[DEVRIMCI ÇÖZÜM theoretik yazıları]
Marksizm, çarpıtılmış toplum ve birey ilişkisini, burjuva ideolojisine karşı savaşımla yerli yerine oturtmuş, birey ve toplum ilişkisinin örgütlenmeye yansıyan boyutlarına da açıklık getirerek, sınıf mücadelesinin öznesi olan örgütü, kolektif bir yapı olarak görmüştür. Sınıf savaşımında önemli bir unsur olan örgütlenme tarzı, Marksizmin bu teorik belirlemesinin ışığında biçimlendi. Sosyalizm maddi bir gerçekliğe dönüşürken, toplumun örgütlenmesinin muazzam gelişimi, kolektivizmin uygulanış biçiminde görüldü. Parti ve örgütlenmelerin gelişmişlik düzeyi, politika ve taktikteki zenginlik, bireyin buna katılmadaki yönelimi, o örgütün ve partinin kolektiviteyi uygulamadaki başarısıyla ilintiliydi. Sosyalizm, dünya ölçeğinde bir sistem olarak varolup, emperyalizm karşısında bir blok oluşturmasıyla, gücünü doruğa ulaştırdı. Ancak bu süreç, aynı zamanda sosyalizm cephesinin kendi içinde parçalanmasını da yarattı. Artık sosyalist sistem kamplara bölünmüş, dünya devrimci hareketlerinin de cepheleşmesine neden olmuştu. Bu cepheleşme, sosyalizmin uygulan-masından, toplum ve birey ilişkisinin ele alınışına, örgüt ve mücadele anlayışına kadar bir dizi farklılığı ve bu farklılığın yarattığı bir anlayışı biçimlendirmişti. Marksizmin her ülke özgülünde ve örgütlenmede hayata geçirilmesi, zenginleştirilmesi, yeniden üretimi yerine, kutupların ürettiği örgüt ve sosyalizm anlayışı baz alındı. Bu durum, devrimci örgütlenmeleri kısırlaştıran, teorik üretimde tembelleştiren, tıkanmalarına yol açan önemli bir öğe olarok devrimci hareketlerin karşısına çıktı. Bu tıkanma Türkiye devrimci hareketlerinin tümünde, örgüt ve sosyalizm anlayışlannın ciddi sorgulamasının ve tarihsel bir hesaplaşmanın yapılmayışından dolayı devam etmektedir. Toplum ve birey ilişkisi, örgüt ve kadro ilişkisi, örgütlenmenin temel çalışma ilkesi olan kolektif anlayışa göre ne yeniden tanımlanabildi, ne de özeleştirel bir yaklaşım gösterilebildi. Ya dogmatizme sarılarak tutuculaşan bir örgütlenme olarak kalmaya devam edildi, ya da yıkıntının altında, düzene entegre olan bir yapı... İşte tüm devrimci hareketlerde, toplum ve birey ilişkisinden hareketle, orgütlenmeye yaklaşım biçiminde ortaya çıkan çarpıklık, daha çok kendini kolektivizmin kavranması ve uygulan-masında ortaya koymuş durumda. Örgütlenmenin kolektif çalışma tarzı ve işleyişinden uzaklaşması, devrimci hareketlerde bir dizi olumsuz sonuçların doğmasını da beraberinde getirdi. Kolektivizmin gözardı edilmesiyle örgütlenmede bir çok olumsuzluğun yaşanması, bireyin katılım gücünü engelleyen bir takım faktörlerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Zira bireyin katılımının, üretkenliğinin arttığı, zenginleştiği noktada başlayan kolektivizm, tersine, bireyin katılımının, üretkenliğinin, zenginliğinin bittiği bir noktaya dönüşmüştür. Oysa salt bilimsel doğrular değil, pratik deneyimimiz de göstermiştir ki, kolektivizm, insana etkin, üretken ve katılım yönü olan bir alan sundukça, gerçek anlamda uygulama alanı bulmuş demektir. Diğer yandan bir örgütlenme, yukarıdan dikte edilen şeyleri hayata geçirmeye çalışan bir yapı özelliği taşıdıkça, düşünmeyen, üretmeyen, katılım yanı olmayan ve tartışmayan kuru bir yapıya dönüşür. Kolektif tartışan, üreten bir yapı olma özelliği olmadıkça, karar ve eylem birliğine ulaşma düzeyine de varamaz. Tartışma, düşünce alışverişi, karar sürecini oluşturan bir irade birlikteliğine vardıkça kolektiviteyi sürekli yenileyen, ilerleten, geliştiren bir dinamik olur. Bu nedenle, düşünce üretiminde, politika oluşturulmasında devrimci hareketin unsurlarının özgürce katılımı, yukarda merkezileşmiş kararların uygulanmasını sağlayan diyalektik sürecin bir gereğidir. Yoksa, her şeyi kolektivizm adına merkezden bekleyen örgütlü yapılar, kaçınılmaz olarak bürokrasiye varırken, kadrolarda ise düşünce tembelliği ortaya çıkar. Bu yaklaşım, politika üretiminde cesaretsizliği, inisiyatifin kullanılamamasını, giderek körelen bir bireyi yaratır. Kolektivizm, bireyin bu verimsiz ve kısır anlayıştan arınarak, düşünce zenginliğinin getireceği, karar ve eylem birlikteliğine ulaşma çabasına varmasını sağlar. Bireyin özgürleşmesi, kendi düşüncesinin üretildiği alana, pratiğe yönelerek, kolektiviteyi besleyen birey olmasıyla başlar. Türkiye devrimci hareketlerinin kolektivizmi kavrayış eksikliği, onu çarpık bir tarzda hayata geçirmesi, salt örgütlenmeyi tıkayan değil, tasfiyecilikte de önemli bir rol oynayan, kadroların etkin katılımım engelleyen, onun kendi davasına, mücadelesine yabancılaşmış bireye dönüştüren bir rol oynamaktadır. Oysa kendi iradesi ve katılım yönü olan bir kadro, devrimci hareketin tüm politikalarında, irade ve eylem birliğine ulaşmış kararlarında kendini göreceğinden, özgürleşme mücadelesinin düşünce ve pratiğine etkin katılımında kendini esirgemeyecektir. Bir