarım "tatil" eden, cezaevleri dışında varlık gösteremeyen-gösterme çabasını ortaya koymayan ve dolayısıyla da cezaevleriyle sınırlı düşünen-üreten-yaşayan-yaşatan sol. Gerçeklik işte budur. Cezaevleri; genel devrimci mücadelenin bir parçası olarak, mücadelenin bir alanı olarak değerlendirildiğinde, genel strateji-taktiklerin de bir parçası olarak görülür. Mücadelenin seyri, çapı ve dinamikleri ile birlikte bir işleve sahip olur ve gereği bu alanda da yerine getirilir. Doğru olan budur. Yani dışarıda yürütülen mücadele esas, cezaevlerinde yürütülen mücadele de buna bağlıdır. Dışarıda yaprağın bile kıpırdamadığı koşullarda, muhalefet odağı olarak üstelenilen misyona yukarıda değinmiştik. Bu tarihsel kesitte cezaevlerinde yürütülen mücadele, dışarıyı canlandıran, harekete geçiren bir rol oynamıştır. 1994-95'ten itibaren de; gerek yaşanan tasfiyeci dalga ile birlikte mevcut gücün-olanakların yitirilmesi, gerek nitel-nicel birikimin geri kalanının büyük bir kısminin cezaevlerinde olması, gerekse de bu nesnel gerçekliğin -ki burası önemlidir- çarpık kavranarak, dışarıda mücadelenin yeniden örülmesi çabaları yerine, daha çok cezaevleri merkezli politika, taktik ve pratik üretilmesi, cezaevlerini son yıllarda oligarşinin öncelikli hedefleri arasına koymuştur. Bu noktada oligarşi, gerek kendi iç çelişki-çatışmalarında, gerek farklı güç odaklarına mesaj vermek istediğinde, işe cezaevlerinden başlamıştır. Elbette tüm bu saldırı politikalarında devrimci-yurtsever güçler de hedeftir ve onlara da gerekli mesaj, en sert biçimde verilmiştir, verilmektedir. Cezaevlerinin düşürülmesiyle, devrimci hareket teslim alınmaya, tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Devrimci hareketin zayıf halkasını da bu nokta (yani cezaevlerinde yaşam savaşı vermesi) oluşturmaktadır. 93 yılından 95'e kadar cezaevlerinde, en küçük hak gaspları gündeme geldiğinde 40'lı-50'li günlere varan açlık grevleriyle karşılık verilmiş ve direniş hattı izlenmiştir. Bazı cezaevlerinde neredeyse bir AG bitmeden diğerine başlanmış, kazanımlar-kayıplar adeta belirsiz hale gelmiş, genel kitlede yıpranma, oligarşi nezdinde ise küçük hak gasplarıyla gündeme gelen sıkıştırma, pasifize etme, yıpratma politikaları gündemde olmuştur. 95'te bununla da yetinilmemiş, Temmuz 95 Buca özgürlük eylemiyle sıkışan-gerginleşen-tıkanan ilişkiler, Eylül 95'te 3 tutsağın katledilmesiyle yeni bir politikanın ilk adımları atılmıştır. Oligarşi, yıllardan sonra -ki benzeri 12 Eylül'de bile görülmemiştir- cezaevlerine katliam politikaları ve pratiğin! dayatmıştır. Ümraniye direnişi ve Aralık yarı-operasyonu -ki 95 seçimleri arifesindedir-, 96 Ocak ayında 4 tutsağın katliyle sonuçlanan operasyonla devam etmiştir. M. Ağar'ın Adalet Bakanlığı'na getirilmesi ile, dışarıda tüm kesimlere yönelik başlatılan baskı-terör, tutsaklara da uygulanmak istenmiş ve Mayıs 96'dan başlayan Temmuz 96'da sona eren SAĞ ve Ölüm Orucu eylemiyle, 12 şehit verilerek, onlarca direnişçinin geri dönüşü olmayan sakatlıklarıyla bu sürecin bedeli ödenmiştir. Sonrasında Diyarbakır cezaevinde Eylül 96'da bir katliam yaşanmış, bu katliamcı politikalar yurtsever tutsaklara da uygulanmış, 10 yurtsever tutsak vahşice katledilmiştir. 