başka deyişle, edilgen kalmayacak, yabancılaşma yaşamayacaktır. Başta da belirttiğimiz gibi, bugün solun tümünde, kolektivizme özel vurgular yapılmasına karşın, bu kavramın özüne uygun davranılıp-davranılmadığı, yanlış ve çarpık uygulamalara gidilip gidilmediği ayrı bir tartışma konuşu. Ancak asıl sorun, politika ve taktikleriyle, örgütlenme ilkeleriyle, daha önce bağlı bulundukları (Çin, SSCB, Arnavutluk, vb.) kutuplarla, ciddi ve tutarlı bir hesaplaşma yapabilmelerinden geçiyor. Devrimci hareketimiz açısından da, geçmişte bu kavramın özüne uygun davranılıp davranılmadığı bir muhasebe sorunudur. Ve bugün devrimci hareketimiz bu kavramı özüne uygun tarzda hayata geçirme çabasındadır. Bu aynı zamanda bir muhasebedir de. Bugün sivil toplumcu anlayışların kapitalizmin "birey" kavramım yüceltmeleri, kolektivitenin bireyi körelttiğini, zenginliğini yok ettiğini söylemeleri, devrimci hareketlerin kolektiviteyi uygulamadaki yanlışlığının, çarpı klığının olumsuz sonuçlarından beslenmektedir. "Birey mi, kolektivite mi?" gibi bir sorun, sivil toplumcu anlayışların kafa karışıklığının bir sonucudur. Birey ve kolektivite birbirini yadsıyan değil, birbirini bütünleyen, ilerleten, geliştiren olgulardır. Ama devrimci hareketlerin yanlış pratikleri ve bunun yarattığı olumsuz sonuçlar, sivil toplumcu anlayışların bu olumsuz sonuçları devrimcilere karşı kullanmalarına gerekçe olmuştur. Bu tür anlayışların hayat bulmaması, devrimcilere karşı kullanacakları kozların verilmemesi, devrimci çalışma tarzı olan kolektivizmin doğru uygulanmasından geçiyor.. Devrimci hareket olarak, bu sorunu hem bir eğitim süreci olarak anlıyoruz, hem de kolektivitenin yanlış uygulamalarından kaynaklanan olumsuz sonuçların beslediği, güçlendirdiği sivil 'toplumcu görüşlere karşı ideolojik bir mücadele olarak görüyoruz. Zira bu sorunu salt bir örgütlenme ilkesindeki bozukluk açısından değil, sosyalizmin uygulanma alanında, yani bir bütün olarak üretimde, toplumda yarattığı çarpıklık, vb. gibi geniş anlamda düşünüyoruz. Düşünmek zorundayız. Elbette ki, konumuz açısından geçmişte, kolektivizmin yanlış ve çarpık uygulanmasından, devrimci hareketimiz açısından yarattığı olumsuz sonuçlar, konunun esas yönüdür. Ama sorun bu denli dar değildir. O nedenle yer yer, konuyla bağlantılı noktalara değinilecektir. Bugün bu çalışma tarzının yaşamda tüm pratik faaliyetliliğimizin temelini oluşturmasını istiyorsak ve geçmiş çarpıklığımıza yeniden düşmek istemiyorsak, bu temel ilkenin işlevine uygun anlam kazanmasını sağlamalıyız. O nedenledir ki, bu kavramın tüm devrimci hareket kadrolarınca bilince çıkarılması devrimci bir görevdir de. Hiç bir toplumsal sınıf belli bir örgüte sahip olmaksızın güç ya da iktidar olamayacağı gibi, hiç bir örgüt de kolektif yapılar olmaksızın sağlıklı, üretken politikalar oluşturamaz, irade ve karar birlikteiiğine varamaz, (*) mücadelede etkinlik sağlayamaz. M-L tarzda örgütlenmek, kolektif olmak demektir. Örgütlenme ve kolektivizm birbirlerine bağlı diyalektik bir bütündür. Bilinmelidir ki, örgütlenme her şeyden önce ortak bir amaç doğrultusunda karar ve irade birlikteliği yaratmaktır. Kolektivizmin de anlamı buradadır. Ozcesi, kolektivizm ortak karar ve irade birlikteliğini oluşturma ve bu doğrultuda pratiğe yönelmedir. Bundan anlaşılması gereken bir çok insanın birlikte çalışabilmesi, güçlerini, yeteneklerini ortaklaşa kullanmaları ve ortak karar doğrultusunda birlikte hareket etmeleridir. Kolektivizm modern anlamda Marksizm'le birlikte, devrimci özünü, anlamım, toplumsal ilerlemenin itici gücünü oluşturan bir kavrama ulaşsa da, insanlığın ilk evrelerinden itibaren varolan bir olgudur. İnsanlık tarihi incelendiğinde, kolektivizmin ta ilkel toplumdan itibaren, insanlığı doğaya karşı mücadele içerisinde ilerleten, onu toplumsal varlık olma koşuluna getiren bir olgu olduğu görülecektir. Bu olgu olmasaydı, insanoğlunun çetin doğa koşullarına ve vahşi hayvanlara karşı kendi kendisini savunma ve varlığım yaşatması da mümkün olamazdı. Eğer insanlık tarihinin o ilk gelişim evresinde, insanın bu ortaklaşa mücadelesi olmasaydı, insanlık tarihi daha o ilk evresinde son bulmuş olacaktı. insanlık tarihimizin gelişmesin! sağlayan bu çalışma (kolektivizm) yaşam koşullarının zorunlu kıldığı o ilk evrelerden başlayarak insanoğlunun bağrında varlığım bugüne kadar sürdüre gelmiştir. İnsanlık tarihinin gelişme lokomotif ini oluşturan kolektivizm, bir devrimci hareket içerisinde ne kadar güçlü ve etkin yaşanırsa, örgütlenme ve mücadelede de o denli güçlü bir gelişim yaşanır. İlerleme ve yenilenme sürekli kılınabilir. Devrimin sağlıklı temellerde gelişimi sağlanmış olur. Bugün devrimci hareket içerisinde bu kavramın bilince çıkarılması ve bu yönde adımların atılabilmesi için, her şeyden önce bu kavramın önündeki olumsuzlukların da irdelenmesini gerektiriyor. Tarihsel