96 Eylül'ünden 99 Eylül'üne kadar ise, küçük çaplı AG'ler vs. olsa da, ne kitlesel bir AĞ, ne de ÖO gündeme gelmiştir. Bu süreçte hiç hak gaspı gündeme gelmemiş midir? Elbette gelmiştir. Bu sürecin belirleyici taktiği ise "barikat" kurma ekseninde geliştirilen direnişlerdir. Peki ne olmuştur da 3 yıldır katliam yapmayan oligarşi, 26 Eylül'de Ulucanlar'da operasyon çekmiş, bir çok açıdan öncekilerle kıyaslanamayacak (özü itibariyle de, biçimiyle de) katliam gerçekleştirmiştir? Ve bu katliamın tek nedeni Oda Tipi ya da F Tipi denilen Hücre Tipi Cezaevleri politikasını yaşama geçirmek için midir? Önemli nedenlerden birisi budur ama diğer nedenleri anlayabilmek ve uçlara savrulmamak için yukarıda çizmeye çalıştığımız panoramaya bakmak gerekir. Aksi durumda ya "bunlar kararlı, dediklerini yapacaklar" deyip kırılmaya yol açacak bir sağcılığa, ya da "hücre tipi içindir, hücrelere girmeyeceğiz"de ifadesini bulan, bütün ilişki-çelişkileri yeterince kavramayan solculuğa savrulmak kaçınılmaz olacaktır. Cezaevlerinin egemenler nezdinde iki önemli ayağı vardır. Birincisi ve temel olanı, siyasal tutsaklar, onların mücadelesi ve onları mücadele-ideolojilerinden uzaklaştırmak, düzene entegre etmek için gündeme getirdiği politika-taktiklerdir. ikincisi de, özellikle yeniden yapılanma ile, içeriye alıp gözdağı vermeye çalıştığı bilimum "çete"leri yeniden sürece katmak, eğitmek ve onlar üzerinden yürütülen politikalarla da, cezaevlerini hep gündemde tutmak ve istediği zaman, nereye mesaj vermek isterse, cezaevlerinden, burada yaptığı katliamlarla bu mesajı vermektir. Bunu biraz daha açmak için Eylül 99'a geri dönmek gerekiyor. 20 Eylül 1999'da Bayrampaşa Cezaevinde, sözde rakip çeteler çatışmış, 7 kişi ölmüş, 3 kişi de yaralanmıştır. Sonradan ortaya çıkan ayrıntılara baktığımızda olayın boyutları ve çok yönlülüğü daha iyi anlaşılacaktır. Çatışan "çete"lerin bir tarafı Alaattin Çakıci'nın adamları, bir tarafı da sabık Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral'ın yeğeninin koruması olan Hakan Çillioğlu'dur. Bu büyük çatışmadan önce Mehmet Ağar, bir tutukluyu cezaevinde ziyaret etmiş, ardından uyuşturucu kaçakçısı bir tutuklu infaz edilmiştir. Sonrasında ise Hakan Ural -ki bu ismi babası Selçuk Urai, kız-kardeşi Aslı Urai, Tevfik Ağansoy cinayeti, A. Çakıci'nın ilişkilerinde, Karagümrük çetesi vb. görmek aktık alışılagelmiş bir oiaydır.- cezaevinde Çakıci'nın adamlarım ziyaret etmiştir. Daha sonra 20 Eylül'de bu iki çete çatışmış, 7 ölü, 3 yaralı ile çatışma sona ermiştir. Rakamlar ürkütücüdür. Öldürülen Kenen Ali Gürsel (Çakıci'nın yeğenidir)'in kasasında 5 milyon dolar, evet yanlış duymadınız 5 milyon dolar bulunmuştur. Sonrasında ne olduğu meçhuldür. Aynı kişinin cezaevi müdürlerine ve personele milyarlarca lira rüşvet verdiği ortaya çıkmıştır. Bundan istanbul C.Başsavcısı Ferzan Çitici de nasiplenmiştir. Rüşvetin adı da "sevk için alınan borç para’ya dönüştürmüştür. Devletin kendi açıklamalarıyla, saldırganlar "7 kapı aşıp 425 metre yürümüşlerdir." 7 kapıyı da makinalı-otomatik silahlarla açmışlardır. Yine kendi açıklamalarıyla A. Çakıcı "çizilmiştir". Kısacası cezaevlerinin bir ayağı uyuşturucu-kara para ve her türlü yasadışı "çete" işinin merkezidir ve bu artık bilinçli bir politika-pratik olarak yürütülmektedir. Bu noktada onlarca piyen (tutuklu, müdür, gardiyan vb.) feda edilmektedir. Bu, Susurluk süreciyle açığa çıkan kontrgerilla devletinin önemli birayağının cezaevlerinden daha resmi-açık ve kolayca yürütülen ilişki ağıdır. Bu elbette devrimcilerin bildiği-söylediği-yazdığı-çizdiği bir durumdur. Ancak üzerinde durulması gereken nokta, çeteler rantı paylaşırken, çatışıp birbirlerine kırdırılırken, bundan cezaevlerinde bulunan siyasi tutsaklara düşen paydır. Bunun için de 22 Eylül'de Adalet Bakanı H. Sami Türk'ün yaptığı açıklamaya bakmak yeterlidir; "Koğuştan oda sistemine geçilmeli." Bu, siyasi tutsaklara saldırı işaretidir aynı zamanda ve bu işaretin gereği, işareti veren de devreden çıkarılarak 26 Eylül gecesi ve 27 Eylül sabahı Ulucanlar cezaevinde yerine getirilmiştir. Ulucanlar; cezaevlerinde mevcut saldırı politikalarının bir üst aşamasıdır. En vahşi katliamlardan birisidir. Özüyle, biçimiyle diğer katliamlardan farklılıklar arzediyor. Çoğu, örgütlerin cezaevi sorumluları ve temsilcileri olmak üzere 10 devrimci tutsak vahşice katledildiler. Neden 26 Eylül, neden Ulucanlar, neden en vahşice yöntemler ve daha da önemlisi kime, neyin mesajı cesetlerimizle verilmek istendi? Tüm bu soruların cevabı verilmek zorundadır. Birincisi; öncesi ve sonrası ile birlikte değerlendirildiğinde, oligarşi içi çelişkilerin çatışmaya dönüşmesi, birbirine üstünlük sağlama manevralarının başlangıcıdır. Çatışmanın ekseni, ABD'-nin denetiminde ve yönlendiriciliğinde restorasyona taraf olanlar ve karşı çıkanlardır. Bunun merkezinde de Kürt sorununun çözüm yöntemi, AB ilişkileri, Yunanistan ve Kıbrıs, MGK'nın işievinin sınırlandırılması vb. sorunlar vardır. (2000 yıiinın Mayıs ayında, bu çatışma "Cumhurbaşkanlığı seçimi" ile doruğa çıkacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçimi, bu ülkede hep sorun olmuştur. 80 öncesi böyledir, 80 sonrası böyledir, 93'te böyledir, 2000'de de böyle olacaktır. )Sorunlarını çözmeye çalışırken karşılaştığı güçlüklerden sonra, çözüm yöntemi ve ilişkilerini ortaya çıkaran bir katliamdır. Kısaca "biz sorunları çözeriz ama kendi geleneksel yaklaşımımızla, yöntemlerimizle ve devlet anlayışıyla" mesajı veriliyor. İkincisi; burjuva siyasal partilerde dahil, tüm kesimlere "ayaklarım denk alma" tehdididir. 26 Eylül katliamından sonra Tansu Çiller'den Recai Kutan'a, DYP'den FP'ye kadar bir çok kesimin "katliam sorgulayan" sözde demokrat-insan hakları savunucusuna dönüşmeleri bundan dolayıdır. "Vura vura öldürdüler" diyen CHP ve onun lideri Altan Öymen'i de unutmamak gerekir; sanki 95'te, 96'da onlar başka türlü öldürüyordu! Üçüncüsü; devrimci güçleredir. Hücre Tipi Cezaevlerinin kapışı gösterilmiş, daha genel olarak da "herkesi hizaya getirdiğim yerde, hala direneceğiz diyorsunuz, ben de böyle ezerim, hem de en niteliklilerinizi seçip katlederim" mesajı verilmiştir. PKK'li tutsakların duruşu, katliamı hem teknik, hem de siyasal olarak kolaylaştırıcı etken olmuştur. Bazı cezaevlerinde farklı duruş sergilemeleri bu gerçeği değiştirmiyor ve PKK'li tutsakların "süreç bunu gerektiriyor, provokasyona gelmeyeceğiz" vb. söylemleri gerçekçi olmayacaktır. Bunun yeniden eleştiri-dostluk ölçüleri içerisinde tüm tutsaklar tarafından değerlendirilmesi gerekir. Dördüncüsü; Bayrampaşa'daki çatışmayla da, "sizi içeri alıp legalleş-tiriyoruz, bizim denetimimizden çıkmayacaksınız" denilerek, çeteler hizaya getirilmeye çalışılıyor. Bu noktada daha önce çok atıp tutan Karagümrük çete-sinin "bu işler bizi aşar, M. Duyar'ı biz öldürmedik" vs. demesiyle mesajın bir ölçüde alındığı gösterilmektedir. Neden Ulucanlar? sorusunun cevabı ise şudur: böylesine güçlü-pervasız-vahşice ve her kesimi hedefleyen mesaj, kontrgerilla cumhuriyetinin merkezinden, başkentinden verilebilirdi ve öyle yapılmıştır. Merkez Kapalı'daki idari sorunlar ise hemen her cezaevinde az ya da çok, tutsaklar ve idare arasında var olan sorunlardır. Belki de aylarca önce planlanan katliamın Ulucanlar'da tezgahlanması, planın en belirgin yanlarındandır. 