ve toplumsal yapımızın geriliği, kapitalizmin çarpık ve bireyci kültürüyle birleşerek toplumda varolan dayanışma dinamiklerini de yok etmiş, tamamıyla bencil ve bireyci yaşamı egemen kılmıştır. Özel mülkiyetin insan toplumları üzerindeki olumsuz etkisi, kapitalizmin gelişmesiyle daha perçinleşmiş, insanlığa bencilliği, bireysel yaşamı esas alan bir kişilik yaratmış, bir kültür oluşturmuştur. Bugün kapitalizm, toplumumuzun dinamiklerini çarpıtarak, toplumda kendi arasında varolan bağları da parçalamış, bırakalım toplumu, aile fertlerinin dahi bir zorluğa birlikte katlanması mümkün olmaktan çıkmıştır. Kapitalizmin, insana dayattığı tek şey, kendi yaşamı, üstün gelme yarışı ve çıkarıdır. O nedenledir ki, toplumumuzda bireyci yaşamın onlarca alışkanlığı devrimci hareketin şarlarına akarken, ortaklaşa üretip yaşamı dönüştürmenin adı olan kolektif örgütlenmeler, bu olumsuzluktan payını alabilmektedir. Bu olumsuz durum devrimci hareket saflarına katılan tüm insanlarda etkisini göstermektedir. Genelde devrimci hareketlerin tümünde, özelde devrimci harekette bulunan insanların birbirleriyle çekişme, üstünlük kurma, kariyerizm vb. hastalıklarının temelinde, kapitalizmin bu bireyci kültürü ve alışkanlıkları yatmaktadır. Eğer insanlar birbirini tamamlamaya, eksikliklerini gidermeye, birlikte üretmeye, birlikte karar vermeye yönelik değil, birbirleriyle çekişmeyi, en basit yetersizlikleri, hatayı çatışma nedeni yapabiliyorsa, keza bazı özelliklerini ve görevlerim arkadaşlarına, çevresine bir üstünlük olarak yansıtabiliyorsa, bu ancak kapitalizmin bireyci kültürünün devrimci saflardaki etkisi olabilir. Buna karşı savaşım, kolektif çalışmayı esas almaktan geçiyor. Zira bireysel çalışmanın ve alışkanlıkların panzehiri kolektif çalışma ve alışkanlıklardır. O nedenledir ki, devrimcilerde, devrimci saflarda karar ve irade birliği yaratılamaz, yerleştirilemezse toplumda güçlü kitle eylemleri ve kitle örgütlenmeleri yaratmak da mümkün değildir. Devrimci hareket kadroları arasında güçlü bir kolektivizm yaratılamadıkça, kitlelerin karar ve irade birliği etrafında yönlendirilmesi sağlanabilir mi? Kendini örgütlememiş, örgütlenme ilkesine göre şekillendirmemiş, çalışma tarzım buna göre biçimlendirmemiş bir kadro kitlelerin örgütlü bir güce dönüşmesini nasıl sağlayabilir? Şu kesin ki, bunu sağlamak ancak kadrolar arasındaki irade ve karar birlikteliğinin kolektif temelde oluşmasıyla mümkün. Devrimci anlamda kolektivizm, komite esası üzerine biçimlenen ML partilerin ve devrimci hareketlerin çalışma ilkesi olarak kavranılmalıdır. Devrimci hareketlerin ve partilerin komite vb.esası üzerine kurulması, bireysel çalışma ve yönetme anlayışım engelleyerek örgütlenmede güçlü bir irade ve karar birlikteliğini sağlar. Kolektif çalışma ilkesinin anlamı şudur: Komitenin gündeminde olan önemli tüm temel sorunların çözümü doğrultusunda alınan tüm kararlar, kolektif düşünce ve tartışmaların ürünü olmalıdır. Komite içerisinde yer alan, onun tüm faaliyetlerinden sorumlu olan kadrolar, hem sorunların çözümünde söz sahibi olmalıdır, hem de kararların alınmasında, hayata geçirilmesinde katılım yönünde etkin olmalıdır. Bir komite içerisinde yönetici kişi veya kişilerin elması, kolektif kararların alınmasına ve kolektif bir yönetimin oluşmasına engel değildir. İşte ML bir parti ve örgütlenmenin temel çalışma ilkelerinden olan kolektivizm anlayışının anlamı budur. Bunun hayata geçirilmediği parti ve örgütlenmelerde bireyci çalışma egemen olacağından edilgen veya sekter, bürokrat, dağıtıcı kişiliklerin örgütlenmede egemen olması da kaçınılmaz olur. Yeni bir toplumsal sistemi esas alan, bu anlamda iktidar mücadelesinin-temel öznesi olan devrimci bir örgütlenmenin önündeki sorun salt bununla da sınırlı değildir. Sorun bir toplumu değiştirmenin, dönüştürmenin ve yeniden örgütlemenin sorunudur. O halde bir toplumu kapitalizmin bencil ve bireyci alışkanlıklarından ve yaşam tarzından tümüyle kurtarmak, yeni bir yaşam tarzım ve alışkanlıklarım vermek, yeniden örgütlemekse, bunun muazzam bir güçle gerçekleştirilebileceği bilinmelidir. Bunun yarının sosyalist toplumunu kuracak, inşasına öncülük edecek örgütlenmenin güçlü, kendini sürekli yenileyen, bütün zorlukların üstesinden gelecek son derecede gelişkin düzeyde olması şarttır. O yüzden devrimci hareket açısından sorun salt kadroların bu kolektif çalışma ilkesine uygun davranışı değildir. Bir bütün olarak bu ilkeye uygun kitlelerin de kucaklanması, gelecek toplumun nüvelerini şimdiden atmaktır. Bir örgütlenme, sosyalizmin, sosyalist toplumun nüvesi olmalıdır. Bir çekirdektir. Bu çekirdek kendini ne denli gelişkin ölçütlere vardırırsa, toplumun örgütlenmesini o denli güçlü başarır. işte bir devrimci hareket kadrosu, bu çekirdeğin güçlü oluşumuna gereken önemi verebilmeli, çabasını yüksek düzeyde gösterebilmelidir. Bu çabanın aksine, bulunduğu alanda örgütlülüğünü yaratmıyor, bunun yerine bireysel çalışmayı ve kendine bağlı bir örgütlenmeyi egemen kılıyorsa, devrimci harekete en büyük kötülüğü yapıyor demektir. Böylesi bir anlayış içerisinde olan bir kadro, ne kadar çalışkan ve cesaretli olursa olsun, fazla bir anlam taşımaz. Devrimci hareketin bütün faaliyetlerinde başarının kriteri karar ve irade birlikteliğinin oluşmasından geçer. Devrimci harekette konumu ne olursa olsun, ister devrimci hareketin en üst düzey yöneticisi olsun, isterse bir kadro, bulundukları alanı ve sorumluluğun gerektirdiği ilişki ağma bağlı olarak örgütlenmeyi kolektivizm esası üzerine kurmuyorsa dağıtıcı fonksiyonları taşıyor demektir. Böyle bir ortamda kişisel çekişmeler, anarşi, özerk eğilimler kaçınılmaz olur. Tümüyle kapitalizmin hastalıklarım, oligarşinin yaratmak istediği ortamı kendi ellerimizle devrimci harekete taşıyan insanlar oluruz. Yalnız burada kimi zaman anlaşılamayan veya yetersiz kavrandığı için soru olarak karşımıza çıkan ve örgütlenmede gereksiz tartışmalara, zaman harcanmasına yol açan bir noktaya değinmekte yarar var. Bireysel davranmak ile bireysel inisiyatifi birbirine karıştırmamak gerekir. Bireysel davranmak, kendi içinde keyfiyeti taşıdığından kuralı olmayan, rahat, sadece bildiğin! ve kendine uygun olanı yapan, o an koşullar nedir diye düşünmeyen, insanların düşünce ve önerilerine değer vermeyen bir tarzdır. Bireysel inisiyatif ise, bireylerin ortak amaçlar ve kararlar doğrultusunda olaylara ve gelişmelere kişisel müdahale etme yeteneği demektir. Ve kolektivizmle içice, onu güçlendiren bir yandır. Bilinmeli ki, kadro olay ve gelişmeler karşısında yerinde müdahale gücü ve yeteneği gösterirse gelişmenin önünü açar. Ama kadro sorumluluk sahibi olmaktan çıkar, kural ve ilkeleri unutur, keyfi ve rahat davranırsa, gelişmenin önünün tıkayan, örgütlen-meye zarar veren bir inisiyatifin uygulayıcısı olur. Doğru bir inisiyatif, olaylara, gelişmelere, hareketin birliğim bozmadan, yerinde müdahale gücü içermelidir. Bu anlamda kişisel inisiyatif hareketin kolektif iradesine uygun olduğu ölçüde anlamım bulur. Yararlı bir işlev görür. Zira her şeyden önce inisiyatif kolektivizmi tamamlayarak onu pratikte somutlaştırma amacı gütmelidir. Çünkü bu iki öğe birbirine bağlıdır ve birbirlerini güçlendirirler. Kolektivizmle inisiyatif arasındaki bu bağın kavranamadığı veya koparıldığı anda kadroyu sağ veya sol anlayışlara savurabilir. içinde inisiyatif taşımayan bir kolektivizm sağ bir anlayışı doğurur. Ve kadroyu edilgen, kendi yolunu çizemeyen, gelişmelerin altında kalan, sorunlar karşısında çaresiz kalmaktan kurtaramaz. Buna karşılık içinde kolektivizmin ruhunu taşımayan bir inisiyatif de, sol anlayışa savurur. Ve kad''oyu otorite tanımazlığa, bireyciliğe ve giderek anarşizme sürükleyebilir. Demek ki bu tür sapmalara yol açmamak için kolektivizm ile inisiyatif arasındaki diyalektik bağın iyi kavran maşı gerekiyor. Zira sorunların ele alınışında ve çözümleme süreçlerinde ortaya çıkan kararların pratikte hayat bulması önem kazanmaktadır. Yani örgütte ortak bir irade birliğinde gerçekleşen kararın asıl anlamım bulması için kadroların inisiyatifinin devreye girmesi şarttır. Çünkü karar alındıktan sonra, iş kadroların bu kararı nasıl hayata geçirebileceklerine bağlıdır. Bu noktada inisiyatif gündeme girer ve inisiyatif, kadroların alınan kararları hayata geçirmede gösterdikleri azim ve yaratıcılık gücüdür. Örgütlenmenin gelişmesi, ilerlemenin sağlanabilmesi, yeninin ortaya çıkma zemini, ancak mücadelenin sürekli kılınabilmesinden geçiyor. Toplumsal çatışmanın tarafıysak, bu çatışmayı sürdürecek olan örgütlenmenin sağlam temeller üzerinde inşa edilmesi şarttır. Bu şart, geçmişte örgütlenmede yaşanan bir çok çarpıklığın sorgulanmasını gerektiriyor.. Ancak bir devrimci hareket kendini sorgulama, doğruyu tespit etmekle sınırlarsa, bu sorgulamanın sonuç yaratması yeniyi ve gelişmeyi sağlaması mümkün olamaz. Örgütsel gelişim sürecimiz incelendiğinde görülecektir ki; hiç bir zaman kişilerin üzerinde şekillenen bir örgüt anlayışı savunulmamıştır. Ama hiçbir zaman da bütün tarihsel süreç boyunca gerçek anlamda kolektif bir yapı oluşturulamamıştır. Sıkça ifade edilen, özel vurgular yapılan kolektivizm ise adeta bir prosedürün yerine getirilmesinden öteye geçmemiştir. Aşağıda kolektif yapıların oluşturulmadığı, engellendiği, vb. değerlendirmeleri yapılara k insanlar dukalıklarla suçlanmış, ama yukarıda krallığın temelleri atılmıştır. Aşağının dukalıklarla suçlanması, kolektivizme yapılan bu özel vurgular, belirlenen kurallar, aslında bu çalışma ilkesine karşı duyulan sorumluluk ve özüne uygun bir örgütlenme yaratma cabası değildir. Tersine, kolektivizme ne denli önem verildiğinin imajım insanlara vererek, kendini gizleme çabasıdır. Yukarıda kolektiviteyi oluşturamayan bir anlayış, aşağıda