26 Eylül Ulucanlar katliamının Ecevit'in ABD gezisinin başladığı güne denk gelmesi ise, dışarıdan dayatma yapan güçlere mesaj niteliğinde olmasıdır. ABD'ye ise, elinde 10 devrimcinin kanıyla bağlılıkları yeniden sunulmuştur. Sonrasındaki gelişmelerde bu mesajlara çerçeveyi de genişleterek yeni mesajların eklenmesini beraberinde getirmiştir. Devrimci yurtsever güçlere de cezaevi üzerinden mesaj verilmek istenmiştir. Aynı günlerde Güney Kürdistan seferine de çıkılmış, Kuzey Kürdistan'da da operasyonlar düzenlenmiştir. PKK'ye verilen mesaj; atılan geri adımlarla yetinilmediği, topyekün teslimiyetin dayatılmasından başka bir anlam taşımamaktadır. Cezaevlerinde bir taşla bir çok kuş vurulmak istenmiştir. Bir ölçüde başarılı olduğu da söylenebilir. Devrimci güçlere; yeni bir süreç başlattık, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, istediğimiz zaman, istediğimiz biçimde girer katlederiz, kimse de bunun önüne geçemez mesajı verilmiştir. Ayrıca yurtsever tutsakları da genel kitleden kopartarak, en azından nicelik olarak oldukça sınırlandırılmış devrimci güçlere her türlü saldırı daha kolay dayatılır-sonuçalınırtarzda bundan sonra da uygulanacağı anlamına geliyor. Bu aynı zamanda "bakın PKK'liler yok" denilerek toplum üzerinde daha yaygın karşı propagandanın da zeminini yaratmak demektir. Reformistler ise neredeyse bir yıldır Af ile oyalanmaktadır. Elbette bunda yurtsever hareketin girdiği rotanın payı belirleyicidir. Af için eylem üstüne eylem yapan reformcular, tutsaklar vahşice katledildiğinde "hem içindeyiz, hem dışında" oyunu oynamışlardır. Af komedisi ise, devlet tarafından katliamın gerekçelerinden biri yapılmak istenmiştir neredeyse. "Af için ayaklandılar" vs. denilerek bu noktada kendi basiretsizliklerini de gizlemiş olduklarını sanıyorlar. Devrimci güçler saldırıyı nasıl karşıladı, hangi sonuçları çıkardı ya da doğru bir değerlendirmenin yöntemi ne olmalıdır? "(...) '96 SAĞ ve ÖO özelinden geçmişe, doğru bir tarzda yönelip değerlendirmek, doğru sonuçlar çıkarmak mümkün olmazsa, bunun yapılamadığı koşullarda yeni saldırılara karşı doğru politik üretim, taktik zenginlik ve pratikle karşılanmasını beklemek bir başka yanılgı olacaktır." (Devrimci Çözüm, Ekim 1997,Sy.8,Sf.10) Türkiye devrimci hareketlerinin '96 SAĞ ve ölüm Orucu özelinde geçmişi ve bu eylemi ne kadar doğru değerlendirdiği, ne ölçüde sonuçlar çıkardığı, Ulucanlar katliamı sürecinde üretilen politika, taktik ve pratikte de ortaya çıkmıştır. Ancak hiç değilse bu sürecin değerlendirilmesi sağlıklı bir zemine oturtulmalı ve bu derslerle geleceğe yönelinmelidir. Ulucanlar katliamına dönersek; Saldırı medya tarafından bilinçli bir biçimde 9 saat gizlenmiştir. Bu aynı zamanda eş zamanlı olarak başka cezaevlerine de girmeyi düşündüklerini gösterir. Nitekim Bartın ve Aydın, bu noktada zorlanmıştır ama sonrasında operasyondan vazgeçilmiştir. Saldırının önceki saldırılardan farklı özellikleri olduğunu ifade etmiştik. Yukarıda genel olarak nesnel duruma değindik. Bazı