kolektivitenin şekillenmesini, işlevli ve nitelikli hale gelmesini sağlayamaz, yaratamaz Bu bir çalışma tarzı ve kültürü demektir. Böylesi bir kültürü yaratamayanlar, kadrolarda da, örgütlenmede de verimli ve üretken bir çalışmayı sağlayamazlar. Bütün ilişkileri ve çalışmayı kendinde merkezileştirmiş, alan ve bölgelerle direkt ilişki sürdüren bir anlayışın savunucusu tasfiyeci başı, bütün bu süreci kendi ekseni etrafında biçimlendirmiştir. Bu süreçte, bırakalım bölge ve alanlarda kolektif yapılar oluşturmayı, MK'nın oluşumu bile yoktur. MK'nın dahi olmadığı bir devrimci harekette hangi organ, hangi kural ve işleyişle alt örgütlenme organlarını yaratabilir? Nasıl işletebilir, nasıl verimlilik sağlayanır? Kadroların politik sürece katılı-paylaşımını nasıl ele alabilir? Alınan kararları hayata geçirmede hangi iradeyi gösterebilir? MK'yı denetleyecek hangi organdır? Böylesine bir sürecin sorgulandığı, çarpıklığına değinildiği noktada, tasfiyeci anlayışın süreci açıklama yöntemi soyut bir güvenle olabilmiştir. Güvenin elbette ki bir örgütlenmede önemi vardır. Ama politik özü olmayan bir güvenin devrimci bir yapıda fazla bir önemi olamaz. Keza "hareketin ve sürecin özgün gelişimi budur" ve "bu süreç daha uzun bir zamanı kapsayacaktır" denilerek, anlaşılması zor, bir kavram kargaşası da yaratmıştır. "Sürecin ve hareketin özgün gelişimi" denilerek anlatılmak istenen aslında kendi koltuğudur. Kuralsız, kendisini hiç bir şart altında bir kurala bağlı hissetmeyen bir anlayış savunucusunun "sürecin özgün gelişimi"nden kastı başka ne olabilir? Tasfiyeci anlayış bir devrimci hareketin kolektivite olduğunu bilmiyor değildir. Ama benmerkezci örgüt anlayışına sahip olması, onu kendi yetenek ve kapasitesine uygun bir örgüt yaratmaya sevk etmiştir. Kişinin zeka, yetenek ve kapasitesinin bir örgütlenmede önemi vardır. Bir zenginliktir. Ancak hiç bir devrimci kendisine olmadık şeyler bahşederek bu özellikleriyle bir örgüt yaratabilirim, doğru olan da budur diye savunamaz. Ve bunu doğru bulmak, devrimci anlayıştan uzaklaşmak, diktatoryal bir anlayışa savrulmak anlamına gelir. Oysa kişinin yeteneklerinin ve olumlu özelliklerinin kolektivite içerisinde kullanımı devrimci hareketi ilerleten, zenginlik katan bir olgudur. Yoksa kişilerin tek basma anlamı yoktur. Tasfiyeci anlayış kişiliğini, yetkilerini devrimci harekete dayatarak, sürecin olumsuzluğunda önemli bir rol oynamıştır. Devrimci hareket açısından sürecin en önemli olumsuzluğu her alan ve bölgede tıkanmanın yaşanması, kadrolarda motivasyon düşüklüğü ve giderek yozlaşmaya dönüşen bir yapı olmasıdır. Tasfiyeci anlayış sürecin bu olumsuzluğunu ise, kendini tek komünist, bütün kadroları küçük burjuva ilan ederek, korkularla, zaaflarla vb. açıklamaya yönelmiştir. O süreçte bu durumu öyle varsaysak bile, tasfiyeci anlayış her şeyin yaratıcısı kendini görmektedir. Hareketin 15-20 yıllık tarihinde bu kadrolar hep küçük burjuva, zaaflı, tembel, korkak kişiler olmaya devam ediyorlardıysa, bu durumun sorumlusu tasfiyeci anlayışın kendisi olmaz mı? Ama hayır, olamazdı. İdealizm yaşamına, felsefesine yön verdikçe, devrimci felsefe ile barışık olamazdı. O yüzden de kendini ortaya koyma yerine kadroları suçlayarak işin içinden çıkmıştır. İşte burada görülmesi gereken tek kişilik çalışmanın, ilişki sürdürmenin giderek örgütlenme ilkesinden uzaklaşmayı beraberinde getireceğidir. Bu tarz bir anlayış, kadroların politik kararalma süreçlerine katılımım engelleyen bir sonuçtur. Bu anlayışın bir örgütlenmede yenileme yaratması, mücadelede zenginlik sağlaması, genç, yeni insan gruplarının devrimci harekete besleyici bir güç olarak katılımım elbette ki sağlayamazdı. Tersine bu anlayış, tıkanmanın, kayıpların, çürüme ve yozlaşmanı mimarı olabilirdi. Nitekim öyle de olmuştur. Elbette ki bu durumu, bir kişinin yarattığı bir çarpıklık olarak görmüyoruz. Bir anlayışın yapıya egemen kılınması, o yapının insanlarında bir kültüre dönüştürülmesidir. Bu kültür nedeniyledir ki, kadrolar, bağımsız ve özgür bir kimliğin, düşüncenin savunucusu olamamış, yaşanan onca çarpıklığa rağmen eleştirel bir tutum sergileyememişlerdir. Örgütlenme içerisinde kadroların tartışma ve eleştiri zeminine sahip olamayışı, emeğine, çabasına yabancılaşmayı getirmiştir. Bireyin özgürleşme mücadelesi adeta yukarısını özgürleştirme mücadelesine dönüşerek, yukarının da çarpık biçimlenmesini yaratmıştır. (*) Anlayış olarak bireyin kolektif yapı içerisinde kimliğini bulması yerine, bireyin hiç eleştirildiği bir zemin söz konuşu olunca, bu sonuç kaçınılmaz olmuştur. Devrimci hareketin tarihsel bazı dönüm noktalarında, kadroların kendi tarihsel rollerini oynayamayışı, hareketi ilerletecek tavırlar ortaya koyamayışı, tersine, kendini çiğneyen, hatta ezen bir konuma düşürmesi, bu kültürün yarattığı kadro tipinin bir sonucudur. Onlarca yılın birikimine, deney ve tecrübesine, bilincine sahip kadrolar nasıl olurda, hareketin bu denli önemli çarpıklığına göz yummuşlardır? Çoğu kez sorulmuş, hatta yerilmiştir. Devrimci hareketin kadro ve yöneticileri, .bu tarihsel ve siyasal sürecin ele alınışında yerli yerine oturtulmuştur. Sorun tek tek insanların tavır ve eleştirisi veya hareketin önünü açma rolünü oynayıp-oynayama-ması olarak ele alınmamalıdır. Sorun; neden ve niçinlere cevap aranırken, hareketin ortaya çıkış koşulları, biçimlenmesi, gelişmesi ve giderek bir kültürün yaratılması zemininin sorgulanmasıdır. O noktada, bugün aramızdan ayrılmış veya halen mücadelenin içinde olan ya da şehit düşmüş yoldaşlarımız nezdinde bir kişiselleştirme değil, bir bütün olarak hareketin ve tüm kadroların bu gelişme ve oluşan kültürün içerisinde sorgulanması esas olmalıdır. Ancak bazı tarihsel dönemleri bugünden geriye dönüp değerlendirirken varılan bu sonuçlar, indirgemeci bir mantıkla her şeyi basitleştirmeye götürmemelidir. Bugünden baktığımız-da bir '89 tartışmaları, "Yolun Neresindeyiz?" değerlendirmesi gibi hareket tarihimizin dönüm noktası olabilecek momentler, gerçekten de hareket olarak kendimizi aşmamızın tarihsel fırsatlarıdır ve biz bir bütün olarak bu tarihsel dönemeçlerde misyonumuzu oynayamadık, kendi tıkanıklığımızı adım adım ördük. En ileri yönetici kadrolarımızdan, o sürecin tanıklığını yapmış, o sürece katılmış bütün kadrolarımıza varıncaya kadar herkesin bunda payı vardır. Ancak bunu ifade ederken, bir tarihsel dönemi, bu kez de o dönemi yaşayan kadro ve yöneticilerle açıklama yaklaşımına düşmek, örgütü, örgüt kültürünü kavramamaktır. Ve bizi olsa olsa, yaşanan sürecin faturasını çıkaracak bir yer bulmaya götürür. Bu yöntemle belki geçmiş süreci fatura edecek bir yerler buluruz. Ancak bu yöntemle ne geçmişimizi sağlıklı değerlendirebiliriz, ne de olumluluk ve olumsuzluklarıyla sahiplenebiliriz. Çünkü bunların hepsi diyalektik bir bütündür ve birbirinden ayrılıp-yalıtıldığında geriye bir şey kalmaz. Bir devrimci hareketi, o hareketin kültürünü oluşturan şey sadece belli dönemlerle sınırlı olay ve kişiler değildir. Onun, ortaya çıktığı tarihsel-sosyal-siyasal koşullardan, gelişimine, uğradığı kesinti ve sıçramalarına, yaşadığı yenilgi ve zaferlerine, içinde bulunduğu coğrafyadan, dünyadaki genel gelişmelere kadar pek çok etken onu şekiller. Ve bir devrimci hareket, sadece ideolojiden ve teknik örgütten ibaret bir şey de değildir. Bu nedenle, bugün geçmişe dönüp bazı tarihsel süreçlerdeki hata ve eksikliklerimizi değerlendirirken, bu bizi, o tarihsel süreçleri yaşayan yönetici ve kadro kuşaklarına ilişkin sığ değerlendirmelere götürmemeli. '89 tartışmalarının yaşandığı süreç; 12 Eylül yenilgisini üzerinden atmış, direnişin coşkusunu, güvenini içeriden dışarıya taşıyan, kitleleri etkileyen, sempatisin! örgütleyen bir güç olarak siyasi arenada adımızı kabul ettirmeye başladığımız bir süreçtir. Bu süreç, dünyada sosyalist sistemin çöktüğü, devrimci hareketlerde bir çürümenin, yozlaşmanın yaşandığı, oysa devrimci hareketimizde bir canlılığın, diriliğin söz konuşu olduğu bir dönemdir. Bu dönemde yaşanan iç sorunlara yakla şımda, hareketin geleceği kaygısı ağır basmış, bazı sorunların radikal çıkışlarla çözümü yerine, sürece yayılması eğilimi öne çıkmış, bir ayrılık göze alınamamıştır. Elbette bugünden bakıldığında, sürecin böylesi çarpık bir gelişiminin temellerinin atıldığı bu tür dönemlerde, ayrılığın göze alınması daha doğru bir devrimci tavır olurdu diyebiliriz. Ama bunu ancak bugünden bakarak söyleyebiliriz. Yoksa o anı bugünün koşullarıyla değerlendirmek, devrimciliği sadece soyut formülasyonlar ve teknik örgütlenme olarak açıklamak anlamına gelir. Oysa ne devrimcilik, ne de devrimci politika bu değildir. Onun içinde her zaman duyguların da yeri olmuştur ve olacaktır. Aksi halde bir devrimci hareket içerisindeki insanların birbirleriyle bağlarım da anlamak mümkün olmaz. Sonuç olarak; devrimci hareket açsından 86, 89-90 yılları, devrimci hareketin kendini yenileme, yeniden üretme zemini iken, bu zemin yukarıdan bastırılmış, ortadan kaldırılmıştır. Bu zemini, devrimci hareketin ilerlemesi, kendini yeniden üretmesi, ideolojik-politik ve örgütsel olarak g üçlendirilmesi yönünde değerlendirmek isteyen ve eleştirel tutum içerisinde olan yönetici düzeydeki kadrolar ise, gereken cesareti sergileyememişlerdir. İşte devrimci hareket olarak geçmişimizle hesaplaşma, gerek bireysel düzlemde, gerekse örgütsel düzlemde yapılırken, yaklaşımımız; bir tarihsel dönemin reddiyesi ya da o tarihsel dönemde yer almış kadro ve yöneticilerin günah keçisi ilan edilmesi yönunde değil, bir tarihsel gerçekliğin yerli yerine oturtulması yönunde kavranmalıdır. O noktada sorun, bu gerçekliğin aşılmasıdır. işte kolektivizmin ele alınışında kadro ve örgüt arasındaki ilişkinin bütünleyici yanı, birbirini