yanlarına açıklık getirmek gerekiyor. Saldırı planlıdır, plan gereği saldırıdan sonra şevklerin yapılacağı muhtemel cezaevlerinin (Burdur vb.) idareleri ve savcıları değiştirilmiştir. Adı "nokta" operasyonu olan bu taktik, daha sonraki uygulamalarında başvuracakları bir taktiktir, önemlidir. Cezaevindeki idari sorunların yarattığı gerginlik nedeniyle günlerdir cezaevi kapışı önünde bekleyen aileler, operasyon yapılacağı andan saatlerce önce toplu olarak gözaltına alınmış ve operasyon başlatılmıştır. "İfadelerim alma" gerekçesiyle gözaltına alınan aileler, operasyon tamamlandıktan saatler sonrasına kadar gözaltında tutulmuş ve daha sonra serbest bırakılmışlardır. Adalet Bakanlığı devre dışı bırakılmıştır. Ecevit'in ise yaptığı açıklamalardan operasyonu bildiği ama kapsamı ve etkilerini yeterince bilmediği, tahmin etmediği anlaşılıyor. Çünkü hedeflerden birisi de DSP ve onun bakanlığı olan Adalet Bakanlığıdır. Operasyonda belirleyici güç, Genel Kurmaydır, içişleri Bakanlığı koordinatördür. Ecevit'in "İçişleri Bakanı ile istişare halindeyiz" demesi ve İçişleri Bakanının "devletin otoritesi görülecektir" demesi bundan dolayıdır. Cezaevi idaresinin (savcı, müdür, gardiyanların) istihbaratçı-faşist kesimi operasyonda yer almış, işkence ve infazlara katılmışlardır. Bunun dışında cezaevi idaresinin "çekilmek" dışında bir rolü yoktur. Ordu ve polisin özel timleri operasyonu gerçekleştirmiştir. Hedef; genel konjonktürel gelişmelerle birlikte, uygun olursa birkaç cezaevinde, olmazsa lokal olarak Ulucanlar'da, devrimci bir zeminin, alanın ortadan kaldırılmasıdır. İlk kez bir katliamda hedefler özel olarak seçilmiştir. Katledilenlerin bir kısmı örgütlerin cezaevi sorumluları ya da temsilcileridir. Dışarda faaliyet yürüttüklerinde örgütlerinin merkezi örgütlülüklerinde yer alan şehitler vardır. Ulucanlar'ın fiziki koşullar, operasyonu kolaylaştıran bir rol oynamış olmasına rağmen, amaç, en nitelikli unsurları katlederek, hem diğer yöneticilere, hem de genel kitleye mesaj vermektir. "Bu işleri bırakın, sonunuz onlar gibi olur!" Bu, rehabilitasyonun çok önemli unsurlarından biri olmaya aday bir yöntemdir. İlk kez bir katliamda, biyolojik madde olduğundan şüphelenilen bir sıvıyla tutsaklara işkence yapılmıştır. Cinsel organlar kesilmiş, Kürdistan'da gerillaya yıllardır uygulanan insanlık dişi yöntemler cezaevine taşınmıştır. Bu, özel kuvvetler ve polis özel timinin marifetinden başka bir şey değildir. Bir operasyonda ilk kez, etkisi ve derinliğinin işin kendisini çok aşan bir noktaya geldiği görüldüğünde, öngörülen kadarından vazgeçilmiş, yapılanın üstünü örtmek için her türlü yöntem kullanılmıştır. Tüm burjuva basın bu noktada yönlendirilmiş, "mehmetçik"liklerini kanıtlama şansı verilmiştir. Cenazelere yasa! otopsi yapılması engellenmiş, tüm gösterilere -kim, nerede, nasıl yaparsa yapsın- müdahale en sert haliyle yapılmış, yüzlerce insanın öldüresiye dövüldüğü, gözaltına alındığı bir tarz hakim kılınmıştır. Gözaltına alınanlara TEM'de "sizi de dize getireceğiz" tehditleri savrulmuş, hazırlığın boyutları böylece açığa vurulmuştur. Devrimci tutsaklar ne yaptılar? Katliamın duyulmasından sonra bir çok cezaevinde direnişe geçildi. Rehin alma, barikat, sayım vermeme vb. tarzında eylemlilikler gündeme geldi. Talepler iletildi ve pazarlıklar başladı. Karşılıklı olarak sinirlerin iyice gerginleştiği noktada anlaşma