ilerleten, geliştiren yönü bu anlamda önemlidir. Çeşitli yazı ve değerlendirmelerimizde geçmişimizdeki bu çarpıklığa 13 Eylül inisiyatifiyle müdahale edildiği, ama sonraki gelişmelerin ve yaşananların bu çarpık gelişimi düzeltmeye yetmediği izah edilmeye çalışılmıştır. O nedenledir ki, yeni bir süreci sağlıklı yaşamak için, kolektif örgütlenmeleri yaratmak, örgütlenmelere bu yönde nitelik kazandırmak, bu sürecin temel görevi olmak zorundadır. Devrimci hareket tüm bu çarpıklığın ve olumsuz gelişmenin sonuçlarım, birikimlerim toparlayarak, yeniden inşa sürecin! başlatırken, bu olumsuz gelişmelerin ve çarpıklığın yaşanmaması için, varolma ve gelişme dinamiklerim ona göre düzenleme çabasındadır. Bu çabanın sonuçalabilmesi için her şeyden önce bu anlayışın kavranmasından ve geçmiş olumsuzluğun bilince çıkarılmasından geçiyor. Ama bilinmelidir ki, insan gücü anlamında önemli kayıplar içerisindeyiz. Devrimci hareketin gücü, politik birikimi ve taşımış olduğu dinamiklerdir. Bugün hayatın heralanında örgütlenmek, sınıf mücadelesinin temel öznelerinden olan bir güç olmak, insandan, insan örgütlenmesinden geçiyor, insanın örgütlenmesi ise, politik insandan yani örgütlü insandan geçiyor. Örgütlülü-ğümüzün zayıf olduğu bu süreçte, örgütlenmeyi belli bir gelişmişliğe çıkarmak için her şeyden önce örgütlenme alanlarımızda, kolektif yapıları oluşturmaktan geçiyor. insan sıkıntımızın varlığı bir gerçek. Ama gerçeğin diğer yönü ise, varolanı düzenlemedir. Devrimciler örgütü olmaksızın, kitlelerin örgütlülüğü, kitlelerin örgütü olmaksızın, kitlelerin eylemliliğinin, mücadelesinin sağlıklı sürdürülmesi de mümkün değildir. O halde varolan gücümüzün ve insan malzememizin örgütlü ve düzenli hale getirilmesi, sürecimizin temel görevi olmalıdır. (**) Örgütlenme tarzı ve işleyiş; teknik değil, ideolojik birsorundur. Bir örgütün örgütlenme ve çalışma tarzı, işleyişi, ilişkileri; o örgütün nicel gücü ne olursa olsun, onun ideolojisini de ele verir. Bu nedenle kolektif bir çalışmanın hayata geçirilemeyişine, yeterli insan unsurunun bulunmayışım gerekçe yapmak asla inandırıcı olamaz, ikna edici bir gerekçe olarak kabul göremez. Bir deyiş vardır; "nasıl başlarsan, öyle gidersin". Bugün bulunulan alanda sınırlı sayıda insanlar arasında kolektiviteyi hayata geçiremeyenleri!), paylaşımı çalışmanın önünü açan, ona üretkenlik katan bir ihtiyaç olarak değil, bir külfet, bürokrasi olarak görenler, yarın binlerce insanın söz hakkı ve kararlara katılımım nasıl hayata geçirecekler? (Yoksa biz de egemenler gibi "elbisenin bolluğundan" mı söz etmeye başlayacağız?) Bu nedenle sınırlı sayıda insan arasında kolektiviteyi hayata geçirmek, daha baştan bu işleyişi oturtmak, bu yönde bir kültür, bir gelenek oluşturmak, gelecekte bize avantaj kazandıracaktır. Böyle bakılmalıdır. Ve biz bugünden geleceğimizi şekillendirdikçe, kendi aramızdaki ilişkilerde kolektivizmi, sosyalist ilişkileri, üretkenliği, zenginliği yakaladıkça, yeni insan örgütlememizin de önü açılacaktır. Ve emin olalım ki bizim kendi aramızdaki ilişkilerde yakalayacağımız bu nitelik bile başlı basma örgütleyici bir işlev kazanacaktır. Çünkü bugün Türkiye'de insanlar, hangi örgütün diğerine nazaran daha kalabalık olduğuna değil, hangi örgütün geçmişi astığına bakmaktadır. Ve bu yöndeki duyarlılık, insanlarımızın tahmin edebildiğinin çok çok ötesindedir, insanlar arayış içinde, insanlar bu düzen içinde kendine bir yer bulamıyor, böyle bir yer istemiyor. Ama alternatif bir yapı da göremiyor. Burada ki alternatiflikten kasıt ise kafa sayışı değil, ideoloji, kültür, politik güç olarak alternatif olabilme sorunudur. Bizler insanların geri yanlarım -güce tapma, şiddet fetişizmi ya da çürümeye karşı bir tepki olarak dine meyletme, tepkisini küfürle ifade etme, yağma-talan etme vb. anarşizan ya da lümpen eğilimlerini- örgütleyerek değil, işte bu geleceği arayan yanlarım örgütleyerek güç olacağız. Bizi farklı kılan bu işte! Biz ilkin kendimizi örgütlemek istiyoruz. Kendisini örgütlememiş bir gücün, başka güçleri örgütleme şansı yoktur. Olsa bile kişisel çabaların, koşturmaların yarattığı, .ama kuru kalabalık olmaktan öteye geçmeyen adı örgüt olan bir şey olabilir. Böyle bir örgütlülük devrimci hareketin benimseyeceği örgütlülük olamaz. Kendiliğindenciliği, dağınıklığı ve anarşizmi taşıyan bir örgütlülük olabilir ancak. Sürecimizin temel görevi örgütlenmek olarak belirlendiğine göre, ilkin kendini örgütlülük içerisinde düzenleyen kolektif yapıların esası üzerine, yani komiteleşme üzerine şekillenmektir. Her alanda, her birimde, bu tür yapıların oluşması mümkün olmayabilir. Veya böyle bir zemin yoktur. Ama hedef böyle yapıların oluşumunu sağlamak olmalıdır. Bir alanda komite oluşturacak sayıda kadronun bulunmayışı, o alanda-birimde görev yapan kadronun tek basma ve keyfi bir irade kullanabileceği anlamına gelemez. Böylesi bir durum, o alanda faaliyet gösteren, devrimci hareketin çalışmalarında emeği olan, katkısı olan diğer unsurların iradesini, emeğini, devrimci hareketle gönül bağım hiçe saymaktır. Komite olmayan bir alanda tek basma çalışan kadro, kendi iradesini, bilgisini, yeteneğini abartmamalıdır. Kolektivizm, zenginlik katar. Sorumluluk ve inisiyatif yetkisinin kadroda bulunması, taraftar, sempatizan, hatta kitleden unsurların iradelerinin hiçleştirilmesi anlamına gelmez. Politik olarak bulunduğu alandaki diğer unsurlardan daha birikimli, daha kararlı, daha inançlı olan kadro; kendi çap ve kapasitesini, bulunduğu alandaki unsurların eleştiri ve önerilerini dikkate alarak zenginleştirmeli ve bu şekilde aynı zamanda bulunduğu alandaki insanların faaliyetliliğe etkin katılımım sağlayarak hareketi içselleştirme, sahiplenme olgusunu güçlendirmeli, onlardan öğrenirken onların öğretmeni olmalı, kolektivizmi bir kültür olarak saflarımızda yaymalı, kendi alanında yeni kadrolar yetiştirmenin tek yolunun buradan geçtiğini asla unutmamalıdır. Devrimci olan budur, sosyalist ideolojinin gereği budur. Yoksa bir kadro olarak kendi çap ve kapasitesini, devrimci hareketi temsil ediyor olma sorumluluğunu, başkaları üzerinde üstünlük ve bilgiçlik taslama aracı haline getiren bir insan, sosyalizme yabancılaşıyor demektir. Aynı ilke komite işleyişi içinde de geçerlidir. Komite içinde sorumlu ya da yönetici durumda olan bir kadronun, sorumluluğu paylaştığı diğer kadrolara yaklaşımım belirleyen de bu olmalıdır. Henüz örgütlenme aşamasında bulunan bir yapı olmamız bize büyük avantajlar sağlamaktadır. Birincisi, geçmişin tüm olumsuz ve çarpık anlayışının örgütlenmemizde yarattığı tahribatı biliyoruz. Bunun bilincindeyiz. ikincisi, örgütlenmenin daha basında kolektif yapıları bu anlayış içerisinde düzenleme ve işi basında sıkı tutma şansına sahibiz. Bu avantajları devrimci tarzda kullanmak zorundayız. Basında bu sorunla mücadele etme şansımız varken, bunu örgütlenmenin ileri ki evrelerinde tekrar karşımıza çıkarma beceriksizliği bize ait olmamalı. Genç insan grupları, deneysiz, tecrübesiz olabilir. Ama bütün temizliği ve saflığıyla devrimci hareket saflarına gelmişlerdir. Bunların eğitileceği, bilinçlendirileceği, deney ve tecrübelerinin arttırılacağı zemin örgütlülük içerisinde istihdamlarıdır. Yani kolektif alan, onların gelişme zeminidir. Genç insan gruplarının aramızdan ayrılanla yerini doldurabilmesi, geleceğin kadro ve yöneticileri olabilmeleri için, cesaretli olmalıyız. Genç insanların önünü açan, onlara inisiyatif tanımaktan korkmamalıyız. Llk anda yerini, konumunu, görevini yeterince kavrayamayabilir. Ama birlikte düşünmenin, birlikte üretmenin, birlikte karar almanın, birlikte hayata geçirmenin zeminin! gördükçe, kendine güveni artacak, yalnız olmadığım görecektir. Biz yeter ki böylesi bir çalışma ilkesini, genç insanlara kavratalım, o ruhu verelim. Bu çalışma ve örgütlülüğümüzün sağlıklı temelde gelişmesini, geleceği kucaklayan genç kadrolarla beslenmiş bir örgütlülüğe dönüştürecektir. Bu bizim yabancılaştığımız, sadece görev yaptığımız, örgütlenmeyi dıştan bir otorite olarak gördüğümüz yapının bir insanı olmaktan çıkaracak, bizim dediğimiz, her şeyinde varız dediğimiz bir yapının insanı yapacaktır. Eğer "Dünyayı bir kez de Türkiye'den Sarsmak için Bir Örgüt istiyoruz" diyorsak, bu sözümüzün gereklerine uymalıyız. Böyle bir örgüt kolektiftir. O halde en küçük biriminden, en büyük birimine, merkezden en alta kolektif yapılar esas olmalıdır.
Devrimci Çalışma Tarzı: KOLEKTİVİZM(*) 89 tartışmalarında, "Hayatınız üzerinde yüzlerce karar aldım. Bu kararları tek başıma aldım. Ne H.S. ile ne de P.G ile. Ne yani, ben tek başıma karar alamayacak mıyım?" Diyen ve bunu savunan anlayışı yaratan bu karşılıklı etki ve besleme olayıdır.
(**) (Bütün sol grupların marjinalliğin en yüksek düzeyini yaşadığı bu süreç, Türkiye solunda büyük bir altüst oluşun da başlangıcıdır aynı zamanda. Böylesi bir süreçte bu marjinalllik içerisinde "iri" gruplardan biri olup olmamanın fazla bir önemi yok. Önemli olan politik olarak güçlü olmak, geleceği temsil etmek. Bir kaç yıllık sabırlı bir çalışma, 15-20 yıllık örgütlerin bugün sahip olduğu marjinal potansiyelle kıyaslanmayacak bir kitlesel güç de kazandıracaktır bize. Bugüne göre düşünmeyelim. Geleceği kazanmak için yola çıktık. Toplumsal mücadeleler tarihinde bazen 20 yıl, 30 yıl kısa olur da, 5-10 yıl çok uzun olabilir. Ve bugün bizler, sadece verili anın sınırlı ilişkileriyle değil, 5-10 yıl ötesini görebilen bir perspektifle örgütlenmeliyiz. Sağlam bir ideoloji ile tarihsel konjonktür çakıştığında, bir kaç yıl bile, hedeflere ulaşmada önemli bir mesafeyi kat etmek için yeterlidir. Oysa ideolojik bulanıklık ve tıkanıklık, akıp geçen yıllara rağmen kendini tekrarın ötesinde bir şey kazandırmaz. Ve gelecek bizimdir, biz kazanacağız!..)