sağlandı ve eylemler sona erdi. Sonucunu hazmedemeyen devlet, medya aracılığıyla "MGK Eylül Toplantısına mesaj" niteliği taşıyan "olacağı buydu, sonunda pazarlık yapıldı, anlaşma sağlandı" vs. diyerek, MGK'nın yeni katliamlara davetiye çıkarmasın! ve kendi kan içicili-ğini bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Devrimci örgüt ve gruplar ne yaptı, saldırıyı nasıl yorumladı, sonuçlarım nasıl değerlendirdi? Bu hayli geniş bir yelpaze. Kısa da olsa bunlara değinmek gerekiyor. Bunun için de öncelikle neden cezaevi katliamı, neden Ulucanlar'a cevap vermek gerekiyor. Kabul edelim ya da etmeyelim; sol bugün dışarıda marjinaldir, içeriye yani cezaevlerine sıkışmıştır. Dolayısıyla da cezaevleriyle başlayıp biten bir politik üretime, taktik geliştirmeye ve pratik uygulamaya sahiptir. Bu nesnel bir gerçekliktir. Son beş yıldır, politik üretim ve pratik yönlendirme cezaevlerinden yapılmaktadır. Bu, dolayısıyla hem solun cezaevlerine abartılı bir misyon biçmesini beraberinde getiriyor, hem de egemenler sola mesaj vermek istediklerinde cezaevleri üzerinden bu mesajı veriyorlar. Dolayısıyla da tüm dünyamız, cezaevleri, Hücre Tipi, Barikat, AĞ, SAĞ vb. ekseninde dönüyor. Bu kadar sıkıştık, darlık yaşıyoruz, tıkandık ve daha da doğrusu kınımaya doğru yol alıyoruz. Dışarıdaki mücadeleye bağlı, ona paralel yürümesi gereken alan, onun yerini almışsa, elbette farklı politikalara, bu politikaların pratik amaçlarıyla karşı karşıya kalacaktır. Neredeyse dışarıdaki mücadeleyi içeriye bağlayacağız. Hatta bunu ciddi ciddi düşünüp politik argümanlara katanlar bile var. 91 Konsepti ile dışarıda; yurtsever hareketin kitleselleşmesinin önüne Vedat Aydın cinayetiyle, devrimci hareketimizin önüne 12 Temmuz katliamı ile geçilmeye başlanmıştır. Keza 92'de Newrozla başlayan süreç, 16-17 Nisan katliamları, Kürdistan'da 50'ye yakın gerillanın katledilmesiyle doruğa çıkmıştır. 93-94'te yine dışarıda onlarca katliam gerçekleştirilmiş, yurtsever hareketin de maddi olanaklarının orijinleri hedeflenmiş, onların ortadan kaldırılmasıyla da sonraki sürecin yönelimi başarıya ulaşmıştır. Bu örnekler şundan dolayı verilmiştir ve önemlidir; devrimci mücadelenin asli dinamikleri ve örgütlenmeleri dışarıdadır ve bu noktada hedef olmalarından daha doğal bir şey yoktur. Dışarıda esamemizin okunmadığı yerde, bunun nedenleri üzerinde kafa yorup tasfiyeci dalgayı püskürtemediğimiz yerde, elbette cezaevleri "merkez" olacaktır. Egemenlerde merkezleri hedef alıp, her türlü yöntemle saldırılara girişeceklerdir. İçeriyi merkez almak, son beş yılın eksik-hatalı ve yetersiz yaklaşımlarının ürünüdür. Gelinen aşama ise yenilgiye dönüşebilecek bir kırılmanın ipuçlarını da içinde barındırmaktadır. Şüphesiz ki egemenlerin temel hedefi, sınıflar mücadelesini yenilgiye uğratmaktır. Cezaevleri de bu mücadelenin bir parçasıdırlar ve düzene entegrasyon dayatılmıştır, dayatılacaktır. Devrimci yurtseverlerin görevi de devrimci mücadeleyi yükseltmek ve zaferle, devrimle taçlandırmaktır. Bunun bir ayağı da cezaevleridir ve dışarıdaki mücadeleye bağlıdır, ona paralel yürür. Ne önünde, ne de arkasında olmalıdır. (Kuşkusuz cezaevlerinin öne çıktığı istisnai durumlar olmuştur ve olacaktır. Ancak bunun genel ve olağan durum halini almaşı söz konuşu olamaz.) Oysa bugün Türkiye solunun cezaevleri cephesinde önemli zaafları vardır. Mücadelenin temel alanı olarak görüp öyle kaimasını istemek gibi eksik bir yaklaşım hakim kılınmıştır. Bu, dolayısıyla her gelişmeyi cezaevleri, Hücre Tipi vs. ile açıklamaya ve yanılgıya götürüyor. Neredeyse müzmin "barikatçılık" hastalığına tutulmuş durumdayız. Direnmek, saldırıları boşa çıkarmak başka bir şeydir, saldırı-direnişle yatıp kalkmak başka bir şeydir. Hücre tipleri 10 yıldan beri egemenlerin cezaevleri politikaları olarak hep gündemdedir. Buna yönelik siyasi iradeyi sağlamış gibi görünseler de -ki son operasyonda bunun da zaaflı olduğu ortaya çıktı- teknik açıdan hayli eksiklikleri vardır. Bunu iki yıl önce de yazdık, şimdi de yazıyoruz. Türkiye "özel güvenlikli" cezaevlerini ha deyince yaşama geçirebilecek bir devlet, bir ABD, bir Almanya vb. değildir. Ancak bu; hiçbir zaman yapmayacağı anlamına gelmez. Bunun hazırlıkları yıllardır yapılıyor. Bir kısmı hazır hale geldikçe saldırılar yeniden gündemde olacaktır. Yukarıdaki psikolojiyle hareket etmek; insan öğütmek, moral değerlerde yıpranma ve ideolojik olarak kırılmayı beraberinde getirir. Devletin amaçladığı hedeflerden biri de budur. Korku salarak vazgeçirmek, itirafçılaştırmak ve düzene yeniden adaptasyon. Doğru tespitler yapılıp, politik-taktik zenginlikle pratik örgütlenemezse, en güçlü olduğumuz alanda da zaafa düşmek kaçınılmaz olacaktır Direniş psikolojisi, barikat psikolojisi, katliam beklentisi psikolojisi sorgulanmak; politik-örgütsel doğru sonuçlar çıkarılmak gerekliliği vardır. Bu yapılamadığında "CMK" ya da başka bir organizasyon, adı ne olursa olsun, her anlaşmada masaya daha geri taleplerle gitme durumunda kalacaktır. Yeri gelmişken CMK (Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu)'na da değinmek gerekiyor. CMK, yukarıda sözünü ettiğimiz objektif gerçekliğin bir sonucu olarak cezaevlerinde gündeme gelmiş, genel merkezi örgütlenmedir. 96 SAĞ ve ÖO sürecini örgütlemiş, zaaflı-yeterince esnek olmayan taktikleriyle gereğinden fazla kayba yol açmıştır. Sonrasındaki iç çatışma ve tartışmalar, oldukça güçten düşürse de, alternatifin olmaması devam etmesini beraberinde getirmiştir. Son saldırıdan önce bileşenleri ciddi bir tartışma içerisindeyken, saldırı anında ve süresince gelişmelere yine damgasini vurmuştur. Anlaşma metnine bakıldığında, neredeyse, "şu cezaevindeki şu tutsak, şu cezaevine getirilsin" keyfiyeti ve ciddiyetsizliği hakimken, Buca Cezaevinin tasfiyesi, merkeze bir süreliğine dokunmama ekseninde karara bağlanmış gözükmektedir. CMK; 26 Eylül'ü, Eylül basında görme yeteneği göstermiş, girişimlerde bulunmuş, ancak operasyonun önüne geçememiştir. Doğru olan ise; 10 kişi vahşice katledildikten sonra değil, daha önceden "dolu" cezaevlerine yönelik taktik geliştirmek, oraları "şişirmekten" çok, yükü daha da hafifletip bir kısım hükümlüyü başka cezaevlerine gönderebilme yeteneğini sergileyebilmektir. Tüm bu eksikliklerin giderildiği noktada bile, egemenlerin politika-taktik ve saldırıları hep olacaktır ve bunun için gerekçe bulmak hiç de zor bir şey değildir. Bu noktada 26 Ekim tarihinde Gebze Özel Tip Cezaevi'ne yönelik operasyona değinmek gerekiyor. 24 Ekim'de idareye sığınıp itiraflarda bulunan iki hainin itirafıyla, 26 Ekim'de cezaevine "katliam", sevk-sürgün amaçlı bir operasyon düzenlenmiştir. Konjonktürün uygun olmaması ve tutsakların doğru yaklaşımları ile tehlike! şimdilik savuşturulmuştur. Operasyona gerekçe yapılan, itirafçıların itirafı ile ortaya çıkarılan tüneldir. Özgürlük tutkusu, tüm siyasi tutsakların tutkusudur ve bunu örgütlemekte haklı olduğu gibi görevidir de. Bu; her dönem, her cezaevinde gerçekleştirilecek bir eylemdir. İdareye sığınma ve ortaya çıkarılan tünelin gerekçe yapılması, operasyona girişilmesi, yukarıda açıkladığımız durumdan bağımsız değildir, sadece pratik güncel bir örnektir. Ulucanlar'dan sonra benzer bir operasyon tehlikesiyle karşı karşıya kalan Gebze Cezaevi'ne muhtemel müdahale olasılığı -ki bunun için gelinmişti- düşünülerek siyasi tutsakların bulunduğu tüm cezaevlerinin idare ve dış güvenlikleri uyarılarak eş zamanlı müdahalelerin de, eyleme ortak tepki vermenin de önlemi alınmıştır. Ulucanlar; bu noktada da sonraki operasyonlara örnek olacak tarzda geliştirilmiştir. Örneğin olmayan "tünel" operasyon gerekçesidir. Operasyondan bir hafta sonra tünel anca kazılmış ve mizansen tamamlanmıştır. "Shongun"-lar kullanılmış, av tüfeği ise sergilenmiştir. Kartontahtadan yapılmış tiyatro malzemeleri, "silah var, kleş var" denilerek ahlaksızca-utanmazca sergilenmiştir. Pankartlar, idare kanalıyla alınan araç-gereçler, şehitlerin resimleri vb. akla gelen ve cezaevlerinde bulunan şeyler suç unsurları olarak gösterilmiş, bahçede kahraman mehmetçik kanalıyla sergilenmiştir. (Benzer durum Gebze Özel Tip Cezaevi'nde de yaşanmıştır.) Operasyon sonrasında açıklamayı Adalet Bakanı ya da bir yetkili yapmamış, "ismi açıklanmayan" jandarma görevlileri yapmıştır. Adalet Bakanı ise ancak4. Gün açıklama yapma hakkını kazanmıştır. Direnişlerde "gerekli olmayan" aşırılıklar ise, Çanakkale Cumhuriyet Başsavcısı gibi katliam tüccarlarının rantiyeciliğine prim verdi. Devlet; cezaevlerini hücre evi olarak gösterdi, direnişte bazı yaklaşımlar buna meşruluk kazandırdı. Duvarlara yazı yazmalar, idare binalarına yapılan tahribatlar, tahrike yönelik girişimler vs. Rehin almanın bundan sonra zorlaşacağı, derin devlet güçlerinin "her gün 20 askerimiz ölüyor, 20 de gardiyan olsun" yaklaşımı, bundan sonra belirleyici olabilir. İnfaz koruma memurlarına yönelik hiçbirfarklı yaptırımın gündeme gelmemesi olumluluktur. Ancak bu memurların daha sonra TEM'de başlarına neler geldiği, nasıl yönlendirildikleri dikkate alınmak zorundadır. "Devlet, cezaevlerinde otorite sağlamak için ciddi biratılıma girdi" diyen Ecevit, devletin kendisine ve çağdaşı, kaderdaşı Demirel'e karşı yaptığı-yapacağı hamleleri savuşturmakla meşguldür. Sonuç olarak; Marksist-Leninistler bir olguyu tüm yönleriyle değerlendirip sonuç çıkarmak zorundadırlar. Bu aynı zamanda diyalektik yöntemin gereğidir. Son saldırılar, topyekün bir saldırının başlangıcıdır. Her kesime mesaj verilmek istenmiştir. Buna devrimci örgütler ve tutsaklar da dahildir. Sadece tutsaklara ve Hücre Tipi'ne geçmektir vs. demek, yeterli gerekçe değildir ve daha da fazla hataya zorlar. Bunun önüne geçmek, sosyalizmin sorunlarına kafa yormak, devrimin-örgütün-mücadelenin sorunlarına kafa yormaktan geçer. Kendimize güveni esas alan, tasfiyecilikten kopuşu hedefleyen ideolojik-siyasi-örgütsel-pratik bir çabanın asli unsurları olmadıkça, içinde bulunduğumuz tıkanıklığı, kısır döngüyü aşmak mümkün olmayacaktır, ne dışarıda, ne de cezaevinde. Kendimize, gücümüze güvendim, haklılığımıza, halkımıza güvenelim ve mücadeleye her alanda sıkı sıkıya sarılalım. Başarmanın yolu buradan geçiyor. Başaracağız.